Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 08 Mayıs 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Lahika

ÂYET-İ KERİME MEÂLİ

Onlar o Cennetlerde yeşil yastıklar ve güzel yaygılarla süslü Cennet koltuklarına kurulurlar.

Rahman Sûresi: 76

08.05.2007


HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ

Kendin için istediğini insanlar için de iste.

Câmiü's-Sağîr, c: 1, no: 137

08.05.2007


Herkesin başına açılan dâvâ

—Dünden devam—

Birinci noktaya cevap ise: Evet, bu Cihan Harbinden daha büyük bir hadise ve bu zemin yüzündeki hâkimiyet-i âmme dâvâsından daha ehemmiyetli bir dâvâ, herkesin ve bilhassa Müslümanların başına öyle bir hadise ve öyle bir dâvâ açılmış ki, her adam, eğer Alman ve İngiliz kadar kuvveti ve serveti olsa ve aklı da varsa, o tek dâvâyı kazanmak için bilâtereddüt sarf edecek.

İşte, o dâvâ ise, yüz bin meşâhir-i insaniyenin ve hadsiz nev-i beşerin yıldızları ve mürşidlerinin müttefikan, Kâinat Sahibinin ve Mutasarrıfının binler vaad ve ahdlerine istinaden haber verdikleri ve bir kısmı gözleriyle gördükleri şu ki:

Herkesin, iman mukabilinde, bu zemin yüzü kadar bağlar ve kasırlarla müzeyyen ve bâki ve daimî bir tarla ve mülkü kazanmak veya kaybetmek dâvâsı başına açılmış. Eğer iman vesikasını sağlam elde etmezse kaybedecek. Ve bu asırda, maddiyyunluk tâunuyla çoklar o dâvâsını kaybediyor. Hattâ bir ehl-i keşif ve tahkik, bir yerde kırk vefiyattan yalnız birkaç tanesi kazandığını sekeratta müşahede etmiş; ötekiler kaybetmişler. Acaba bu kaybettiği dâvânın yerini, bütün dünya saltanatı o adama verilse doldurabilir mi?

İşte o dâvâyı kazandıracak olan hizmetleri ve yüzde doksanına o dâvâyı kaybettirmeyen harika bir dâvâ vekilini o işte çalıştıran vazifeleri bırakıp, ebedî dünyada kalacak gibi âfâkî mâlâyaniyatla iştigal etmek tam bir akılsızlık bildiğimizden, biz Risale-i Nur şakirtleri, herbirimizin yüz derece aklımız ziyade olsa da ancak bu vazifeye sarf etmek lâzımdır diye kanaatimiz var.

Ey hapis musibetinde benim yeni kardeşlerim, sizler, benimle beraber gelen eski kardeşlerim gibi Risâle-i Nur’u görmemişsiniz. Ben onları ve onlar gibi binler şakirtleri şahit göstererek derim ve ispat ederim ve ispat etmişim ki:

O büyük dâvâyı yüzde doksanına kazandıran ve yirmi senede yirmi bin adama o dâvânın kazancının vesikası ve senedi ve beratı olan iman-ı tahkikîyi eline veren ve Kur’ân-ı Hakîmın mu’cize-i mâneviyesinden neş’et edip çıkan ve bu zamanın birinci bir dâvâ vekili bulunan Risâle-i Nur’dur. Bu on sekiz senedir benim düşmanlarım ve zındıklar ve maddiyyunlar, aleyhimde gayet gaddarâne desiselerle hükümetin bazı erkânlarını iğfal ederek bizi imha için bu defa gibi eskide dahi hapislere, zindanlara soktukları halde, Risâle-i Nur’un çelik kalesinde yüz otuz parça cihazatından ancak iki-üç parçasına ilişebilmişler. Demek avukat tutmak isteyen onu elde etse yeter.

Şuâlar, s. 184

Lügatçe:

hâkimiyet-i âmme: Her şeye tasarruf etme, sözünü geçirme.

meşâhir-i insaniye: İnsanların meşhurları.

nev-i beşer: İnsanoğlu.

müttefikan: İttifak ederek.

mutasarrıf: Tasarruf eden.

ahd: Söz.

müzeyyen: Süslü.

maddiyyunluk: Maddeye tapıcılık, materyalistlik.

ehl-i keşif ve tahkik: Perdeli olan ve zâhir hislerle bilinmeyen hakikatleri delilleriyle Allah’ın lütuf ve ihsanı sayesinde bilen veliler.

sekerat: Ölüm ânı.

âfâkî: Dünyaya ait sıradan hadiseler ve meseleler.

mâlâyaniyat: Faydasız, boş şeyler veya sözler.

şakirt: Talebe, yardımcı.

iman-ı tahkikî: İnandığı şeylerin aslını, esasını bilerek inanma; sarsılmaz iman.

mu’cize-i mâneviye: Manevî mucize. Mânâ bakımından mucize.

neş’et: Doğma.

iğfal: Kandırma, aldatma, gaflette bırakma.

