Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 18 Mayıs 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Kazım GÜLEÇYÜZ

Daralma



Anayasa Mahkemesinin 367 kararının—bizzat Başbakanın kullandığı tabirle—bloke ettiği Meclis, bu blokajı kırmak için apar topar bir anayasa paketi çıkardı. ANAP ve DYP’nin de desteklediği paket, 367’nin de üzerine çıkan kabul oylarıyla geçti. Ancak paketle istenen sonucun alınıp alınamayacağı meçhul.

Toplantı yeter sayısını 184 olarak kesinleştirmeyi, cumhurbaşkanını 5+5 formülüyle halka seçtirmeyi, genel seçimleri dört yıla indirmeyi öngören paketi, görevdeki yedi yılı bittiği halde son gelişmeler üzerine kendi ifadesiyle “teskere bırakmış asker” durumuna düşerek Köşkte oturmaya devam eden Sezer’in, on beş günlük inceleme süresini sonuna kadar kullandıktan sonra veto edeceğine kesin gözüyle bakılıyor.

Akabinde Meclisin yine vakit geçirmeden paketi aynen Çankaya’ya geri göndereceğine de.

Gerçi CHP lideri, o aşamada AKP’nin fire vereceği iddiasında. Bakalım, o zaman göreceğiz.

Diyelim ki, Baykal’ın iddialı kehaneti tutmadı ve Meclis ısrarını sürdürerek paketi bir defa daha Çankaya’ya gönderdi. O zaman ne olacak?

İşte o noktada ciddî belirsizlikler var.

İkinci bir veto hakkı bulunmayan Sezer, mecburen onaylasa da paket için referandum yolunu açar mı? Cumhurbaşkanını halkın seçmesine soğuk baktığını belli etmiş bir kişi olarak, meseleyi halka götürür mü?

İşin gerçeği, bu ihtimal zayıf görünüyor. Götürse bile, iktidarın sözünü ettiği “22 Temmuz’da iki sandık” için de aynı zorluk söz konusu. Çünkü referanduma gitme süresi anayasaya göre 120 gün. Ve alel acele hazırlandığını hep birlikte izlediğimiz pakette, bu sürenin kısaltılmasına ilişkin bir madde yok. Hükümet de bu saatten sonra bunun için yeni bir değişikliğe pek niyetli olmadığının sinyalini çoktan verdi.

Konunun Anayasa Mahkemesine götürülüp götürülmeyeceği de ayrı bir bahis. Gerçi mahkeme Başkanı bilâhare “Yanlış anlaşıldım” dediği açıklamasında, anayasa değişikliklerini esastan inceleme yetkileri bulunmadığını söylemişti, ama 376 formülüyle işin bu noktalara gelmesinde büyük rol oynayan Kanadoğlu gibi hukukçular, bunun için de farklı içtihadlar ortaya koyarak, söz gelişi “Halk seçsin” düzenlemesinin anayasanın diğer maddeleriyle çeliştiğini öne sürerek olayı farklı bir noktaya çekebilirler.

“Sistem” bu kulvarda hiçbir şey yapamayacağını gördüğü anda ise, plağı çevirerek başka formülleri devreye sokabilir. AKP için kapatma dâvâsı açılacağı ve bunun için gerekli dosyanın tamamlandığı iddiası, bu açıdan düşündürücü.

Meclisin bloke edildiği ve beraberinde hükümetin ciddî ölçüde inisiyatif kaybettiği, buna karşılık gelişmelerin şekillenmesinde demokratik kontrol dışı etkenlerin belirleyici hale geldiği bir sürece girmiş olduğumuzu unutmayalım.

Nitekim her türlü olumsuz sürprize açık olan bu ortamda en ciddî zararı yine hukukun, hak ve özgürlüklerin göreceğini gösteren işaretler artıyor. Nokta dergisinin, maruz kaldığı hukuk dışı baskılardan sonra kapanmak zorunda bırakılması; Şemdinli dâvâsının Yargıtay kararıyla askerî yargıya aktarılması; okulların web sitelerindeki Said Nursî yazılarının ve okullarda dağıtılan namaz kitaplarının soruşturma ve ceza konusu yapılması, bunlardan sadece birkaçı...

18.05.2007

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Siyasî kabileler



Bazen siyasî hareketler hedeflerini aşarlar veya şaşırırlar ve geniş hedef kitlesini ve çıkarlarını kendi gruplarına ve çıkarlarına indirgerlerse siyasî bir hareket olmaktan çıkar, içtimaî bir harekete dönüşürler. Parti, geniş kitlelerin çıkarlarını hesaba katmayan zümre çıkarları üzerine kurulu bir içtimaî yapı haline gelirse, kabileleşir. Bediüzzaman’ın deyimiyle siyasî menfaatlar üzerine dönen siyaset canavarlıktır. Biz ölçüsüz tarafgirliğe kabilecilik diyoruz. Siyaset ölçüsünü ve nibrasını kaybetmişse artık o parti olmaktan çıkmış siyasî bir hizip haline gelmiştir. Hazreti Ömer’in de ifadesiyle hilâfet ile saltanat veya kraliyet arasındaki fark da keyfîlikten, yani ölçüsüzlükten kaynaklanır. Hilâfet ölçüye tabi olmaktır ve bu anlamda İslâmî idare düzeni Abdulvehhab Hallaf gibilerinin de ifadesiyle anayasaldır. Sözgelimi, içtimaî yapıda da cemaat anlayışı, hakka dayalı ve ferdleri arasında hakkı esas tutan bir işbirliğini esas alır. Bunun dışına çıkıldığında; hakka değil de zümre veya başka esaslar veya hesaplar üzerine yapılan tarafgirliğe fırka denmektedir. Bu itibarla, İttihat ve Terakki gibi partiler, kendi liderlerinin de isimlendirdiği gibi, fırkadırlar. Fransızca ifadesiyle klik. Halbuki partiler hizmet üniteleridirler. Bu anlamda, ideolojiden arındırıldıklarında veya soyutlandırıldıklarında hizmet ünitesi anlamında cemaat mânâsı kazanırlar. İdeolojik veya kabilevî boyut kazandığında ise, fırkalaşırlar. Tefsirde, ‘La bihususi’s sebeb bel biumumi’l lâfz’ denildiği gibi, içtimaî veya siyasî yapıda da isme bakılmaz mahiyete veya müsemmaya bakılır. Keyfîlik yok, kurallar bütünü vardır. Maalesef, Mekke’de biraraya gelen Filistinli fırkalar, yeniden birbirlerine silâh çektiler. Halbuki mü’mimin mü’mine veya Filistinli’nin Filistinli’ye silâh çekmesi, liderlerinin ifadesiyle, töreye aykırıdır ve kırmızı çizgiyi aşmaktır.

