|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
TÜSİAD raporu |
|
Hrant Dink suikastını, Türkiye’nin Irak’taki gelişmelere yönelik ciddî hazırlıklarını gündemden düşürmeyi amaçlayan bir provokasyon olarak da yorumlayanlar oldu.
Bu durumun gerçekle ne ölçüde örtüştüğünü önümüzdeki süreçte herhalde görürüz.
Ancak cinayetin örttüğü ve geri plana ittiği başka önemli hususlar da var. Ve bunların başında, hiç şüphe yok ki, AB süreci geliyor.
Nitekim Avrupa basınında da, cinayetin asıl hedefini “Türkiye’nin AB sürecini sabote etmek” olarak niteleyen yorumlar yapıldı.
Bu çerçevede, TÜSİAD’ın, Dink suikastından sadece birkaç saat önce açıklanan demokrasi raporu da gölgede kaldı. Sonraki günlerde MHP liderinin rapordaki bazı önerileri “PKK patentli” olmakla suçlaması üzerine yaşanan tartışma bu durumu nisbeten “telâfi” ettiyse de, raporun asıl önemli kısımları yine de hak ettiği ilgiyi görebilmiş değil.
Raporda, demokrasimizin AB reformlarına rağmen giderilemeyen kronik problemlerine dikkat çekilerek, bunların ancak yapısal reformlarla çözülebileceği gerçeğinin altı çiziliyor.
* Cumhurbaşkanının yetkilerini azaltacak;
* MGK’yı anayasal kurumluktan çıkaracak;
* Genelkurmay’ı MSB’ye bağlayacak;
* Yerel yönetim reformunu sağlayacak;
* Yargının devletçi yaklaşımdan kurtarılıp hukuk ve demokrasi perspektifiyle ıslahını öngören yargı reformuna imkân verecek yeni sivil bir anayasaya ihtiyaç olduğu belirtiliyor.
301 başta olmak üzere TCK ve TMK’da ifade özgürlüğünü engelleyen maddelerin kaldırılması çağrısı yapılıyor. Siyasî partiler ve seçim kanunlarında yer alan antidemokratik düzenlemelerin temizlenmesi isteniyor.
Bahçeli’nin PKK ile örtüştürerek öne çıkardığı “anadilde eğitim” talebi ve buna dayalı olarak sürdürmek istediği tartışma, aynı zamanda bunların örtülmesini mi amaçlıyor?
Eğer öyle ise, Türkiye’nin geldiği noktada bu konuların geçiştirilmesi, örtbas edilmesi ve gündem dışına itilmesi artık kolay değil.
Rejimin sivilleşmesi, sivil irade üzerindeki asker vesayetinin tamamen kalkması, devletteki resmî ideoloji baskısının bertaraf edilmesi, yargı kaynaklı engellerin aşılması gibi hedeflere ulaşılıncaya kadar bu tartışma sürer.
TÜSİAD raporu bunun en son işareti.
Ancak söz konusu raporun problemli tarafları da var ve bunların başında din eğitimine, imam hatiplere yaklaşım tarzı geliyor.
Tamam, raporda önerildiği gibi, din eğitimi anayasal zorunluluk olmaktan çıkarılsın; ama toplumun bu ihtiyacı gözardı edilmesin.
Eğer imam hatiplerin sayısı dondurulacaksa, diğer okullarda gönüllülük esası çerçevesinde, beklentilere cevap verecek tatminkâr bir din eğitimi verilmesine karşı çıkılmasın.
Aynı şekilde, imam hatiplere kız öğrenci alımının durdurulması isteniyorsa, okullardaki başörtüsü yasağının kalkması da talep edilsin.
Yargı reformundan söz edilirken, YÖK reformu da es geçilmeyip gündeme getirilsin.
Sonuç olarak, TÜSİAD laiklik anlayışını ve dine bakışını da, ortaya koyduğu demokratikleşme perspektifiyle uyumlu hale getirsin.
31.01.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
ABD-İran savaşı başladı mı? |
|
Bu sorunun iki cevabı var. Bunlardan birisi Nejad ve Larijani gibi düşünenlerin cevabı. ABD’nin Irak’ta yeteri kadar bataklığa saplandığını ve İran gibi daha büyük bir lokma olan ülkeye karşı bir maceraya girişemeyeceği yönünde. Aslında Irak bağlamında geçmişte Saddam ve dünyanın akıllıları da böyle temenni ediyorlardı. Amr Musa ve Mübarek’in İran’la ilgili uyarılarını çokları Irak konusunda da yapmışlardı ama bu uyarılar işgali ve ABD’nin bataklığa saplanmasını engelleyemedi. Larijani şöyle diyor: “Onlar İran’ı işgal ve nükleer tesislerini vurmak için hiçbir güce ve plana sahip değiller...”
Buna lmukabil İran’ın eski Kültür Bakanı Ataullah Muhacirani de aynen bizim gibi şöyle diyor: “ABD’nin herşeyi imha edebilecek güce sahip olduğu gözden ırak tutulmamalı. İlla da onların İran’ı işgal etmeleri gerekmez. Çözümü için krizi tırmandırmaya başladılar bile...” Nejad ve ekibini bunu görmek bile istemiyorlar. Onlara göre, Bush ve ekibinin İran karşısında tırmandırma politikaları sadece psikolojik bir harpten ibaret. Sadece kelime oyunu ve savaşı. Söz savaşının fiili bir savaşa dönüşme ihtimali yok. Bundan dolayı Nejad hergün ABD ve İsrail’e gürlüyor ve kurusıkı mermiler gönderiyor. Fehmi Koru da dahil biz gazeteciler 1991 yılında Saddam ile baba Bush arasındaki gerilimi de aynı bu şekilde blöfleşme ve sözler savaşı olarak okumuştuk. Gözlerimizi açtığımızda savaş oluyordu. Saddam yerine hâlâ dublörünün idam edildiğini düşünenler ise hâlâ 1991 yılında savaş olmadığına inanıyorlar. Onlara diyecek bir sözümüz elbetteki yok. Muhacirani’ye göre Nejad tam da 20 yıl öncesinin kafasıyla düşünüyor ve yaşıyor.
