Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 24 Mayıs 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Lahika

ÂYET-İ KERİME MEÂLİ

Kendilerine hak kitap geldiğinde ise, "Bu bir sihirdir; biz buna inanmıyoruz" dediler.

Zuhruf Sûresi: 30

24.05.2007


HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ

Ümmetim hakkında üç şeyden korkuyorum: Âlimin hatâsı, Münâfıkın Kur'ân'ı âlet ederek mücâdeleye kalkması, Kaderin inkâr edilmesi.

Câmiü's-Sağîr, c: 1, no: 160

24.05.2007


Şeriatın binde biri siyasete taallûk eder

Suâl: “Şimdi çok hilâf-ı şeriat şeyler yapılıyor”

Cevap: Bence, muhâlif-i hakîkat-i şeriat olan şeyler meşrûtiyete dahi muhâliftir, ya günahlarıdır veya ilcâ-i zarûrettir. Farzediniz, şu siyâset muhâlif olsun, yine telâşa mahâl yoktur. Zîrâ, Şeriat-ı Garrânın bin kısmından bir kısmıdır ki, siyâsete taallûk eder. O kısmın ihmâliyle, şeriat ihmâl olunmaz.

Evet, imtisâl etmemek, inkâr etmek demek değildir. Hem de, Devlet-i Osmâniyeye tâbî olan İslâmların on beş misli İslâmlar, sırf siyâset-i ecânib altındadırlar. Onların dinlerine zarar gelmez; nerede kaldı ki, şu hükûmette—ki; kendisi İslâm, millet-i hâkimesi İslâm; üssü’l-esas-ı siyaseti de şu düsturdur: “Bu devletin dini, din-i İslâmdır; şu esası vikaye etmek vazifemizdir. Çünkü, milletimizin maye-i hayatiyesidir.”

Münazarat, s. 53

***

Şeriat da, yüzde doksan dokuz ahlâk, ibadet, âhiret ve fazilete aittir. Yüzde bir nispetinde siyasete mütealliktir; onu da ulü’l-emirlerimiz düşünsünler.

Divan-ı Harb-i Örfî, s. 28

***

..İttihadın hedefi ve maksadı i’lâ-yı kelimetullah ve mesleği de kendi nefsiyle cihâd-ı ekber ve başkalarını da irşaddır. Bu mübarek heyetin yüzde doksan dokuz himmeti siyaset değildir. Siyasetin gayrı olan hüsn-ü ahlâk ve istikamet ve saire gibi makasıd-ı meşrûaya masruftur. Zira bu vazifeye müteveccih olan cemiyetler pek az, kıymet ve ehemmiyeti ise pek çoktur. Ancak yüzde biri, siyasiyyunu irşad tarikiyle siyasete taallûk edecektir. Kılıçları, berâhin-i kat’iyedir. Meşrepleri de muhabbet olduğu gibi beyne’l-mü’minîn uhuvvet çekirdeğinde mündemiç olan muhabbete şecere-i tûba gibi neşvünema vermektir.

Hutbe-i Şâmiye, s. 98-99

Lügatçe:

hilâf-ı şeriat: Şeriata aykırı.

muhâlif-i hakîkat-i şeriat: Şeriatın hakikatine aykırı.

ilcâ-i zarûret: Zaruretin zorlaması.

Şeriat-ı Garrâ: Parlak şeriat, İslamiyet.

taallûk: Bağlılık, münasebet, alâkalı oluş, ait olma.

imtisâl: Uyma, sarılma, yapışma.

siyâset-i ecânib: Yabancıların siyaseti.

millet-i hâkime: Hâkim millet.

üssü’l-esas-ı siyaset: Siyasetin temel prensibi.

vikaye: Ayakta tutma, koruma, sahip çıkma.

maye-i hayatiye: Hayatın esası, yaşama gücü.

müteallik: Alâkalı, bağlı.

ulü’l-emir: İdareci, başkan, devlet reisi.

