|
|
ÂYET-İ KERİME MEÂLİ
Birşeyin olmasını murad ettiği zaman, Onun işi sadece "Ol" demektir; o da oluverir.
Yâsin Sûresi: 82
|
10.11.2006
|
|
HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ
Kişi sevdiğiyle beraberdir.
Câmi'ü's-Sağîr, c: 3, 3785
|
10.11.2006
|
|
Ahirzaman hadislerinden mesajlar
Birinci Mesele
Rivayette var ki, “Âhirzamanın eşhas-ı mühimmesinden olan Süfyanın eli delinecek.”
Allahu a’lem, bunun bir tevili şudur ki: Sefahet ve lehviyat için gayet israf ile elinde mal durmaz, israfata akar. Darb-ı meselde deniliyor ki, “Filân adamın eli deliktir.” Yani çok müsriftir.
İşte, “Süfyan israfı teşvik etmekle, şiddetli bir hırs ve tamaı uyandırarak insanların o zayıf damarlarını tutup kendine musahhar eder” diye bu hadîs ihtar ediyor; “İsraf eden ona esir olur, onun dâmına düşer” diye haber verir.
İkinci Mesele
Rivayette var ki, “Âhirzamanın dehşetli bir şahsı sabah kalkar, alnında ‘Hâzâ kâfir’ yazılmış bulunur.” (Buhârî, Fiten: 26)
Allahu a’lem bissavab, bunun tevili şudur ki: O Süfyan, kendi başına frenklerin serpuşunu koyup herkese de giydirir. Fakat cebir ve kanunla tâmim ettiğinden, o serpuş dahi secdeye gittiği için, inşaallah ihtida eder; daha herkes—yalnız istemeyerek—onu giymekle kâfir olmaz.
Şuâlar, s. 502
***
Yedinci Mesele:
Rivayette var ki, “Süfyan büyük bir âlim olacak, ilimle dalâlete düşer. Ve çok âlimler ona tâbi olacaklar.”
Ve’l-ilmu indallah, bunun bir tevili şudur ki: Başka padişahlar gibi ya kuvvet ve kudret veya kabile ve aşiret veya cesaret ve servet gibi vasıta-i saltanat olmadığı halde, zekâvetiyle ve fenniyle ve siyasî ilmiyle o mevkii kazanır ve aklıyla çok âlimlerin akıllarını teshir eder, etrafında fetvacı yapar. Ve çok muallimleri kendine taraftar eder ve din derslerinden tecerrüt eden maarifi rehber edip tâmimine şiddetle çalışır, demektir. Şuâlar, s. 504
***
Üçüncü hadise: Bir rivayette, “İslâm Deccalı Horasan taraflarından zuhur edecek” (Kenzü’l-Ummal, 11:261, 301) denilmiş.
“Lâ ya’lemü’l-gaybe illallah” (Gaybı ancak Allah bilir) bunun bir tevili şudur ki: Şarkın en cesur ve kuvvetli ve kesretli kavmi ve İslâmiyetin en kahraman ordusu olan Türk milleti, o rivayet zamanında Horasan taraflarında bulunup daha Anadolu’yu vatan yapmadığından, o zamandaki meskenini zikretmekle Süfyanî Deccal onların içinde zuhur edeceğine işaret eder.
Gariptir, hem çok gariptir: Yedi yüz sene müddetinde İslâmiyetin ve Kur’ân’ın elinde şeref-şiâr, bârika-âsâ bir elmas kılınç olan Türk milletini ve Türkçülüğü, muvakkaten İslâmiyetin bir kısım şeâirine karşı istimal etmeye çalışır! Fakat muvaffak olmaz, geri çekilir. Kahraman ordu, dizginini onun elinden kurtarıyor diye rivayetlerden anlaşılıyor.
Şuâlar, s. 515
|
10.11.2006
|
|
Kimbilir?
