|
|
Abdil YILDIRIM |
Ecevit deyince |
|
Yakın tarihe damgasını vuran siyaset adamlarından Bülent Ecevit de her fani gibi bu dünyadan göçüp gitti. Ailesi ve yakınları ile Ecevit’i sevenlere başsağlığı diliyorum.
Bülent Ecevit’in elli iki yıllık siyaset hayatının kırk yıllık kesitini az çok bilen ve takip eden birisi olarak, arkasından ben de bir şeyler yazmak istedim. Hafızamın zaman şeridini geriye doğru sararak, “Ecevit deyince aklına neler geliyor?” diye kendi kendime bir soru yönelttim. Sonra aklıma gelenleri siz değerli okuyucularla paylaşmak istedim.
Ecevit deyince aklıma ilk önce Çalışma Bakanlığı yaptığı dönemde işçiler lehine yaptığı çalışmalar ve sendikal hakların elde edilmesinde yaptığı katkılar aklıma geliyor. Daha sonra İsmet İnönü gibi bir siyaset adamını saf dışı edip CHP’yi ele geçirdiğini hatırlıyorum. Siperli şapkası, mavi gömleği, gazetecilik ve şairlik sıfatları ile özdeşleşmiş olan Erika marka daktilosu da hafızamda silinmeyen Ecevit sembolleri olarak duruyor.
Ecevit isminden sonra hemen arkasından Erbakan ismi aklıma geliyor. Sonra da 1974 yılındaki CHP-MSP koalisyonunu hatırlıyorum. Her ikisi de farklı kutuplardan göründükleri halde, ne güzel bir ikili oluşturmuşlardı. Ecevit her zamanki nazik hali ile Erbakan’a “Sayın hocam” diye hitap ediyor, Erbakan da Ecevit ve arkadaşlarına “solcu kardeşlerimiz” diye iltifatlarda bulunuyordu. Bu ortaklığın akıldan çıkmayan en önemli iki icraati ise, Kıbrıs Barış Harekâtı ve çıkardıkları af kanunu idi.
Daha sonra Süleyman Demirel ile olan siyasî rekabeti, kürsülerde ve meydanlarda yaptıkları polemikler, atışmalar, kapışmalar, küsüşmeler ve barışmalar aklıma geliyor. Bir de 1977 seçimlerinde, seçim sonuçları açıklanmadan kendisini başbakan olarak ilân etmesini ve parti binası balkonlarından çalınan davul seslerini hatırlıyorum. Kesin sonuçlar açıklandığında ise, az bir farklı salt çoğunluğu kazanamadıkları belli olmuş ve Karaoğlan’ın tek başına iktidar hayalleri suya düşmüştü. Neyse ki on bir tane vatansever meydana çıkmış ve Ecevit’in hayallerini sudan çıkarmıştı.
“Ecevit deyince aklına neler geliyor?” şeklindeki sualin en kestirme cevabı, “Neler gelmiyor ki” şeklinde oluyor. Gerçekten de elli yıllık bir siyasetçi, gazeteci ve şair olan Ecevit söz konusu olduğunda, insanın aklına neler gelmiyor ki?
Meselâ, “Su sulayanın, toprak işleyenin” vecizesi aklıma geliyor. Köykentleri hatırlıyorum. “Kapının tokmağı” ise, hiç aklımdan çıkmıyor. Son olarak da, milletin oyu ile seçilmiş ve kendisi ile aynı haklara sahip olan bir bayan milletvekilini meclisten atmak için “Bu hanıma haddini bildirin” diye muzaffer bir kumandan edası ile kükrediğini hatırlıyorum.
1975 yılında kendisi hakkında yazmış olduğum ve Yeni Asya'nın “Pazar Ola” sayfasında yayınlanan bir şiirimi, şair ruhuna ithaf ederek sizlerle paylaşmak istiyorum.
KARA OĞLAN DESTANI
Bir varmış bir yokmuş
Allah’ın kulu çokmuş.
Evvel zaman içinde,
Kalbur saman içinde,
Ne Rusya’da, ne Çin’de
Bu topraklar içinde,
Kara bir oğlan varmış.
Halkına hizmet için,
Yanarken için için,
Birden atmış bir nara,
Çareyi bulmuş zira,
“Paşayı bir yanıltır,
Dizginleri kaparım,
Sonra da dolu dizgin,
Daha sola saparım,”
Deyip işe başlamış.
Önce sağı taşlamış,
Paşayı da haşlamış,
Bulmuş kendine bir şan
“Yaşasın Kara oğlan”
Mikrofonu kapınca
Önce şunu söylemiş:
“Toprak işleyenindir,
Su sulayanın” demiş.
Avaz avaz bağırır,
Sesi evler yıkarmış,
Konuşurken mikrofon,
Kulağını tıkarmış.
Seçimlerin sonunda,
İktidara yaklaşmış,
Bu duruma inanın,
Kendisi de çok şaşmış.
Kapıyı bir yoklamış,
Fakat kapı kilitli.
Anahtarın sahibi,
Durumdan çok ümitli.
İktidar kapısını
Ben açarım diyormuş,
Her an kulağı seste,
Bir teklif bekliyormuş.
Kara oğlan kararlı,
Bu kapıyı açacak,
Açamazsa zararlı,
Devlet kuşu uçacak.
Anahtarlı hocaya
Hemen elçi göndermiş,
“Şu kapıyı açsın da,
Anlaşırız” demiş.
Zaten hoca ararmış
Bu kadarcık bahane,
Hemen karara varmış,
“Bu teklif çok şahane”
Kara oğlan cakacı,
Hoca da çok şakacı,
Takılmışlar kol kola,
Düzülmüşler sol yola.
Kara oğlan durmadan
“Hocam taviz” diyormuş,
Hoca kafa yormadan
“El hak, caiz” diyormuş.
Az gitmişler, uz gitmişler,
Dere tepe düz gitmişler,
Suçluları affetmişler.
Yedi buçuk ay içinde
Arpa boyu iz gitmişler.
Bu yola ne dayanır,
Yırtılmış çorap çarık
Ayaklarının altı
Açılmış yarık yarık.
Tam bu anda şansları
Yüzlerine bir gülmüş,
Kara oğlan Kıbrıs’ta
Sihirli bir toz bulmuş.
Bu tozun sayesinde
Kapanmış yaraları,
Fakat yan tesiriyle
Açılmış araları.
Ne yazık ki karaymış
Kara oğlan’ın bahtı,
Öyle bir an gelmiş ki,
Bırakmış tâcı tahtı.
10.11.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Davut ŞAHİN |
Dibe doğru |
|
Televizyon dünyası bu... “Rating” uğruna yapamayacağı şey yok. Şöhretin devamı için olmadık “şarlatan”lığa imza atar bunlar.
İbo-Hülya... Sabah programlarının “eski”meyen müdavimleri Tülin/Caner ikilisi... Semra Kaynananın kızının bir başka kocaya kaçması... Meriç-Ahu soytarılığı... yani her şey “rating” uğruna...
