|
|
Şaban DÖĞEN |
Yardımlaşmanın diğer bir boyutu |
|
Hayat bir mücadele değil, yardımlaşmadan ibarettir. Toprak bitkilerin, bitkiler hayvanların, hayvanlar insanların, yağmur yüklü bulutlar toprağın imdadına koşar. Vücudumuza aldığımız besinler de hücrelerimizin yardımına koşmaz mı?
İşte insan kâinatın küçük bir modeli olarak kâinatta carî olan bu harika düzene ayak uydurmakla mükelleftir. Onun için Kur’ân da, “İyilik ve takvada yardımlaşın” (Maide Sûresi: 2) buyurur. Âyetin devamında ise günah ve düşmana yardımlaşmama emredilir.
Demek insan iyilik ve takvada yardımlaşarak, kötülük ve düşmanlıkta destek vermekten uzak kalarak kâinattaki bu işler düzeni ayakta tutacak, bozmayacak.
Diğer bütün emir ve tavsiyeler de bu düzeni sarsmamak içindir. Allah’a isyan etmekten kaçınmamızı emreden Allah Resûlü de (a.s.m) bu yolla asıl yurdumuz olan ahiret için azık hazırlayacağımızı bildiriyor. “Müslümanın Müslümana en güzel, en hayırlı öğüdü, ahirete hazırlanmak için birbirini teşvik etmeleri, Allah’a isyan etmekten sakındırmalarıdır, bunu emretmelerdir” buyuruyor.
Emr-i bilmaruf ve nehy-i anilmünker emri içerisine girer bu yollu gayretler. En dar daireden şartlar gereği en geniş daireye kadar bu emir ve tavsiyeler uzayıp gider. Kişi kendinden başlayarak aile fertlerine, komşularına, memleketine hatta dünya ve kâinata kadar üzerine düşenleri bir bir yapmaya çalışır.
Karı-koca arasındaki irtibatı da ne güzel anlatır Bediüzzaman Hazretleri. İyi bir insan olma da, dinî görevlerinin yapılmasında birbirlerine yardımcı olan karı-koca ne mutlu eşlerdir. Aksine manevî hayatlarının mahvında destek olan karı-kocaya da ne kadar yazık der, Tesettür Risâlesinde. Anne-baba evlâtlarını manevî hayatlarının imarında gayret içinde iseler ne mutlu o anne-babaya! Bir Müslüman arkadaş, konu komşu ve sair insanların manevî hayatlarının kurtulması, kuvvetlenmesi için yardımcı oluyor, teşvikte bulunuyorsa ne mutlu ona.
Her iyiliğin bir sadaka olduğu düşünülürse, manevî hayata yapılan hizmet ve yardımların önemi ve büyüklüğünü siz tasavvur edin. Nitekim Allah Resulü (a.s.m) bir defasında bir kimsenin imanının kurtulmasına vesile olmanın sahralar dolusu kırmızı koyunları sadaka olarak vermekten, başka bir hadis-i şeriflerinde de, “dünya ve dünya içindeki herşey”den daha hayırlı olduğunu bildirmişlerdir.
“İnsanların en iyisi insanlara en çok faydası dokunan” değil mi?
14.07.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Kur'ân harflerindeki icaz |
|
Edebiyatta bir kelimeyi, iki-üç mânâda kullanmaya “tevriye” denir. Meselâ, “Sordum nigârı, dediler ‘ahbab/Semt-i vefâda doğru yoldadır” beytinde, Vefa semtindeki Doğru Yol Caddesi’ne ve sevgilinin de “iffetli yönünde istikamette” olduğu kastedilir. “Dedim geçtim Vefa’dan” sözüyle de Vefa semtinden gezilerek gidildiği ve Vefa isimli arkadaşa da sitem edildiği anlatılır... “Geçmiş zaman olur ki, hayâlî cihan değer” cümlesiyle, şâir, hem “Hayâlî” mahlasının, hem de cihana eş değer olduğunu aynı zamanda
anlatmak istemektedir.