***

HAMAS ve Fetih kendi aralarında kabilecilik esaslarına göre çatışarak, aslında bindikleri zemini baltalıyorlar. Herhalde birlikte yaşamayı, onlara İsrail öğretecek değil. Aksine İsrail, olan biteni doyumsuz bir iştihla seyrediyor. İstiyor ki, kendisinin yapacağı vazifeyi onlar bir şekilde kendileri deruhte etsin. “Bana iş kalmasın” diyor. İşin en kötüsü, Filistinli fırkaların rüşdlerini ispat edemeyerek, İsrail’in şamatasına muhatap veya müstehak olmalarıdır. Şimdi birileri, ‘Gazze’deki kilitlenmeyi, ikilemi ve mukateleyi, ancak İsrail’in işgali çözer’ diyor. Muhammed Dahlan da Kahire’de amaliyat olmuş ve ‘onun yokluğunda HAMAS kazan kaldırdı’ deniliyor. Kimilerine göre, HAMAS tek başına hükümet edemediği gibi, Fetih’le de koalisyon hükümeti yürütememektedir. Öyleyse hiçbir şekilde hükümet etmeye elverişli değildir. İçeride İhvan’la kavgalı olan Mübarek de Hearetz gazetesine göre tam da böyle demiş. “Onlardan hayır gelmez...” Mübarek ardından ‘HAMAS iktidarda kaldıkça İsrail’le barış yapmaz. Mısır olarak biz HAMAS hükümetini yıkmak için elimizden geleni yapıyoruz’ demiş. İhvan’la görüşmesinler diye HAMAS ileri gelenlerinin Mısır’a girişlerini yasaklamış. Burada suçlu olan sadece HAMAS değil. Fetih de ve bilhassa Mahmud Abbas da öyle. Onun iradesizliği Filistin’i iç çatışmalara doğru sürüklüyor. Maalesef taraflar Filistin’in yüksek veya ulvî veya aşkın maslahatını unutarak kendi fırkalarının çıkarlarına gömüldüler. Taraflar askerî ve siyasî olarak birbirlerini bitirmeye ve tüketmeye çalışıyorlar.

***

Dış kuşatma ve iç gerilim ve kendilerine Fetihçilerin göz açtırmamalarından dolayı, Lübnan eski başbakanlarından Selim Hoss gibi siyasetçiler, HAMAS’ın siyaseti bırakarak direniş hatlarına geri dönmesini ve çekilmesini öğütlemişlerdi. Aynısını Fetih adına Faruk Kaddumi de söylüyor. Kaddumi, hükümette, HAMAS’ın temsili sebebiyle dışarıyla normalleşme sağlanamadığını ve siyasî ve ekonomik kuşatmanın yarılamadığını hatırlatıyor. Bundan dolayı da ona göre, fedakârlık halka değil de HAMAS’a düşüyor. Buna paralel, HAMAS’ın iktidarda olmasının iç çekişmeyi ve inkısamı derinleştirdiğine de dikkat çekiyor. Bunlar doğru, ama HAMAS direniş hatlarına çekildiğinde de bu defa İsrail o hatların da yarılmasını ve HAMAS’ın köklerinin sökülmesini ve kurutulmasını istiyor. Velhasıl HAMAS’ın mevzii terketmesi de yetmiyor. Arafat döneminde HAMAS henüz direniş hatlarındayken, aynı olaylar yine yaşanıyordu. Esasında hareket olarak HAMAS ve siyasî yapı olarak da Filistin, Arapların tabiriyle ‘ünku’z zücade’ denilen aşamada veya kırılma noktasında bulunuyor. Bu noktayı aşabilmek için herkesin yapıcı olması lâzım. Fetihin siyasî misyonu biteli çok oldu. O artık siyasî bir kadavra, mevta ve içtimaî olarak da bir kabiledir. Yapısı fesada boğulmuş durumdadır. Mücadeleci geçmişinin siyasî rantını tüketmekle meşgul bulunuyor. HAMAS’a gelince, onun da siyasî yöntemini gözden geçirmesi ve belki de tadil etmesi gerekiyor.

18.05.2007

E-Posta: [email protected]




Serdar MURAT

Yaşadığım heyecan ve sağduyu



Şu günlerde farklı bir heyecan yaşıyorum.

Ulaştığım birkaç belge, elde ettiğim iki telgraf metni ruh dünyamda bambaşka titreşimler yaptı.

Benzer heyecanı, “Ankara Siyaseti ve Said Nursî” isimli eseri hazırlarken yaşamıştım.

Bir telâş, bir telâş.

Hazreti Üstad’la ilgili olarak ulaştığım her gazete kûpüründen birkaç takım fotokopi çektirmiştim.