Biz tam bunları yazmak üzereydik ki, bir radyocunun bu konuyu yazdığını gördük. Rahatsızlığını açık bir dille getirmiş. Aynen aktarıyorum:
“Canım Türkiye’min en popüler iki san’atçısı İbrahim Tatlıses ve Hülya Avşar evcilik oynuyor. Ekranın profesyonel jüricisi Armağan Çağlayan onlara nazire yapmak için sanat müziğimizin divası Babla’nın önünde diz çöküp evlenme teklif ediyor. Hiçbiri gerçek değil, hiçbiri samîmî değil. Hepsi ‘reyting’ uğruna.
“Televizyonun deneyimli ismi Reha Muhtar, yanındaki ekip sessiz ve sönük kalınca, Pişti programına mecburen iki hafta üst üste Ajdar’ı konuk ediyor. İstediğinden mi? Ajdar’ı çok beğendiğinden mi? Hayır. Sadece ‘reyting’ uğruna. Ne acımasız bir canavardır şu ‘reyting’ denilen olay. Efendi efendi program yapanlara hiç tahammülü olmayan terbiyesiz, seviyesiz bir canavar.
“Hülya Koçyiğit hanımefendiler gibi program yaptı. Seviyeyi düşürmedi. Onu bunu kapıştırmadı. Ne oldu? Kaç hafta dayanabildi? Gitti koskoca Koçyiğit.
“Şimdi Türk sinemasının bir başka dev ismi Fatma Girik televizyonda tekrar program yapmaya başlayacakmış. Fato’nun şansı daha yüksek. Onun bunun suratına tükürecek diye izletir kendini. Kuşum Aydın neden bunca zaman sabah kuşağında tutuyor? ....Ahu Tuğba ile Meriç rezaletine kaşık tutuyor da ondan. Sözüm ona çılgınlar gibi aşık olan Tülin için hastahanede yatan BBG evinin zavallı aşık delikanlısı Caner’in yanıbaşında hüngür hüngür ağlayabiliyor da ondan. Sabahın kraliçesi Seda Sayan da aynı Tülin ile Caner’i yanına alıyorsa bir bildiği var demektir. Yasemin’in penceresi ağlama duvarına bakmasa bu güne dek açık kalır mıydı sanıyorsunuz? Halkımız ekranda mümkün olduğunca kavga ve gürültü görmek istiyor. Hangi kanalda bir rezalet varsa onu izliyoruz. Sonra da televizyoncuları suçluyoruz. Bunlar durup dururken seviyeyi düşürmüyorlar ki? Millet istiyor diye yapıyorlar.
“Ne yapsınlar? Onları da ekmek parası. Hem her türlü rezaleti görmek için can atacaksın hem de şikâyet edecek ‘Televizyon programları çok kalitesiz. İzleyecek birşey kalmadı diyeceksin. Bu ne perhiz bu ne lahana turşusu. Reyting canavarı milletimizi yutmuş vaziyette. Program yapımcıları toptan ayvayı yemişler. Nerde, nasıl bir rezalet çıkarayım diye bütün gün kafa yoruyorlar. düşünsenize, işleri bu. Bir dolu aklı başında gibi gözüken insan aklı tamamen başından gitmiş tipleri bulup ekrana çıkmak için birbirleriyle yarışıyor. Reyting uğruna her şey mübah. Rezalet çıkarmak serbest.
“Ajdar’ın Pişti programında stüdyo konuklarından birine dediği gibi ‘Çüşşş’ yani!” (Cem Ceminay, Posta)
Bu satırları kaleme alan radyocu arkadaşa kendi yaptığı radyo programlarını da hatırlatmak gerekiyor. Zira, küfürlü telefon şakaları, internet ve cep telefonlarında dolaşıyor. Neyse, bunu yazmış olmasını da bir “başarı” olarak görüyorum.
Dememiz o ki:
Türk televizyonculuğu artık dibe doğru yavaş yavaş batmakta. Hâlâ bunu görmüyorlar mı?
10.11.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
Saddam’ın gizli ortağı da gitti |
|
Saddam’ın idam cezasına çarptırılmasından iki gün sonra Bush’un ara seçimlerde yenilmesi ve Rumsfeld’in ipinin çekilmesi kaderin bir cilvesi ve ihkak-ı hak olsa gerek. Saddam’dan sonra Rumsfeld’in ipinin çekilmesi de gizli, ama gecikmez adaletin bir tecellisi, temsili göstergesidir. Allah imhal eder, ama asla ihmal etmez.
Saddam oyununun veya manipülasyonunun bu defa ara seçimlerde tutmaması ve ters tepmesi amiyane tabirle her zaman ‘Kedi kaymak yemez’ sözünü hatırlattı. Kaderin bir cilvesi veya manipülatörlere iyi bir oyunu bu. Artık Irak’ın ve Saddam’ın veya Bin Ladin’in manipülasyon olarak kullanıldığı dönem bitti. Tutmuyor. Son kullanım tarihi de geçti. Ne olursa olsun her şeyin bir kullanma tarihi vardır. Bir iş haddini aştığında tersine döner. Güç zaafa, zaaf da güce inkılap eder. Sadece havyarla yaşanmayacağı gibi zaferler de sadece oyunlarla kazanılamaz. Zor oyunu bozar. Bu yenilgi Bush yönetiminin tepetaklak olmasıdır.
Tarih Saddam ve Rumsfeld sayfalarını dürüyor. Bundan sonra sıra onları yargılayanlara veya sahte yargıçlara gelecek. Ara seçimlerle birlikte Bush topal ördeğe dönerken altı da iyice boşalmıştır. Önce gemiyi fareler terk eder misalinde olduğu gibi Neoconlar ve şahinler olarak bilinen Perle, David Frum gibiler Bush’u ilk terk edenler oldu. Bush ise her ne pahasına olursa olsun Rumsfeld’i taşıyordu. Zira, Rumsfeld kilit öneme haiz bir kişilik. Soğuk Savaş döneminin kapanmasından sonraki belirsiz dönemin karakutusu. Yeni dönemin de başarısız mimarı. Saddam’la birlikte Soğuk Savaş sonrasının mimarı oldu. Daha doğrusu Saddam’ın gizli ortağı mesabesindeydi. Rumsfeld Savunma Bakanlığı politikalarını en geniş hedeflerine ulaştırdı ve en geniş çerçevesine oturttu. Askerî bir mühendis olarak Amerikan askerî kompleksini Soğuk Savaş döneminden 11 Eylül sonrasına taşıdı, adapte etti.
Irak bu yeni politikada veya Yeni Amerikan Yüzyılı politikasında bir anahtar ve maymuncuk idi, araç idi. SSCB’nin sahneden çekilmesi ve Irak’ın Kuveyt’ten atılmasıyla birlikte Soğuk Savaş ABD’nin galibiyetiyle bitti. 10 yıllık ara dönemden sonra Ground Zero’da Amerikan Yüzyılının yeni anıtı dikilmek isteniyordu. Bu nokta yeni bir “take-off” veya start noktası idi. Ama Rumsfeld kalkış noktasının bitiş noktası olabileceğini nereden bilebilirdi ki! Zavallı!