Lügatlere bakıldığında pek çok kelimenin bir değil, birkaç anlama geldiği görülür. Türk dili ve edebiyatı uzmanı Prof. Dr. Nihad Sami Banarlı, “gönül ve düşmek” gibi Türkçe kelimelerin dahi, 150’yi aşkın mânâlarda kullanıldığını yazdı “Türkçe’nin Sırları” isimli eserinde. Elbette, beşerî kelimeler, bu kadar zengin mânâları ihtivâ ederse, fasih, beliğ ve nahvî bir dil olan Arapça, İlâhî kelimeler, yüzlerce mânayı barındırdığına hiç şüphe edilmez.
İşte edebiyatın bu gerçeği nazara alındığında, Arapça’da, bir kelimenin pek çok mânâsı olduğu görülür. Kur’ân’da ise, iç içe mânâ istif edilmiştir. Meselâ, “din” kelimesinin en azından 30 mânâsını verir lügatlar: Din, İslâm, şeriat, millet, âdet, hâl, siyaset, hesap, kahr, galebe, istilâ, mâlik-aziz olmak, verâ, takvâ, masiyet ve ikrah, hizmet, hüküm, kaza, ihsan, sîret, yol, tedbir, tevhîd, melik, mülk, birisini hoşlandığı şeye sevk etmek gibi...
Nasıl ki, Allah’ın yaratmış olduğu kevnî kelime olan çekirdekten, tohumdan binlerce tohum, ağaç ve meyve meydana geliyorsa, Kelâm-ı Ezelîden gelen bir Kur’ân harfinden, yüzlerce mânâ çıkabilir. Bu, aklın haricinde değildir. Çünkü, orada İlahi hakikatler şifrelenmiştir. Bilgisayarda, şifre olan bir nokta veya harfe bastığınızda nasıl sayısız bilgi ve manzaralar geliyorsa, İlâhî harflerde de sayısız mânâlar şifrelenmiştir.
Ki, bu mânâların pek çoğu kastedilmekte ve zamanı gelince, onlar da devreye girmektedir. Herbiri zamanı, yeri, meslek ve meşrebine göre o mânâ açılır. Zâten, i’caz, yâni mu’cizeliğinin ve îcaz’ının (az bir söz ile çok şeyi anlatmak), cihanşumullüğünün bir yönü de budur. Kur’ân’ın bu mucizelik yönünün biri de, tarihi hadiselerden, geçmiş kavimlerin durumlarından kıssalar/haberler vermesidir. Cifir ve Ebced, diğer kültürlerde de kullanıldığına görere elbette bir takım cifri sır ve ebcedi hakikatlere de işaretleri vardır. Bunu da ancak uzmanları, yani, Kur’an’ın tabiriyle, “Halbuki o âyetlerin tefsirini Allah’tan ve Allah’ın kendilerine ilimde derinlik ve istikamet ihsan ettiği kimselerden başkası bilemez.1
Fakat onlardan ilimde derinlik ve istikamet sahibi olanlar,2 veya özel ilim hibe edilenler anlayabilir.
Dipnotlar:
1. Kur’an, Âl-i İmrân, 7.; 2. Age, Nisâ, 162.
TAZİYE:
Gazetemiz yazarlarından aziz kardeşim Süleyman Kösmene’nin muhterem babası Nuri Kösmene’ye Allah’tan rahmet ve mağfiret, akraba ve dostlarına sabr-ı cemil niyaz ederim.
14.07.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Saat-i icabe |
|
Bir okuyucumuz: “Saat-i icâbeyi Cuma’da hangi vakitler arasında aramak gerekir?”
Her zaman, her şeyi vesîle kılarak Rabbimize duâ ve ibâdete devam etmeli, hiçbir zaman duâ halini kesmemeli, duâmızı ve kulluğumuzu belli zamanlarda kesintiye uğratmamalıyız. Çünkü hiçbir saat ve hiçbir vakit bizim kul olarak Rabbimize dönüşümüz için ve duâ için elverişsiz ve kapalı değildir. Hayatımızın her ayrıntısından da, lüzumsuz zannettiğimiz her saat diliminden ve zaman parçacıklarından da sorumluyuz. Öyleyse her zaman parçacığını Rabbimize sığınmamız için eşsiz bir fırsat olarak algılamak zorundayız.