İsmet İnönü ne demiş? Üstad Ankara’ya gelince ne yapmış? İstanbul’a gidişini gazeteler nasıl vermiş? İstanbul’da resminin çekilmesi üzerine ne yapmış? Ankara’daki son dersi ne olmuş? Menderes’in açıklamasında ne yer almış? Isparta’dan Şanlıurfa’ya uzanan “Vuslat” yolculuğunda neler yaşanmış?

Müthiş bir heyecanla, ellerim titreyerek tutmuştum o belgeleri. Sanki her haber yeni bir hazinenin gün yüzüne çıkarılması kadar ruh dünyamda patlamalara sebep olmuştu.

Kimi sevdiğim dostlarıma o gazete kupürlerini gösterirken, yaşadığım duyguların tarifi imkânsızdı.

Mesajlarından korkan darbeci ruhlar mezarına bile tahammül edememiş, 27 Mayıs’ın ilk icraatlarından biri Üstad’ın kabrini kaçırmak olmuştu.

Bayram Yüksel Ağabey hayattayken, Said Özadalı’nın yardımlarıyla, bir televizyon ekibiyle birlikte Isparta’da o vefat yolculuğunu anlattırmıştık. O zaman kafama takılmıştı kayıp mezar. Sonra onun belgelerine ulaşmak da nasip oldu.

Menderes ile İnönü arasındaki Said Nursî kavgasını Demirel ile İnönü arasındaki Said Nursî atışmaları ile tamamlayıp, mütevazı bir eser haline getirebilmiştim.

Şimdi ulaştığım birkaç belge ise Devlet Arşivleri’nden. Kemal Benek kardeşimde de varmış.

1947’de Hasan Saka, 1949’da Şemseddin Günaltay hükümetlerinin bazı Risâleleri yasaklama kararları girmiş devletin arşivine. Ancak Cumhurbaşkanının onayladığı, altında Başbakanın ve Bakanlar Kurulu üyelerinin imzasının bulunduğu Bakanlar Kurulu kararında eserlerin bazılarının ismi yanlış yazılmış.

“Hacematı site” deniliyor, “Hücumat-ı Sitte” isimli eser için. Devlet işte böyle titiz çalışmış! İkisinde de Cumhur reisi İsmet İnönü… Bediüzzaman’la İnönü’nün bitmeyen mücadelesi…

Sonra iki telgraf var. O telgraflardaki samimiyet aldı götürdü beni.

“Sırrı İhlâs” ne kadar önemli, ne kadar gerekliymiş. Kuru bir telgrafı bana öğretmen eyledi. Ders aldım ondan.

“Sayın Adnan Menderes Başvekil- İstanbul” diye başlıyor, 22 Mart 1960 günü Şanlıurfa’dan çekilen telgraf. Altında, Sabri Küçük’ün imzası var. Kadıoğlu Mah. DP Ocağı Ocak Başkanı imzası yer alıyor.

“Mübarek misafirimiz Said-i Nursî gayet hasta olup yola çıkacak halde değildir. Ölüm halinde ahir hayatında Urfamıza şeref vermesi hepimiz ve bilhassa iktidarı memnun edecekken, onun cebren buradan ayrılmasına tevessu etmek hiçbir kanun ve insaf kabul etmeyeceğinden bu müdahalenin kaldırılmasını arz ederiz” diyor telgrafta.

Şanlıurfa’nın diğer ileri gelenleri de Başbakan Menderes ve dahiliye Vekili Namık Gedik’e benzer telgraflar çekmişler.

Bugünlerde herkes farklı duygular içinde. Milletvekili aday adayı olanlar, olumlu bir işaret aldı mı yere göğe sığmıyor. Beklediğini bulamayanlar müthiş bir hayal kırıklığı içinde.

Cumhurbaşkanlığı seçim sürecinde verilen “demokrasi imtihanı” merkez sağda farklı, solda farklı etkilere yol açtı. Tabanda, tavanda müthiş bir tartışma yaşanıyor.

Geçen sefer Demirel’in yeniden seçilmesi ve Sezer’in Cumhurbaşkanlığı sürecinde yaşananlar Fazilet Partisi’ni ortadan ikiye bölmüş, yenilikçiler hareketi daha sonra AK Parti adını almıştı.

Bu kez, “Dindar cumhurbaşkanı seçtirmedik” havası var solda. Cumhuriyet mitingleriyle birleşince, müthiş bir zafer havası yaşıyor siyasetin sol kanadı. Bu inançla CHP ile DSP’yi birleştirmeye çalışıyorlar.

***

Cumhurbaşkanlığı seçiminde ülkeyi rejim krizine sürükleyen AK Parti ile CHP, bağımsız adaylar söz konusu olunca nasıl işbirliği yaptılar?

Yüreğim Üstad’la ilgili belgelere ulaşmanın heyecanıyla pır pır atarken, misyon tartışması gibi çok ciddi konuların duyguların böylesine kabardığı bir ortamda yürütülmesinden yana değil. Menfaat üzerine dönen bir siyaset de, elması kömüre, kömürü elmasa çeviren ihlâsı zedeleme tehlikesi büyük.

Bırakın birilerinin iktidar, birilerinin vekil, birilerinin bürokrat olmasını, dünyayı verseler değişmeyeceğimiz ihlâsa zarar verme ihtimali var.

Bu yüzden elmas kıymetindeki eserlere, büyük Üstada ve hizmete bakıp, büyük ölçüde çıkarlar ve menfaatler üzerine dönen siyaset uğruna ona zarar vermememiz gerekiyor.

Hepimiz bir birimize lâzımız. Risale-i Nur ve Üstad bize her zamankinden daha çok lâzım.

Bu yüzden önce kendimiz için, “sağduyu” diyor benim küçük yüreğim.