***
Bush Rumsfeld’i sonuna kadar korumak istiyordu. Hatta eşinin bile Rumsfeld’i istemediği biliniyordu. Scawcroft, Neoconları istemiyordu, Laura ise Rumsfeld’i. Aslında askerî teorisyen veya mühendis olmasına rağmen Rumsfeld başta olmak üzere hepsi acemi asker veya acemi çaylak ve asker kaçaklarıydı. Walker Bush da dahil. Başta onlara destek veren Antony Zınni gibi asker kökenliler ve generaller süreçte ne kadar tabansız olduklarını fark ettiklerinde çark etmişlerdi.
Aslında askerler ne savaşı, ne de başlarındaki Rumsfeld’i istiyorlardı. Askerler ve diplomatlar Bush yönetimine kaç manifesto vermişlerdi. Sayısı bile unutuldu. Zınni gibiler Neoconlar yüzünden gemiyi terk etmişlerdi. Ama Neoconlar da tepkisini çektikleri Zınni gibileri izlediler. Tarihin garabeti bu olsa gerek.
Saddam Bush’lardan iki kere darbe yedi. Saddam’ın kararından sonra ise Bush iki darbe birden aldı. Hürriyet gazetesinin ifadesiyle Bush bir günde iki ağır darbe aldı. Oyun kuranlar da oyuna gelenler de böylece tarih sahnesinden silindiler. Rumsfeld’in bitişi Pentagon’un bitişidir. Bunun bir ikinci anlamı, ABD’nin Ortadoğu’daki askerî politikaları iflas etmiştir. Önce BOP bitti ardından da bütün Pentagon politikaları iflas etti. ‘Başkan’ın bütün adamları’ tekerlemesinde olduğu gibi 11 Eylül sonrası bütün politikalar güme gitti. Şimdi Bush rejimi enkaz altında. Bush’un elinde kakafonik isimlerden kala kala Rice ile Rumsfeld kalmıştır. AP’nin analizinde de belirtildiği gibi ara seçimleri Demokratların kazanması Bush politikalarının iflası demektir.
***
Normon Solomon’un yazdığı gibi (Common Dreams News Center 7 Kasım / Jordon Times, 8 Kasım) Rumsfeld Saddam’ın gizli işbirlikçisi ve ortağı idi. İran’a karşı Irak’la ilişkilerin mimarı Reagan namına Rumsfeld olduğu gibi, yine Bush namına Irak’ın yıkılması politikalarının kurucusu ve uygulayacısı o olmuştur. Rumsfeld, Reagan döneminde iki defa Saddam’la özel elçi sıfatıyla bir araya gelmiştir. Rumsfeld’in Aralık 1983’teki ziyaretinden 11 ay sonra Irak ile ABD arasında tam diplomatik ilişkiler yeniden kurulmuştur. Ne gariptir ki, bu Rumsfeld’in ipinin çekildiği ve istifa etmek zorunda kaldığı veya daha galiz bir tabirle kovulduğu ayın yıldönümüne denk gelmiştir.
Saddam bilahare ABD’den aldığı Bell 214ST helikopterlerini Kürt bölgelerine kimyasal gaz atmak için kullanmıştır. Tarih failiyle mefulüyle toptan hepsinin defterini dürüyor. Kanlı ve karanlık bir tarih sayfası da böylece kapanıyor. İniş trendinin son fasılları da bitmek üzere, finale az kaldı.
10.11.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Niye tutmuyor? |
|
Atatürkçülüğü herkesin kafasına çakma iddiasıyla yola çıkan 12 Eylülcüler, Atatürk’ün doğumunun 100. yılına tekabül eden 1981’i bu hedef için değerlendirmek istediler.
Ama başarılı oldukları söylenemez.
Atatürkçülüğü yeniden tarif etmesi için oluşturdukları komisyonca hazırlanan üç ciltlik kitap okunmadı ve mâkes de bulamadı.
Ve tam tersine, garipsendi, eleştirildi.
Yapılan program ve toplantılar unutuldu.
Heykel ve büst kampanyaları heykelcileri; bazı okullara, mahallelere ve köprülere verilen 100. yıl isimleri tabelacıları ihya etti, ama zihinlerde kalıcı bir iz bıraktığı söylenemez.
Hattâ İstanbul Bağcılar’daki “Yüzyıl köprüsü” örneğinde olduğu gibi, halkın dilinde, bağlam ve amacından uzak bir anlamla yer tuttu.
Bunun için olsa gerek, 2000 yılında, Genelkurmay bünyesinde Atatürkçülüğü topluma anlatmak için yeni bir birim teşkil edildiğine dair haberler çıktı, ancak bunların da arkası gelmedi.
Derken, seneler geçti. Ve 50 gün sonra uğurlayacağımız 2006’nın, Atatürk’ün doğumunun 125. yılı olduğunu ancak yıl sonuna doğru öğrendik.
Gerçi bir ara, Başbakanın da konuşmacı olarak katıldığı 125. yıl programlarının tertiplenmiş olduğunu, ajans bültenlerinden ve bazı gazetelerin iç sayfalarına sıkıştırılmış küçük haberlerden hayal meyal hatırlar gibiyiz.
Ama bu konunun ağırlıklı bir gündem oluşturduğunu söyleyebilmek mümkün değil.
Arada bir ortaya sürülen “Anıtkabir’e ziyaretçi akını” türünden haberlerle bu havanın dağıtılabildiğini iddia etmek de bir hayli zor.
Okullarda ve medya kanalıyla yapılan onca propagandaya rağmen netice alınamıyor.
Bunlara camileri ilâve edip mihrab ve minberlerden metazori Atatürk’e dua ettirme girişimlerinin son dönemde yoğunlaşması, herhalde bu tesbitle irtibatlı bir gelişme olmalı.
Ama ne yapılırsa yapılsın, aşı tutmuyor.
Sebebi ise, yine bu sene içerisinde, özellikle son aylarda ortaya çıkan işaretlerde saklı.
1932-33 yıllarında Ankara’da görev yapan ABD Büyükelçisinin, Atatürk’le görüşmesini anlatırken aktardığı, “Kur’ân’ı tercüme ettirerek halkın gözünden düşürmeye çalıştı” gözlemi, bunlardan biri (Radikal, 6.9.06).
Prof. Dr. Bozkurt Güvenç’in, “Atatürk, agnostik (şüpheci) düşünceyi benimsediği için Hz. Muhammed ile diğer peygamberleri kabul etmiyordu” şeklindeki değerlendirmesi, bir başkası (sentezhaber.com, 31.10.06).
