Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 08 Mayıs 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Murat ÇETİN

Kendimize özgü(r)lük



Bize özgü olmasın demokrasimiz, cumhuriyetimiz, laikliğimiz. Elâlem nasıl yapıyorsa, elâlemin demokrasisi, cumhuriyeti, laikliği neye özgü oluyorsa bizimki de öyle olsun.

“Ordu-millet” filan olmayalım, ordusu olan millet olalım, ordusuyla beraber tabi ki donanması, tabi ki Sosyal Sigortalar Kurumu, Devlet Planlama Teşkilâtı, Karayolları Genel Müdürlüğü olan, belki biraz sıradan, ama “norm-al” bir millet olalım.

“Milletin gönlünde özel bir yeri olan ordu” yerine, milletin aklında yeri olan ve bir ordu bir milletin neresinde ne kadar yer tutuyorsa, o kadar yer tutan bir ordumuz olsun. Gönlümüzdeki özel yerlere dikenli teller çekilip, “Askerî yasak bölge-girilmez” yazılmasın. Özel yerleriyle, genel yerleriyle gönlümüz üzerindeki tasarrufumuz, “paşa” gönlümüze kalsın.

Cuma günü 23.30’da e-muhtıra yapmak yerine, o saatte yayınlanan “Hatırla Sevgili” dizisini izleyip, darbelerin bu ülkeye neler kaybettirdiğini izlesin askerî webmasterlarımız. Biz de ertesi gün, her hangi bir demokratik ülkede neler tartışılabilecekse onların tartışıldığı, nelerden korkulabilecekse onlardan korkulduğu, neler konuşabilecekse onların konuşulduğu bir millet olarak uyanalım.

Bizim Anayasa Mahkememiz de hukuka göre karar versin, devleti bireye değil, bireyi devlete karşı korusun. Özgürlükleri kısıtlamak için değil, özgürlük alanını genişletmek için eğip büksün kanunları, ille de eğip bükmek gerekiyorsa…

Bizim de cumhurbaşkanımızı halk seçsin. Halk seçmese de, halkı önemsesin. Kırmızı ışıkta durduğu kadar, hakkın hukukun ihlâl edildiği yerde de dursun. Marketten iki ekmek ve bir süt almaya gittiğinde, varsa biraz da güleryüz alsın…

Bizim mitingsever halkımız da, “yaşam tarzına müdahale tehdidi”nden önce, çoktan elden gitmiş “yaşam tarzı” özgürlüğü için yürüsün. Kendi rahatı kadar, başkalarının hakları için de bağırsın. Kendine dokunmayan yılan için de marşlar söylesin, bayraklar açsın.

Demokrasiyle yönetilen, hukukun var olduğu, laikliğin “sosyal devlet”le ve onunla aynı derecede önemsendiği sıradan bir ülke olalım. Öyle “kendimize özgü” filan olup, yıllarımızı heba etmeyelim.

2007’li yıllara “özgü” özgür bir toplum olalım…

08.05.2007

E-Posta: [email protected]




Mehmet KARA

Ankara nefes aldı, huzur buldu



Bürokrasi ve memur şehri olarak bilinen Ankara, son günlerde sıkıntılı günler geçiriyor. Cumhurbaşkanlığı, Meclis, Başbakanlık, bakanlıklar, genelkurmay, kuvvet komutanlıkları, genel müdürlükler gibi resmî kurumların hepsi Ankara’da bulunuyor. Ankara’da yaşayanlar bile bu “bürokratik” ortamdan etkilenir, aralarındaki sohbetlerinde “siyasî” konuşurlar.

Darbe plânları, bildiriler, muhtıralar, mitingler, Anayasa Mahkemesinin 367 kararı, 11. Cumhurbaşkanının Mecliste seçilememesi, erken seçim kararı ile hareketli günler geçerken, insanların yüzleri gerginleşti, herkesin yüzünde bir tedirginlik oluştu, sinirler harap oldu. İnsanlar gülmeyi adeta unuttu. Normal vatandaşları bırakın, gündemi yakından takip edenlerin bile anlık değişen gündem konusunda kafaları karıştı, sağlıklı yorum yapamadılar.

İşte böyle bir ortamda Ankara’da düzenlenen bir program, bütün bu olumsuzlukları, gerginlikleri, huzursuzluğu unutturdu.

Ankara’nın kirlenmiş siyasetinin oluştuğu havayı, gazetemizin Anatolia Gösteri ve Kongre Merkezi’nde düzenlediği bir program temizledi âdeta. Programın ismi bile bu temizliğin işaretiydi. “Bediüzzaman’ın Dilinden Sevgili Peygamberimiz (a.s.m.) ve Sevgi…

Dört bin kişilik büyük bir salon “Sevgili” peygamberimizi anmak, onu Bediüzzaman’ın dilinden dinlemek için “nur yüzlü” insanlarca hınca hınça dolduruldu. Koltuklar almadı, insanlar arkalarda, aralarda izledi... İnsanların yüzünde huzur vardı, sükûnet vardı, gözlerinin içi gülüyordu. Çünkü günlerdir kafaları “siyasî” gelişmelerle allak bullak olmuştu. Bu program kafalardaki bu karışıklığı unutturmuştu.

Gecenin en duygulu anları, Bediüzzaman’ın talebelerinden Mustafa Sungur ve Mehmet Fırıncı ve Mehmet Kutlular Ağabeylerin duygu yüklü konuşmaları oldu. Fırıncı Ağabeyin Sungur Ağabeyin konuşurken mikrofonu tutması ve kendi gözlüğünü Sungur Ağabeye uzatması dinleyenler arasında mânevî bir atmosferin yaşanmasına sebep oldu. Üç ağabeyin Risâle-i Nur’dan pasajlar okuyarak dinleyenlere seslenmesi bu manevî havayı daha da coşkulu hale getirdi.

Burada, konferansta konuşan Kutlular Ağabeyin ve Dr. Senai Demirci’nin enfes konuşmalarından, İbrahim Meletlioğlu’nun nefis tasavvuf konserinden, Mesut Nurver’in fevkalâde güzel sunumundan bahsetmeyeceğim. Bunları haberlerde okuyabilirsiniz.

Programa gelen milletvekilleri, bürokratlar ve sendika başkanlarına da Sevgiliyi Bediüzzaman’ın dilinden dinlemek huzur vermişti, yüzlerindeki tebessüm bunu gösteriyordu çünkü…

Fakat dinleyenler arasında birisi vardı ki, anlatmadan geçmeyeceğim.

Programın yapılacağı salonun sözleşmesini imzalamaya gittiğimizde karşılaştığımız Rusya Federasyonu Ankara Büyükelçiliği Deniz Ateşe Yardımcısı Deniz Yarbay Andrey Davydochkin’le tanışmıştık. Genç bir subaydı. O da başka bir program organizasyonu için oradaydı. “Hazreti Muhammed’i anacağız” dediğimizde, fazla ilerlememiş Türkçesi ile, “Beni de dâvet edin. Üç senedir Türkiye’deyim, böyle programları takip etmedim” demişti. Kendisini özel olarak dâvet etmiştim. Toplantı başlamaya yakın yanımda beliren Andrey, gördüğü büyük kalabalık sebebiyle heyecanlıydı. Programın büyük bir kısmını takip etti, Sungur, Fırıncı ve Kutlular Ağabeyleri dinledikten sonra gitmek için izin istedi. Yeni şeyler öğrenmenin mutluluğu içinde salondan ayrılırken, hem Hazreti Peygamberi, hem de Bediüzzaman’ı tanımaktan dolayı huzurlu olduğu gözleniyordu. Çünkü o da katılanların yüzündeki huzuru, yüzlerindeki tebessümü görmüştü.