Halbuki Bolton’dan Cheney’e neoconlar veya şahinler hergün savaş tamtamları çalıyor. Hillary, Bush’a ‘Irak’taki ağır mirasını geleceğe ve gelecek başkana devretme’ diye yalvarsa da muhtemelen Bush sadece Irak’taki ağır mirası değil İran’la kavgayı da halefine devredecek. Bu bağlamda, Karanlıklar Prensi Richard Perle de sıfatına layık kehanetlerde bulunuyor ve Bush, dönemini bitirmeden İran’a büyük bir darbe vuracağını öngörüyor. Nejad ve Larijani 1991’de bizler gibi savaş olmayacak kehanetinde bulunurken Perle gibiler aksini savunuyorlar. Burada doğruya yakın tahmin karar mercilerine yakın olanlarinkidir.
***
İşte tam bu noktada ABD-İran savaşının başladığını düşünenler var. Hem de içerden, Bu isimler İran rejiminin en tepesindeki isimler. Hem de güvenlik konusuna hakim isimler. İran Devrim Muhafızları eski Başkanı ve şimdiki Rejimin Çıkarını Teşhis kurumu Genel Sekreteri Muhsin Rızai 18 Ocak tarihinde bu hususta söylenmeyenleri söylemiş: “ABD ile İran arasındaki karşılaşma 6 ay önceden başladı. Bu cepheleşmenin işaretleri ve emareleri iki ay zarfında yüzeye çıkacaktır...” Ve gerçekten de Irak bataklığına saplanan Bush ve ekibi şimdi İran üzerine kilitlendiler bile. Nejad da bunu görüyor ve Irak’taki yenilgilerinden dolayı dikkatleri başka yöne çekmek için İran’la uğraştıklarını söylüyordu. Tam da yerinde bir teşhis.
ABD ile İran arasında böyle bir savaş çıkarsa bu savaş tarihe ‘moronlor’ savaşı olarak geçecektir. Çünkü Bush ideolojik olarak nasil basit, kuru ve katı ise Nejad da o derecede basittir. Hatemi’nin eski bakanı Ataullah Muhacerani’nin tespiti budur: “Nejad basit bir devrimci olarak davranıyor. Sanki sırtında yumurta küfeleri yok. Hedefine ulaşıp ulaşmama kaygısı gütmeden görevini yapması gerektiğini düşünüyor. Ona göre hedefe ulaşıp ulaşmamak ikincil bir husus. Önemli olan görevin icrası... (Şarku’l Avsat, 30 Ocak 2007)”
Bush da onun gibi akibet düşünmeyenlerden. Düşünseydi Irak’ı işgal etmezdi. Akibeti düşünmediği için de İran’ı vurabilir. Kim zıddını iddia ederse vakıayı okumuyor demektir. Dolayısıyla bu düşünce sahipleri Bush’un çılgınlığına çılgınlık katmış oluyorlar. Moronist zemin böylece çift taraflı olarak güçlenmiş oluyor. The Guardian gazetesinde yazan İran uzmanı Ali Ensari: ‘Nejad ve Neoconlar birbirine çalışıyor ve birbirini besliyor ve tetikliyorlar’ diyor. Gerçekten de öyle. Hatemi son ABD ziyareti sırasında Bush ve Nejad arasında kıyaslama yaparken şunları söylemişti: “İkisi de aynı kumaştan...” Yani istikametleri zıt yöntemleri aynı olan insanlar. Sanki zıt ikizler. Benzetmek gibi olmasın ama Hitler ile Stalin gibi. Onların Polonya’ları da Irak olabilir. Bush iktidarının altıncı yılı konuşmasında El Kaide ile İran’a eşitledi.
***
Savaş çıkar mı çıkmaz mının ötesindeki gerçek şu ki, Nejad seçilmeseydi İran Bush’un ikinci devresini nisbeten asude bir şekilde tamamlayacaktı. Rafsancani cumhurbaşkanı olsaydı Irak ve bölge üzerine büyük pazarlık kotarılacaktı. Bu İran’ın lehine olurdu ama bölgenin lehine olur muydu, bilmem! Nejad ise Bush gibi davranarak pazarlık marjını yoketti. Bundan dolayı son sıralarda Hatemi, Rafsancani ve Muntazari gibiler İran’ın geleceği ve selameti adına Nejad’ı haşlamaya başladılar. Nejad söylemiyle sürüye kurt dadandırıyor. Bu kurt da kendi cinsinden olan Bush’dan başkası değil. Bu çılgınlığın önüne çifte azil geçebilir.
Newsweek dergisine göre, Amerikan halkı Bush’un azlini istiyor. Mormonlor savaşının çaresi en azından Bush veya Nejad’dan birinin azlidir. İran giderek dünyada ve bölgesinde yalnızlaşıyor. Bu yalnızlaşmayı kırmak için İran’da Nejad’ın Irak’ta Hekim ve Lübnan’da Nasralllah’ın bir şekilde geri çekilmesi gerekiyor. İran ve bölge ancak böyle onrmalleşebilir.
31.01.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Davut ŞAHİN |
Pejo reklâmı |
|
Peugeot (Pejo) reklamı var. Ekranlarda gösteriliyor.
Bir çok tv kanalında ve her reklam kuşağında... Benim bildiğim araba reklamında “aile” unsuru ön plandadır.
Ama Fransız malı Pejo’nun son reklamının ne anlama geldiğini anlamakta doğrusu zorlandım.
İki böceğin araba içinde uygunsuz görüntülerini öne çıkarmak ve cinselliği kullanmak hangi aklıevvelin işi?
HÜRRİYET’İN ÖZRÜ
Hürriyet gazetesinin tavrını önemsemek lazım. Neden? Gazete, Genel Yayın Yönetmeni kanalıyla “özür” diliyor.
Bu bir.