Yıllar önce Doğu Perinçek’in ifşa ettiği Medenî Bilgiler kitabında Atatürk’ün el yazısıyla yer alan “İslâm Türkleri uyuşturdu. Türk milleti birçok asırlar, bir kelimesinin mânâsını bilmediği halde Kur’ân’ı ezberlemekten beyni sulanmış hafızlara döndü” sözlerinin, bu kez Can Dündar kanalıyla Milliyet gazetesinde (31.10.06) yine gündeme getirilmesi de.
Bu hengâmede, logosuna Atatürk resmi koyan tek gazete olarak Hürriyet’in, Lâtife Hanım kitabının yazarıyla yapılmış röportajı yayınladığı için 5816 sayılı Atatürk’ü Koruma Kanunundan yargılanması ayrı bir tecellî.
68. yıldaki tablo işte böyle...
10.11.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Cehennemlik âlim |
|
Şahane bir ev yaptırabilecek malzemelere veya imkânlara sahip olduğu halde yaptırmayıp evsiz barksız kalan veya evinin bahçesinden leziz bir kaynak suyu fışkırdığı halde içmeyip susuzluktan kıvranan bir kimse hayal edebiliyor musunuz?
Vücuduna zararı olduğunu kesin olarak bildiği halde onları yiyip içmeye devam eden bir doktoru nasıl karşılarsınız?
Bunlar bize kendisi etrafını aydınlattığı halde tükenmekte olan mum, başkalarının söküklerini diktiği halde kendisine faydası olmayan iğne ve nihayet anlattıkları, öğrettikleri çok faydalı olduğu halde kendisi uygulamayan, başkalarını zararlarından sakındırdığı halde kendisi sakınmayan, kendisini göz göre göre tehlikeye atan kimseleri hatırlatır.
Bildiklerini, anlattıklarını, yazıp çizdiklerini uygulamayan âlimler de aynı durumdadır. Böyleleri kendilerini maddeten ve mânen, dünyada ve ahirette tehlikeye atmaktadırlar.
Faydası olmayan ilmi, Allah yolunda harcanmayan hazineye benzetir1 Peygamberimiz (asm).
Ne kendisine, ne de başkalarına faydası olmayan ilim ancak felâket getirir. Fayda vermeyen ilimden Allah’a sığınan2 Allah Resûlünün (asm) duâlarından birisi şuydu: “Allah’ım, öğrettiğin ilimden beni faydalandır. Faydalanacağım şeyleri bana öğret. İlmimi arttır.”3
İlmin bir şerefi, değeri, izzeti, onuru vardır. Onun hakkını vermeyenler altını, elması kıymetini bilmeyip sokağa fırlatan çocuklara benzerler.
Bunlar ilmin izzetini ayaklar altına alır, itibarlı insanların yanında şeref ve değerlerini düşürürler. Ağırlıklarını yitiren böyle insanlara kimse kıymet vermez.
Esen rüzgâra göre yol ve yön değiştiren sözde ilim adamları hak ve hakikatin katilleridirler. Allah Resûlü (asm) kötü alimlerin Cehennemin köprüleri4 olduklarını bildirir. Kıyamet Günü azabı en şiddetli olanlar, ilmi ne kendisine ve ne de başkalarına fayda vermeyen âlimlerdir.5
Yine bir hadis-i şeriften öğrendiğimize göre Cennetlik bir grup, Cehennemlik bir gruba gelirler. Derler ki: “Size ne oldu da Cehenneme girdiniz. Halbuki biz sizden öğrendiklerimizi uygulayarak Cennete girdik.”
“Doğru” derler onlar. “Biz sadece söylüyorduk, ama söylediklerimizi yaşayanlardan değildik.”6
Dipnotlar:
1- Müsned, 2:499.
2- Müslim, Zikir: 73; Ebû Davud, Vitir: 32.
3- İbni Mâce, Mukaddime: 23.
4- Keşfü’l-Hafa, 2:1743.
5- A.g.e., 1:376.
6- et-Tergib, 1:125-127.
10.11.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Halil USLU |
Hoşgörü konferansı |
|
Millî ve manevî duygularla yüklü sivil toplum kuruluşları aziz Türkiye’nin harcıdır ve Türkiye vücudunun bel kemiğidir. Onların susturulduğu gün Türkiye karanlıkta kalmış, onlar hür ve gür oldukları zaman Türkiye’nin çehresi, siması ve gönlü, bir ahenk içinde mesrur olmuştur. Türkiye’de sivil toplum harekâtı 1950 DP iktidarından itibaren, Cumhuriyet tarihimize damgalar vurmuş ve destanlar yazmıştır. 2006 yılı itibarıyla önümüzdeki tablolarda takriben 2 bin STK, 85 bin dernek, 10 bin vakıf ve 53 bin muhtarlık var. Bu rakamlar son AB uyum yasaları neticesinde daha artmaktadır, artacaktır.
Bunun meyveleri gün geçtikçe artmaktadır. Bunun en güzel numunesini geçtiğimiz Cumartesi günü Konya’mızda aldık. Yurt içi ve yurt dışında çeşitli sahalarda sayısız konferanslar verdim. Fakat ilk defa bir kadınlar topluğu beni görkemli bir yere davet etti. 56 STK adına TİMAV hanımlar komisyonu ve Konya Demokrat Hanımlar Derneği işbirliği ile bir konferans vermem için dâvet ettiler. Konya Alaeddin tepesi Alaeddin Keykubat Konferans Salonu’ndaki konferansımızın konusu: “Bir Değer Olarak Hoşgörü ve Eğitim. Ben, Biz, Öteki”
Yazılı ve görsel basının büyük ilgi gösterdiği ve haber yaptığı konferansımızın açış konuşmasını TİMAV hanımlar komisyonu ve Konya Demokrat Hanımlar Derneği adına yapan muhtereme Kübra Küçükşen’in kısa, veciz konuşmasından sonra, davet edildiğim kürsüde verilen bir saatlik zaman dilimi içinde 15 başlık üstünde durdum. Özetle şöyle;
Yunus Peygamber (as), merhum Yunus Emre ve Yunus balığının isimleri aynı, fakat değerleri farklı. Eğer değerleri karıştırırsak, hoşgörü kaybolur, eğitim de olmaz. Değer kelimesine baktığımızda karşımıza çok kelimeler çıkıyor: Kıymet, baha, erbab, yüksek vasıf, kalite, ehliyet, kabiliyet, itibar, güçlü, kadın, erkek, eğitim, mukaddes mefhumlar, maharetli, başörtü, selâm, Cumhuriyet, vatan, bayrak, ezan, insan, hayat, aşk, muhabbet, spor, basın, talebe, okul vs... Bunların üzerinde kısmen durdum.
Hoşgörünün ve eğitimin temel unsuru mukaddes dinimizdir. Meselâ, Maide Sûresi 32. âyet “Masum ve günahsız bir kişiyi öldürmek, bütün insanlığı öldürmektir” buyrulur. Bunun ışığında Hz. Mevlânâ’nın, Hz. Yunus Emre’nin, Hz. Bediüzzaman’ın tesbitleri var. Katma değer vergisi olur da, bu hakikatlerin değeri olmaz mı? Dünya daha bunlara ulaşamamıştır. Bir kavim, bir aşiret, bir ülke, bir şehir değerdir. İçindeki bir değersiz kişi için o kavme ve hatta o beldeye zulmetmek, hoşgörünün ve eğitimin dışındadır.