18.05.2007

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Peygamber aşkına



Geziyi seven insanoğlu, insanlar üzerinde etkili olmuş nice kahramanları, harika olayların cereyan ettiği yerleri görmek, ziyaret etmek ister. İnsanlar üzerinde Mevlânâ gibi derin izler bırakmış büyüklerin mezarlarını ziyaret etmenin turistik geziden öte mânevî boyutları vardır. Ve gerçekten böylesi büyükler, insanlar üzerinde çok olumlu etkiler bırakmışlardır.

Ya Kâinatın Efendisi Efendimiz Hz. Muhammed’i (asm) ziyaret etmek?

Onun değerine, pahasına fiyat biçmek mümkün değil. Kabr-i şeriflerinin bulunduğu Hücre-i Saadeti, Kâbe dahil bütün yeryüzünden, göklerden, hatta arştan daha üstün ve şereflidir.1

Hücre-i Saadeti ziyaret etmenin mü’minin hayatında büyük önemi vardır. Kâinatın yaratılmasına vesile olan, mutluluğumuz için bize kendini feda eden, bize düşkün, çok şefkatli, çok merhametli o yüce Resûlü (asm) ziyaret, ona olan sevgi, aşk, sadakat, bağlılık ve Sünnet-i Seniyyesine sımsıkı sarılmanın bir ifadesidir. Kalbi onun için çarpanlar, imkân bulduklarında onu ziyaret etmekten uzak kalamaz, bir yolunu bulup ona koşarlar. Hanefî âlimleri, imkânı olanların onu ziyaret etmelerinin vacip olduğunu söyler, imkân varken ziyaret etmemeyi de katı kalplilik ve gaflet olarak nitelendirirler.

Resûl-i Ekrem’i (asm) ziyaret, kalplerin onun için çarpması, gaflet bulutlarının dağılması, hayatın anlam ve gayesine göre hayat sürmeye azmetme demektir. Onun rehberliğinde dünya ve âhiret mutluluğunun anahtarlarını bulan bir insanın, eline ilk fırsat geçer geçmez bu ziyareti gerçekleştirmesi gayet tabiîdir.

Bu hareket, onun şefaat-i uzmasına ermenin de bir vesilesidir. Nitekim Allah Resûlü (asm), kendisini vefatından sonra ziyaret edenlerin sağlığındayken gibi ziyaret etmiş olacaklarını, onların kendisine komşu ve şefaatine nâil olacaklarını müjdelemişlerdir.2

Kalbi Peygamber sevgisiyle yanıp kavrulan bir mü’min, Kâinatın Efendisinin mübarek ayaklarının bastığı, binbir türlü sıkıntı ve çileye rağmen insanlığı kurtarmak için didindiği, mutluluk reçetesini sunduğu o mukaddes toprakları, oralarda yatan binlerce Sahabi mezarlarını nasıl ziyaret etmek için can atmaz? Ziyareti gerçekleştirdiğinde de kalbi nasıl onunla çarpmaz?

Aman Allah’ım, hakkı hakikati duyurma adına o ne büyük bir fedâkarlık! Bizim dünya ve âhiret mutluluğumuz için kendini fedâ eden bir Resûlü (asm) ziyaret etme imkânı bulup da ziyaret etmemek ise ne büyük bir gaflet!

Dipnotlar:

1- Reddü’l-Muhtar; 2: 257.

2- Keşfü’l-Hafa; 2: 250.

18.05.2007

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Ruhumuzun gücü



Ruh gücünü, “Ruh nedir, mahiyeti nasıldır?” sorularının cevabından hareketle izah edebiliriz.

İnsanların, meleklerin, cinlerin ve hayvanların dirilik kaynağı olan ruh; maddesiz cevher, manevî varlık, iradî ve gayr-ı irâdî hareketlerin, idrakin çıkış yeri; mekânda yer işgal etmeyen, parçalanmayan, soyut bir varlıktır.

Kadîr-i Mutlak, madde ötesinden, kozmik ışınlar ve esîr denen çok latîf, çok ince, çok seyyal/akışkan, atomların yüzdüğü deniz veya varlıkların tarlası diyebileceğimiz boyutlardan süzerek yarattığı en nurlanmış lâtif bir nur olan ruhu; bedensiz, lâtif bir varlığı, şekli olan, sınırları belirlenmiş, hayat sahibi, emir âlemiyle ilgili bir kanun şeklinde yaratmıştır.

Ruh cevherimize potansiyel hâlinde sınırsız istidatlar ve onlara sınırsız yetenekler konmuş. O kabiliyetlerden de sayısız meyiller, yönelmeler çıkar. O hadsiz meyillerden nihayetsiz emeller, istekler ve o nihayetsiz arzulardan sonu gelmez fikirler, tasavvurlar doğar.

Melekî, hayvanî, nebatî ve camid tüm varlıkların özellikleri çekirdek, potansiyel yetenek olarak ruhumuza yerleştirilmiştir. Ucu açık kabiliyetlerimizi irademizi kullanarak, eğitim, terbiye ile tekâmül ettirip bütün varlıkların özelliklerini kazanabiliriz. Düşünce, iman ve irademizle, ruh, duygu ve duyularımızla enerji boyutları ve mânâ âlemleriyle irtibata geçebilir, istidatlarımızı ortaya çıkarabiliriz.

Kâinatta cereyan eden olaylarla, ruhumuz, kalbimiz, duygularımız, his ve lâtifelerimiz sürekli bir irtibat ve alış veriş hâlindedir. Ruhumuzun dış dünya ile irtibatını sağlayan beynimiz, duyu özellikleri dışında binlerce duygu, his ve lâtife (enerji boyutları) aktivitelerine de sahiptir.

Bu aktivitelerin en bilinenleri hayal, hafıza, zekâ ve akıl gibi melekelerdir. Bunlar sayesinde şuur, idrak ve fikir üretme özellikleri gösterilir.