İkincisi, sırtını devlete yaslamış bir mevkutenin, ciddi ciddi araştırma sonucu bir neticeye varıp, daha sonra bunu deşifre ederek, halka karşı resmi bir dille özür dilemesi önemsenmeli.
Malum, Uğur Dündar “Tesettür Faciası” başlığında bir haber yaptı (17 Aralık 2006)
Yayın Müdürü Ertuğrul Özkök, yazısında şunları söyledi:
-Geçen hafta Davos’ta olduğum için, söz verdiğim bir görevi biraz gecikerek yerine getiriyorum.
-16 yıllık genel yayın yönetmenliğim süresince, hiç gocunmadığım bir şey, yanlış yaptığımızda “özür dilemek” ve düzeltmek oldu.
Yazıyı atlayarak geçiyoruz:
-Haber, bir anda tıbbi çerçevesini aşarak siyasi nitelik kazandı.
-Soruşturma geçen hafta tamamlanarak kamuoyuna duyuruldu.
-Bu sonuçtan sonra bize yapılacak tek şey kalıyor. İki kadın görevliden özür dilemek.
Onu da kamuoyunun önünde açıkça yapıyorum.” (Hürriyet, 30 Ocak 2007)
Özkök’ün yazısında şu satırlar da mühim:
“Peki bu sonuç bizim hatamızı örter mi?
Hafifletse de örtmez.
Daha dikkatli davranmamız, sadece rapora güvenmeyip araştırmamız gerekirdi.
O bakımdan hem muhabirin, hem de yazı işleri olarak bizim kusurumuz var.
Ayrıca olayı hemen “Tesettür Faciası” olarak sunmak da açıkça önyargılı bir davranış olmuş.
Bütün bunlar için, haberi yapan arkadaşımızı uyarıyoruz.
Yazı işleri olarak biz de gereken dersi çıkarıyoruz. Son bir nokta.
Sağlık Bakanı Recep Akdağ’a ve müfettişlere de bu titiz çalışmaları için teşekkür ediyorum.” (a.g.g.)
Özkök’ün özrü yeterli mi? Hayır, değil.
Ancak “ilk” olması bakımından önemli.
Belki bu “özür” bir sonun başlangıcı olur.
BOZULAN MERTLİK
Cep telefonları çıktı, mertlik bozuldu.
İletişim aracı olan telefonlar artık “rezalet” aracına dönüştü.
Gençler bu zamanda, ya şiddet yahut ahlâksızlık kurbanı. Eğitim modelini suçlamak, anne-babayı suçlamak kolaycılık. Aslolan bu gençlere neyi nasıl vereceğiniz?
Ne yazık ki, bu gençliğin geleceğini “birileri” çaldı. Sistem içinde eriterek hem de.
ARENA
Bu arada “Arena” programının İstanbul/Aksaray’da ortaya çıkardığı “çocuk pornosu” haberi insanların tüylerini diken diken etti.
CD satıcısı, profesör edasıyla, nasıl satış yapabileceğini anlatıyor arkadaşına! Söyledikleri tek tek gizli kamerayla kayıt altına alınıyor.
Baskın sırasında, adam kendini kameralara karşı savunurken, aslında suçunu itiraf ediyor. Sunucu “Yasadışı yayınları sattığınızı kabul etmiyor musunuz?” diye soruyor.
Cevaba bak: “Hanfendi, beni neyle suçladığınızın farkında mısınız? Çocuk pornosuyla suçlanmak çok kötü birşey... İğrenç bir şey. Bunu nasıl söyleriz?” (Kanal D)
Arena’yı kutluyoruz.
Gizli kamerasını bu tür iğrenç insanların üzerine tutmalı ve deşifre etmeli!
31.01.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Ne mutlu o kimseye! |
|
“Ne mutlu o kimseye ki kendi kusurlarıyla uğraşmaktan başkalarının kusurlarını görmeye fırsat bile bulamaz.”
Güzel ahlâkı tamamlamak için gönderilen Kâinatın Efendisi (asm) böyle buyuruyor.
Tekâmülün, yükselişin yolu kendi kusurlarımızı düzeltmekle meşgul olmaktan geçmez mi? Böyle bir insan nefsini öylesine ıslâha muhtaç görür ki onun kusurlarıyla uğraşmaktan başkalarının kusurlarını sayıp dökme, onlarla ilgilenme ve uğraşmaya vakit bulamaz; onlara aklında, zihninde dahi yer vermez.
Nefsine mağlup olan insan ise kendi kusurlarını görmez, görmek istemez, ufacık bir eleştiri görse nefsini avukat gibi savunur. Başkalarının kusurlarını aramak, bulmak, sayıp dökmek için ise can atar.
Ah iş bununla bitse! Dedikodu, gıybet de peşinden geliverir.
İmtihana bakın! Bizi ilgilendirmeyen kimsenin kusuru bizi farkında olmadan günahların en büyüklerinden biri olan gıybete itmekte.
Oysa İslâm bizi eğitirken başkalarının kusurlarıyla değil uğraşmak, onları görmemenin büyük bir fazilet olduğunu öğretiyor. Ama biz bu kusurları gündemimize almakla büyük günahlara giriyoruz. Her şeyden önce vakti bol, boş insanların işi bu. İnsan kendine bir meşguliyet bulsa, güzel işlerle, hizmetlerle uğraşsa onlarla ilgilenmeye fırsat bile bulamaz.
Sadi’nin şu hatırası bu hususta ne kadar ilginç değil mi?
Diyor ki: “Hatırımdadır: Çocukluk çağımda çok sofuydum. Daima geceden kalkardım. Zühde ve perhize çok düşkündüm. Bir gece babamın yanında oturuyordum. Bütün gece gözümü yummamış, Kur’ân-ı Kerim’i elimden bırakmamıştım. Birtakım kimseler etrafımızda uyuyorlardı. Babama: ‘Şunların bir tanesi başını kaldırıp da iki rekât namaz kılmıyor; öyle uyuyorlar ki ölmüş sanırsın’ dedim. Babam: ‘A babasının canı, dedi, elâlemin dedikodusunu edeceğine keşke sen de uyusaydın!’”