Geçenlerde birkaç dostla yaşadığımız, muhabbet ve neş’e dolu balık maceramız, paylaşmaya değer manidâr bir kıvama bürünüverdi birdenbire… Biraz muhabbet, biraz sohbet, biraz sabır, biraz tefekkür, biraz da zihin egzersizi… Aramızda bir de matematik öğretmeni vardı ki, oltamızın bulunduğu yerden geçen balıkların, tahminî de olsa, kancalarımıza takılma ihtimallerini hesaplarken şakayla karışık, zihnimizde beliren herbir suâl, denizin tuzlu suyuyla eritmeye koyuldu fikir tıkanıklıklarımızı… Dünya sularının Kdz. Ereğli köşesinde vukû bulan bu seremoni, Rezzâk-ı Kerîm’in sofrasından bir lokma alabilmenin ve daha da ötesi; ötelerdeki mânâları hazmedebilmenin çabasına dönüşüverdi… Mavi suların içerisindeki herbir rahmet damlası iliştikçe bekleyen gözlerimize parlayarak, “kimbilir”likler bürüdü düşüncelerimizi… Ve “kimbilir”i haykırdı yüreklerimiz içten içe; hayalimizin uzandığı, uzanabildiği en öte uzaklıklara…
“Kimbilir” kaçıncı intizardı bu bizimkisi? Kaçıncı aynı amaca hizmet eden gayret, kaçıncı haz alınan sessiz ya da sohbet dolu bekleyiş? “Kimbilir” kaç balık, kaç canlı geçti bu serencamdan tâ en başından ve “kimbilir” kaçı süzülüyor hâlâ, kaçı mevcut şu ân?
Ve kaçı ‘merhaba’ diyor hayata ân be ân?...
“Kimbilir” kaç nimet konuk oluyor sofralarımıza bu sulardan ve de ardından eşsiz kıvamımıza…
Her bir balığın en başından beri şahit olsak bütün macerasına, izlesek bütün bir hayatı film şeridi gibi ve tek bir lokmamız için bu denli önemsenmişliğimizi, “kimbilir” ne kadar farklılaşırdı kalp atışlarımız, balık tadışlarımız?
“Kimbilir” kaç balık yedik bu âna dek?
Kaç çinekop, kaç palamut, kaç mezgit, kaç lüfer, kaç hamsi ve daha kaç bildiğimiz ve bil(e)mediğimiz nice su nimeti şifâ oldu bedenlerimize?
Ama “kimbilir” kaç taneydi ‘farkındalıklar’ımız?
“Balık bilmezse, Hâlık bilir” diyerek bilinçsizlik atfettiğimiz kaç balığın bilincindeydik “kimbilir”?
***
Yunus Peygamber’i (a.s.) sâhil-i selâmete çıkaran bu nimetin, “kimbilir” kaç kere düşündük bu mübarek nesebini? Ve kaç kere ibretle baktık parlayan elbiselerine ve ibretle yiyip ibretle şükredebildik?
“Kimbilir” kaç kere anlayabildik rızkın takdir edildiğini oltayı beklediğimizdeki kadar… Ve kaç kere sabrederken eğlenebildik ve fark edebildik sabra yatkınlığımızı...
Ve kaç kere hissedebildik oltada çırpınan balığın içimizde uyandırdığı heyecanı? Sabrın sonundaki selâmeti, o tatlı ânı…
Hâkim-i Ezel hükmünü icrâ ederken, Rezzâk-ı Kerîm rızık lûtfederken “kimbilir” kaç damla zikrediyor bu saltanatın Sultân’ını?
Kaç zikir dalgalanıyor, kaç zikir kıyıya vuruyor dalgalarla?
“Kimbilir” kaç zikir göğe yükseliyor ve kaç zikir yere iniyor her dem?
“Kimbilir” kaç zikirle beraber kaç damla müptelâ kılınıyor bu âhenge?
Kaç zikir tasdik ediyor “Hiçbir şey yoktur ki onu övüp onu tesbih etmesin”1 buyuran Kur’ânî ve nurânî hakikati…
***
Derya-yı Pasifik’te 10.924 metre derinlere ulaşan2 bu uçsuz bucaksız denizaltı güzelliklerinin kaçından haberdârız “kimbilir”?