08.05.2007


“Bin savcı kadar huzur ve asayişe hizmet ediyorum”

Savcı Abdullah Battal'dan

Nurlu hatıralar - 2

Dünden devam

Hz. Üstad çok mütevazî bir dekor içinde eski, madenî bir karyolada uzanmış idi.

Merhum Zübeyir Ağabey ve Sungur Ağabey, Üstad’ın karşısında kemal-i hürmet ve tazim ile el pençe divan duruyorlardı.

Rıdvan ile birlikte karyolaya bitişik şekilde yaklaştırılmış sandalyelere oturduk. Mübarek elini öptük.

Pek zayıflamış ve ruhaniyet-i tâmme kesb etmiş, adeta şeffaflaşmış idi. Ancak gözlerinde o kadar keskin bir cevvaliyet, canlılık, derinlik vardı ki, son derece etkilendik. O mübarek gözler ile uhrevî âlemden projektörler gibi ışık aksettiriyor idi. Nazarları, ruhumuza işliyordu.

Bizden nereli olduğumuzu ve vazifemizi sordu. Sesi çok kısık idi. Konuşmaya başladıktan sonra “Cenâb-ı Hakk’ın inayeti ile sesim açıldı” buyurdu.

Bendeniz, savcı olduğumu arz ettikten sonra; Üstad:

“Ben de Risâle-i Nurlarla müdde-i umumi (savcı) gibi hizmet ediyorum. Bu eserlerin okunması sayesinde imanını kurtaranlar, toplumda emniyet ve huzurun, asayişin fahrî bekçileri olurlar. Bu sayede herkes canından, malından, ırzından emin ve mahfuz olur.

“Risâle-i Nurlar, savcıların vazifelerini en tesirli kılıcı, istikrarlı bir şekilde, kâmil mânâda ifa eder.

“Siz savcılar, emniyet müdürleri ve polislerle bu memleketin huzur ve asayişine hizmet ediyorsunuz. Ben bin savcı, bin emniyet müdürü kadar huzur ve asayişe hizmet ediyorum.

“Savcılar Hukukullah için çalışırlar. Onlar, açtıkları dâvâlarla Nurların cemiyette tanınıp, tetkikine vesile oldular. Bu sebeple ehl-i iman olan hepsine haklarımı helâl ediyorum” buyurdu.

Ben kendisine “Av. Bekir Berk ile birlikte avukatlık yapmak üzere savcılıktan ayrılmam teklif ediliyor. Ne buyurursunuz efendim?” diye sormam üzerine, “Hayır hayır, savcılıktan ayrılma, görevinde kal” buyurdu.

27 Mayıs 1960 kanlı ihtilâlinden sonra sırf Risâle-i Nurlar hakkında takipsizlik kararı vermiş olmam bahanesiyle—görevimden ayrılmaya zorlamak için—hakkımda adlî ve idarî soruşturma açıldı.

Ağır ceza mahkemesinde yargılandım. Merhum Av. Bekir Berk, beni fahrî olarak savundu. Defalarca Çorum’a geldi. Babamın ısrarla vermek istediği yol parası olarak 200 TL’yi de kabul etmedi. Lütf-u İlâhî neticesi beraat ettim.

Ayrıca Adalet Bakanlığı beni kara kışta Hakkari savcılığına tayin etti, mahkumiyet mahallerinde dolaştırdı.

Buna rağmen Hz. Üstad’ın talebi gereği görevimden ayrılmadım. Yaş haddinden dolayı bakanlık re’sen emekliye sevk etti.

Rahmetli Rıdvan, İskenderun’da bir kamu hizmetinde iken Risâle-i Nur Talebesi olmasından dolayı nezarete alındığını ve oradan bir şekilde kurtulup geldiğini, dönüp dönmemekte kararsız olduğunu Hz. Üstad’a arz etmesi üzerine Hz. Üstad:

“Git vazifenin başına dön; sana dokunamazlar” buyurdu.

Gerçekten Rıdvan görevine dönmek için İskenderun’a gitti. Hiçbir zarar, eza, ceza görmedi. Kutlu kerâmet tecellî etti.

Üstadla görüşmek isteyenler, sıra bekleyenler çok olduğundan, istemeyerek kudsî huzurundan ayrılırken, Hz. Üstad bana hitaben, “Seni kardeşliğime kabul etmiş ve duâlarıma dahil etmişim” buyurdu.

Minnet ve şükranlarımızı sunarak odadan dışarı çıktık. Ancak cazibesi sebebiyle o kapıdan bir türlü ayrılamıyorduk.

Yarım saatten fazla bir süre geçtikten sonra Üstadın, muhterem Said Özdemir Ağabey ve Tosyalı Hulusi Ok’un kollarına dayanmış olarak çıktığını gördük.

Üstadla kapı eşiğinde göz göze gelince—çok sayıda zevâtla bu arada görüşmesine rağmen—ben acizi unutmamış. Bana “Sikke-i Tasdik-i Gaybî eserleri, polislerce zabt edilip Ankara Savcılığına teslim edilmiş. O eserlerin iadesi, kurtulması için o savcılığa dilekçe yazıp ver” buyurdu. “Baş üstüne Üstadım” dedim. Bir yazı makinesi ile uzun, gerekçeli bir dilekçe yazıp Ankara Savcılığına ibraz ettim. Duruşma sonunda mahkeme, okuyan Nur Talebelerinin beraatına ve o eserlerin iadesine karar verdi.