Fakat bazı saatlerde ve vakitlerde sırf kullarının lehine Cenâb-ı Hakk’ın, rahmetiyle muâmelede daha fazla lütufkâr olduğu şeklinde sahîh rivâyetler vardır. Meselâ, Cuma günü içinde bir icâbet saatinin, yani duâların daha fazla cevap ve kabûl gördüğü bir saatin bulunduğunu Hazret-i Peygamber (asm) haber vermektedir: “Onda bir saat vardır ki, hiçbir Müslüman kul namazda bulunup ve o saate rast getirip Allah’tan bir şey istemez ki, Allah Azze ve Celle ona isteğini bahşetmesin!” Bu saatin kısa olduğunu göstermek için de, mübârek elini baş parmağının orta ve diğer parmağının içine basarak işâret lütfetmiştir.1
Ebû Bürde b. Ebû Mûsâ el-Eş’ârî (ra) der ki: Cuma günü duâların kabul olunduğu saatle ilgili babamın şöyle söylediğini işittim: “Resûlullah (asm) demiştir ki: ‘Bu saat imamın minbere oturduğu zaman ile namazın kılındığı vakit arasındadır.’”2 Başka bir rivâyette, Peygamber Efendimiz (asm) bu saat için: “Cuma namazına girişten itibâren, namazdan çıkıncaya kadar” buyurmuştur.
Fakat bu saatin çok bilinmeyen ve meçhul kalan bir saat olduğu yolunda da rivâyetler vardır. Meselâ yine Ebû Hüreyre (ra) demiştir ki: “Bu saatin hangi saat olduğunu Nebiyy-i Ekrem Efendimiz’den (asm) sorduk. Bize: ‘Bu saati ben biliyordum. Lâkin sonradan Leyle-i Kadir bana unutturulduğu gibi, bu da bana unutturuldu!’ buyurdu.”3
Anlaşılıyor ki, Cenâb-ı Hak, bu saatin açıkça belirlenmemesini ve meçhul bırakılmasını istemiştir. Cuma namazı saatinde olduğu yolundaki rivâyetler, mü’mine bir ip ucu verebilir belki; ama, Cuma gününün diğer saatlerini gözden ve rağbetten düşürmemek Allah’ın rahmetinin ve şefkatinin genişliğine ve kuşatıcılığına daha uygundur.
Cuma’daki saat-i icâbede yapılan duânın makbûle daha yakın olduğu yolundaki rivâyeti Üstad Bedîüzzaman Hazretleri de tasdik ediyor4; bu saatin meçhul kalmasını ve gizli bırakılmasını ise, sâir saatleri ve dakîkaları kıymetten düşürmemek ve her saate aynı derecede ehemmiyet verilmesini sağlamak hikmetine bağlıyor. Saîd Nursî; insanlarda velînin, Cuma gününde icâbet saatinin, Ramazan geceleri içinde Kadir Gecesinin, Esmâ-i Hüsnâ içinde İsm-i Azam’ın, ömürde ecelin meçhul kalmasının aynı hikmete bağlı, yani sâir emsaline de kıymet ve ehemmiyet verilmesini sağlamaya dönük bir tecellî olduğunu açıklıyor. Öyle ki, meselâ yirmi senelik ölüm saati bilinmeyen bir ömür, ölüm saati bilinen bin senelik bir ömre göre daha tercih edilir!5
Dünya hayatının kısalığına ve bize takdim edilen hayat dakîkalarının sayılı olduğuna dikkat edecek olursak, kul olarak Rabbimize sığınmak ve duâ etmek için zaman tercihi yapacak kadar, meselâ bir takım vakitleri diğerlerinden ayıklayacak ve belli saatlerin dışındaki zamanlara rağbet etmeyecek ve değer vermeyecek kadar lüks ve fazladan bir zamana sahip olmadığımız anlaşılmış olur. Hayatımızın bütününden ve ömür saatlerimizin tamamından sorumluyuz. Öyleyse tüm zamanları Allah’a yaklaşmak için en bulunmaz zamanlar olarak bilmenin, kulluğumuz için daha hayırlı netîcelere kapı açacağımızı aklımızdan uzak tutmamalıyız.
Yine de unutmayalım: Bugün duâ günüdür. Bu gün ellerimiz daha çok havada, kalbimiz Allah’a dönük olsun.
Dipnotlar:
1- Buhârî, 3/507. 2- R. Sâlihîn, 1154. 3- Tecrit Terc. 106. 4. Mektûbât, s. 270; Sözler, s. 662. 5- Mektûbât, s. 460; Sünûhât, s. 19.