Ve bîhaber olmadıklarımızın kaçını zihnimizden geçiriyoruz en azından arada bir?
Varlığın ve hakâik-ı tevhîdin bürhanları içinde bir âlem yüzerken, gözümüzün önündeki bunca delili, bunca devasâ hücceti; bu kadar büyük ve yakın olmasından mı göremiyoruz da şaşkın şaşkın bakıyoruz…Ve yutmakla yetinebiliyoruz tabağımızda lezzet yumağını…“Kimbilir”…
Takriben 1000 metreden dökülen şelâleler, 6670 km uzatılıp 4 ülke geçirilen Nil3 ve ona yakın daha niceleri, nasıl gözden kaçacak kadar küçülebiliyorlar? Ve üzerlerinde icrâ eden kudret, ikram ve hadsiz tasarrufât-ı İlâhî nereye tevcih eyliyor nazarlarımızı?
“Kimbilir”? Yoksa bütün bunlar bir atlas yahut coğrafya kitabının sayfalarını doldurmak için mi—hâşâ—yaratıldı acaba? “Kimbilir” kaç kez okuduk bunları da, kaç kez düşündük acaba?
“Kimbilir” kaç “kimbilir” dedik bize bildirilenlerin ötesine, bilmek adına? Sorgulamak, sorularla görmek, bir parça marifete ermek adına…
Muhabbete varmak adına…
Ve her “kimbilir”in cevâb-ı âşikârı olan ALÎM’in ilmine “kimbilir” kaç kez hürmet ettik, “kimbilir”lerimizle, tefekkürlerimizle… “Kimbilir”?
***
Balık tutamadık ama;
“Kimbilir” kaç balık vardı daha tutulacak,
Ve sorulacak kaç “kimbilir” daha…
Kimbilir? (…)
Dipnotlar:
1- İsrâ Sûresi, 44. âyet
2- Encyclopedia Millenia World Atlas 2006, Boyut yayın grubu, s.4
3- Encyclopedia Millenia World Atlas 2006, Boyut yayın grubu, s.5
|
Yasin TOPAL
10.11.2006
|
|
Mühim bir suâle hakikatli bir cevaptır
Büyük memurlardan bir kaç zat benden sordular ki: “Mustafa Kemal sana üç yüz lira maaş verip, Kürdistan’a ve vilâyât-ı şarkiyeye, Şeyh Sinûsî yerine vâiz-i umumî yapmak teklifini neden kabul etmedin? Eğer kabul etseydin, ihtilâl yüzünden kesilen yüz bin adamın hayatlarını kurtarmaya sebep olurdun” dediler.
Ben de onlara cevaben dedim ki: Yirmişer, otuzar senelik hayat-ı dünyeviyeyi o adamlar için kurtarmadığıma bedel, yüz binler vatandaşa, herbirisine milyonlar sene uhrevî hayatı kazandırmaya vesile olan Risâle-i Nur, o zâyiatın yerine binler derece iş görmüş. Eğer o teklifi ben kabul etseydim, hiçbir şeye âlet olamayan ve tâbi olmayan ve sırr-ı ihlâsı taşıyan Risâle-i Nur meydana gelmezdi. Hattâ ben, hapiste muhterem kardeşlerime demiştim: Eğer Ankara’ya gönderilen Risâle-i Nur’un şiddetli tokatları için beni idama mahkûm eden zâtlar, Risâle-i Nur ile imanlarını kurtarıp idam-ı ebedîden necat bulsalar, siz şahit olunuz, ben onları da ruh u canımla helâl ederim.