Programın düzenlendiği salon daha önce rock konserleri gibi programlara ev sahipliği yapmıştı. Bu seferki farklı bir programdı. Diğerleri gibi insanları kötümserliğe iten bir program değil, aksine insanlara huzur veren bir programdı. Program bitiminde katılanların yüzlerinde bunu görmekte mümkündü.

Bediüzzaman’a yakışan bir programdı, emeği geçen bütün herkese teşekkür ediyoruz…

08.05.2007

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

AKP-CHP kıskacı



Erdoğan’ın aylar öncesinden başlayıp her fırsatta tekrarladığı “Final sürecindeyiz, provokasyonlar artacak” öngörüsü, istisnaî karakterdeki birkaç olayı saymazsak, doğrulanmadı.

Süreç, genel hatlarıyla şaşırtıcı bir sükûnet içinde ilerledi. Öyle ki, “Galiba bu sefer tamam, demokrasimiz nihayet cumhurbaşkanı seçimini de gürültüsüz patırtısız sonuçlandıracak bir olgunluğa erişti” diye düşünmeye başladık.

Özellikle askerin sessizliği ve medyanın tavrı, bu kanaatin oluşmasında büyük bir rol oynadı.

Ama tam “Bu iş bitti” denilmek üzereyken, finiş noktasında hava bir anda tersine döndü.

Birden bire keşfedilen 367 şartıyla herşey alabora oldu. Meclis, cumhurbaşkanını seçememiş duruma düşürülmek suretiyle bloke edildi.

AKP bu durumdan özellikle DYP ve ANAP’ı sorumlu tutarak, DP çatısı altında birleşen bu iki partiye karşı, el altından yoğun ve amansız bir yıpratma kampanyası başlatmış bulunuyor.

DP’nin bu tahripkâr kampanyayı püskürtebilmesi veya yol açacağı hasarı asgarîye indirmesi, patlak veren krizin asıl sorumlularının AKP ve CHP olduğuna halkı ikna etme noktasında göstereceği beceriye bağlı. Hissiyatın galeyanda olduğu şu ortamda bunun başarılması hayli zor, ama sürecin ilerleyen safahatında hadise, öncesini ve sonrasını yansıtan fotoğrafların desteğiyle netleştikçe, bir ölçüde mümkün hale gelebilir.

Aslında siyasetin AKP-CHP kıskacına hapsedilmesi, son derece sağlıksız bir tablo. Cumhurbaşkanı seçiminde gelinen tıkanma noktası dahi bunun sıkıntılı neticelerinden biri.

Gerçek şu ki, milletin, çoğu mâlûm sebeplerle mağdur konumda bulunan hatırı sayılır bir kesiminin oylarını alarak iktidar olan AKP, bu mağduriyetlerin izalesi için dört buçuk senedir kayda değer hiçbir şey yapamadı. Çünkü CHP’yi aşamadı veya aşmak istemedi, hattâ bu yolu hiç denemedi bile.

Eğer karar ve politikalarını tamamen CHP’ye endekslemeyip, anayasa değişikliğini gerektiren yapısal reformları, ancak cumhurbaşkanı seçiminde yumurta kapıya dayandıktan sonra hatırlayıp desteklerine ihtiyaç duyduğu ve ayaklarına kadar gitme tenezzülünde bulunduğu DYP ve ANAP’la birlikte sonuçlandırma yoluna gitmiş olsaydı bugün farklı bir noktada olabilirdik.

Ama AKP bunu yapmadı. Muhalefet olarak sadece CHP’yi muhatap sayıp diğerlerini kaale almayan mağrur tavrını son âna dek sürdürdü.

Düştüğü durum, bu hatasının da bir sonucu.

AKP, baştan itibaren bilhassa “mayınlı alanlar”da CHP’ye teslimiyetinin bedelini ödüyor.

Ancak gelinen şu noktada bile AKP’nin ve hükümetinin bazı önde gelen isimleri “Son yaşananlardan biz kârlı çıktık. Olup bitenler bir de CHP’nin işine yaradı” yorumları yapabiliyorlar.

Geniş halk kesimleri Meclisin bloke edilmesine, demokrasinin zedelenmesine, siyasetin alanının daraltılmasına çok samimî duygularla isyan ederken, AKP’lilerin böyle bir tabloya bile “kâr-zarar” hesabıyla bakmaları olacak şey mi?

Açıkça görünen o ki, sırf bu mantık dahi alternatifsiz bir AKP iktidarının Türkiye için ne kadar sakıncalı olduğunu gözler önüne seriyor.

Bakalım DP, birleşme öncesinde verdiği sıkıntılı görüntülerin izlerini silip, milletin önüne sağlıklı bir alternatif koymayı başarabilecek mi?

08.05.2007

E-Posta: [email protected]




Hakan YALMAN

Nurlu bir geleceğe doğru



Yaşadığımız her gün Üstadımızın ortaya koyduğu Kur’ân hakikatlerinin ne kadar anlamlı olduğunu ve dünya meselelerinin ve ülkemizin problemlerinin çözümünün siyaset, ekonomi ve diplomasi ile değil insanı merkeze koyan iman dâvâsı ile olacağını ortaya koyuyor. Her geçen gün Risâle-i Nur’un asrın reçetesi olduğu ve Üstadın da asrın imamı olduğu daha iyi anlaşılıyor. Bunlar tecrübe ile öğreniliyor ve bedeller ödeniyor ve belki de ödenecek ama inşallah gelecek daha aydınlık ve nurlu olacak.

Dünyadaki önemli gelişmelerin ve insanlığın yakın gelecekte öze dönüşünün ipuçları yavaş yavaş ortaya çıkmaktadır. “Yeni Dünya Düzeni” ekonomik gelişmeler ve dünya coğrafyasının yeniden şekillendirilmesi ile bağlantılı olarak algılanırken insanlıkta coğrafî tanımların, etnik özelliklerinin, benlikler ve kolektif benliklerle tanımlanmış özellikler çerçevesinde yatay olarak ayrışmış yapının yerini insânî değerler etrafında şekillenmiş dikey ayrımlar alacak gibidir. Yani devletler ve milletler, yerlerini beşer tabakalarına terk edeceklerdir. Bu tabakalaşma sürecinde vahyin kontrolünde ve nübüvvet yolunun uzantısında olan dünya insanları, doğrunun ve hakkın etrafında bütünleşecek. Bu bütünleşme, tarafgirlik ve benlik etrafında şekillenmiş din algılarının, dini siyasî ve etnik yapının bir parçası olarak yansıtan yaklaşımların dışında cereyan edecek gibidir. Yani, İslâmı siyasal zemine oturtmaya çalışan düşünce yapılarını ortaya koyduğu gibi İslâm ülkelerinin askerî ve ekonomik gücünün artması ile diğer din mensuplarını mağlûp ederek kontrolleri ve esaretleri altına alacakları askerî veya diplomatik gelişmelerin değil, özlere ve ruhlara yönelik yürekleri kuşatan bir İslâmiyetin hâkim olacağı gözlenir gibidir. Bu İslâmiyet anlayışının içine, özü ve hakikî şekli ile bütün vahye dayalı dinler Hıristiyanlık, Yahudilik de girmektedir. Bu anlamda, coğrafî konum etnik özellikleri ile İslâm dairesi içinde yer aldığı düşünülen, ismen Müslüman ancak uygulamaları ve hayat anlayışı ile bu dairenin dışında olan zulmün, felsefenin, materyalizmin yanında yer alanlarla ayrışan ve bütün coğrafyalardan ve ırklardan hakkın, nübüvvetin, hidayetin ve maneviyâtın yanında olanlarla birlikte hareket eden bir anlayış yerleşecektir. Manevî hizmet erleri ve geleceği yönlendirecek diplomatik girişimler, bu bu bakış açısı ile alınmalı, dünyanın geleceğine yön verecek gelişmelerin diplomatların ve siyasîlerin gayretleri ile değil, manevî alanda hizmet veren ve gönüllere yönelen hizmet erlerinin gayretleri ile ortaya çıkacağı bilinmelidir. Yakın bir gelecekte dünyanın bütün coğrafî alanlarından ve farklı kültür yapılarından ve bütün semavî dinlerden genele yayılmış ve insanlık âleminde hakkı temsil eden bir tabaka oluşturmuş topluluk gelişecektir. Bu modern dünyanın benlik ve ırk tanımlamaları ile şekillenmiş yapısını da değiştirecek yeni dünya düzeni, daha çok değerler ve insanı tanımlayan temel özellikler etrafında şekillenecektir.