Sadi-i Şirazî bu hatırasını aktardıktan sonra diyor ki: “İddialı kimse kendinden başkasını göremez. Çünkü önünde kuruntu perdesi vardır. Eğer ona gerçeği gören bir göz verilseydi, kendisinden daha âciz bir kimse göremezdi.” (Gülistan, s. 85-86).
Evet, gerçeği gören göz sahibi öylesine kendini ıslâha yönelir ki, düzeltilmesi gereken kusurları sebebiyle kendini en aciz kimse olarak görür. Kimbilir başkalarının bilmediği, kendi kendimizi ayıpladığımız ve ıslâhı için didindiğimiz nice kusurlarımız vardır.
Kişinin kusurlarıyla uğraşıp kendini ıslâha çalışması nefse indirilmiş en büyük darbedir ve nefse karşı kazanılmış büyük bir zaferdir.
31.01.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
İspat ve izah mı, tartışma mı? |
|
İman esasları hususunda bilmemiz gereken temel mesele münâzâra ve tartışma konusu yapılmadan ispat ve izah edilmesi gerektiğidir. Zira, tartışma veya münâzarâda duygular önplandadır, hisler galiptir. Tartışma, meseleyi münakaşa zeminine kaydırır. O durumda da inat gibi olumsuz duygular mı, yoksa mağlûp olmama psikolojisi mi devreye gireceği belli değildir.
İman esaslarının muhatabı da akıl-baliğ olanlardır. Dolayısıyla iman esasları, aklî, mantıkî ve vicdanîdir. Şüphesiz önce tevhidden; yani kâinatın Yaratıcısı ve Sahibi’nin varlığı ve birliğinden başlamak gerekir. Konuşmaya başlamadan önce de üslûp ve metot ortaya konmalıdır. Ortamın da tartışmaya etkisi olacağı açıktır.
Materyalist, seküler hayat görüşüne sahip bir gençle inanç/iman, yani yaratılış konularını konuşmaya karar verdik. Ona şu teklifte bulunmuştum:
“Hepimiz gerçeğin, huzur ve mutluluğun, dolayısıyla lezzet ve zevkin peşinde değil miyiz?”
“Evet.”
“Sen, bunların senin hayat felsefende olduğunu iddia ediyorsun. Ben de, yalnız iman ile onlara ulaşmanın mümkün olabileceğini söylüyorum. Öyle ise görüşlerimizi biribirimize kabul ettirmeye değil; her şeyi sorgulayarak gerçeği bulmaya çalışalım. Duygusal değil, akıl/mantık ve vicdanımızın sesini dinleyelim.”
“Kabul…”
“Aradığımızı ancak Kâinatın Sahibine inanmakla elde edebiliriz. Seni Ona inamaktan alıkoyan nedir?”
“Tüm özgürlüklerim yok olur. İnanıyorsan, ibadet edeceksin, kurallar içinde yaşayacaksın. İstediğin gibi yaşayamazsan, mutlu olamazsın.”
“İki nokta arasında çekilen hattın, en kısa ve doğru çizgi olduğunu biliriz. Allah’a imanın en doğru, en kolay, dolayısıyla en huzurlu ve mutlu; inkâr yolunun ise gayet uzun, zor ve tehlikeli olduğu ispat edilirse ne dersin?”
“Dinliyorum!..”
“Uçağa bindin mi? Fark etmez, otobüs, tren veya gemi de olabilir… Sık sık yaptığımız bir seyahati şimdi hayalen tekrarlayalım: Gözlerini kapat ve uçağa, gemiye, trene bin ve düşün: Uçak pilotsuz, gemi kaptansız olmaz! Uçağın pilotsuz, geminin kaptansız olması mı daha akıllı/mantıklı; olmaması mı? Olması mı daha huzur ve mutluluk verici, yoksa olmaması mı? Farzımuhal, öyle düşünsen; çekeceğin korku, endişe ve heyecanı hesaplayabilir misin?
“Her vasıtanın kendine has kuralları var; rastgele işler yapamazsın. Uçak iner ve yükselirken kemerleri bağlaman gerekir. İstediğin şekilde kalkıp hareket edemezsin, koşamazsın, oyun oynayamazsın veya dans edemezsin!”
“Olabilir!.. Pilot ve kaptanın olduğunu kabul edelim, ama, bunlar bir değil, birkaç tane olamaz mı?”
“Bu, konunun başka bir boyutu. Mutlaka bir sürücü ve yönetici kabul ettiysek, cevabı kolay. Aynı anda iki şoförün direksiyonda olduğunu düşünün! Eğer iki veya daha fazla ilâh olsaydı, kâinatın düzeni kısa bir zaman diliminde bozulmaz mıydı? ‘Eğer göklerde ve yerde Allah’tan başka ilahlar olsaydı, kesinlikle ikisinin de düzeni bozulurdu. Demek ki, Arş’ın Rabbi Allah, onların nitelemelerinden uzaktır, yücedir.’1 Atomdan yıldızlara, galaksilere, kâinatın bir ucundan diğerine aynı kanun, aynı düzen, aynı sistem var olduğuna göre, Yaratıcı ve Yönetici tektir…”
Dipnot: 1- Enbiyâ Sûresi: 22.
31.01.2007
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
M. Ali KAYA |
Medya ve şiddet |
|
Yazılı ve görsel yayınların hepsine birden medya demekteyiz. Basılı yayın dediğimiz gazete, dergi ve kitaplar, görsel ve işitsel yayın olan radyo ve televizyon medyanın kapsam alanına girer. Bunlara ayrıca kitle iletişim araçları da denmektedir.
1860-1930 yılları arasında gelişmeye başlayan hareketli fotoğraf ve kablolu telefonlar, radyo ve televizyonun temellerini teşkil etmektedir. Elektronik ve kimyasal endüstrinin gelişimi ile de günümüzün kitle iletişim vasıtaları ortaya çıkmıştır. Popüler kültürün gelişimi ve eğlence sektörünün yaygın hale gelmesinde en büyük pay medyaya aittir.