İttihad: Birleşme, birlik.

i’lâ-yı kelimetullah: Allah’ın ismini, dâvâsını yüceltmek, yaymak.

cihâd-ı ekber: En büyük cihad. Nefis ve şeytanla yapılan mücadele.

hüsn-ü ahlâk: Güzel ahlâk.

makasıd-ı meşrûa: Meşrû maksatlar.

masruf: Sarfolunmuş.

müteveccih: Yönelik.

siyasiyyun: Siyaset adamları.

tarik: Yol, tarz, usul, vasıta, meslek.

berâhin-i kat’iye: Kesin deliller.

meşrep: Adet, huy, yaratılış, ahlâk.

beyne’l-mü’minîn: Mü’minler arasında.

uhuvvet: Kardeşlik.

mündemiç: Bulunan, içine alınan, konulmuş olan.

şecere-i tûba: Tûbâ ağacı.

neşvünema: Gelişme, yayılma, olgunlaşma.

24.05.2007


Anadolu’nun ücra bir köşesinde insanlık dersi

Bediüzzaman Hazretlerinin vefatının

47. yıldönümü hatırasına (1)

Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri artık tüm dünyaca tanınıyor. Allah’a şükür eserleri ve fikirleri bütün dünyaya yayılmış bulunuyor. Risâle-i Nur adını vermiş olduğu eserleri sayesinde milyonlarca gencimizin imanları kurtulmuş ve hidayete ermesine vesile olmuştur.

İşte bu bahtiyarlardan biri olan ben de bu büyük âlimin vefatının 47. yıldönümünde ona olan şükran ve minnet borcumun bir ifadesi olarak Risale-i Nur hizmetiyle ilgili bazı hatıralarımı kaleme almak istedim.

Peygamberler diyarı olarak bilinen ve Bediüzzaman Hazretlerinin taşıyla toprağıyla mübarektir dediği Urfa’nın Viranşehir İlçesine bağlı İbrahimiye (Yeni adı Kurtuluş) Köyünde 1951 yılında dünyaya geldim.

Ümmî olmasına rağmen ilme ve Kur’ân’a âşık olan ve geçimini gündüzleri esnaflıkla sağlayan babam, gecelerini de ilim meclislerine giderek vaktini değerlendirmektedir. Aynı zamanda Demokrat Parti Viranşehir İlçe Başkanı merhum Hadi Beye ait sohbet odasında, babam da dahil bütün eşraf bir araya gelir, ilmî sohbetler yapılırdı. Babam, ilmî sohbetlerde edinmiş olduğu faydalı bilgileri, eve geldiği zaman ailece bizlere anlatırdı.

İşte o ilim meclislerinde babam, Bediüzzaman Hazretlerinden haberdar olmuştu. Merhum babam Üstaddan bahsederken “Seyyid Bediüzzaman” diyordu. Bir gün akşam yemeğinde ailece bir araya geldiğimizde babam; “Bütün Türkiye, Seyyid Bediüzzaman’dan bahsediyor. Hükümet ondan korkuyor. Hangi şehre sürülüyorsa orada talebeleri çoğalıyor” dediğini hiç unutmam.

Sene 1959. Ben almış olduğum özel dersle Kur’ân-ı Kerîm’i yeni hatim etmiştim. İlkokul üçüncü sınıfta okuyordum. Viranşehir DP İlçe başkanı Hadi bey, babama yeşil kaplı küçük boy bir kitapçık veriyor. “Madem ki İbrahim okula gidiyor. Bu kitabı ona ver okusun. Geçen gün Urfa’da bana bir kaç tane vermişlerdi. Bizim oğlanlar okumuyorlar, madem ki İbrahim okumayı seviyor, benim hediyem olsun” diyor.

Kitabın içeriğini anlamayan merhum babam, akşam ömür boyu unutamayacağım o değerli eseri bana veriyor. Ancak, aradan 5 yıl geçtikten sonra bu kitabın Risâle-i Nur eserlerinden Küçük Sözler olduğunu anlayınca çok hayıflanıyorum.