Bütün bu gelişmelerin emareleri çok belirgin hale gelmiş ve yakın bir gelecekte ortaya çıkacak gibidir. İnsanlık o noktaya geldiğinde Kur’ân’dan aldığı feyiz ve nurla yıllar öncesinden asrımıza seslenen ve bu gelişmelerin manevî alt yapısını hazırlayıp tohumlarını atan Bediüzzaman’ın kıymeti daha iyi anlaşılacaktır. Küreselleşen sosyal yapı, Kur’ân’ın bütün insanlığı ve semavî dinleri kuşatan bakışı ve aydınlığında huzur ve barışı bulduğunda Kur’ân’ın nuru ile asrı aydınlatma gayretlerinin önemi daha görünür hale gelecektir.

İşte o zaman bu günleri görmüş gibi tasvir eden Üstada “İfrat ediyorsun, hayali hakikat gösteriyorsun. Bizi de techil ile tahkir ediyorsun. Zaman ahir zamandır, gittikçe fenalaşacak” diyenlere karşı verilen cevap kulaklarımızda çınlasın. “Ey üç yüz seneden sonraki yüksek asrın arkasında gizlenmiş ve sakitâne Nur’un sözünü dinleyen.....”

Ey aziz Üstad! Evet, gizli bir nazar ile seni temâşa ediyor ve başlarımız dik seni dinlerken “Sadakte” diyoruz. Seni tekrar rahmetle anarken mazi kıt'asından geçmek için geldiğimizi ve manevî mezarına uğradığımızı hayal ediyoruz. O bahar hediyelerinden olan binlerce kitapları, senin dâvânı insanlığa yayma gayreti içindeki gazeteler, dergiler ve pek çok yayın organını ve gayretlerinin, duâlarının sonucu yetişen tertemiz bir nesli alıp Horhor toprağının bekçisi olan kalenin başına takıyoruz. Bu dâvâyı bütün insanlığa duyurma yolunda gayret için samîmî niyetimizi, şevkimizi de bir hediye olarak kabul buyurmanı diliyor, kaleye Medresetü’z-Zehra çiçeğini takmamızı da nasip etmesini Hâlık-ı Kerim’den niyaz ediyoruz.

08.05.2007

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Sadakatin ölçüsü



Sadakat sadık ve içten bağlı olma anlamına geliyor.

Sadakatin hayatımızda çok önemli bir rolü var. Allah’a sadakat önemli olduğu gibi, insanlar da sadakate büyük değer verirler.

Sadakatli insanlar iyiliğin, insanlığın kıymetini bilen kimselerdir. Sırt çevirmez, iyi günde olduğu gibi kötü günde de beraber olurlar. Hele arkadan hiç vurmaz, vuranlara engel olurlar.

Yöneticilerin çevresini saran insanların sadakati ise daha bir önem taşır. Bu duyguya çok büyük değer veren Sultan Mahmud da birgün adamlarının sadakatini ölçmek istedi, onları sınava tabi tuttu.

Önce vezirini denedi. Cebinden çıkardığı bir mücevheri uzatıp, “Neler söylersin bunun hakkında? Ne kadar eder?” dedi. O da övdü, övdü: “Harika! Çok değerli bir mücevher!” dedi. “Onu kır!” dedi Sultan Mahmud. “Olur mu efendim,” dedi vezir. “Bu kadar kıymetli bir mücevher hiç kırılır mı? Bu sizin şanınıza lâyık birşey. Kırmaya kıyamam.”

Bu cevap hoşuna gitti Sultan Mahmud’un ve vezirini ödüllendirdi.

Sonra da Sultan Mahmud bir beyine mücevheri gösterip, “Ne kadar eder? Nasıl bir mücevher bu?” diye sorduğunda, bey, “Efendim,” dedi “Buna baha biçmek mümkün değil. Bunu almaya kimsenin gücü yetmez.”

Sultan Mahmud “Bunu yere atıp kırmanı istiyorum” deyince, donakaldı bey. “Nasıl olur sultanım?” dedi. “Buna kıyılır mı? Böyle bir mücevher size lâyık. Hazinenizde kalsın.”

Bu cevap da hoşuna gitmişti sultanın. Onu da ödüllendirdi.

Sultan Mahmud, bey ve vezirlerinden kime sorduysa hepsi de benzer cevapları verdiler.

Sıra has ve sadık bendesi Eyaz’a gelmişti. Bu defa ona gösterdi mücevheri. “Ne dersin bunun hakkında?” dedi. “Sultanım bu mücevher, bey ve vezirlerin söylediklerinden de daha kıymetli bana göre. Şimdiye kadar böyle bir mücevher görmedim.”

Ona da yere çarpıp kırmasını istedi Sultan Mahmud. Eyaz ise hiç tereddüt etmeden mücevheri aldığı gibi yere çarpıp kırdı. Herkesin yüreği cız etmişti. “Nasıl kıydın böyle bir mücevhere ey Eyaz?” dediler.

Eyaz gayet sakindi. Şu cevabı verdi onlara: “Evet, bu mücevher gerçekten çok kıymetli. Padişahımın emri ise ondan daha kıymetli. Onu kırmak mücevheri kırmaktan daha ağır geldi bana ve onu kırmamak için mücevheri kırdım. Padişahım için her şeyim fedâ olsun” dedi.

Bu cevap Sultan Mahmud’un çok hoşuna gitmiş ve “Sadakat sınavını sen kazandın ey Eyaz” dedi ve ona bey ve vezirlerine verdiği hediyelerden daha çok hediye verdi.

Acaba Eyaz’ın sultanı için en değerli mücevheri göz kırpmadan yere çarpıp kırdığı gibi biz de her şeyden çok sevdiğimiz Rabbimizin emirlerini tereddüt ve tembellik göstermeden yerine getirebiliyor muyuz?

Rabbimizin en çok hoşnut olduğu husus bu.

08.05.2007

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

İman gücü, hayatın tüm safhalarına nüfûz eder



İman gücü sanıldığı gibi, yalnızca kerâmet göstermede veya ibadetleri ifa hususunda kendisini göstermez. O, öyle bir enerji, iksir veya güç kaynağıdır ki, hayatın bütün safhalarında, bütün olaylar karşısında tezahürünü gösterir.

Evvelâ, olumlu duyguların yükseltilmesinde gücünü icrâ eder.

İkinci olarak, olumsuz duyguları dizginler.