Medyanın en önemli özelliği geniş kitlelere en kısa zamanda ulaşma ve onları en iyi şekilde etkileme vasıtası olmasıdır. Medya iyi kullanıldığı zaman insanları iyiye ve doğruya yönlendirdiği gibi, yanlışa ve kötüye de yönlendirebilir. Kötü maksatlı insanların elinde halk kötü emellerine âlet edilebilmektedir.
TV bilhassa çocuklar üzerinde kolay öğrenme ve okumaya etkisi olmakla beraber, saldırganlık duygusunun gelişimine de katkıda bulunmaktadır. Şiddet ve müstehcenlik içeren yayınların, çocuklarda “ahlâk ve değer kaybına” yol açması ise en korkunç menfî etkilerin başında gelmektedir. Günümüzde internet de aynı şekilde çocuklarımızı ve gençlerimizi menfî yönde etkilemektedir.
Bilhassa çocuklar zihinsel yönden tam gelişmedikleri için algılamaları ve anlamlandırmaları da yetişkinler gibi değildir. Onlar kurmaca ile gerçekleri birbirinden ayıramamaktadırlar. Ayrıca yetişkinler, televizyonu eğlence vasıtası olarak izlerlerken çocuklar eğlenceli buldukları TV aracılığı ile dünyayı tanımaya çalışıyorlar ve gerçekçi olarak görme eğilimindedirler. Bu da onlarda daha fazla etki yapmasını kaçınılmaz kılmaktadır. Maalesef çocuklarımız televizyon karşısında korumasız kalmaktadırlar.
Psikologlar ve araştırmacılar, şiddet içerikli TV programlarının toplumun şiddete karşı duyarlılığının azalmasına, suç oranının artmasına ve çocukların saldırgan davranışlar sergilemesine yol açtığı gerçeğini ortaya koymaktadırlar.
Sosyal Öğrenme Teorisine göre bir çocuğun herhangi bir şeyi öğrenmesi için onu görmesi ve model alması yeterli olmaktadır. Çocuklar televizyonda gördükleri ve model aldıkları karakterin davranışını gözlemleyerek benzer bir durumda benzer bir davranış ortaya koymaktadır. Bunun için çocuklarımızın güzel modellere ve örnek davranışlara ihtiyacı vardır.
Aile içinde anne-baba ve kardeşler çocuklarımıza güzel örnek olmalıdırlar. Dede ve nenenin, amca, dayı ve halanın çocuk eğitiminde ve örnek model olmalarında rolü inkâr edilemez. Çocuk aile, akraba ve öğretmenlerinde güzel modeller bulamadığı zaman elbette TV modellerine yönelecektir.
Anne-baba olarak çocuğumuzla ilgili yapmamız gereken şeyler de vardır. Bunları da sıralayarak konumuzu noktalayalım.
Çocuğun televizyon izlemesini yaş, ders ve uykuya göre ayarlayabiliriz.
Televizyonda program seçmeyi öğretebiliriz. Tabiî ki öncelikli olarak anne-baba televizyon programlarını seçerek izlemelidirler. Bilinçli bir TV izleyicisi olmalıdırlar.
TV ve şiddet ile ilgili çocuklarla konuşarak gerçekleri anlatın.
Şiddetin ne derece zararlı olduğunu onlarla konuşarak ortak kararlar alın ve bir problemin şiddet kullanmadan nasıl çözülebileceği konusunda yol gösterin.
Şiddete karşı davranış sergiledikleri zaman onları ödüllendirin.
31.01.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Abdil YILDIRIM |
Eskimiş fikirler |
|
İnsanın elbisesi eskir, imkânları ölçüsünde yenisini alır. Evinde veya işyerinde kullandığı bir eşyası veya araç gereci eskir, artık istifade edilmeyecek hale gelir, onların yerine de ihtiyacını karşılayacak şekilde yenilerini almaya çalışır. Çünkü istifade edilen her aracın bir miâdı vardır. Artık size fayda sağlamayan bir aracı elinizde tutmak, ondan vazgeçmemek için inat etmek, bir gün sizi hüsrana uğratacaktır. Herkes her alanda ileri gidip kalkınıp yükselirken, siz yerinizde saymaya bile fırsat bulamazsınız. Her gün geriye gider, geriden gelenlerin ayakları altında ezilmeye mahkûm olursunuz.
Bazı fikirlerin de bir geçerlilik süresi vardır. Bir gün gelir, onların da miadı dolar. Artık o fikirleri değiştirip, yerine daha güzel ve faydalı olanını ikame etmek gerekecektir. Özellikle kısa vadeli düşüncelerden doğan, belli bir zaman dilimine ve belli bir hayat tarzına hitap eden fikirler, zamana ve şartlara göre yenilenmezse, fertleri ve toplumları hayattan koparır. Çağdaş ve medenî dünyadan uzaklaştırır. İlimde, teknikte, siyasette, ticarette, sporda ve sanatta, akıl kapılarını yeni fikirlere kapatanlar, kendilerini eskinin eski kalıplarına hapsetmiş olurlar.
Eskimiş düşüncelerde inat ve eski fikirlerde ısrar etmek tam anlamıyla bir gericiliktir. Siz zamanın imkân ve ihtiyaçlarından sırt çevirip, ileri gitmeye çalışmıyorsanız, bal gibi gericisiniz demektir. Hatta bu inat ve ısrarınız, size “ yobaz” bile dedirtebilir. Eskiyen ve işe yaramayan fikirler hayatınıza hâkim oldukça, hayatınız kararmaya devam edecektir. Miadı dolmuş, işlevini kaybetmiş, hükmünü yitirmiş fikirler kafanızda kaldıkça, daha fazla tahribat yapacaktır. Zaman geçtikçe ondan kurtulmak da daha zor olacaktır. Cenap Şahabettin, “Eskimiş fikirler paslanmış çivilere benzer, söküp atmak çok güçtür” diyor.