14.07.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Nimetullah AKAY |
Gerçek sadece görünen değildir |
|
Görünen eşyaya veya görünen hayatlara aldanıp da her şeyin sadece göründüğü gibi olduğuna karar vermememiz gerekmektedir. Zira bazı şeylerin göründüğü gibi olmadığını, her görüntünün geçmişi ve geleceği olduğunu düşünmemiz gerekmektedir. Bu sebeple hazır görüntüler bize fazladan sevinç ve fazladan üzüntü vermemelidir.
Neyin bizim için hayırlı olduğunu, hangi yaşantı biçimlerinin bizim için şerlere sebep olacağını biz bilme imkânına sahip değiliz. Bizi bizden çok daha fazla bilen bir Yaratıcımızın olduğunu ve bize bizden daha fazla sahip olduğunu unutmamamız gerekir. Aksi takdirde, bilgiçlik ve sahiplik durumu bizleri huzur esintilerinin olmadığı iklimlere götürür.
Tevekkül ve teslimiyet hali biz insanlar için biçilmiş en iyi kaftanlardır. Tevekkül kalesine girip, teslimiyet silahını takındığımız takdirde hiçbir azılı düşman bize zarar verme güç ve iradesine sahip olmayacaktır. Yeter ki görüntüler, zahirî karartılar bizleri yanıltmasın. Yeter ki içimizdeki ihtiras duygularını kontrol altına alabilelim.
Hayatların, eşyanın, şatafatların, ihtişamların görünen yüzüne aldanıp da içinde bulunduğu durumdan şikâyetçi olan insanlar, sadece kendilerine kötülük etmektedirler. Bilinmelidir ki insanın mutluluk ve huzuru, elde edemediği şeylerde değil, elde ettiklerinin iyi bir şekilde değerlendirilmesindedir.
Allah, bize iyi bir insan olabilmemiz için, huzurlu bir kul olabilmemiz için ve yeryüzünün halifeliğine uygun bir hayat sürebilmemiz için yeterli cihazatı vermiştir. Eğer bu istenilen değerlere ulaşamıyorsak demek ki problem bizdedir, bizlerin eşyanın hakkını veremeyişimizdedir.
Sahip olduğumuz hiçbir maddî imkânın ne zamana kadar bizim olacağını bilmiyoruz. Bugünkü gibi olumlu veya olumsuz bir şekilde ömrümüzün nereye kadar devam edeceğini de bilme imkanına sahip değiliz.
Bizim için hayırlı gibi görünen haletlerin gerçekten ilerde bize hayırlar getirip getirmeyeceğini, bizim için şer gibi görünen durumların ilerde bizler için nasıl sonuçlar doğuracağını kestirebilme imkanımız da bulunmamaktadır.
Her haletimiz, sahip olduğumuz her kısıtlı imkânımız bizlerin yönünü yaratıcımız olan Allah’a yönlendirmelidir. Üzüntülerimiz, geçici sevinçlerimiz, hastalıklarımız, sıkıntılarımız gibi bütün yaşantı anlarımız bizler için ikazlarla doludur. Zaaf ve acz haletlerimiz, bizlerin arzuları nihayetsiz duygularımızla baş edemeyeceğimizi göstermektedir.
Bu hayat hakkındaki bilgilerimiz, bilgi hazinesinden yeterince istifade etmemiz için yeterli olmadığını da bilmek zorundayız. Sadece gördüklerimizle, duyduklarımızla, hissettiklerimizle insanlık hedefine ulaşmayacağımızı, tefekkür âlemine bir pencere açabilirsek anlayabileceğiz.
Hasılı hayatımızın her anı ve her haleti, bizi bütün âlemlerin Hâlık-ı Kerimi olan Rabbimize yönlendirmeye çalışmaktadır. Gerçek bir insan olmak istiyorsak, huzur ikliminde yaşamak istiyorsak ve bütün zerrelerimizin büyük bir iştiyakla arzuladığı ebed âlemine ulaşıp orada hayatımızı idame ettirmek istiyorsak, her şeyi ve her düşünceyi bir tarafa bırakıp Rabbimize yönelmemiz gerekmektedir.