Diğer yandan ruhumuz, şiddetli merak, ateşli sevgi, dehşetli hırs, müthiş öfke gibi onlarca pozitif-negatif duygu ve hislerle örülmüştür.

Ruhumuza aynı zamanda duygularımızın ve kabiliyetlerimizin derecelerini yönlendirme iradesi de verilmiştir. Ruhumuz, düşünce, iman, niyet, arzu, istek, talep, duâ ve iman şifrelerine göre programlanıp çalıştırılacak şekilde dizayn edilmiştir.

İmanımızın gücü, düşünce düzeyimizin yüksekliği, niyetlerimizin kararlılığı, şuurumuzun genişliği oranında ruhumuzu geliştirir, duygularımızı kontrol edip programlayabilir, hikmet dairesinde olağanüstü haller gösterebiliriz.

Duyu ve duygularımızı ve hayatın akışı içinde otomatik olarak yaptığımız normal işleri imanımızla şuurlu bir biçimde programlayabiliriz. Çünkü inancımız/imanımız düşüncelerimizi, düşüncelerimiz de şartlı refleksi, onlar da alışkanlıkları, onlar da fizyolojik yapımızı etkiler ve harekete geçirir.

18.05.2007

E-Posta: [email protected] [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Siyasette inisiyatif kullanma zamanı



Teorik tanımı kısaca "idare san'atı" olan siyaset, aynı zamanda kan ve şiddet içermeyen bir güç, kuvvet ve irade kabiliyeti demektir.

Buna göre, yeterli irade gücüne sahip olan bir siyasî iktidar, inisiyatifi elinde bulunduruyor demektir.

Elinde tuttuğu inisiyatifi yerinde ve zamanında kullanabilen bir iktidar ise, maksadına ulaşma ve büyük başarılara damgasını vurma şansına sahip olabilir.

Bu sebeple, güçlü iken inisiyatif kullanamayan bir iktidarın, zayıfladıkça o inisiyatifi kullanmaya yönelmesi, esasen onun bu "idare san'atı"nı hakkıyla bilemediği ve beceremediğini ortaya koyar.

İşte, halihazırda da ne yazık ki böylesi bir durum söz konusudur.

* * *

Mevcut iktidar partisi, Meclis'te son yarım asır süre içinde hemen hiçbir partiye nasip olmayan bir siyasî üstünlüğü sahip bulunuyordu.

550 üyeli bir parlamentoda 360'tan fazla milletvekiline sahip idi.

Dört buçuk sene sonunda, üstelik son kerteye kadar da grupta 350'den fazla üyesi vardı.

Cumhurbaşkanlığı seçimine de, aynı bütünlük görüntüsü içinde girdi; ancak, bunda başarılı olamadı. Fıtrî ömrünü tamamlayan Meclis tökezledi. Bir adım olsun, ileri gidemedi.

Meclisteki tıkanmanın ardından, çok satan bir gazetenin haber başlığına göre, iktidar kanadı "Dört hamleyi birden yaptı": Cumhurbaşkanı halk oyu ile seçilsin. Aynı kişi 5+5 formülü ile seçilebilsin. Seçimler dört senede bir yapılsın. Seçimler öne alınsın. Seçilme yaşı 25'e indirgensin. Vesaire...

Bütün bunlar birer hamle sayılmasına sayılır da, ne var ki bunların hiçbiri yerinde ve zamanında yapılmış olmadı.

Bu hamleler, hemen herkesin istediği ve seslendirdiği gibi, şayet bundan bir–iki sene evvel yapılmış olsaydı, hiç şüphesiz tesiri ve önemi çok daha büyük olacaktı.

Ye'se düşülmüş, yahut zaman ve şartlar itibariyle iyice sıkışmış bir halde iken yapılan bu tür hamlelerin netice alıcı olduğu, bugün gibi geçmişte de görülmüş değil.

Zira, asıl mesele, yerinde ve zamanında inisiyatifi kullanabilme meselesidir.

İşte bu inisiyatif, vakt–i zamanında kullanılamadı; dolayısıyla, artık tesirli olması da beklenmiyor.

* * *

Daha evvel de ifade ettiğimiz gibi, cumhurbaşkanının halk tarafından mükerrer seçilmesini, genel seçimlerin dört senede bir yenilenmesini uzun yıllardan beri savunageldik.

Aynı mesele gündeme ne zaman gelirse gelsin, biz aynı savunmayı yapmaktan yine de çekinmeyiz. Tıpkı, bugün olduğu gibi...

Ne var ki, teorik plandaki bu talepleri karşılayacak ve işi pratiğe dökecek olan, siyasî iradeyi elinde tutan iktidarlardır.

O iktidar sahipleri ise, ancak elinde inisiyatif var iken başarılı hamleler yapabilir.

İnisiyatif zayıflamaya yüz tuttuktan sonra, yapılacak hamlelerin fazla bir kıymet–i harbiyesi kalmıyor.

Aynen, şimdiki durumda olduğu gibi....

Neticesiz kalan Cumhurbaşkanlığı seçimi başta olmak üzere, son siyasî gelişmelere bir de bu açıdan bakmak gerekir.

GÜNÜN TARİHİ 18 Mayıs 1953

Türkiye'nin Balkan Paktı üyeliği

Türkiye'nin Yeni Balkan Paktına üye olması kararı, Millet Meclisinde oylanarak kabul edildi.

Yakın tarihte, Türkiye'nin üye olduğu iki Balkan Paktı var.

Bunlardan biri 1934, diğeri ise 1953'te gerçekleşti.

İşte tarihî seyir...

3 Şubat 1934: Atina'da ilk Balkan Paktı (Birliği) kuruldu. Birliğin asıl maksadını, kısaca sınır güvenliğini korumak ve saldırmazlık prensibine bağlı kalmak şeklinde özetlemek mümkün.