Büyük Tarihçe-i Hayat’taki resim, bu görüşmeden birkaç dakika sonra Üstad, Beyrut Palas otel merdivenlerinden inerken, Prof. Dr. İbrahim Canan tarafından çekilmiştir.

O resmin arka planındaki siyah fotürlü kişinin, Ankara Emniyet Müdürlüğü Siyasi Şubesi ajanı olduğu bildirildi.

Bu, o zamandaki yöneticilerin dostlarını düşmanlarından ayırt edebilme idrak ve ferasetinden mahrum olduklarını ve bindikleri sapa sağlam dalları hoyratça kestiklerini göstermesi bakımından da bir ibret levhasıdır.

Mübarek atalarımız ne güzel söylemiş:

“Hak belâ vermez kul azmayınca, Kul belâ görmez Hak yazmayınca.”

Resûl-i Ekrem, Nebiyy-i muhterem, Avrupalı bir fikir adamına mal edilen şu hikmetli sözü, o adamdan 13 asır evvel şöyle buyurmuş:

“Bulunduğunuz hâl üzere idare olunursunuz” (Her millet lâyık olduğu hükümetle idare olunur.)

—Son—

08.05.2007


Sıddık Süleyman’ı rahmetle anıyoruz

(Vefat yıldönümü vesilesiyle)

Barla’da bahar yağmuru çok olur.

Üstad kırda bir yağmura tutulur.

Evine giderken ayağı çamur.

Arkasından gelen bir ses duyulur.

Döner bakar, bir saygılı genç adam.

Yardıma kararlı, gelse de idam.

Beraber giderler çeşmeye kadar.

Böylece arada muhabbet başlar.

Süleyman Kervancı, bu zatın adı.

Tanır, sever bu Mücahid Üstad’ı.

Üstad bahçesine gider arada.

Cennet Bahsi, yazılıyor burada.

Buraya ad olur, “Cennet Bahçesi”

Dünyada sanki bir cennet köşesi.

Bu Süleyman, Üstad’ına çok sadık.

İsmine eklenir, böylece “SIDDIK”

Sıddık Süleyman Kervancı kimdir?

Sıddık unvanını ona Bediüzzaman vermişti. Sekiz sene sadâkatla, bağlılıkla Üstadına hizmet etmişti.

Barla’da Bediüzzaman’a sahip çıkan, ona yardım eden, hizmet eden bu zât, 6 Mayıs 1965 Perşembe günü Hakk’ın rahmetine yürümüştü. Ankara’da vefat ettikten sonra, Barla’ya getirilmiş ve Barla kabristanına defnedilmişti.

Nur’a olan intisabından sonra, bir dere bahçesi olan bağ ve bahçesi, “Cennet Bahçesi” olmuştu. Risâle-i Nur’un Yirmi Sekizinci Söz’ü olan “Cennet Bahsi”, Sıddık Süleyman’ın bahçesinde yazılmıştı. Bu te’liften sonra Nur’un satırlarına Süleyman’ın bahçesi “Cennet Bahçesi” olarak girdi.

Bediüzzaman, Barla Mektuplarının sonundaki uzun mektubunda Sıddık Süleyman’dan sitayişle, memnuniyetle bahsetmektedir.

Sıddık Süleyman’ın mübarek şahsiyeti, Sözler, Mektubat ve Lâhikalarda zikredilmektedir.

Cenâb-ı Hak mübarek ruhuna binler rahmet yağdırsın.

Son Şahitler, c. 1, s. 286

Abdulkadir MENEK

08.05.2007


BİR KISSA, BİN HİSSE

Köleliği sırasında, efendisi Lokman Aleyhisselâma:

“Benim için bir koyun boğazla” dedi.

Lokman Aleyhisselam boğazladı. Efendisi:

“Koyunun içinden, en iyi iki parça çıkarıp getir” dedi.

Lokman Aleyhisselam koyunun dili ile kalbini çıkarıp getirdi.

Efendisi daha sonra bir gün tekrar Lokman Hekim’e:

“Bir koyun boğazla” dedi.

Lokman Hekim tekrar koyun boğazladı.

Efendisi bu defa:

“Koyunun içinden, en kötü iki parça çıkarıp getir” dedi.

Lokman Aleyhisselam yine koyunun dili ile kalbini çıkarıp getirdi.

Efendisi şaşırdı. Dedi ki:

“Senden koyunun en iyi iki parçasını istedim. Sen dili ile kalbini getirdin. Senden koyunun en fena iki parçasını istedim. Sen yine dili ile kalbini getirdin. Bu nasıl oluyor?” dedi.

Lokman Aleyhisselam:

“Bu iki uzuv eğer iyi olursa, her şeyden iyidir. Kötü olursa, her şeyden kötüdür.” dedi.

Süleyman KÖSMENE

08.05.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004