Şunu da unutmamak gerekir ki, eski olan her fikir eskimiş değildir. Bazı fikirlerin son kullanım tarihi kıyamete kadar devam edecektir. “Dünya yaşlandıkça Kur’ân gençleşiyor” fikri, böyle eskimeyen fikirlerdendir.
Dünyada sürekli bir değişim ve gelişim süreci yaşanıyor. Rejimler değişiyor, sınırlar değişiyor, savaşın ve barışın araçları değişiyor. Bütün bunlar hızla değişirken, insanın belli bir düşünce kalıbı içinde değişmeden kalması söz konusu değildir. Zaten kalıplarını kıramayan, kozasını delemeyen fertler ve toplumlar, yok olup gidiyorlar.
Bugün bizi geri bırakan, muâsır medeniyet seviyesinden uzaklaştıran sebeplerin başında, eski fikirlere saplanıp kalmak gelmektedir. Meselâ, devletçiliğin katı kalıplarını muhafaza etmek, siyasette ve ekonomide liberal görüşlere karşı çıkmak, bireysel özgürlükleri mümkün olduğunca kısmak gibi çağın gerçekleri ile ters düşen düşüncelerde ısrar etmek, geri kalmışlığımızın en önemli sebeplerindendir.
Yasakçı zihniyet de eskimiş bir düşünce yapısıdır. Özellikle düşünce, inanç ve kanaat özgürlüğünü kısmak, insanların kılık kıyafetlerine müdahale etmek, “Din terakkiye mânidir” şeklindeki eski fikirlere saplanıp kalmak, çağdaşlaşmanın önündeki en büyük engellerdir.
Miadı dolmuş fikir ve düşünceler konusunda da en güzel sözü Bediüzzaman söylemiştir:
“Eski hal muhal, ya yeni hâl, ya izmihilâl”
31.01.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Saadet Bayri FİDAN |
Ninemin sandığı |
|
Köyü anlatan yazılara bayılırım. Hiç eskimeyen anılarımı tazeler. Tabiîliği, masumluğu, saflığı getirir gözlerimin önüne. Küçük bir çocukken, babamın askerliği sırasında annemle beraber uzun bir süre kaldığımız köyümüzde yaşadıklarımı hatırlarım hep. Çocukluğuma ait unuttuğum o kadar çok şey var ki… Ama köy anılarımı hiç; ama hiç unutmadım.
Ninemin, evin içindeki ateşi yakıp üzerinde yemek yapması oldukça heyecanlandırırdı beni. Saatlerce onu izlerdim. O da gülümseyerek bana bakardı. Evden çok uzak olan çeşmeden su getirmem için elime küçük bir kova tutuştururdu. Ben de değişik bir şey yapma heyecanıyla koşarak gider, ancak dönüşte yavaş gelirdim. Hafif olan o küçük kova, suyla dolunca ne kadar da ağır gelirdi! Yine de hiç şikâyet etmeden götürürdüm. Sonuçta ninem mutlu olacaktı.
Dedemin elma bahçeleri vardı. Hâlâ tatlarını unutamadığım nefis elmalarla doluydu bu bahçeler. Annem arada beni gezdirmek için bahçeye götürürdü. O kitap okur, ben de ağaçlardan elma koparmaya çalışırdım. Ama nafile, birkaç elma dışında koparamazdım. Zira ağaçların boyu uzun, benimki ise kısaydı. Annemi de rahatsız etmez, yere düşenleri toplar, arada annemden yardım isterdim. Bu gezilerin en zor olanı, eve dönüşlerdi. Dedem beni kapıda yakalar, “Söyle bakalım, sen bugün kaç tane elmamı yedin? Yoksa bütün elmalarımı bitirdin mi?” dediğinde; kızmasın diye, “Az yedim dede, çok az yedim” derdim. “Bahçeye indiğimde sayacağım, bakalım kaç tane yemişsin?” diye eklediğinde, kızıp, “Tamam, bir daha gitmem” diye karşılık verirdim. O da güler, “İyi, elmalarımı bitirdin; şimdi de gitmem diyorsun” dediğinde, “Ne kadar cimri dedem var?” diye sinirlenirdim.
Ninem koyunları otlatmaya götürür, akşam döndüğünde de beline bağladığı kuşağına elma, armut doldurur, gizlice bana verirdi. Çünkü ben öyle istiyordum, dedem görmemeliydi. Çok şefkatli kadındı ninem. Annem bana kızınca, “Karışma, o çocuk, büyüyünce bunların hiçbirini istese de yapamaz” derdi. Annemi sinirlendirdiğimde, ninemin yanına koşup saklanırdım. O da bu durumdan zevk aldığımı bilir, beni en büyük hazinesinin yanına gizlerdi.
Onun hazinesi sandığıydı. Annesi, evlenirken ona bu sandığı vermişti çeyiz olarak. O da yıllardır gözü gibi bakarmış bu sandığına. Bazen saatlerce başında durur, temizler, yerleştirirdi. Sandığını açacağı zaman, kimseyi içeriye almazdı. Anahtarını da boynunda taşırdı. O kadar merak ederdim ki içinde ne olduğunu! Bana göre çok önemli şeyler vardı. Hayalimde birçok şey kurar, içinde periler olduğuna bile inanırdım.
Babam askerden dönünce, evimize döndük. Aradan 10 yıl geçti, o zaman içinde dedemi arada gördüm. Ninemi ise hiç görmedim. Onu sandığın başında oturmuş, içinde sakladığı şeylerle uğraşırken hayal ediyordum hep.
On yıl sonra gittik köyümüze. Her şey değişmişti. Eski evlerini yıkıp yeni ev yapmışlardı. İçerideki ocak yoktu. Yazın cevizlerini serdikleri, elma, erik ve kayısılarını kuruttukları ve benim başlarında beklediğim o dam, çatı olmuş; başka bir yerde yapıyorlardı kurutmalarını.