Bu birliğin ilk üye ülkeleri şunlar oldu: Yunanistan, Türkiye, Romanya, Yugoslavya.

Bu birliğin devam etmesi uzun yıllar sağlanabildi. Ancak, güçlü olmadığı için dişe dokunur bir varlık da gösteremedi.

Meselâ, II. Dünya Savaşı esnasında bu paktın esamisi dahi okunamıyor.

Zira, üye ülkeler arasında herhangi bir savunma işbirliği yoktu.

II. Büyük Savaş sonrasında kendiliğinden dağılma noktasına gelen Paktın yeniden toparlanması gündeme geldi.

Türkiye, tekrar kurulmakta olan Balkan Paktına, 1953 yılı başlarında dahil oldu. 14 Şubat'ta Ankara'da imzalanan antlaşmaya göre, Pakta Türkiye'nin üyeliği kabul edilmiş oldu.

Ancak, bu anlaşmanın bir de TBMM'de tasdik edilmesi gerekiyordu.

18 Mayıs 1953'ye yapılan Meclis oturumunda, yapılan müzakere ve oylama neticesi, Türkiye'nin Balkan Paktına üyeliği kesinlik kazandı.

18.05.2007

E-Posta: [email protected]




Halil USLU

Din umumun malıdır



Din istismarı olamaz ve buna asla müsaade edilemez. Müslümanlıkta da böyle, Hıristiyanlıkta da. Aklı eren münevver kişiler, istismarın ebediyen karşısındadırlar. Kaldı ki; 7 milyarlık dünya ailesinin 2 milyarı Müslümandır. Bunu sevinç ve gururla söylemekteyiz. Hatta bunu söylerken Hıristiyan dünyasını ve diğer dinleri tekzib etmiyor, hakaret de etmiyoruz. Böyle bir çerçevede İslâm dünyasının içinde siyasî kanaatleri noktasında sağ ve sol görüşlü insanlar olabilir ve olmaktadır. Yine İslâm dünyasında camiye gelen, cenaze namazında saf tutan günahkâr Müslümanlar da olabilir ve vardır. Fakat onları din noktasında yaralamaya kimsenin hakkın yoktur ve İslâm buna müsaade etmez.

Nitekim son günlerde siyasî atmosfer, iktidar ve muhalefet çatışması, “ifratın tefriti” doğurması neticesinde, büyük şehir ve meydanlarda koro halinde büyük kalabalıkların “Şeriatın ve İslâmın” aleyhindeki sözleri beni derinden yaralamıştır. Bazıları soruyor: Bunları caddelere döken ve sebep olanlar kim? Bu itibarla dindar geçinen insanların, özellikle siyaset ehli kişilerin ve yüksek makamda bulunan devlet adamlarının, ağızlarından çıkan sözleri çok düşünerek söylemesi lâzımdır. Mülâyim ifadeler varken haşin olmak ne yarar getirdi ve getirecek? 73 milyonluk Türkiye’nin 18 milyonu “tıbben” hipertansiyonlu olduğu veya bundan yakındığı bir ortamda, siyasî arenada bunu daha da yükseltmek vatanımıza, milletimize zarar getirmiştir. Elbette dokunulmazlığın olmadığı mahkeme-i kübrada “Şeriatın, dinin ve Kur’ân’ın sahibi” sebep olanlardan bunların hesabını soracaktır. Orada dokunulmazlık yok. Esasında din istismarcılığını yapanların, evvelâ şu dokunulmazlığı kaldırmaları lâzım. O zaman kara koyun ile ak koyun belli olur.

Nitekim meydanlarda halkın karşısında söylediğiniz “Dokunulmazlığı kaldıracağız” vaadinizi evvelâ yerine getirin. Şeffaflıktan dem vuranlar, demokrasiden dem vuranlar, dini istismar edenler neredesiniz? Seçim tünelinde vatandaş haklı olarak bunu sorduğunda hangi cevapları vereceksiniz? Kaldı ki; iman ettiğimiz Hz. Peygamberin, İki Cihan Serverinin (asm) dokunulmazlığı yok. Hz. Mevlânâ’nın, Hz. Bediüzzaman’ın, Hz. Yunus Emre’nin ve Hz. Hacı Bektaş’ın ve emsâli gönül sultanlarının dokunulmazlığı yok. Ayrıca büyük devlet adamı Fatih Sultan Mehmed’in dokunulmazlığı yok. Yavuz Sultan Selim hanın dokunulmazlığı yok. Lütfen, tarih denen mazi silsilesine bakınız ve gülünç hale düşmeyiniz.

Hatta, çağımızın Mevlânâ’sı Hz. Bediüzzaman, 100 yıl önce neşrettiği Münâzarât isimli eserinde içtimâî ve siyasî dünyaya eskimez bir ölçü koyar, çıkış yolu gösterir ve ikaz eder: “..Onların bir kısmı sizin gibi tahkiksiz, taklit ile İslâmiyetin zevâhirini bilirler. Taklit ise, teşkikât ile yırtılır. O halde bazılarına—bâhusus dinde sathî, felsefe ile mütevaggıl olursa—dinsiz dediğiniz vakit, ihtimal ki tereddüde düşüp, mesleği İslâmiyet’ten hariçmiş gibi vesveselerle ‘Herçi-bâd-âbâd’ (Nasıl olursa olsun vs.) diyerek, meyûsâne, belki muannidâne İslâmiyete münâfi harekâta başlar. İşte, ey bîinsaflar! Gördünüz, nasıl bazı biçarelerin dalâletine sebep oluyorsunuz. Fena adama ‘iyisin, iyisin’ denilse iyileşmesi ve iyi adama ‘fenasın’ denildikçe fenalaşması çok vuku bulmuştur..”