Hz. Allah insanı “ahsen-i takvim” (en güzel kıvam) üzere yaratmış. Bu harika değeri, bu takvimi karalamak hoşgörü olur mu? Fikr-i hürriyet bir değerdir. O değeri iki de bir mahkûm etmenin hoşgörü ile ne alâkası var? Yüz binleri aşkın başörtülü kız talebenin üniversite kapılarında ağlatılmaları, hoşgörü, eğitim ve demokratik bilincin neresinde var? Şehir merkezindeki top sahalarında toplu küfürlere kim mani olacak? Nerede eğitim ve hoşgörü?
Teknoloji, TV’ler, radyolar ikram-ı Rabbânî, hepsi bir değer, fakat programları hangi değerde? Rakamlara, elimdeki arşiv bilgilerine göre, bir haftada 138 saat TV seyreden gençler var. Türkiye nüfusunun % 12’sinin İnternet bağımlısı olduğu, MEB ve Sağlık Bakanlığının talebe bataklığındaki korkunç tesbitleri, dört bakanlığa bakan çıkış yolları, Dünya ailesinde okuyan 2 milyar gencin çıkış reçetesi ve hoşgörünün temel duvarları, tesbitleri...
Sözlerimi merhum büyük şair Mehmed Akif’in bir tesbitiyle noktaladım. Sordum: “Yurdumuz bir değer mi?” Değer. Bakınız merhum Akif, bu değeri nasıl değerlendiriyor:
“Arkadaş yurduma alçakları uğratma sakın / Siper et gövdeni, dursun bu hayasızca akın.
Doğacaktır sana va’dettiği günler Hakk’ın. / Kim bilir belki yarın belki yarından da yakın..”
Bu faaliyetin hayata geçmesinde Mevlânâ diyarı aziz Konya’mızda 56 manevî duygularla yüklü STK yöneticilerine ve hâssaten TİMAV hanımlar komisyonu başkanı muhtereme Kübra Küçükşen ve Konya Demokrat Hanımlar Derneği başkanı muhtereme Şule Danyal kardeşlerime, emeği geçen bütün bacılarıma ve salona teşrif eden bütün zevâta tebriklerimi sunuyorum.
Not: Yeni açılan “www.haliluslu.com” adresinden bana ulaşabilirsiniz.
10.11.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Sabah namazı için çaba göstermek |
|
İsimsiz okuyucumuz: “Sabah namaza kalkmakta sıkıntı yaşıyorum. Alarm çalıyor, kapatıyorum, tekrar yatıyorum. Bu rehaveti üstümden nasıl atabilirim?”
Sabah namazı süre itibariyle en az, şekil ve uygulama bakımından en kolay ve en rahat olan, aslında eğer mesele yalnız, bizi kötülüklere sürüklemesine rağmen nefsimizde bitse yine de hiçbir problem yaşanmaması gereken bir sabah ibadetidir. Bir abdest ve dört rek’âtlik bir namaz. Allah aşkına nazlanmaya değer mi? Zorlanmaya, darlanmaya, rehavete, tembelliğe değer mi? Hepsi, hepsi beş dakikalık bir ibadet! Yazık sana ey nefsim! Haşir uyanışına benzer her sabah uyanışında beş dakikalık bir ibadetle Rabb’ine dönmek sana neden zor geliyor? Neden tembelleşiyorsun? Neden rehavet basıyor? Kılmamakla ve rehavetle ne kazanıyorsun?
Ama yok; iş nefsimizde bitmiyor. Bu konuda nefsimiz de kukla; birisinden emir alıyor! Şeytanından... Yoksa sabahın o günahlardan uzak vaktinde, o temiz ve Allah’a yakın saatlerinde, o uyanış ve diriliş zamanında, kolayca da kılınabilecek bir uyanış ve diriliş namazı olan sabah namazı, her ne kadar kötülükleri emredici de olsa, nefse neden zor gelsin? Allah’ın kulu olduğunu idrak eden nefisler için bunun problem olmaktan çıkması lâzım!
Ama demek kazın ayağı öyle değil ki, bu iş şeytanın ağzına bakan nefse zor geliyor. Çünkü bu beş dakikalık ibadette Allah’ın öylesine rızası ve hoşnutluğu gizli ki, Allah’ın öylesine rahmeti ve mükâfatları gizli ki, şeytan bunu hissettikçe çıldırıyor, çıldırıyor, çıldırıyor! Nefsimizi de aldatıyor ve baştan çıkarıyor.
Nefis zaten his ve duygularıyla birlikte öyle yarını göremiyor, öyle geleceğe akıl erdiremiyor, öyle uzakları düşünemiyor; günübirlik yaşıyor. Günübirlik yaşadığı için de, şeytanın verdiği küçük bir rehavet işini bitiriyor.
Oysa bu küçük rehaveti yeniversek, saatimizin alarmı çaldığında fırlayıp kalkıversek ve Allah’ın huzurunda el pençe dîvân dursak, o sabah namazının az olan şekilleri, kolay olan hareketleri ve rahatça yapılabilen rükünleri içinde öyle bir rızâya, öyle bir hoşnutluğa, öyle bir mağfirete, öyle bir merhamete ereceğiz ki, derecesini, mertebesini, makâmını, ne göz görmüş, ne kulak işitmiş, ne hayal yetişmiş!
İşte bu şeytanı baştan çıkartıyor, şeytanı çıldırtıyor, şeytanı kudurtuyor! Az bir ibadete, sonsuz bir sevap ve feyiz şeytanın aklını başından alıyor. Onun için nefsimize rehavet veriyor, yatağı daha sıcak, uykuyu daha cazip göstermeye ve bizi namazdan alıkoymaya çalışıyor.
Biz akl-ı selimle düşünerek, sabır ve sebatla hareket ederek bu rehavetin üstesinden gelebiliriz. Hiç ümitsiz olmayalım. Kendimizden emin olalım. Nefsin hiçbir tembelliğine kulak asmayarak ve haklılık da vermeyerek alarm çaldığında yorganı tepelim. Kalkalım ve Allah emrini yerine getirelim. Nefsin hiçbir bahanesini dinlemeyelim.
Israrcı olursak, işin peşini bırakmazsak, şeytanımızdan gelen ibadet karşıtı taleplere kulaklarımızı sıkı sıkıya kapatırsak, nefsimizin ve şeytanın şerrinden her vakit Allah’a sığınırsak, inşallah bu vartayı Allah’ın izniyle, yardımıyla, rahmetiyle, tevfîk ve hidayetiyle aşabilir ve Allah’a kul olabiliriz.
Allah, cümlemizi yalnız kendine kul olmayı başaran kullarından eylesin. Âmin.