Bir çok görüntünün bizlere yalancı dünyaları gösterdiğini, gülen bir çok simanın arka yüzünde ıztırapların var olduğunu unutmamamız gerekir. İnsanların hayatına özenerek menzil-i maksuda varamayız. Eşyanın dış yüzüne aldanarak Hazine-i Rahmetten istifade etmenin sırlarını keşfedemeyiz.
Kendi kendimizi fani yaşantılar için yıpratmamız gerekmektedir. Geçici dünya için bize verilmiş olan gözlerimizle belki eşyanın hakikatini görmemiz mümkün olmayabilir. Ebedî âleme yönelik güzelliklerin izini görmemiz için kalb gözümüzü de hayatımıza rehber etmemiz gerekmektedir. Kalb gözümüzü devreye koyabilirsek, dünyamızın şeklinin görünenden farklı olduğunu ve asıl gerçeklerin perdelerin arkasında korunduğunu anlayabileceğiz.
14.07.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Halil USLU |
Hastam alıp getirmiş |
|
Makalemin ser levhası merhum Prof. Dr. Ayhan Songar”a ait. Kendilerinden ve geçen hafta aramızdan ayrılıp Hakka vuslat eden Op. Dr. Reyhan Songar Hanımefendiden defalarca dinledim. Geçmiş dönemlerde Konya Turizm Derneği ve Turizm Kültür Vakfı’nın müşterek tertiplediği uluslar arası Mevlânâ kongre ve sempozyumlarında daima bir araya gelirdik. Songar ailesi benim Risâle-i Nurlarla çalışmalarımın olduğunu öğrenince “Gel sana bir keramet ve bir ihsan-ı İlâhiyi anlatalım” dediler.
Hadisenin gelişmesi şöyle: Merhum Reyhan Songar eşi bir mânâda hocası Prof. Ayhan Songar'dan, Risâle-İ Nurların yasaklandığı ve kitapçılarda bulunmadığı ve bir kişinin cebinde bir risâle çıksa takibata uğradığı acılı ve rezalet günlerde, Risâle-i Nur eserlerini ister. Merhum Ayhan Hoca, “bu eserleri bulmak bir mesele, başıma iş çıkarma. Biraz sabret, inşallah bur zuhurat olabilir” diye kendileri aralarında sohbet ederler.
Konuştuklarının sabahında Prof. Ayhan Songar diyor ki; “Sabah iş yerime geldim, ortalık çok kalabalık hastalarla dolu, ben bu kitap olayını unutmuştum, bulmak çok zordu. Bu sırada gelen bir hastayı odama aldılar, hasta kardeşimiz dedi ki: “Hocam sizin bana çok emeğiniz geçti, bunların karşılığını para ile ödeyemem, ancak size paradan çok önemli ve benim ayrı bir ilâcım olan kitaplar getirdim acaba kabul buyurur musunuz?” Açtık ne görelim, akşam istediğimiz eseri sabahında “hastam alıp getirmiş.” Şaşırdım kaldım, hemen eşim Reyhan’ı aradım. “Hanım duân kabul oldu, Üstadın tasarrufu yetişti, kitaplar geldi, bir ‘hastam alıp getirmiş’ müjdeler sana…”
Bizim risâleleri tanımamız, tanışmamız ve bulmamız böyle oldu. Sonra eserleri okudukça kendimizin gerçek hasta olduğunu ve eserlerin ruhanî bir iksir olduğunu anladık ve bazı hastalarımıza ve gönül dostlarımıza bunları tavsiye ile birlikte hediye ederdik. Ayrıca yurt içinde ve yurt dışında gerek Bediüzzaman Hazretleri ve gerekse Risâle-i Nurlar hakkında sorulan suallere ikna edici cevaplarla birlikte; lütfen alın okuyun yorumu kendiniz yapın, bir eseri okumadan gelişi güzel, uluorta konuşmak ilim adamlarının haddi değildir” derdik.
Songar ailesi, İslâma hizmet etmiş bütün gönül dostlarına ve başta “Aydınlar Ocağı” olmak üzere bütün manevî kültür temsilcilerine fevkalâde bağlıydı. Onun için Hz. Yunus, Hz. Mevlânâ, Hz. Şah-ı Geylanî ve Hz, Bediüzzaman değişmiyordu, ayırt etmeden sempozyumlarda konuşur ve tıbbi yönden misaller verirlerdi. İnsanı okumanın ayrı tedavi yöntemlerini anlatırlardı. Eserler makaleler yazdılar, aramızdan ayrıldılar, gönüllerimizde ve hafızalarımızda onların sözleri, eserleri, makaleleri kalmıştır..