Bu koca sultanın ifadelerine bugün çok muhtacız. Her yerde dedim, yine diyorum, hercümerc olan İslâm dünyasının önde gelen siyasî, içtimâî ve dinî liderleri bu Münâzarât eserlerini ceplerinden çıkarmamaları lâzım. İşte Irak! Türkiye’nin bir Irak olmasını istemiyoruz. Bunun için özellikle bugünlerde daha müteyakkız olunması lâzımdır. Herkes haddini bilmelidir. Çoklarını gözlerinizde büyütmeyiniz, öyle büyükler tanıdım çocuklardan daha küçük. Siyasî hırslar çok yangın çıkartabilir. Şunu iyi bilmek lâzım; İslâmiyet’in bu aziz topraklarda bin yıllık mazisi vardır. Sanki İslâmiyet, bazı kişiler varken varmış gibi ifade tarzı, cehaletin ve gabâvetin tâ kendisidir. Din bizi kabul ettiğinden dolayı Allah’a çok şükretmeliyiz.

18.05.2007

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Muhtelif sorular



E.Y. Rumuzlu okuyucumuz:

* “Ben gerek gusül, gerekse abdest alırken şüphe ve vesvese sonucu bol su kullanıyorum. İsraf etmiş olur muyum? Bu vesvese ve şüpheleri gidermenin çaresi nedir? Yirmi Birinci Söz İkinci Makamdaki vesvese bahsini hayata nasıl aktarabiliriz?”

Gusül veya abdest alırken azalarımızı birer defa yıkamak farz; üçer defa yıkamak Sünnet-i Seniyyedir. Yıkarken suyu israf etmemek; azalarımızı yıkamaya yetecek ölçüde su kullanmak da sünnettir. Ayrıca yıkanılan azaları güzelce ovmak da sünnettir.

Gusülde ve abdestte bu sünnet-i seniyyeleri icrâ ve ihyâ etmeye kifâyet edecek ölçüde su kullanmak israf değildir; ancak suyu daha fazla kullanmayı isrâf kabul etmek ve bu isrâfa yol açan evhamı da “vesvese” olarak değerlendirmek lâzımdır. Bu durumda azalarımızı, her yanına su gelecek şekilde üçer defa yıkadıktan sonra, aldığımız gusül veya abdestin artık tam olduğunu kabul etmeli; içimize daha fazla şüpheler atan vesveselere artık aldırmamalıyız, ehemmiyet vermemeliyiz.

Yirmi Birinci Sözün İkinci Makamındaki vesvese bahsi, şeytanın telkinlerini tanıtır ve mahiyetini bildirir. Vesvesenin, bütün davranışlarımıza ve ibadetlerimize hâkim olmamak şartıyla teyakkuza ve uyanık olmaya sebep olduğunu; ifrata kaçtığında ise hastalık halinde bütün davranışlarımıza bulaştığını; bu durumun da bilhassa ibadetlerimizde sıkıntı kaynağı teşkil ettiğini misalleriyle bildirir. Dinde zorluk bulunmadığını ispat eder.

Bu durumda, gusül veya abdest alırken su kullanımında Sünnet-i Seniyye ölçülerinin dışına taşmamak ve aşırı gitmemek gerekiyor. Yani iğne ucu kadar kuru yer kalmamasını yeterli görmelidir. Bunun için de bütün azalarımızı yeterli su ile en fazla üç defa ovarak yıkamamız yeterli olacaktır.

***

Kütahya’dan okuyucumuz:

*“Erkekler için bir kıyafetin ne kadarı ipekli olursa kullanımı haram olur? Diğer maddelerden imal edilmiş sun’î ipek de haram mıdır?”

Bera bin Âzib nakleder ki: Allah Resûlüne (asm) ipek bir elbise hediye edilmişti. Elbise çok hoşumuza gitti. Elbiseye dokunuyor ve hayranlığımızı dile getiriyorduk. Resûlullah (asm) bize: “Siz buna güzel mi diyorsunuz? Sa’d bin Muâz’ın cennetteki mendilleri bundan daha hayırlıdır” buyurdu.1

Hazret-i Ali (ra) bir rivayetin de: Allah Resûlü (asm) sol eline bir ipek kumaşı, sağ eline de bir parça altını aldı ve: “Ümmetimin erkeklerine bu iki şey haram, kadınlarına helâldir” buyurdu.2

Kur’ân lüks ve israfı, gösteriş ve böbürlenmeyi yasaklamıştır. İpeğin erkeklere haram kılınmasının bir hikmeti de bu olmalıdır.

Malzemesinin çoğu ipek olan elbiseleri kullanmak erkeklere haramdır. İpeğin oranı, diğer malzemelere göre az ise, lüks ve gösterişe kaçmamak şartıyla; Hanefî, Şafiî ve Hanbelî mezheplerine göre caizdir. İmam-ı Azam’a göre; ipekten elbise olarak giyilmeyen yorgan, yastık yüzü, perde, seccade vs. yapmak ve kullanmak caizdir; bazı fakihlere göre ise caiz değildir. Hanbelî Ulemasından İbn-i Kudâme der ki: “Haram olan, saf ipektir. Başka bir şeyle karışık dokunmuş kumaşta, ipeğin oranı daha az olmak kaydıyla bu kumaştan yapılan elbisenin giyilmesinde bir sakınca yoktur.”3

Bilindiği gibi ipek, elsiz bir böceğin4 marifetidir. Bu yönü tefekkür edilmeye değer olmasına karşılık; elbise olarak kullanılmasında süs ve kibir alâmeti bulunduğundan Resulullah (asm) tarafından yasaklanmıştır. Sun’î ipek ise, başka maddelerden imal edildiğinden aslında saf ipek sayılmamakla beraber; tekebbür, gurur ve gösteriş amacıyla kullanılması caiz değildir.