Beraetimizden sonra Denizli’de beni tarassutla tâciz edenlere ve büyük âmirlerine ve polis müdürüyle müfettişlere dedim: Risâle-i Nur’un kabil-i inkâr olmayan bir kerâmetidir ki, yirmi sene mazlumiyet hayatımda, yüzer risâle ve mektuplarımda ve binler şakirtlerde hiçbir cereyan, hiçbir cemiyet ile ve dahilî ve haricî hiçbir komite ile hiçbir vesika, hiçbir alâka, dokuz ay tetkikatta bulunmamasıdır. Hiçbir fikrin ve tedbirin haddi midir ki, bu hârika vaziyeti versin? Bir tek adamın, birkaç senedeki mahrem esrarı meydana çıksa, elbette onu mesul ve mahcup edecek yirmi madde bulunacak. Madem hakikat budur; ya diyeceksiniz ki, “Pek harika ve mağlûp olmaz bir deha bu işi çeviriyor.” Veya diyeceksiniz: “Gayet inayetkârâne bir hıfz-ı İlâhîdir.” Elbette böyle bir dehâ ile mübareze etmek hatadır. Millete ve vatana büyük bir zarardır; ve böyle bir hıfz-ı İlâhî ve inâyet-i Rabbâniyeye karşı gelmek, firavunâne bir temerrüddür.
Eğer deseniz: “Seni serbest bıraksak ve tarassut ve nezaret etmesek derslerinle ve gizli esrarınla hayat-ı içtimaiyemizi bulandırabilirsin.”
Ben de derim: Benim derslerim, bilâistisna bütünü hükûmetin ve adliyenin eline geçmiş; bir gün cezayı mûcip bir madde bulunmamış. Kırk elli bin nüsha risâle, o derslerden milletin ellerinde dikkat ve merakla gezdiği halde, menfaatten başka hiçbir zararı hiçbir kimseye olmadığı, hem eski mahkemenin, hem yeni mahkemenin mucib-i mes’uliyet bir madde bulamamaları cihetiyle, yenisi ittifakla beraetimize ve eskisi, dünyaca bir büyüğün hatırı için yüz otuz risâleden beş on kelime bahane edip, yalnız kanaat-ı vicdaniye ile yüz yirmi mevkuf kardeşlerimden yalnız on beş adama altışar ay ceza verebilmesi katî bir hüccettir ki, bana ve Risâle-i Nur’a ilişmeniz mânâsız bir tevehhümle çirkin bir zulümdür. Hem daha yeni dersim yok ve bir sırrım gizli kalmadı ki nezaretle tâdiline çalışsanız...
Ben şimdi hürriyetime çok muhtacım. Yirmi seneden beri lüzumsuz ve haksız ve faydasız tarassutlar artık yeter! Benim sabrım tükendi. İhtiyarlık vaziyetinden, şimdiye kadar yapmadığım bedduayı yapmak ihtimali var. “Mazlumun âhı tâ Arşa kadar gider” diye bir kuvvetli hakikattir.
Sonra o zâlim, dünyaca büyük makamlarda bulunan bedbahtlar dediler: “Sen, yirmi senedir bir tek defa takkemizi başına koymadın. Eski ve yeni mahkemelerin huzurunda başını açmadın, eski kıyafetinle bulundun. Halbuki on yedi milyon bu kıyafete girdi.”
Ben de dedim: On yedi milyon değil, belki yedi milyon da değil, belki rızasıyla ve kalben kabulüyle ancak yedi bin Avrupaperest sarhoşların kıyafetlerine ruhsat-ı şer’iye ve cebr-i kanunî cihetiyle girmektense, azîmet-i şer’iye ve takvâ cihetiyle, yedi milyar zatların kıyafetlerine girmeyi tercih ederim. Benim gibi yirmi beş seneden beri hayat-ı içtimaiyeyi terkeden adama “İnat ediyor, bize muhaliftir” denilmez. Haydi, inat dahi olsa, madem Mustafa Kemal o inadı kıramadı ve iki mahkeme kırmadı ve üç vilâyetin hükûmetleri onu bozmadı; siz neci oluyorsunuz ki, beyhude hem milletin, hem hükümetin zararına, o inadın kırılmasına çabalıyorsunuz? Haydi siyasî muhalif de olsa, madem tasdikinizle yirmi senedir dünya ile alâkasını kesen ve mânen yirmi seneden beri ölmüş bir adam, yeniden dirilip, faydasız kendine çok zararlı olarak hayat-ı siyasiyeye girerek sizin ile uğraşmaz. Bu halde onun muhalefetinden tevehhüm etmek, divaneliktir. Divanelerle ciddî konuşmak dahi bir divanelik olmasından, sizin gibilerle konuşmayı terk ediyorum. Ne yaparsanız minnet çekmem dediğim, onları hem kızdırdı, hem susturdu. Son sözüm;
“Allah bize yeter. O ne güzel vekildir.” (Âl-i İmrân Sûresi, 3:173) “Allah bana yeter. Ondan başka ibâdete lâyık hiçbir ilâh yoktur. Ben Ona tevekkül ettim. Yüce Arşın Rabbi de Odur.” (Tevbe Sûresi, 9:129.)