DUÂ
Allah’ım! Bizi îmâna yönlendir, inkâra yönlendirme! Bizi hayra yönlendir, şerre yönlendirme! Bizi duâya yönlendir, fala pula yönlendirme! Bizi rızâna yönlendir, kahrına yönlendirme! Bizi kulluğuna yönlendir, enaniyete yönlendirme! Bizi teslime yönlendir, isyana yönlendirme! Bizi tevekküle yönlendir, dalâlete yönlendirme! Bizi kanaate yönlendir, tebzîre yönlendirme! Bizi ebedî saadete yönlendir, ebedî şekâvete yönlendirme! Bizi Cennete yönlendir, Cehenneme yönlendirme! Bizi Sana yaklaşmaya ve Seni görmeye yönlendir, Senden uzaklaşmaya ve Sana düşman olmaya yönlendirme!
Âmîn... Âmîn... Âmîn...
10.11.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Zıt yönlü mesajlar |
|
Hafta başında üç gün süreyle çıkan "Fikriye'nin sır ölümü" ile "Ecevit'in ardından" muhtevalı değerlendirme yazılarımızla ilgili olarak, birbirinden olabildiğince farklı çok sayıda telefonlar, mesajlar aldık: Övgüler var, yergiler var, takdirler var, tehditler var, duâlar var, hakaretler var bu mesajlarda.
İki–üç gündür, haylice zıt yönde anlam taşıyan ve yoğunlaşarak akan bu mesajlardan, kendimce de bir takım mesajlar çıkarmaya çalışıyoruz.
* * *
Tebrik ve duâ için arayan, yahut e–mail yoluyla mesaj gönderenlerin hemen tamamını tanıyoruz. Tanışmadıklarımızla da, bu vesileyle tanışmış olduk. Hepsine, bilmukabele tebrik ve duâlarımı iletiyoruz.
* * *
Tehdit yüklü mesajlar gönderen, yahut salya–sümük küfür ve hakaret yağdıranlardan ise, emin olun bir tekini dahi tanımıyorum. Zaten, onlar da merdâne bir şekilde ortaya çıkıp kendilerini göstermiyorlar; hüviyetlerini olabildiğince gizlemeye çalışıyorlar.
* * *
Ha, bu arada yurt dışından da e–mail yoluyla mesaj gönderenler var. Onlardan biri şu tehdidi savuruyor: "Eğer Türkiye'de yaşasaydım, size haddinizi nasıl bildireceğimi bilirdim."
Şimdiye kadar, bize had bildirmek isteyen çok kişi oldu. Bunları şahsen hiç tanımasak da, karakteristik özelliklerini gayet iyi biliriz: Bunlar, fikren bizimle başedemeyen, yahut galebe çalamayanlardır ki, mağlup düştüklerini anladıkları anda, akıllarına hemen "kuvvete müracaat" etmeyi getiriyorlar.
Evet, tehdit etmek, kuvvet metodunu düşünmek, aslında acziyetin, zaafiyetin ve fikrî iflâsın bir ifadesidir. Zira, aklına fikrine güvenen, dahilde kuvvete, şiddete müracaat etmez.
Bizim, müflislerle uğraşacak fazla bir zamanımız yok. Bu sebeple de, salya–sümüklü mesaj sahiplerine, ne buradan, ne de e–mail ile herhangi bir cevap verme ihtiyacını duymuyoruz.
Şayet, karşımıza fikir ile çıksalar, tenkitlerini mantık üzerinden yapsalar, biz de onları muhatap alır ve diyalog yolunu açık tutarız.
* * *
Bu arada, içinde alay ve küçümseme edası olmasına rağmen, küfür ve hakaret içermeyen bir "okuyucu mesajı"nı burada sizlerle paylaşmak istiyorum.
Enver Şahin isimli okuyucunun, muhtemelen sinirlilik haliyle yazıp gönderdiği ve bizim imlâ yönünü kısmen düzelttiğimiz mesajı şöyle: "Hıncal Uluç gibi birinin yazısından sözünden köşene alıntı yapman, bahsetmen değmez. Okuyucu olarak, bir milyon Uluç'u bir Ecevit'e değişmem. Dahası, Merve Kavakçı 'Haddini bildirecek' kadar kayda değer birisi değildir. Daha sonra, basından öğrendik özel hayatını. 'Tebliğdeki ölçü, evvelâ yaşamaktır' değil mi? Madem ki başındaki örtünün hakkını veremiyorsun, o halde haddi bildirilmelidir, sayın allâme hocam. Saygılarımla efendim."
Saygılar bizden Enver Bey.
Sanırım, pür–hiddet yazdığın için, cümleleri tepetaklak ederek gönderdiğin mesajında şunu demek istemişsin: "Bir Ecevit'i bir milyon Uluç'a değişmem. Başörtüsüyle Meclis'e gelen Merve Hanım, zaten göründüğü gibi biri değildi. O halde, Ecevit'in ona 'Haddini bildirin!' demesi gayet normal karşılanmalı."
Kıymetli okuyucu, bu konuda sizinle polemiğe girmiyor, sadece vicdanınıza seslenerek, kendinize şunu sormanızı tavsiye ediyorum: Şayet, o gün Meclis'te farz–ı muhal Merve Hanım değil de, samimiyetinden şüphe dahi edilmeyen bir başka hanım olsaydı, acaba Ecevit'in tavrı yine aynı olmaz mıydı? Yani, hiç sesini çıkarmayacak ve hiddet eseri göstermeyecek miydi?
Bu sorunun cevabı, sanırım Ecevit hakkındaki tereddütleri de izale edecektir.
Günün Tarihi
Cenaze namazı ve sonrasında yaşananlar
10 Kasım 1938: M. Kemal Atatürk, İstanbul Dolmabahçe'de öldü.
19 Kasım’a kadar İstanbul’da Dolmabahçe Sarayında bekletilen katafalkın önünde büyük izdiham yaşandı. O zamanın Diyanet İşleri Başkanı Ord. Prof. Şerafettin Yaltkaya tarafından M. Kemal’in cenaze namazı kılındı. 16 Kasım günü meydana gelen izdihamda, 4’ü erkek ve 7’si kadın olmak üzere 11 kişi ezilerek öldü.
Atatürk’ün cenazesi, on iki generalin eşliğinde Yavuz Savaş gemisine taşındı ve İzmit’e getirildi. Buradan da trenle 20 Kasım günü Ankara’ya getirilerek Etnoğrafya Müzesindeki geçici kabre konuldu.
Daimî kabir ise, özellikle zamanın Başbakanı Şükrü Saraçoğlu ve eski başbakanlardan Celâl Bayar’ın öncülük etmesiyle 9 Ekim 1944’te temeli atılan ve Rasattepe’de inşa edilen “Anıtkabir,” 10 Kasım 1953’te tamamlanarak, resmî törenlere hazır hale getirildi. Açılışı, yine Celâl Bayar yaptı; ancak bu defa “Cumhurbaşkanı” sıfatıyla...