Ninem aynıydı, hiç değişmemişti. Bu kadar değişen şeyin arasında, o hâlâ eski ve benim çocukluğumdan kalma ninemdi. Yüzünden eksik olmayan o hüzünlü tebessüm hâlen vardı. Başında neredeyse yerlere değecek kadar uzun tülbendi… Yerleri süpürecek kadar uzun ve geniş elbisesi… Ve belindeki kuşağı… Onu öyle görünce, yanına gidip kuşağının içine bakmak istedim hâlâ elmaları var mı diye? Ninem bunu anlamış olacak ki, bir iki tane elma çıkarıp uzattı kuşağının arasından. O, çocukluğumdan bana kalan tek anıydı.
Ve gözlerim sandığını aradı. Eski yerinde olmasa da, aynı hâliyle duruyordu. Hâlâ kilitliydi ve kilidi ninemin boynundaydı. Ninemi ara ara sandığının başında buldum; ancak bir türlü görmek istediğimi söyleyemedim. Bu sandık onun en özeliydi ve öyle de kalmalıydı.
O yıldan sonra bir daha gidemedim. Birkaç yıl sonra ninemin hasta olduğunu öğrenmiştik. Üniversiteye hazırlandığım için, annemler giderken beni götürmediler. Ninem, annemler yetişmeden vefat etmişti.
Annem eve geldiğinde, cenazenin çok kalabalık olduğunu ve ninemin bu kadar çok sevildiğini bilmediğini söyleyip “Büyük kadındı, kimseyi incitmedi. Mekânı Cennet olsun” sözlerinin ardından dayanamayıp sordum: “Sandığını açtınız mı?”
Annem hüzünlü bir tebessüm içinde, “Sandığında çeyizi vardı” dedi. “Annesinin, ilk sandığını verirken koyduğu çeyizler. Nasıl muhafaza etmişse, sararmışlar; ama yeni koyulmuş gibi tertemiz duruyordu” dediğinde gözlerim doldu ve ninemin gerçek bir hazinesi olduğunu anladım. Öyle bir hazine ki, manevî olarak değeri asla ölçülemez.
Sekiz yıl oldu ninem vefat edeli; ancak sandığını hatırladıkça, hâlâ eski gelinlerin, odalarının en mutena köşesinde bir hazine sandıklarının var olduğunu biliyorum. Tıpkı ninemin hazine sandığı gibi. Peki ya şimdi?...
31.01.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
İsmail BERK |
Kamuoyunu yanıltma girişimleri |
|
“Büyük” bir gazetenin duyurduğu haber, günlerce kamuoyunu meşgul etti. Bir kısım medya ve bir kısım kalem erbabı ile siyasîler olayın detayını öğrenmeden balıklama daldılar. Spekülasyon boyutu, olayın kendisini aştı. Tabir yerindeyse, “şuyuu vukuundan beter” bir hal aldı.
Neden bahsediyorsunuz derseniz, haklı bir merak olur. Çünkü yukarıdaki cümle kalıplarının içine yerleşebilecek o kadar çok yalan-yanlış haber ve tahrik edici yayın var ki... Hangisi olduğu konusunda sizin de kafanız karışmıştır.
Karışmayacak gibi de değil. Toplumun gündemi ile aydınımızın ve “kurtarıcılar”ın gündemi paralellik arz etmediği müddetçe, bu karmaşa devam edecek. Öküz altında buzağı arayanlar, maksatlı yayın yapanlar ve asparagas haber yapmayı sevenler, kamuoyunu yanıltmada bir hayli marifetliler (!).
Ancak, eski çamlar bardak oldu ve eskisi kadar marifetsizlikleri uzun sürmüyor. Artık mukabil basın var. Daha çok irdeleyen ve olayların üstüne giden taraflar var. Yalancının mumu, bazen akşamı bile bulmuyor. Yatsıya bile kalmadan sönüyor.
En son gürültü koparılan ve “tesettür faciası” olarak manşetlere çıkarılan Konya Numune Hastanesi’nde yaşanan skandal da bunlardan biri. Skandal olan çarpık ve yalan haber. Yoksa bahse konu ve iddia edilen “skandal” değil. Skandal haberi, bizzat skandal.
Olayı hatırlayalım. Ali Faruk Gündoğdu isimli bir hastanın testis ultrasonunu, iki tesettürlü bayan doktorun çekmediği yönünde bir iddiaydı. Günlerce süren tartışmaların yanı sıra Sağlık Bakanlığı Teftiş Kurulu soruşturma yaptı. İki bayanın suçsuz olduğuna karar verdi. Esas ihmal sahibinin şikâyetçi operatör doktor Celal Tütüncü olduğuna hükmetti.
Bu sonuç, iddia sahibi gazetelere aynı punto ve büyüklükte haber olarak yansımadı. Hürriyet’in Genel Yayın Yönetmen Ertuğrul Özkök’ün bu yalan haberden dolayı Sağlık Bakanı Recep Akdağ’ı arayıp özür dilediğini de bir vesileyle öğrenmiştik. Keşke özrünü aleni ortama taşıyacak cesareti, aynı hiddet tonunda gösterebilse.
Doktor Ayşe Yüceaktaş ise, kendisi ve arkadaşının olayla hiçbir ilgisi olmadığı halde, bu olaya nasıl bulaştığını anlamadığını belirtiyor.
Nereden ve niçin üfürüldüğü bilinip de anlaşılmayan türden bu yanlı yayınlar karşısında birçok insanın mağdur edildiğini ve dinî kesimleri töhmet altında bırakacak yorumlara girildiği de hepimizin malûmu.
Meşhur basın mizahıdır; Hocanın keçisi çalındığı halde, “Hoca keçiyi çaldı” şeklinde verilen haberler mazide kalsa da, hocalarla problemleri olanların bir şekilde “keçi bahanesiyle” zihinleri bulandırdıklarını görüyoruz.
Kamuoyunun böyle kasıtlı haberlere itibar etmemesi, basının sorumluluğunu hatırlatıcı bir gelişmedir. Sivil toplum etkisi, tek taraflı basının gücünü kaybetmesi ve insanlarımızın bilinçli hali, artık provokasyonlara ve yanlış haber üzerinden kitleleri mağdur etmeye müsaade etmeyeceğine inanıyoruz.