Şuâlar, s. 258-259
|
10.11.2006
|
|
Münâcâtü'l- Kur'ân
MÜTAFFIFÎN:
1. Ey günahkârları “Siccîn” isimli defterde yazan! (7)
2. İyileri ise “İlliyyîn”de kaydeden! (18)
3. Ey iyilere Cennette ardında misk kokusu bırakan, ağzı mühürlü saf bir şaraptan içirecek olan! (25-26)
|
10.11.2006
|
|
Zübeyir Gündüzalp'in Kaleminden
Risâle-i Nur’un verdiği ilim ve ahlâk
Okuyucularını birçok maddî ve mânevî felâketlerden kurtaran; ve bir üniversite mezunundan ziyade bir ilme sahip eden; İslâmiyet, vatan ve millet sevgisini aşılayan; Allah’a itaati, çalışkanlık ve merhameti öğreten Risâle-i Nur’dan, kıymetini anlayan hiç bir fert, ne pahasına olursa olsun ayrılmaz. Bu riyâsız, has hürmet ve tâzim, hiçbir kimsenin kalbinden çıkartılamaz.
|
10.11.2006
|
|
Hatıra
Kutb-u Âzam'ın anlamadığı...
Emin Çayırlı (Çaycı Emin Bey) anlatıyor:
“Bir gün beraber (Üstad Bediüzzaman’la) ikindi namazını kıldık. Namazdan sonra tesbihatta iken:
“‘Kambur, ben mi haklıyım, yoksa sen mi haklısın?’ diye birisine hitap ediyordu.
“Ben yine bir çok zamanlar olduğu gibi, hayretler içindeydim. Odasında benimle kendisinden başka kimse yoktu. Benim merakımı görünce, meseleyi şu şekilde izah etti:
“‘Onuncu Söz, haşir ve âhiret hakkındadır. Ben o eseri, bir vakitler Barla’da yazıyordum (1926 senesi). Baktım o günlerde bir İslâm düşmanı, ıslahı gayr-i-kâbil... Arefeye bir kaç gün vardı. Ben bedduâ ettim. Benim bedduama karşılık bütün Hicaz velileri ve Hicaz’daki Kutb-u Âzam ise, onun ıslahı için duâ ediyorlardı. Benim bedduâm ferdî kaldığı için iade edildi. Aradan uzun seneler geçti. Baktım, bu sene (1938-1939 senesi) bana nihayet hak verdiler. Ben halbuki bunun ıslahının gayr-i kabil olduğunu biliyordum. Onlar nihayet bu sene başladılar bedduâ etmeye. Benim konuştuğum Kutb-u Âzam’dır; Mekke-i Mükerreme’dedir. Bütün Hicaz’la birlikte bedduâ etmeye başladı. Bana hak verdi. Ben de ona hitap ettim.”
(Bazı ehl-i velâyetin, ehl-i dalâlete taraftar çıkmaları ve onları mânen destekleyerek o dalâlet mesleğine kuvvet vermeleri hususunda geniş bilgi için bkz: Mektubât, s. 327-328)
Son Şahitler, 2. Cild, s. 95
|
10.11.2006
|
|
|
|