Bardakçı'nın yazdıkları
10 Kasım 1998 tarihli Hürriyet'te çıkan Murat Bardakçı'nın araştırma yazısı, cenaze namazının "Türkçe selâm ve duâ"larla kılındığını belgeliyor. Buna göre, "Allahu ekber" yerine "Tanrı uludur" denmiş, "selâm" yerine de "esenlik" dilenmiş.
Bardakçı, ayrıca 1953'te naaşın açılması esnasında, ilâçlamaya rağmen cesedin bozulduğuna dair "tek karelik" bir fotoğraftan söz ediyor; fakat, "Hürriyet ailesi" olarak bunu yayınlamamayı tercih ettiklerini belirtiyor.
Bardakçı'nın söz konusu yazısı aynen aşağıdaki gibidir.
Türkçe dualarla
Atatürk'ün cenaze namazı 10 Kasım'daki vefatından dokuz gün sonra, 19 Kasım 1938 sabahı saat sekizi on geçe kılındı. Dolmabahçe Sarayı'ndaki namazı Diyanet İşleri Başkanı Şerafeddin Yaltkaya kıldırdı.
Kalabalık bir cemaatle kılınan namaz dört dakika sürdü. ‘‘Allahu ekber’’ yerine ‘‘Tanrı uludur’’ dendi. Namazdan sonra selâm verilirken de ‘‘Selâmun aleykum’’ değil, ‘‘Esenlik üzerinize olsun’’ sözleri kullanıldı.
Hürriyet’in zor kararı
Fotoğraf önümüze geldiğinde hepimiz irkildik. Şimdiye kadar hiç bilmediğimiz, varlığından dahi haberdar olmadığımız bir fotoğraftı.
Atatürk'ün naaşının Etnoğrafya Müzesi'nden Anıtkabir'e naklinden hemen önce çekilmişti. Tarih, 10 Kasım 1953'tü.
Fotoğrafta kapağı açılmış bir tabut, içinde de Atatürk'ün naaşı görünüyordu.
O gün, sadece tek kare çekilmiş bir fotoğraftı.
Hiçbir belgede varlığından söz edilmeyen ama son derece tarihi bir belgeydi. İçimizi derin bir hüzün kapladı.
Çünkü naaş, 10 Kasım 1938'de Etnoğrafya Müzesi'ndeki geçici kabrine yerleştirilmeden önce tahnit (bozulmaması için ilaçlanması) edilmesine rağmen, zaman içinde bozulmuştu.
Tahnitin başarılı olamadığı bu kareyle kayda geçirilmişti.
Ne yapacaktık? (Not: Yayınlamamayı tercih ediyorlar.)
10.11.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Serdar MURAT |
Tezkereciler hadi gari |
|
AB İlerleme Raporunun yayınlanmasından birkaç saat sonraydı. Uluslararası Yatırımcılar Derneğinin Swiss Otel’deki resepsiyonundaydık.
Tam karşımızda ise aynı zamanda Başmüzakereci sıfatını da taşıyan Devlet Bakanı Ali Babacan duruyordu.
Hemen yanına sokulup, İlerleme Raporu hakkındaki değerlendirmesini istedik.
Gayet nazik bir ifade ile “Sayın başbakanımız bir açıklama yapacak, o konuşsun, ben ondan sonra konuşacağım” dedi. “Ama siz Başmüzakerecisiniz?” şeklindeki üstelememiz de sonuç vermedi.
Ali Babacan bir yandan da AKP Ankara İl başkanı Nurettin Akman’ın kolundan tutup, “Başkanla siyaset akademisinde programımız var. Oraya yetişmemiz lâzım” diyerek oradan ayrıldı. Oradaki meslektaşlarımıza da AB raporunun ekonomiyle ilgili olumlu ifadeler taşıdığına dikkat çekmiş. Doğru. Zaten raporun en olumlu tarafı ekonomik performansımız.
Babacan konuşsa, İlerleme Raporu’ndan öte Merkez Bankası konusunu soracaktım.
Başbakan Erdoğan’da gün içerisinde medya temsilcileriyle sohbetinde Merkez Bankası Başkanı Durmuş Yılmaz’a bir göndermede bulundu. Kulağıma gelen Merkez Bankası Başkanı ile Ali Babacan’ın bankaya yapılacak iki atama konusunda küs oldukları. Merkez Bankası Başkanı bir yandan sektöre kendisini kabul ettirmeye çalışıyor, diğer yandan Babacan’la sürtüşmeyi dışa yansıtmamaya gayret gösteriyor.
Babacan’ın az ilerisinde Maliye Bakanı Kemal Unakıtan duruyordu. O da iktidarları döneminde gelen 20 milyar dolarlık doğrudan yabancı yatırımların altını çiziyordu. Bu da doğru. Ancak burada sadece AKP iktidarının sağladığı siyasî ve ekonomik istikrar değil, şimdi aramızın limoni olduğu AB’ye üyelik konusundaki ilk baştaki gayretlerinde rolü büyük. Türkiye 1983’ten bu yana sağladığı doğrudan yabancı yatırım kadarını son 3 yılda çekebildiyse, siyaset ve ekonomisini AB’ye sigorta etmesinin payını da unutmamalı.
Amansız AB tutkunu değiliz. Türkiye gibi siyasî ve ekonomik depremlere malûl ülkeler için AB bir hayat sigortası. Rakamlar da onu gösteriyor zaten. Maliye Bakanı vergi konusundaki yeni çalışmalarını anlatırken, Başbakan Erdoğan kapıda gözüktü.
O zamana kadar ağzı kulaklarında dolaşan işadamları Erdoğan’ı görünce daha da bir sevindiler. Yabancılarla iş yapanların işleri tıkırında anlaşılan.
Erdoğan’ı sıcak bir şekilde karşıladılar. Başbakan’da resepsiyona ne kadar önem verdiğini göstermek istercesine bir bakan yoklaması yaptı.
“Kimler var” sorusuna hemen, kabinenin iki Ali’si, Ali Babacan ile Ali Coşkun bir çırpıda sayıldı, üstüne bir de Kemal Unakıtan eklendi. “Abdullatif Bey buradaydı ayrıldı” denildiğinde Erdoğan, “Niye?” sorusunu sorma gereği duydu. Dernek yöneticileri Şener’in İstanbul’da bir programı olduğu izahatını verdiler. Abdullatif Şener’in çıkışını görmedim, ama parti içi muhalif Balıkesir milletvekili Turhan Çömez’le birlikte gelmişlerdi.
YASED Başkanı Şaban Erdikler, rahatsızlığını ima ederek Erdoğan’a, “Bizi korkuttunuz” dedi. Erdoğan, “Olur canım” diye lâfı geçiştirdi. Bu sırada Özal’ın eski özel kalem müdürü ve eski milletvekillerinden Engin Güner, “Kendinizi yormayın” diye devreye girdi. Erdoğan, biraz bozuk bir yüz ifadesiyle “Siz kendinizi yormuyor musunuz?” dedi. Engin Bey’in, “Yoruluyoruz da…” diye başladığı sözlerini bitirmeden oradan uzaklaştı. Erdoğan’ın sağlığı konusunda konuşulmaktan hoşlanmadığını anladım.