Babam bana o kitabı verdikten sonra sık sık okuyorum, okudukça hoşuma gidiyor. Mânâsını düşünmeden sık sık dilimizden düşürmediğimiz Besmele’nin ne kadar güzel bir şey olduğunu anlıyorum. Özellikle Ramazan aylarında hatim okurken Küçük Sözler’i de hatimden sonra okurdum. Ancak, Risâle-i Nur cemaatinden haberdar değildim. Bediüzzaman ismini babam sık sık “Seyyid Bediüzzaman” diye bahsederken duymuştum. Ayrıca, yeni almış olduğumuz bataryalı radyodan Nurcuların sık sık yakalandığı haberlerini duyuyordum. Bilmem nerede ‘Nur ayini!’ yaparken yakalananların haberi verilirken dikkatimi çeken bir husus vardı: Suç unsuru olarak buldukları takke, tesbih ve bir kaç kitap oluyordu. Yakalanan Nurcuların mesleklerini söylerken, kimi esnaf, kimi çiftçi veya her yaşta öğrenciydi. Bu Nurculuğun ne olduğunu çok merak ederdim.

Sene 1960. Bahar mevsiminin ilk ayı olan Mart ayındayız. Takvimler 23’ü gösteriyor. Üç günden beri Urfa ve civarında havada bir tuhaflık gözleniyor. Gündüz vakti bulutlar kızıla bürünmüştü. Halk arasında kıyamet kopacak fısıltıları dolaşıyordu.

Akşam, babam eve geldiğinde çok telaşlıydı. “Seyyid Bediüzzaman Hazretleri Urfa’ya yerleşmeye gelmiş ve burada vefat etmişti.” Annemle konuşurken duymuştum. Ben o zaman 9 yaşındaydım. Asrımızın müceddidi, 90 km yakınımıza gelmiş ve ne yazık ki tanıyamamışım. Şimdi o günleri düşündükçe çok hayıflanıyorum.

İlkokuldan sonra daha iyi bir eğitim almam için babam beni İstanbul’a, halamın oğlunun yanına gönderiyor. Her sene yaz tatilinde Viranşehir’e geliyordum.

Lise 1’de öğrenciyken yine bir yaz tatilinde Viranşehir’e gelmiştim. Şehir parkında E.Y. isminde çocukluk arkadaşımla karşılaştım. Elinde küçük boy bir risâle vardı. Sohbet esnasında bir kaç sayfa bana okudu. İmandan, ahiretten bahsediyordu. Onu dinlerken sanki kanatlanıp bütün kâinatı dolaşıyormuşum gibi bir duyguya kapılmıştım.

Ertesi gün arkadaşım E.Y. ile yine buluşmuştuk. Beni, o zamanlar terzilik yapmakta olan M. Şerif isminde bir ağabeyin dükkânına götürdü. Onunla tanıştırdıktan sonra oturduk, bize çay ikram etti. O ağabeyin sözleri kitaptaki sözlere ne kadar benziyordu. Akşam evlerinde yapılacak olan sohbete beni davet etti. Arkadaşımın beni götürmesi şartıyla kabul ettim.

İlk ders, ilk Söz

Akşam olunca arkadaşımla buluşup hayatımın ilk Risâle-i Nur dersine iştirak ettim. Her şeyden önce gelenlerin davranışları beni çok etkilemişti. Aralarında riyasız bir muhabet ve saygı vardı. Herkes birbirinin meziyetiyle iftihar ediyordu. Bana karşı da çok alâka gösteriyorlardı. Ben bu sıcak ve samimi ortamdan çok duygulanmıştım. Aralarında her yaştan insan vardı. Çoğu esnaf veya öğrenciydi. Konuşmalarından anladığıma göre toplumun huzur ve saadeti için kafa yoruyorlardı.