Duâ

Ey kullarını günahlardan pak eyleyen! Ey kullarının kusurlarını yok eyleyen! Ey yarattıklarını kötülüklerden ve kirlerden uzak eyleyen! Ey gönlümüzü vesveselere tok eyleyen! Ey kullarının kara yüzlerini mahşerde ak eyleyen! Ey Kuddûs! Beni ve bütün ehl-i imanı kötülüklerden pak eyle! İmanımızı ve amellerimizi vesveselerden uzak eyle! Bizi nâ-pak işlerimize bakıp, dünyada ve ahirette utandırma! Hesap gününde beni bağışla! Annemi ve babamı bağışla! Bütün mü’minleri bağışla! Yüzümüzü kara lekelerden pak eyle! Âmin!

Dipnotlar: 1- Buhârî, Kitab-ı Libâs, 26; 2- Buhârî, Libâs, 30; 3- İbn-i Kudâme, El-Mugnî, C.1, 588-590; 4- Şuâlar, s. 192

18.05.2007

E-Posta: [email protected]




Davut ŞAHİN

TOÇEV’den...



“Yardımların Hedefi” başlıklı yazıma TOÇEV’den cevap geldi.

Bir kere samimiyetle şunu söylemek istiyorum, bu tür yardım programlarına destek veriyorum. Hangi tür kuruluş olursa olsun, bu sütunlar yardım çağrılarına açıktır. Eleştirilecek yanları varsa da eleştiririm.

TOÇEV Proje Koordinatörü Bade Takazoğlu, Yaşasın Okulumuz Kampanyası’nın TOÇEV, Millî Eğitim Bakanlığı ve Show TV ile birlikte yürütülen bir proje olduğunu hatırlattıktan sonra, tüm Türkiye tarafından bilinen bir kampanyanın İstanbul Millî Eğitim Müdürülüğü tarafından da yapıldığını kamuoyunun bilmemesinden yana dertli.

Bilahare, Millî Eğitim Bakanlığının tüm çalışmalardan haberdar olduğunu söylüyor.

Takazoğlu, bu desteğin dışında yapılanların bilinmesi açısından şu detayları vermeden edemiyor:

“-Fatih Terim ve Yılmaz Erdoğan’ın Yaşasın Okulumuz kampanyası kapsamında Yeni Şafak gazetesindeki yazıda, belirtilen illerde herhangi bir taahhütleri olmamıştır.

-12 Şubat 2006 tarihli programımıza bağlanan Fatih Terim’in eşi Fulya Terim ailesi adına Sinop’taki okulumuzun onarımını üstlenmiş ve 27 Eylül 2006 tarihinde de açılışı gerçekleştirilmiştir. Açılış ile ilgili tüm yazışmalar İl ve İlçe Millî Eğitim Müdürlüklerinde ve TOÇEV’de bulunmaktadır.

-21 Nisan 2007 tarihli programımıza bağlanan Yılmaz Erdoğan’ın eşi Belçim Erdoğan taahhüt etmiş olduğu bağışı aynı gece hesaplarımıza geçirmiştir. Yine aynı tarihteki yayınımıza katılarak 10 yıllık emekli maaşını bağışlamak isteyen Ata Demirer’in annesi ile görüşülmüş, resmî prosedürler doğrultusunda işlemler başlatılmıştır.”

Takazoğlu’nun verdiği bu bilgiler için teşekkür ediyorum, verilen sözlerin yerine getirildiğine dair bilgi sahibi olduk.

Temennimiz bu kuruluşların daha nice okulların onarılması konusunda desteklerin artması...

ÇİVİSİ ÇIKTI

“Eurovision’un çivisi çıktı” diyor bir dostum.

Sebep ve sonucuna baktığınızda iki sebepten dolayı haklı görünüyor.

Birincisi:

Eurovision “ahlâksız” şarkıcı ve sapıkların boy gösterisi haline dönüştü.

İkincisi:

Komşu ülkeler birbirine destek vererek, siyasî şova dönüştürdü.

Bunun böyle gitmeyeceği, tüm dünyada bu konuya gösterilen tepkiden belli. Aslında, üçüncü sınıf kategorideki bu yarışmaya, ülke olarak gereğinden fazla değer verdiğimizi düşünüyorum. İnşallah bu yıl son olur. Gelecek senelerde bu yarışmaya katılmamız dileğiyle...

MATMAZEL ARŞALUZ

Son söyleyeceğimi baştan söyleyeyim:

Tiyatrocu Ali Poyrazoğlu’nun gittiği yerlerde “Matmazel Arşaluz” karakterini öne çıkarmasını “itici” buluyorum.

Bir erkeğin yüzünü makyaja bandırarak, kadınsı kıyafetler giymesi, kadınsı davranış sergilemesi ve programlara katılmasını insanın midesinde rahatsızlık meydana getirdiğini düşünüyorum.

Gittiği bir ödül gecesinde ödülünü kadın kılığında aldı... Bulunduğu ortam belki bu manzarayı kaldırır, ama ekran karşısında oturan milyonlarca insana ters gelir, geldi de... Hatta Beyaz’ın programında da yine “Arşaluz” kimliği ile çıktı... Komik olmaya çalıştı, espriler havada kaldı. “İtici” olduğunun farkında bile değil...

Poyrazoğlu, kendini “Tak Tak Takıntı” oyununda canlandırdığı “Matmazel Arşaluz” kimliğine fazla kaptırdı. Rol roldür. Orada kalır. Ancak gerçeklerle karıştırılmamalı. Yıllardır sahne tozu yutmuş birinin bunu bizden iyi bilmesi gerekirdi.

18.05.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004