Muhteşem bir güç kaynağı olan tahkîkî iman, ruhumuza, duygularımıza muhteşem bir enerji pompalar. Kabiliyetlerimizi inkişaf ettirir. Tıpkı, elektrikli ev âletlerinin veya herhangi bir cihaz ve makinenin fişini, prize takmak gibidir. Elektrik, bir taraftan ışık verirken, sobaya verildiğinde ısıtır, buzdolabında soğutur, fırında pişirir, pervanede serinletir, vesâire... Binlerce değişik ve tam zıddı cihazlarda fonksiyonunu icra eder.

İman, bir taraftan ibadet etme gücü aşılarken, aynı zamanda sevgimizin dalgaboylarını güçlendirir ve yaygınlaştırır. Adeta, kâinatı kaplayacak mahiyet kazandırır. Meselâ duâ eden bir kalb, anlar ki, sonsuz kudret ve zenginlik Sahibi onun kalbinden dahi geçenleri işitir, her şeye eli yetişir, herbir arzusunu yerine getirebilir, aczini giderir, fakirliğine imdad eder. Son derece aciz ve fakir olan insan; imanın tezahürü duânın gücüyle rahmet hazinesi ve tükenmez bir kuvvet kaynağına ulaşır. Bütün varlıkların duâlarını kendi duâsına katarak muhteşem bir enerji elde eder.1

Diğer taraftan iman, olumsuz olaylar karşısında direncimizi artırır, hastalıklar karşısında moralimizi yükseltir. Öte yandan stresi ve hastalıklara düşmemizi engeller.

İman, duygu kontrolünü de temin ettiğinden, olumsuz hislerimizi mecrâlarına yönlendirme gücü verir. Nefsimizi kontrol etme mahareti kazandırır. Dolayısıyla günahlara, harama karşı direnç aşılar.

Kalbimiz, bütün kâinatla ilgilidir. İmanın mahalli kalptir. İman, kâinattaki bütün gayb/metafizik âlem ve onların sâkinleriyle iletişimi de sağlar. Böylece iman, şuurlu tefekkür, ibadet, zikir ile Kâinat Hâlıkının ve İdarecisinin sonsuz gücüyle irtibata geçilir. Dolayısıyla akıl, zekâ, kalp gibi his ve duygular inkişaf eder, duyarlılıkları artar.

İmanımıza göre niyetimiz de farklı bir boyut kazanır. Tıbbın keşifleri arasındadır: Soğan soyarken oluşan gözyaşı ile duygusal gözyaşlarının protein yapıları farklıdır.2 Elbette imanlı niyetin gözyaşı çok daha muhteşemdir.

Teslimiyet, rıza, olumlu niyet iman gücünden beslenirse; stresi ortadan kaldırır, hastalıklarımızı bile tedavi edebiliriz.

İşte iman gücüyle dökülen veya içimize akıtılan gözyaşları, elbette protein yapıları olumlu ve güzel olacaktır. Buradan kıyasla, hareket edersek; nasıl ki, kötü söz, tehdit, küfür, bizi endişeye, korkuya, heyecana vs. sevk ederse ve bedenimizde tahribatlar yaparsa; iman enerjisi yüklü güzel söz, müjde, sevgi, ümid verir, moralimizi yükseltir, enerji kaynağı olur.

İflâs, işini veya çok yakınını kaybetme, kimi zayıf karakterli insanları intihara sevk eder. İman gücü, intiharlara giden yolları kapatır. Alkol ve uyuşturucu gibi kötü alışkanlıklar pençesinden kurtarır. Günahlara dalmaktan insanı korur. Zira, iman, rûh/duygu ve bedende bulunan elektrik, elektro-biyo-manyetik ve sâir binlerce enerji boyutlarımızın kapasitelerini yükseltir.

Dipnotlar: 1- Sözler, s. 288.; 2- Stresi Mutluluğa Dönüştürmek, s. 165.

08.05.2007

E-Posta: [email protected] [email protected]




Nimetullah AKAY

Kafamızdaki bilgi kirliliği



İletişim vasıtalarının yardımıyla her gün dünyada meydana gelen bütün olaylar hakkında bilgi edinme imkânına kavuşabilmekteyiz. Dünyada ve yaşadığımız topraklarda meydana gelen olayları takip ede ede kafamızda, “bilgi kirlilikleri” diyebileceğimiz malumatlar oluşmaktadır. Bunların çoğuyla ilgilenmenin bize ne dünyada, ne de ahirette hiçbir faydası bulunmamaktadır. Hatta bazıları hem dünya hayatımızın sıkıntılarla geçmesine sebep olmakta, hem de edindiğimiz günahlardan dolayı ebedî hayatımızın tehlikeye girmesine yol açmaktadırlar.

Dünyanın dört bir yanına yönlendirdiğimiz kanallarımız bizleri asıl görevlerimizden oldukça fazla uzaklaştırmaktadırlar. Öyle bir duruma geliyoruz ki, insan ve Müslüman olmanın gereklerini yerine getirmekte zorluk çekiyoruz. Kafamıza yerleşen tarafgirlik virüsü ile çoğu zaman farkında olmadan zalimlerden taraf olmakta, mazlumların acınacak hallerine sevinmekteyiz. Yine çoğu zaman, bu dünyanın ebedî ve kendimizin de ölümsüz olduğu vehmine kapılıyoruz.

Bir ümitsizlik tablosunu çizmek için değil de, bir tespitte bulunmak için bunları söylüyorum. Başkasının değil kendimin içinde bulunduğu handikapı anlatmaya çalışıyorum. Çünkü başkasının dünyası hakkında fazla söz söyleme hakkını kendimde bulamıyorum. Kendim gibi bir örnek varken başkalarından örnek vermeyi de pek ahlâkî bulmuyorum. Bu sebeple dile getirdiğim marazların benim gibi başkalarında da olabilir ihtimalini düşündüğümden dolayı “biz” zamirini kullanmaya çalışıyorum.

Ben inkâr edemiyorum ki, dünyanın hakkında bilgi edinmek için can attığım haletleri, kafamdaki dengeyi manevî hayatım aleyhine değiştirmektedir. Aynı hastalığın çevremdeki çok insanda olduğunu söylemekle haddimi aştığımı sanmıyorum. Çünkü hep aynı şeyleri konuşuyor, aynı haletleri yaşıyoruz. Neredeyse yüzde bir oranında ancak asıl meselelerimize zaman ayırabilmekteyiz. Ne yazık ki, lüzumsuz bilgiler kafamızın istiâb haddini aşmakta, manevî hayatımızı tanzim edecek bilgilere yer kalmamaktadır.

Ahiret-dünya dengesini kaybettiğimiz her halimizden belli olmaktadır. İbadetlerimizi yaparken bile dünyada gelişen siyasî olayları kafamızdan atamamamız “hal-i pür melâl”imizi açık bir şekilde göstermektedir. Dünya hayatımızı ebedî hayatın kazanılmasına göre programlamamız gerekirken, ahiret hayatımızı dünyamıza göre ayarlama durumunda kalmaktayız.

Asrımızın bu hastalıklarını görünce, birkaç asır önce dünyaya gelmediğime yanıyorum. Ahirzaman fitnesinin had safhaya ulaştığı günümüzü düşününce korkmadan edemiyorum. Ve inanın ki, günümüzde, dünyamız insanlarının istifade ettiği imkânların büyük çoğunluğunu insanlık aleyhinde görüyorum. Kendimden biliyorum ki, bizleri dünyanın fani cihetine çağıran dâîlerin sayısı sınırsızdır neredeyse.

Kalbleri ve akılları büyük tehlike içinde görüyorum. Akılların kolayca sapıttığını, kalblerin kolayca fesada gittiğini söylersem, felâket tellallığı yaptığımı zannetmeyin. Bütün bu olumsuz gelişmelere rağmen Allah’ın rahmetinden ümidimi kesmiyorum. İnanıyorum ki günümüzün küfür karanlıklarını dağıtacak iman hakikatlerine ulaşmamız zor değildir.