O sırada YASED Başkanı Erdikler, “Resepsiyon değil, aslında kutlama yapıyoruz” diye başladığı konuşmasında 40-50 yılda getirilemeyen yabancı sermayenin 8 ayda getirildiğini söyledi. Erdoğan pek bir keyiflendi. Az sonra çıktığı kürsüde Başbakan da benzer sözler söyledi.
Erdoğan yanına bakanlarını alarak, otelin bir odasına geçip YASED yöneticileriyle mini bir toplantı yaptı.
İşte Erdoğan içeride bizler kapıda beklerken, cep telefonuma bir mesaj geldi.
ABD Savunma Bakanı Donald Rumsfeld’in istifa ettiği yazıyordu. Erdoğan’ın yakın çevresindekilere gösterdim, bir iki gazeteci geyiği dışında üzerinde duran olmadı. Az sonra ikinci bir mesaj daha geldi, eski CIA yöneticisinin atandığı yazıyordu. Onu da göstermek için yanlarına yaklaşınca, “Ne o Bush mu istifa etti” dediler.
Rumsfeld kimdi? Irak savaşının mimarı.
Hani 1 Mart tezkeresi geçmediği için Türkiye’yi neredeyse haritadan silmekle tehdit eden adam…
Yardımcısı Wolfovitz’le birlikte Mehmetçiğin başına çuval geçirten adam.
Rumsfeld, Bush’un seçim yenilgisinin Irak politikaları sebebiyle olduğunu kabul edip istifa etti.
Başkan Bush’ta seçim sonuçlarının ABD’lilerin Irak’taki hoşnutsuzluğunu gösterdiğini itiraf etti.
Irak ABD’nin yeni Vietnam’a dönüşürken, Bush’un akıbeti de Başkan Nixon’a dönüyor.
E hadi gari biz de buradan 1 Mart tezkeresinden sonra yeri göğü inletenlere soralım, Bush kadar vicdanınız, Rumsfeld kadar yüreğiniz var mı? Peki siz ne zaman itiraf edeceksiniz?
10.11.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
12 Eylül'ü kim ‘doğurdu?’ |
|
Eski başbakanlardan Bülent Ecevit’in ölümü, bir vesile ile 12 Eylül ihtilâlini yeniden gündeme taşıdı. Ecevit’in 27 Mayıs 1960 ihtilâli ve 28 Şubat 1997 ‘post modern darbe’sine destek çıkıp, 12 Eylül’e itiraz etmesi tutarsızlık olarak yorumlandı.
Bazıları da 12 Eylül ihtilâlini eleştiren bir filmin (Eve Dönüş) vizyona girmesi sebebiyle ‘eski defter’leri karıştırıp, siyasetçileri ihtilâle ‘zemin hazırlamak’la itham etmiş.
“12 Eylül”ü anlatan bir filmin çekilmesine itiraz eden Hıncal Uluç şöyle demiş: “11 Eylül 1980 Türkiye’sinin filmini kim yapacak? Gerçekleri, o günleri hiç yaşamadan yorumlamaya kalkan bugünün beyni yıkanmış kuşaklarına gerçekleri kim anlatacak? (...) 12 Eylül sabahına, bugün 12 Eylül’e en çok küfredenler dahil, milyonlarca insanın nasıl bir rahat nefes alarak uyandığını kim söyleyecek? (...) 11 Eylül’ü bilmeden, anlamadan, yaşamadan 12 Eylül filmi olur mu?” (Sabah, 8 Kasım 2006)
İçinde bazı ‘doğru’lar barındırıp, kulağa hoş gelen itirazlar gibi görünse de, bu tesbit 12 Eylül’ü ‘masum’ görmek ve göstermek için yeterli değildir. Değil 11 Eylül’ün, istenirse 27 Şubat’ın ve 26 Mayıs’ın da filmi yapılsın, buna itiraz edecek değiliz. Ancak 12 Eylül ihtilâline imza atanların işledikleri ‘suç’u görmeyip, bütün suçu siyasîlere atmak hakperestlik olmaz. Tabiî ki siyasetçilerin de hataları vardır ve olmuştur. Ama bütün bunlara rağmen, hatanın büyüğü siyasetçilerde aranmamalı. Bugünkü nesillerin ‘beyni yıkanmış’ ise, bunu yapanlar kimdir? Hâlâ ihtilâli ve ihtilâlcileri övmek, beyin ‘yıkama’ sayılmaz mı? 11 Eylül’ü anlamadan 12 Eylül filmi elbette olmaz. Zaten mesele bu: 11 Eylül’ü doğru anlamak...
11 Eylül’ü anlamak, 12 Eylül’e nasıl gelindiğini anlamaktır ki, bunun bir yolu da sebep olanların itiraflarına kulak vermektir. Doğru, 11 Eylül’de manzara iç açıcı değildir. Anarşi almış başını gitmiş, ‘kurtarılmış bölge’ler sıradan hale gelmiştir. Ancak şu sorunun da cevabı verilmelidir ve bugüne kadar tatmin edici cevap verilmemiştir: 11 Eylül’de durmayan kan, 12 Eylül’de nasıl durmuştur? 12 Eylül’de kanı durdurabilen ihtilâlciler, 11 Eylül’de durduramaz ve ihtilâlsiz bu sıkıntılar aşılamaz mıydı?
Bu sorulara cevap olabilecek bir itiraf var ve bu itirafı her fırsatta hatırlatıyoruz. İhtilâlin 2. Ordu Komutanı ve Kenan Evren’in eski müşaviri Org. Bedrettin Demirel’e yapılan konuşmayı tekrar hatırlayayalım:
Soru: “Paşam, 12 Eylül’ün olacağını ne kadar önceden biliyordunuz?”
Cevap: “Hep konuşuyorduk. 12 Eylül’ün geç yapıldığına inanıyorum. Arkadaşlarımızın çoğu, ‘Tam olgunlaşsın, millet tarafından tamamen tasvip edilsin’ dediler. Bana kalsaydı, en az bir yıl önceden yapardım. Bir yıl çok kan aktı.”
Soru: “Bu sözlerinizden, 12 Eylül organizasyonunun bir yıl öncesinden planlandığı anlaşılıyor.”
Cevap: “Komutanların kanaatleri alınıyordu... Evren Paşa’ya, görüşlerimizi arz ediyorduk.” (Milliyet, 7 Temmuz 1987)
Bu itiraflara rağmen, bütün suçu siyasetçilere atmak mümkün müdür? (Ayrıca siyasetçileri de ‘ihtilâle destek veren ve vermeyenler’ olarak ayırmak lâzım.) Evet, 11 Eylül’ün filmi de elbette yapılsın. Ama bu itiraflar da bilinerek yapılsın.
10.11.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|