Bilgi kirlenmesi yanında bilgiyi tahrip edecek menfî düşüncelerin toplumda endişe ve şüphe uyandıracak şekilde yayın yapmaları da ayrı bir vehamet. Özellikle çocuk yuvaları ve yetiştirme yurtları konusunda daha duyarlı ve ilgilileri harekete geçirecek sorumlu bir yayıncılık yerine, sanki bütün çocuklar aynı suçu ve ortamı yaşıyorlarmış yaygarası, uyarıcı ve ıslah edici olmaktan ziyade, yıpratıcı ve moral değerlerini sarsıcı bir zemine sürüklemesi, iyi niyetle izah edilemez.
Kafasındaki şablona göre haber arayan ve toplumu umutsuzluğa iten şiddet ve tahrip taşıyan yayınların daha düzeyli ve eğitici bir çizgiye çekilmesi hususunda basın kurumlarının sosyal sorumluluğu olduğu kanaatindeyim.
Benzer şekilde RTÜK’e de iş düşüyor. Şiddeti özendiren yayınların, gençler üzerinde yeni kahraman modellerini oluşturduğu gerçeğini göz ardı etmememiz gerekir.
Daha ahlâklı bir toplum için, ahlâklı bir basın kaçınılmazdır.
31.01.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Yasakçılar da özür dileyecek |
|
Hürriyet gazetesi, pek de alışık olmadığımız bir ‘iyi’ye imza atarak, daha önce yayınladığı bir ‘yalan haber’den dolayı haberde suçlananlardan ve dolayısı ile bütün okuyucularından özür diledi. Bu gelişme, Türkiye’de bazı şeylerin değiştiğini göstermesi bakımından da dikkat çekicidir.
Bazı şeyler değişti, çünkü şimdiye kadar ‘çamur at, izi kalsın’ anlayışıyla imza atılan onlarca ‘yalan haber,’ haberin taraflarının bütün itirazlarına rağmen düzeltilmemiş ve yanlışta ısrar edilmişti. Ama bu defa ‘özür’ dilendi ve üstelik bu ‘özür’, Genel Yayın Müdürünün yazısıyla geldi.
Önce hadiseyi kısaca hatırlayalım: Hürriyet gazetesi, 17 Aralık 2006 tarihli ‘manşet’ haberiyle başörtülü iki doktorun, erkek bir hastaya ‘testis filmi’ çekmediğini iddia etmişti. Gazete iç sayfalarda devam ettirdiği habere başlık olarak da “Tesettür faciası”nı uygun görmüştü. Denilmek istenen şuydu: İşte görün! Doktor olmuşlar, ama ‘erkek’ hastaya film/ultrason çekmiyorlar, tedavisini yapmıyorlar!
Haber yayınlanır yayınlanmaz ‘yalan’ olduğu belgelerle ortaya konuldu. “Ultrason çekmediler” denilmek sûretiyle suçlanan iki başörtülü doktor, o gün görevli değillermiş. Bu durum ortaya çıktığı halde ‘büyük gazete’ yanlıştaki ısrarını sürdürmüş ve “Hastahane başhekimi ‘ilgili rapor’un varlığından Hürriyet sayesinde haberdar oldu” anlamında yayın yapmıştı. (20 Aralık 2006)
Aynı grubun diğer bir gazetesi de, aynı hataya kılıf aramaya çalışıp şöyle yazmıştı: “(...) Olayın ‘diyalog eksikliğinden’ kaynaklandığı tesbitinin yapıldığı öğrenildi. Olayda adı geçen ve tesettürlü oldukları iddia edilen radyologlar(ın) (...) hastahanede perukla çalıştıkları ortaya çıktı.” (Milliyet, 20 Aralık 2006)
Görüldüğü gibi, ‘Başörtülü oldukları için erkek hastaya ultrason çekmediler’ iddiası tutmayınca; bayan doktorların ‘hastahanede peruk taktıkları’ ortaya atılıyordu. Gazetelerde iç denetleme görevi yapan ‘okur temsilcisi’ de bu yanlışı itiraf edip ‘özür’ dileyeceği yerde, ‘kılıf’ bulmaya çalışmıştı.
Nihayet, hadiseyi araştırmak için görevlendirilen müfettişler, işin aslını ortaya koydu: İddia edildiğinin aksine, başörtülü doktorlar o gün görevli değildi ve ‘erkeklerin ultrasonu çekilmiyor’ iddiası tamamen ‘yalan ve uydurma’ idi.
Yalan olduğu ilk günden anlaşılan haberden dolayı, ‘özür’ dilemek için ‘müfettiş raporu’nun beklenmesi bile gereksizdi. Ama yine de ‘özür’ dilenmesinin bir ‘erdem ve fazilet’ olduğunu görmek ve özür dileyenleri kutlamak lâzım. Kamuoyundan özür dileyen Ertuğrul Özkök, “Özür ve teşekkür” başlıklı yazısında şöyle demiş: “Daha dikkatli davranmamız, sadece rapora güvenmeyip araştırmamız gerekirdi. O bakımdan hem muhabirin, hem de yazı işleri olarak bizim kusurumuz var. Ayrıca olayı hemen ‘Tesettür Faciası’ olarak sunmak da açıkça önyargılı bir davranış olmuş. Bütün bunlar için, haberi yapan arkadaşlarımızı uyarıyoruz. Yazı işleri olarak biz de gereken dersi çıkarıyoruz.” (Hürriyet, 30 Ocak 2007)
Burada en az ‘özür’ kadar önemli olan, ‘önyargılı bir davranış’ itirafıdır. Medya, önyargılı olmaktan vazgeçer ve gerçekleri görürse Türkiye ‘düzlüğe’ çıkar.
Bu özür bize, yakın gelecekte ‘yasakçılar’ın da ‘yasak mağdurları’ndan özür dileyeceğini hatırlattı. Hiç şüphemiz yok: Özür sırası kanunsuz başörtüsü yasağını savunanlara da gelecek inşallah.
31.01.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|