Rabbimizin sonsuz rahmeti, bizleri kucaklamak için bizden işaret beklemektedir. Bir hasenemize binler sevap yazan, bir günahımıza bir yazan ve bazen de affeden Rahmet elbette bizi bize bırakmayacaktır. Elbette bizim amelimize göre bizimle muamele etmeyecek, rahmet hazinesinden lütuf ve ihsanını bizden esirgemeyecektir. Ama bu rahmete lâyık olmak için de boş durmamamız gerekir.

Mahcup olmamak için, bizleri Rabbimize karşı kışkırtan şeytanları sevindirmemek için, amellerimizin de İlâhî rızaya uygun olması için elimizden geleni yapmamız gerekir. Hâsılı, kalbimize kara noktalar bırakan günahlardan temizlenmek ve akıllarımızdaki şüpheleri izale etmek için, dünyanın dağdağalarından kendimizi kurtarıp Rabbimize yalvarma zamanlarımızı arttırmamız gerekmektedir.

08.05.2007

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Kısa... Kısa...



Zeynep Gezer:

* “Alevi birisinin Hanefi mezhebine geçmesi için ne yapması gerekir? Sadece sözle söylemesi yeterli olur mu? Yoksa bir hoca (şahit) gerekli midir?”

Hanefi mezhebine veya dört mezhepten diğer üçünden her hangi birisine geçmek isteyen birisi, geçmek istediği mezhebin ilmihalini öğrenip uygulamaya başlarsa, yani amelini bu mezhebe göre yapmaya başlarsa, bu mezhebe geçmiş olur.

Sözle söylemesi her hangi bir şey ifade etmez, bu mesele ile ilgili her hangi bir şahide de ihtiyaç yoktur. Çünkü bu kendi tercihidir. Kendisi ile Allah arasında bir meseledir.

***

İsim belirtmeyen okuyucumuz:

*“1- Namazda secde âyeti sonunda olursa tilâvet secdesi nasıl olur? 2- Seferî namazı ile ilgili, kaç kilometre sonra seferi olunur?”

1- Namazda zammı sûrenin son âyeti eğer secde âyeti ise, tilâvet secdesi yapmadan, doğrudan rükûa gider. Yaptığı rükû ile tilâvet secdesi de yapmış olur. 2- Kişiyi seferi kılan asgarî yolculuk mesafesi 90 kilometredir.

***

Hülya Kaba:

*“4444 kere okunan duânın kaç günde bitirilmesi gerekir ve şaşırırsak ne yapmamız gerekir? Bilgi verirseniz sevinirim.”

Bazı duâlar için telâffuz edilen 4444 gibi sayılar, duâ ile istenen murada ulaşılması için asgarî görülen okuma birim ölçüleridir. Böyle sayılar ile duânın çokça okunması kast edilmiştir. Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin bir ihlâs düsturu olarak ifade ettiği gibi, dört kere dört ayrı ayrı olsa on altı kuvvetinde olmakta iken, bir çizgi üstünde omuz omuza verseler 4444 kuvvetinde bir güç meydana getirmektedir.1 Sayıca çokluk, manevî güç ve kuvvette “yoğunlaşma”, istek ve talebe “kilitlenme” demektir. Duâda böyle yoğunlaştıktan sonra, makbul olması—inşallah—Allah’ın rahmetinden umulur.

Duâ ihtiyaç oldukça yapılır. İhtiyaç varsa duâ bırakılmaz. 4444 defa okumamız tavsiye edilen duâyı, kendi günlük yoğunluğumuza göre plânlayıp ihtiyaç hissettiğimiz her gün, güç yetirebildiğimiz sayıda okuyabiliriz. Günde ne kadar okuyabilirsek, o kadar. Önemli olan, okuyabildikçe okumamızdır. Toplamda sayının tutması diye bir şey yoktur. Belki bu rakam, en az bu kadar okumayı ifade etsin diye söylenmiş olabilir. Yoksa sayının şaşırılmasında hiçbir sakınca yoktur.

Esas olan; ihtiyaç varsa duâyı bırakmamaktır. Çünkü duânın vakti kaza olmamış demektir. Ne zaman ihtiyaç biterse, o zaman duânın vakti kaza olmuş olmaktadır. İhtiyaç bittiğinde o çeşit duâya son verilir.

***

Ayşe Öztürk:

*“Deniliyor ki Peygamber Efendimiz (asm) Mi'raca çıktığında Cennet ve Cehennemi görmüştür. Peki, hadislerde bahsedilen Cennet ve Cehennem kıyamet koptuğunda kurulacak deniliyor. Beni aydınlatırsanız çok sevinirim.”

Cennet ve Cehennem kurulmuştur ve şu anda mevcuttur. Âyet ve hadislerden anlaşılan kıyamet sonrası kurulacağı değil, şu an kurulmuş olduğudur. Bildiğiniz gibi Hazret-i Âdem de (as) yaratıldıktan sonra Cennette ikamete tabi tutulmuştu.

Fakat Cennet ve Cehennem sekenelerini, yani sakinlerini şu an almış değildir. Cennet ve Cehennem mahşerdeki büyük yargılamadan sonra dolacaktır. Şu an ölmüş insanlar berzah âlemindedirler. Hadislerde anlatılan budur.

***

Ramazan Kuşçu:

*“Başıma bir iş gelmişti. ‘Bu işten kazasız belâsız kurtulursam bir kurban keseceğim’ demiştim. Şimdi bu bir adak kurbanı mıdır veya bildiğimiz kurban şeklinde midir? Kimler yiyebilir? (ailem, çocuklarım)”

Bu bir adaktır. Siz adak kurbanı kesmeyi kendinize vacip kıldınız. Eğer o başınıza gelen işten kurtulmuşsanız adak kurbanı kesmek size vacip olmuştur. Bu durumda bu kurbanı kesip fakir fukaraya dağıtmanız icap eder. Çünkü bu bir ibadettir. Siz ve geçimi sizin üzerinize olan aileniz ve çocuklarınız bu kurbandan yiyemezler. Eğer yemek istenilirse, yenilen et kadar sadaka verilmelidir.

Dua

Allah’ım! Bizi Kendine kul kabul eyle! Bizi emanetine sadık eyle! Bizi emanetinde emin kıl! Ulûhiyetine lâyık kulluk yapamadığımızı itiraf ediyoruz; Sen bizi bağışla! Hatalarımızı affet! Kusurlarımızı ört! Günahlarımıza mağfiret buyur! Bizi, Ulûhiyetine lâyık kullukla değil; kulluğumuza lâyık eksiklerimizle kabul buyur! Bizi öyle bağışla ki, mahşerde hesap soracağın hiçbir günahımız kalmasın! Bizi öyle kulluğuna al ki, mahşerde elimiz boş olsa bile, bizi arşının gölgesinden uzak eyleme! Bizi Resûlüne (asm) öyle ümmet yap ki, günahlarımızın utancını Resûlünün şefaati ile gider! Sen Allah’sın. Sen’den başka ilah yoktur. Âmin.

Dipnotlar: 1- Lem’alar, s. 165

08.05.2007

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Neron seçildi



Hitler de seçimle iktidara gelmişti. Bush da iki defa üst üste seçildi. Sarkozy de öyle. Fransa’da Neron sandıktan çıktı. Bu adam sadece Fransa’yı değil aynı zamanda Avrupa’yı da yakacak. Dolayısıyla insanlık düşmanlarının seçimle işbaşına gelmesine müsaade edilir de nedense bu, dindar insanlardan esirgenir. Dünya böyle bir sistemi yaşıyor.