Merhum Ayhan Songar”ın bir hatırasıyla noktalamak istiyorum. Diyor ki: Müslümanların avukatı, hakperestlerin avukatı, para pul demeden kış yaz demeden, hapishane zindan demeden, bütün Müslümanların dâvâlarına koşan onları 163. madde denen canavardan korumaya ve kurtarmaya koşan merhum Av. Bekir Berk Cerrahpaşa hastahanesinde yatıyor devamlı uğruyor ve alâkadar oluyorum, son günlerinde bana hitaben dedi ki; “Muhterem doktorum, siz buradan bu dünyadan beni salmıyorsunuz, fakat öteki alemden istiyorlar beni, her iki âlemin ortasında kaldım, ne olur kurtarın beni.. Hem Lâtife ve hem de gerçeği söylüyordu.. Bu konuşmalardan birkaç gün sonra Bekir bey bize elveda ederek sevdiklerinin ve onu bekleyen ruhaniyatın yanlarına imanla gitti.. ”
Bunların hangisini yazacaksın? Her biri bir destan ve her biri bir serdengeçti kahraman. Onları bilenler biliyor. Bizlerde bu makalelerle hem ruhları şad olsun ve hem de hafızalarda tozlanmasın ve tazelensin, şeffafiyeti daim eylesin, yeni nesillere ders olsun, örnek olsun diye yazıyoruz, konuşuyoruz. Bazılarının imdadına, irşadına hastaları koşuyor, bazı hastalara doktorlar koşuyor. Sırlar âlemi. Ne mutlu çözenlere anlayanlara, anlatanlara..
14.07.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Dünyanın en büyük hapishanesi |
|
Filistin’de yaşananlar karşısında sessiz kalmak, mümkün değil. Hele hele İsrail’in masum çocuk ve sivillere yaptıklarını ‘haklı’ görecek bir ‘vicdan’ın dünya üzerinde var olduğuna ihtimal veremiyoruz.
Doğrusu Filistin’de neler yaşandığını tam olarak bilemiyoruz. Mevcut şartlarda bilmemiz de pek mümkün görünmüyor. Çünkü haber alma/verme kaynakları da genel anlamıyla İsrail gibi düşünenlerin elinde. Dolayısı ile, yaşanan çilelerin İslâm dünyasına ve insanlığa tam olarak yansıtılabilmesi mümkün görünmüyor.
Çarşamba günü akşamı Filistin Büyükelçisi Nebil Maruf’u, İstanbul Eresin Otel’de düzenlenen bir toplantıda dinleme imkânı bulduk. Çok sayıda sivil toplum kuruluşu temsilcisi ve medya mensubunun da katıldığı toplantıda Filistin Büyükelçisinin anlatıklarının ‘canlı yayın’la bütün Türkiye’ye ve dünyaya ulaştırılamamış olması bir eksiklik.
Bir asra yaklaşan çile döneminde, her defasında Filistinlilerden ‘taviz’ vermelerini isteyen dünya ülkelerinin, bir defa olsun İsrail’e aynı teklifi yapmadığına işaret eten Büyükelçi Maruf, Filistin dâvâsının dünü ve bugününü anlatırken, adeta ‘çile’den çıktı.
‘Filistin dostları’nın her defasında ‘destek sözü’ verdiğini, ama bu sözlerin bir işe yaramadığını ifade eden Maruf, İsrail’in bölgede yaşanan bütün insanları tehdit ettiğine dikkat çekti.
İsrail’in ‘devlet terörü’ uyguladığının altını çizen Büyükelçi Maruf, İsrail’in hiç bir şart altında barış istemediğini ifade ederken de şöyle dedi: “İsrail siyasî otoriteleri Filistin halkıyla barışı arzu etmiyor. İşgalin devam etmesini ve Filistinlilerin iradesini kırmak, onları aç bırakmak istiyor. Bugün Filistin büyük bir hapishane. Bütün sınırları kapalı. Arap bankaları bile yardımları transfer etmeye yanaşmıyor.”