Halbuki İstanbul’da benim yaşadığım ortamlarda o zamanlar solculuk modası vardı. Çevremdeki herkes servet düşmanlığı yapıyordu. Sürekli insanların acımasızlığını öğrenmiştim. İstanbul’un salon sosyalistlerinin küçümsedikleri, kırlı diye alay konusu yaptıkları Anadolu’nun bu ücra köşesinde bir insanlık dersi veriliyordu. İnsanlık için karşılıksız hizmet etmeyi gaye edinen bu pırıl pırıl insanlar beni o an çok etkiledi.

İçlerinden biri kırmızı kaplı ve kalınca bir kitap eline alıp okumaya başladı. Birinci Söz’den başlamıştı. “Bismillah her hayrın başıdır” deyince dikkat kesilmiştim. Bu sözler bana yabancı gelmemişti.

Dersten sonra eve gittiğimde ilk işim 5 yıl önce babamın bana hediye olarak getirdiği Küçük Sözler kitabını bulmak oldu. Baktım aynısı. Meğer yıllar önce Risâle-i Nur’la tanışmışım da farkında değilmişim.

Artık bundan böyle Nur derslerinin müdavimlerinden olmaya başladım. İlk işim büyük Sözler kitabını almak oldu. Daha sonra külliyatın tümüne sahip oldum. Sabah evden çıkıyordum, gece geç saatlere kadar eve gelmiyordum. Annemin özene bezene yapmış olduğu güzelim yemekleri yemek yerine, dershanede yapılan bulgur pilavını veya patates salatasını daha lezzetli buluyordum.

Evde fazla kalmadığım için ailem namaza başladığımı bilmiyordu. Önceleri babam benim için endişe ediyordu. Çünkü çevremizdeki gençlerin çoğu devrimci sol örgütlerin etkisinde kalarak inanca karşı savaş açmışlardı. Bir gün babam beni camide görünce çok seviniyor, İstanbul gibi modern ve kozmopolit bir kentten gelmeme rağmen bozulmadığımı görünce memnun kalıyor ve camiden çıkarken beni tebrik ediyordu.

Artık her yaz tatilinde memlekete geldiğimde manevî bir enerji depo ederek İstanbul’a dönüyordum. Ancak babamın önce ânî hastalanması ve sonra vefat etmesi nedeniyle Viranşehir’e kesin dönüş yapıyordum.

—Devamı yarın—

İbrahim SAYAN

24.05.2007


Dâvâya adanan ömürler

Büyük dâvâlar, büyük bedeller ve fedakârlıklar ister. Ömürlerini dâvâlarına adayan insanlar da ömürleri boyunca hep bir bedel ödemişlerdir. Fedakârlığı göze alamayan, almayanlar dâvâ adamı olamazlar.

Yeri geldiğinde can, mal, hatta evlâd ü iyâl, makam, şöhret vs. gibi insanların teveccüh ettikleri şeyleri bir çırpıda terk eder dâvâ adamı. Dâvâya adanan ömürlerde hep sıkıntı, çile ve meşakkat vardır; ama onlar hiçbir zaman yeise düşmemişlerdir. Dâvâlarına sarsılmaz bir sadakat, sebat ve metanetle bağlanmışlardır. Hakkın hatırını âlî tutup hiçbir hatıra fedâ etmemişlerdir. İnandıkları dâvâ uğruna herşeylerini ortaya koymuşlardır. Dâvâları uğruna feda etmeyecekleri hiçbirşeyleri yoktur. Dâvâlarını değil hayatlarını fedâ etmişlerdir.

Uhud Savaşında Peygamberimiz (asm) tarafından İslâm sancağını taşımakla görevlendirilen Mus’ab bin Umeyr (ra), İslâm dâvâsı uğruna Allah rızası için savaşırken bir ara İbni Kamie adlı bir müşrikin hücumuna uğradı. Gözü kanlı müşrik, onun sancağı tutan sağ elini bir kılınç darbesiyle uçurdu ve Mus’ab (ra) sancağı hemen sol eline aldı. Müşrik, onun sol elini de kopardı. Mus’ab Bin Umeyr (ra), inip kalkan kılınç darbeleri karşısında adeta bir ağaç dalı gibi budanıyordu. Ama o dâvâsından dönmedi ve sancağı hemen dişlerinin arasına alarak göğsünde tutmaya çalıştı, o arada kafası da kopan Mus’ab oracıkta şehit oldu.