Beklenildiği gibi, Sarkozy’yi ilk kutlayanlar arasında ABD, Merkel ve İsrail vardı. Yeni Neron da seçildikten sonra ilk açıklamalarında ABD ile ittifak vurgusunda bulunmuştur. Dolayısıyla Fransız halkı Sarkozy’yi seçerken aynı zamanda Avrupa’nın da Bush’unu seçmiştir. Bush iki dönemlik iktidarı boyunca dünyayı ateş topuna çevirmiştir. Sarkozy de içişleri bakanlığı sırasında Paris’i ve banliyölerini cehenneme çevirmiştir. Cumhurbaşkanı olunca ne yapmaz? Coşkulu kalabalıklar tarafından seçildikten sonra iki zıt görüntü oluşmuştur. Bir tarafta coşkulu kutlamalar diğer tarafta da yine göçmenler ve gayri memnunlar ya da Fransız cemiyetinin en alttakileri tarafından Paris ve araçların yeniden ateşe verilmesi. Bush gibi o da zıtların ve keskinliğin adamıdır. Bu bağlamda, The Guardian gazetesi, hakkında isabetle şu teşhisi koymuştur: “Seçmenlerin hayali ve kâbusu olan adam tacı aldı...”

İki lâfı birbirini tutmayan makyavelistlerin şahı olan bu adam kendisini ‘de Gaulle’cu olarak nitelendirmekte ve Gaullist olduğunu söylemektedir. Halbuki de Gaulle’un politikası denge üzerine kurulu idi. Temeli şudur: ABD ve İsrail’e mesafe. Buna mukabil, mazlûm milletlerin yanında olmaya ve Araplara açılmaya çalışmıştır. Halbuki Sarkozy hem İsrail’in, hem de Bush’un yakın dostudur ve en yakın olduğu kutup bu sarmaldır. Buna ilâve olarak Arap ve Müslüman göçmenleri ‘ayak takımı, döküntüler’ diye nitelendirmiştir. Bununla birlikte bu göçmenlerin interlandı olan alanda Bush gibi Fransa’nın imparatorluğunu tesis etmeye çalışıyor. Aslında Avrupa’ya karşı tam İngiliz politikası güdüyor ve izliyor. İngiltere ABD ile Avrupa’yı dengeleyerek inisiyatif alanını arttırırken Sarkozy de AB’yi arkadan hançerleyerek güya Fransa’yı öne çıkarmaya çalışmaktadır.

***

Bunun için de önünde iki araç vardır. Birincisi AB’nin doğuya doğru açılmasına ve yayılmasına fren koymak ve ikinci olarak da Bush’un BOP projesine mümasil olarak Fransa’nın patronajında bir Akdeniz birliği veya işbirliği havzası kurmak. Türkiye’yi ayrıcalıklı AB’ye istemezken Akdeniz işbirliği havzasına dâvet ediyor. AB’de ortak olmak yerine patronajı altında Akdeniz işbirliği havzasına çağırıyor. Hiç lâfı uzatmaya gerek yok, görülecektir ki bu demagog ve popülist adam önce Fransa’yı yakacak sonra da Avrupa’nın ufkunu karartacaktır. Aynen Bush gibi Avrupa dışında İslâm topraklarında imparatorluk hayalleri de Napolyon’unkinden farklı olmayacaktır. Güneyde veya Akdeniz havzasında kendisine göre alternatif bir AB kurmak istiyor. AB’nin gölgesinden kurtulmak ve onun dibine kükürt suyu (kibrit-i ahmer) dökmek istiyor. Akdeniz ülkeleriyle böyle bir birliktelik kurabilir mi bilinmez ama kanbağıyla da bağlı olduğu İsrail’in, bu projesinde en yakın partneri olması ihtimâldir. Adı De Gaulle’cü kendisi ise Bush’cu. Aslında gizli Le Pen’ci ve Ulusal Cephe’nin gayri resmî adayı idi. Le Pen’le eğer varsa tek farkı Amerikancı olmasıdır. Le Pen dış politikada ABD’ye karşı mesafeliydi. Onun dışında Le Pen’in programını çalmış ve kendisine mâletmiştir. Le Pen dışarıda ama politikaları artık Elysee Sarayı’ndadır. Başta Chirac olmak üzere geçen seçimlerde Le Pen’i seçtirmemek üzere Fransa seferber olmuş ve onu bloke etmişlerdi. Şimdi ne oldu da Fransa onun ikizini seçti? Demek ki Fransız halkının sağduyusu buraya kadarmış.

‘Arkaik ve köklü milletler aynı zamanda derin milletlerdir’ denilir, ama bu kıyamete koşuş sürecinde dumura uğramış; kimsede derinlik kalmadı. Herkes sığlık yarışında.

***

Seçildikten sonra Türkiye ile müzakereleri askıya almak istiyordu. Bu aslında Türkiye’ye değil Avrupa’ya zarar verir. Bu açıdan aslında Sarkozy, Ankara’yı değil de Brüksel’i sarsıyor. Ermeni asıllı Patrick Deveciyan’ı da Dışişleri Bakanı yapacakmış. Yakışır. Böylece derinlerde olan ittifak da yüzeye çıkmış olur.

08.05.2007

E-Posta: [email protected]




Serdar MURAT

Notrdamus’un pabucu dama atıldı



Notrdamus’un kehanetleri arasında yer alıyor mu, bilmiyorum ama Ankara’da çok tuhaf şeyler oluyor. Parlamentonun erken seçim kararı almasına ve YSK’nın seçim takvimini ilân edip, süreci başlatmasına rağmen seçimlerin 22 Temmuz’da yapılacağı dahi kesin değil.

CHP’nin Anayasa Mahkemesine yaptığı başvuru gizli kapaklı.

Anayasa Mahkemesinin ne yönde bir karar alacağı çok daha önemlisi Sabih Kanadoğlu’nun ne düşündüğü bilinmiyor. Bütün bunlara bakıp, seçim tarihi dahi tehlikede diyebilir miyiz? Son sözü Sabih Kanadoğlu söyler, ama eğer kızmazsa, biz yine de tehlikede diyebiliriz Yok eğer kızması söz konusu ise onu da demeyelim. Ülke CHP’nin yapacağı başvuru, Anayasa Mahkemesi’nin vereceği karar ve Sabih Kanadoğlu’nun neyi, nasıl düşündüğüne endekslendi gidiyor. Kopenhag Kriterleri, AB’ye tam üyelik, NATO hatta Cento dahi önemli değil. Varsa yoksa Sabih Kanadoğlu kriterleri.

2 Mayıs’ta Anayasa Mahkemesi’nin cumhurbaşkanlığı seçimlerini iptal etmesiyle birlikte, Türkiye kaygan bir zemine girdi. Erken seçim kararı alınması tünelin ucunda ışığın görülmesi şeklinde algılandı. Ancak kriz mühendisleri ellerine geçirdikleri fırsatı ülkeyi bir bunalıma sürüklemek için alabildiğince kullanıyorlar. 27 Mayıs İhtilâlinin ürünü olan Anayasa Mahkemesi ise rejimin önündeki tıkanıklığı aşmak yerine, krizi derinleştiriyor.

Cumhurbaşkanlığı seçimi iptal edildiği için TBMM’nin erken seçim kararı alamayacağı şeklindeki başvurusuna Anayasa Mahkemesi’nin ne tür bir yorum getireceği bilinmiyor. Biz Gırgır dergisindeki ‘Porof Zihni Sinir Proceleri’nin papucunu dahi dama atacak çapta kriz formülleri üretirken, Fransa Devlet Başkanlığı seçimini yaptı, ülke bir gün olsun “ne olacak? Krize mi yuvarlanıyoruz” şeklinde bir kaygı taşımadı.