İşte bir ‘dert’ de bu. Amerika ve İsrail’in baskıları sonucu, ‘Arap bankaları bile’ Filistin’e yardım paraları gönderemiyor! Göz göre göre insanlığın ölmesine seyirci kalmak, ‘ifsat şebekeleri’ne menhus/kirli bir zevk mi veriyor?
İsrail’in akıl almaz zulmüne rağmen, hiçbir şekilde teslim olmayacaklarını da beyan eden Maruf, İsrail hapishanelerinde 10 binden fazla Filistinli tutuklunun bulunuyor olmasının da adeta unutturulduğunu ve ‘uygar dünya’nın bu durumu İsrail’e hatırlatmadığına dikkat çekti.
“Bölgede yaşanan hudut savaşı değil, var olma savaşıdır” diyen Maruf, “İsrail, asla zafer elde edemeyecek” şeklinde konuştu.
Toplantıya katılan sivil toplum kuruluşu temsilcilerinin ‘destek’ beyanlarına da teşekkür eden Filistin Büyükelçisi, İstanbul Tabip Odası temsilcisine de bölgeye bir ‘doktorlar heyeti’nin gönderilmesini ve yaşanan ‘vahşet’in bizzat görülmesini, acil hastaların ameliyat edilmesini istedi. İnşallah büyükelçiden gelen bu talebe müsbet cevap verilir...
Filistin’in ‘en büyük hapishane’ olması, başta İslâm dünyası olmak üzere, bütün dünyanın ayıbı. İnşallah, bu ayıp kısa sürede sona erer. Duâmız, Filistinli kardeşlerimiz için...
14.07.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Hüseyin EREN |
İyi koşumlu at |
|
Nefis bir binek; yüceltebilen veya aşağıların aşağısına atabilen bir binek…Onu kullanabilen kurtulur, o kullanırsa kaybedebileceklerin en büyüğünü kaybettirir.
Kişneyen, ayaklarını göğe kaldırarak bir o yana, bir bu yana koşturan, bazen çifte atan bir atın üzerinde durmak korku dolu zamanlar olsa gerek. Düşmemek, ezilmemek, sürüklenmemek için ne yapılması gerek sorusu, beyninin bütün kıvrımlarından, kalbinin kanallarına akacak kadar önemli…
Kontrol kimde? Atta mı, atın üzerine binen de mi? At hür olursa onu kullanması gereken esarette sürünür, diğer şekilde de uzun mesafeleri kısa zamanda götüren sevimli bir bineğe dönüşür.
“Nefsine muhabbet ise, ona acımak terbiye etmek, zararlı hevesattan men etmektir. O vakit, nefis sana binmez, seni hevasına esir etmez. Belki, sen nefsine binersin; onu hevaya değil Hüdaya sevk edersin.” ( 32. söz)
Bineği kullanma kılavuzuna göre kullanan kullanılmaktan kurtulur. Kurtuluş, onun sonu gelmez isteklerini yerine getirmekte değil, onu dizginleyebilmekte… Yemini fazla vermek ne kadar kışkırtıcı ise, gemini gevşek tutmak da o kadar süfliyata sürükleyici.
Süfliyat, esareti bir müddet sonra şüphe ülkesine hükümdar eder… Gaddar bir müstebit olarak inanç ülkesine saldırmaya başlar… Dalâlet vadilerinde hızla ilerler, kalp kapısına dayanır… Son bir saldırı ile mahall-i imanı tarûmâr etmek ister… Hevanın hükmüyle şüphe oklarını latife askerlerine doğrultur…
Dünya savaşı değil, sonsuz dünyaları kazanma veya kaybetme savaşı… Ölen, yaralanan, esir düşen kalp askerleri… Hapsedilmiş vicdan… Karşı tarafa ilhak etmiş akıl…. Galaksilerin çarpışması, yıldızların dökülmesi, denizlerin kaynaması, dağların savrulması, toprağı karnını boşaltmasından daha dehşetli bir sükut hali… Giden ebeddir çünkü…
Kalp kalesinin önünde tefekkür ve tezekkür askerlerinin ciddiyetle bekliyor olması, heva komutasındaki hevesat askerlerini gerisin geriye püskürtecektir. Nefis teslim olup, kalbin komutasına girdiğinde, kâinat kanatlarının altında kalacaktır… Her bir yıldız çiçeğinden ayrı bir hakikat balı alacak, hikmet rüzgârlarıyla sonsuzluğa yelken açacaktır.