Bu nasıl bir ruh halidir ki, inandığı dâvâsı için, Allah rızası için malını, mülkünü bırakan Mus’ab, hayatını bile gözünü kırpmadan Allah yolunda feda etmiştir. Vefat ettiğinde üstüne kefen olarak örtülecek doğru dürüst hiçbir şey yoktur. Allah ondan razı olsun, âmin.

Peygamber Efendimiz (asm), Mekke’de İslâm dâvâsının temellerini atarken başta kendisi ve sonra da kendi yakın çevresindeki insanlardan başlayarak dâvâsına gönül veren bütün Müslümanlara bu fedakârlık ruhunu aşılamış, anlatmış ve en önemlisi de kendisi bizzat yaşamıştır.

Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri de insanlığın kurtuluşu adına iman ve Kur’ân dâvâsı için ömrünü bu uğurda feda etmiştir. Hayatı savaş meydanlarında, hapishanelerde, sürgünlerde geçmiştir. Türlü türlü eziyetlere ve işkencelere maruz kalmıştır. Defalarca zehirlenmesine rahmen o bu keyfî muamelelere karşı hiçbir zaman boyun eğmemiştir. Dik duruşundan ve inançlarından, şartlar ne olursa olsun, taviz vermemiştir. Rahmetli Av. Bekir Berk Ağabey de Ankara’ya, mahkemeye geldiğinde Nur Talebelerine sorar: “Arkadaşlar! Sizi tahliye ettirmek için mi uğraşayım, yoksa inandığınız dâvânızı mı müdafa edeyim?” Nur Talebeleri hep bir ağızdan “Sen bizim dâvâmızı müdafaa et; biz bu hapiste kalmaya razıyız” derler.

İnandıkları dâvâ uğrunda hayatlarını hiçe sayıyorlardı. Peygamberimizi (asm) ve sahabelerini kendilerine rehber edinen Nur Talebeleri de, Üstadları gibi bu fedakârlık ruhuyla dâvâlarına hizmet etmişlerdir.

Tabiî ki bu çileli ve sıkıntı dolu yıllar geride kalmıştır artık; hapishaneler, sürgünler yoktur. Üstadın Tarihçe-i Hayat’ını her okuduğumuzda ve o nurlu hatıralar her anlatıldığında o zor günleri hep hatırlarız. Baskı ve tazyikler altında savaş meydanlarında, hapishanelerde yazılan Risâle-i Nurları bizler rahat bir şekilde koltuğumuza yaslanarak, çayımızı yudumlayarak evlerimizde okuyabiliyoruz çok şükür.

Elbette cihanşümûl bir dâvâyı omuzlayan gönül erlerinin vazifeleri bitmedi ve kıyamete kadar da bitmiyecek inşallah.

Herşeyin bir muhasebesinin olduğu gibi hizmetimizin de bir muhasebesi vardır. Gece yumuşak ve rahat yatağımıza yattığımızda o çile dolu yılları, Üstadın çektiği o sıkıntıları düşünüp, nefsimizle beraber kendimize soralım:

Bugün Allah rızası için ne yaptım, kaç kişiye Allah’ı ve iman hakikatlerini anlattım, dâvâmı ispat için ne kadar vakit ayırabildim, bu kudsî ve ulvî dâvâ için nelerimi feda edebiliyorum, neşriyatıma ne kadar sahip çıkabiliyorum? Bu gibi sorular çoğaltılabilir. Eğer vicdanımız bize bu tip suallar karşısında olumlu bir cevap veriyorsa ne mutlu bize. Rabbim bizleri bu Kur’ân ve ve iman dâvâsından ayırmasın, âmin.

[email protected]

Yılmaz SALIK

24.05.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004