ABD önümüzdeki yıl Bush’un yerine yeni ABD başkanını belirleyecek. Son 200 yıldır olduğu gibi ABD seçmeni Kasım ayının ikinci Pazar günü sandığın başına gideceğini biliyor. Evinin numarasından emin olduğu kadar bundan emin. Ama biz 1 hafta önce aldığımız seçim kararından emin olamıyoruz.

24 Nisan Salı günü cumhurbaşkanlığı adaylığı ilân edilen bir Abdullah Gül vardı. İktidar partisinin tek adayı olması sebebiyle neredeyse tebrikleri kabul ediyordu. Anayasa’daki kurallar işlese 5 Mayıs’ta 11. Cumhurbaşkanı olarak seçilmiş olacaktı. Şu sıralar da 16 Mayıs’ta Çankaya Köşkü’ndeki devir teslim töreni için frak diktirmekle meşgul olacaktı. Ama o 6 Mayıs’ta Cumhurbaşkanlığı adaylığından çekilmek zorunda kaldı. İşte onun için Gül’e, “Kendinizi cumhurbaşkanlığıı hakkı gasp edilmiş olarak görüyor musunuz?”diye soruldu.

“Bunlar demokrasimizin büyüme sancıları” dedi Gül. “Önemli olan milletin sinesinde yer tutmaktır” diye konuştu. Bunlar güzel sözlerdi de, 27 Mayıs sonrası Ali Fuat Başgil’in cumhurbaşkanlığının engellenmesi gibi bir durumla karşı karşıyaydık. Hem de 46 sene sonra.

Hem de biz tam da o tür olayların tarih kitaplarında kaldığına kendimizi inandırmaya başladığımız bir anda.

352 milletvekili ile cumhurbaşkanı seçtiremeyen bir iktidar var. Eğer bir de aldıkları erken seçim kararı iptal edilirse, bu süreci iyi yönetemediklerinin üstüne tüy dikilmiş olur.

Demokrat Parti de Adalet Partisi de hem ihtilâle hem muhtıraya maruz kaldılar. Bayar da devrildi, Menderes’te asıldı, Demirel’de defalarca iktidardan süngü zoruyla uzaklaştırıldı.

Ancak millet askere boyun eğmeyene iade-i itibar etti, ilk fırsatta yüzde 50’nin üzerinde oy oranlarıyla iktidara getirdi. AKP 27 Nisan bildirisine karşı boyun eğmeyerek takdir topladı. Bu milletin teveccüh etmesine vesile oldu. Ancak burada çıtayı çok yükseklere koymanın anlamı yok. Şartlar bu kez farklı. Ama şu kesin, bu süreçte CHP+Asker+Anayasa Mahkemesi işbirliği sürdüğü müddetçe, millet öyle bir şamar vurur ki, sesi ta Çin’den duyulur. Hem bu şamar taklit Çin malları gibi dayanıksız olmaz.

Baba demiş; ‘hırsızı tuttum.’ Oğlum o zaman hırsızı ‘getir.’ Baba gelmiyor ki! O halde bırak sen gel. Baba beni de bırakmıyor. Eh, o zaman bırak gitsin. Baba gitmiyor. Cumhurbaşkanı seçelim, seçtirmem. O zaman millet seçsin, ona mani olurum. O zaman bırak seçime gidelim. Onu da engellerim. O zaman bu rejimin adını değiştirelim gitsin.

Her şey Sabih Kanadoğlu’nun iki dudağının arasında olduğuna göre, oldu olacak Edirne’den girişte bir de Sabih’in ülkesine hoş geldiniz diye yazıp, işin adını koyalım...

08.05.2007

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Gurbetçilerin alın teri



Gurbetçilerimizin tasarruflarını Türkiye’ye kazandırmak için gerekli çalışmaların yapıldığını söylemek mümkün değil. Neredeyse yarım asra yaklaşan bu ihmal, ülkemizin değil, başka ülkelerin kazanmasına sebep oldu. Yıllar önce bu durumdan şikâyet eden ekonomi uzmanlarını dinleyen de olmamıştı.

Nihayetinde özel sektör bir şekilde devreye girdi ve gurbetçilerin tasarrufları Türkiye’ye akmaya başladı. Ancak her işte olduğu gibi, bu konuda da pek çok yanlış yapıldı. Bütün bu hadiseler yaşanırken, “Türkiye’yi idare edenler” zamanında hadiseye gereken ciddiyetle eğilmedi. Bir anlamda iş işten geçtikten sonra müdahale edildi, ama o zaman da “kuru ile birlikte yaş”lar da yandı.

Gurbetçilerin tasarruflarını Türkiye’ye getirip yatırıma ve istihdama çeviren şirketlerin biri de bilindiği üzere Kombassan Holding oldu. Kombassan Holding ve onun gibi onlarca, belki de yüzlerce şirket bu konuda çalışma yaptı. Ancak vaktinde gerekli hukukî düzenlemeler yapılmadığı için, bu konuyu istismar edip, gurbetçilerimizi mağdur edenler de oldu. Tabiî ki her kim olursa olsun, gurbetçilerin alın teriyle oynaması kabul edilemez. Bunun yanında, işçilere çeşitli vaadlerde bulunup onların tasarruflarına göz dikenlere, zamanında müdahale etmeyen ve iyi niyetle çalışanları da korumayan bir sistemin haklı olması mümkün müdür?

Yıllar önce yapılmış olması gerektiği halde, bugün itibarıyla bile bu konuda gerekli kanunî düzenlemeler yapılabilmiş değil. Peki bu ihmalin bedelini, faturasını kim ödüyor? En başta gurbetçilerimiz ve nihayet bütün Türkiye. Gurbetçilerimizin tasarrufları gerekli çalışmalar yapılarak Türkiye’ye kazandırılabilmiş olsa, ülkemiz IMF’ye de, başka kurum ve kuruluşlara da muhtaç olmaktan kesinlikle kurtulabilir.

Kombassan, gurbetçilerden topladığı sermaye ile 47 fabrika hizmete sunmuş ve yaklaşık 20 bin (yirmi bin) kişiye iş imkânı sağlamış. Türkiye gibi, işsizliğin en büyük problem olduğu bir ülkede, bu gayret küçümsenebilir mi? Holdingin şirketlerinden biri de Baykur Gıda Sanayii A.Ş. Başta Kombassan gıda şirketlerinin ürünleri olmak üzere, yüzlerce ürünü Türkiye geneline pazarlıyor. Baykur ‘bayiler toplantısı’ yine Kombassan’a ait olan Alanya Bera Otel’de yapıldı. Bera Otel’deki toplantıda konuşan ve daha sonra düzenlediği ‘basın toplantısı’nda da soruları cevaplandıran Kombassan Yönetim Kurulu Başkanı Haşim Bayram, iddialı projelerden bahsediyor. Bayram, özetle “Eğer engellenmemiş olsaydık, mevcut halimizden bir iki kat daha fazla büyüyebilirdik” diyor. Bunun yanında gerekli hukukî düzenlemelerin yapılmamış olmasından da “Türkiye’yi idare edenler”i sorumlu tutuyor. Bayram, büyük sermaye tarafından engellenmekten şikâyetçi.

Son olarak Macaristan’da da özelleştirilen bir ‘rulman fabrikası’nı satın aldıklarını açıklayan Bayram, rulman segmentini tamamladıklarını ve rulmanda dünya birincisi olduklarını da hatırlattı. 80 bin ortağı olduğunu hatırlatan Bayram, ortaklarını mağdur etmediklerini de söyledi. Tabiî işin bu yönünü en iyi ‘ortaklar’ bilir, biz bilemeyiz, ama toplanan paralarla ‘iş’ yapıldığı ortada. Kombassan’ın yeni yaptığı ve bu sezon hizmete açılan Alanya Bera Otel’in niçin ‘büyük bir gemi’ şeklinde tasarlandığı şeklindeki soruyu, Barbaros Hayreddin Paşa’ya olan hayranlığıyla açıklayan Haşim Bayram, Türkiye’nin geleceğinden de umutlu…

Türkiye’de ‘horlanan’ bu ve benzeri şirketlerin, yurt dışında fabrikalar satın alarak büyümesi, ülkemizde bazı şeylerin yanlış değerlendirildiğini akla getirmiyor mu?

08.05.2007

E-Posta: [email protected]




İsmail BERK

Köklü demokrasi, köklü tabanla olur



Demokrasi, bir anlamda ahenkli beraberlik kültürüdür. Toplumun ortak değerlerini üst küme kabul edip, bireyin ahlâk tabanlı fazileti ile kurumsal mutabakat bulma sorumluluğudur.

Öncelikle siyasal katılım, ortak payda tarifi ve ideolojik olmayan, vatandaşlarının eşit şartlarda anayasal vatandaşlık içinde hissedar kabul eden bir çerçevenin uygulanabilirliği ortaya konulmalıdır.

Bu iradenin tezahürü ve niyet beyanının güvenilirliği, demokratik bir anayasa ile ortaya konabilir. İkinci etapta da, anayasanın demokratik ruhunun korunması, ona dayalı bir yorum ve yaklaşım şeklinin teamüle dönüşmesi ile demokrasinin altyapısı sağlanabilir.

Siyasî partilerin, kendi tüzük ve felsefeleri farklı olsa da—ki bu çoğulcu demokrasinin gereğidir—mutabakat içinde sivilleşmenin birinci adımı olan demokrasiyi ortak kabullenmeleri ve bunun dışında politik refleks ve taktiklere girmemeleri şarttır. Çatışma alanları, farklılıklar, rekabet ve zaman zaman yaşanan gerginliklerin dozajı ve sonuçları demokrasinin hoş görü ve zıtları buluşturan ortak platformu içinde kalmalı. Siyaseti, sivil cumhuriyetle demokratik ülke olma vasfını ve değerini yaralamamalı. Bunun temini ise, kutuplaşmayı önleyecek ortak alanın çapını geniş tutmakla mümkündür. İmparatorluk kültüründen beslenmiş bir toplumun partileştirilmiş ideoloji kalıpları veya toplumun hassasiyetleri üzerinden istismar alanlarından nemalanan kriz siyasetleri ve gerginlik partileri ile demokratikleşmeyi tamamlaması zor görünüyor.

Siyaset sarkacının, laik-anti laik veya etnik tarafgirlik üzerine kurulmuş, beslenmeci siyasetin zafiyetlerini bertaraf edecek demokrat cazibe öne çıkmalıdır.

Çok taraflı, çok kültürlü, hatta çok dinli, çok ırklı ve hayat tarzları ile algı düzeyleri oldukça şaşırtıcı ve değişik olan, kritik bir bölgede bulunan ülkemizdeki sosyal dinamikler ve siyasî yelpazeler, radikal ve tahakküm üzerine kurulu siyasî hareketlerden hep kaybetmiştir. Çoğu, dönem itibariyle tepkilerden yararlanmış ve uzun soluklu olamamışlardır.

1950’ye kadar tek egemen CHP, sonrasında müzmin kışkırtıcı, masa başı planlamacı ve minder dışı güreş heveslisi tutumu ile sürekli toplumla ve toplumun değerleri ile çatışmıştır. Bu partinin laiklikten ve sözüm ona rejim bekçiliğinden geçinmenin dışında bir enteresanlığı olmamıştır. Demokratik bir düşüncesi de, geleneği de mirası da yoktur.

Milliyetçi tabanın kendi potasında kendine dönük sınırları içinde toplumun bütün katmanlarına hitap edecek bir siyasî mesaj ya da geniş kabul perspektifi bulması da, bugüne kadarki siyasî tarihimizde mümkün olmamıştır. Sadece 1999 seçimlerinde, en yüksek oy oranını (yüzde 19) alan MHP, dönemin tepki oylarını almıştır.

İslâmî çizgide ve dinî hassasiyeti olan siyasî yelpazeye baktığımızda, gerginliğin tırmandığı, devlet tecrübesinde yetersiz kalındığı ve karşı uçların tahrik ve tepkilerine su taşındığı süreçler yaşanmıştır. “Öteki” kavramı ile birbirini iten iki kesimin, inanç ve laiklik üzerinden duyarlıkları çatışmaya, dinin belli kesimlerce yanlış ve siyasî algılanmasına sebebiyet veren tutumlar; beraberinde zayıf siyaseti ve iyi niyetli, ancak yetenekleri tartışılır yöneticiler yüzünde ehliyetsiz sonuçlar verdiği de bir vakıadır. Ne acıdır ki, MSP, RP ve FP’nin süregelen sonuçları ve sonrasında SP ve AKP olarak ikizlenen siyasî tablo, CHP’nin varlığını korumuştur. Zinde kuvvetleri onunla bütünleşmiştir.

Karşı duruşun demokratik yeterlilik taşımaması, geçmiş kültürlerinin ve felsefelerinin demokrasiyle örtüşmemesi, bütün olumlu gayretlerine rağmen şüphe bulutunu dağıtamadığı gibi, rahat siyaset etme ve dirayetli sürekliliği de sağlayamamıştır.

Tam bu aşamada, aynı köklerin temsilcileri kendi aralarında birliği tesis etmeli ve siyasetin dağınıklığı bitmeli. Bir başkasının ruhunu çağırır gibi, kolayca bir başka tabana oturup, “ben oyum” demek, siyasî tarihimizde uzun ömürlü olmayan fırsatlardır. Hepsi o kadar.

Ortaklığı geniş tutan, millî sınırları ülke birliği olarak koruyup, demokrasiyi kökleştirici ve yaygınlaştırıcı kabul eden, hürriyet kavgasını birinci sıraya oturtan, ideoloji önceliğini toplumun farklı kesimlerinin düşünce ve inançları olarak saygı duyup taraf olmayan bir siyasetin güçlenmesi lâzımdır.

Menderes’in milletin vicdanında makes bulan ve günümüzde büyük bir masumiyet ve mahzuniyet ile anılmasının sebebi, topluma duyarlılığı ve kararlılığıdır.

Makul alanda buluşmak, makul meydanda oluşmak ve her yolun bağlandığı, her sokağın ulaştığı, her caddenin açıldığı demokrasi meydanında uzlaşma içinde bir siyasî yapılanmanın işaretleri, kendini daha fazla hissettirmeye başladı.

Demokrat Parti geleneği, bu anlamda son yüzyılın bütün kesinti ve aksamalarla istenmeyen sonuçlarına rağmen, hürriyetçi çizginin ana damarıdır. Toplamda siyasi kaliteye bakıldığında ve aşılan badireler incelendiğinde, bu hafıza hemen okunabilir.

Yakın tarih, makul düşünmenin köklü demokrasi ve sağlam köklerle oluşabileceğini göstermektedir. Demokrasi yelkeni, tepki rüzgârı ile şişiyorsa makul olma refleksleri zayıflamış demektir.

08.05.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004