Ölüm hayatta diri olsa, nefis at gözlülüğünü bırakır, tefekkür ve tezekkür kayışlarıyla zapt edilmesi kolaylaşır. Kalp nereye sürse, oraya gider olur… Güzel bahçeler, tatlı içecekler, leziz yemekler hep şükür ve tefekkür malzemesi olur… Yeryüzü, yüzünün ve yüreğinin güldüğü yer olur…
Ölüm her gün dirilmeli, tefekkür ve tezekkür her daim tazelenmeli… At başını alıp bizi sürüklemesin, asgarisinden kolumuzu bacağımızı kırmasın istiyorsak, malaniyata dalıp dizginleri gevşetmemeliyiz. Kışkırtıcı şeytan peşimizden ayrılmadığı düşüncesi, bizden hiç uzak durmamalı…
Nefsi öldürmek değil, her gün onunla mücadele etmek, hayata hareket katacaktır. Talimli bir at, uzak mesafeleri kısa zamanda koşar, hantallaşmış ise, yerinden kıpırdamak istemez. Uzun yolun yolcularına iyi koşumlu bir at lâzım olsa gerek…
14.07.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Vehbi HORASANLI |
Peygamber ocağı |
|
Silâhlı kuvvetlere bakış açısı çok önemli bir konudur. 15 yıl bu kurumda görev yapmış bir subay olarak, bazı düşüncelerimi aktarmak istiyorum.
Birçok insan, ülkemizin girmiş olduğu sıkıntıların mesuliyetini orduya vermekte, ekonomik ve sosyal problemlerimizin kaynağı olarak, her on yılda bir yapılan ihtilâlleri sebep göstermektedir.
Fakat teşhisi koyarken, bazı noktalara dikkat etmek gereklidir. Çünkü ülkemizin dış güçlere karşı savunmasını deruhte eden silâhlı kuvvetleri yıpratmak pahasına yapılan eleştiriler yanlıştır. Zira ikinci bir ordumuz yoktur. Yapılan yanlışları ordunun bütününe değil, ihtilâl yapan veya cuntacılık peşinde koşan serüvencilere yüklemek daha doğru olacaktır.
Milletimiz, Türk ordusuna “Peygamber Ocağı” ismini vermiştir. Hiçbir milletin ordusunda Türk ordusu kadar şehit ve gazi bulunmamaktadır. Aynı gelenek ve kökleri paylaşan, hatta sancağını bile değiştirmemiş ordumuzu küçük düşürecek tutum ve davranışlardan şiddetle sakınmalıyız.
Yaklaşık bin yıldır dünyanın her yerinde Müslümanları haricin tecavüzünden koruyan bu orduya karşı dil uzatmak manevî mesuliyet getirir. Peki, yapılan yanlışlıklara ne diyeceğiz? Bunun mesuliyeti kime aittir?
Sorunun cevabını Bediüzzaman veriyor. Bakın Afyon Müdafaası’nda ne diyor:
“Bir dehşetli kumandan deha ve zekâvetiyle ordunun müsbet hasenelerini kendine alıp ve kendinin menfî seyyielerini (olumsuz kötülüklerini) o orduya vererek, o efrad adedince haseneleri, gazilikleri bire indirdiği ve seyyiesini o ordu efradına isnad ederek onların adedince seyyieler hükmüne getirdiğinden, dehşetli bir zulüm ve hilâf-ı hakikat olmasından, ben kırk sene evvel beyan ettiğim bir hadisin o şahsa vurduğu tokada binaen sabık mahkemelerimizde bana hücum eden müdde-i umumiye (savcıya) dedim: ‘Gerçi onu hadislerin ihbarıyla kırıyorum, fakat ordunun şerefini muhafaza ve büyük hatalarından vikaye ederim. Sen ise bir tek dostun için Kur’ân’ın bayraktarı ve Âlem-i İslâm’ın kahraman bir kumandanı olan ordunun şerefini kırıyorsun ve hasenelerini (iyiliklerini) hiçe indiriyorsun’ dedim. İnşallah o müddei insafa geldi, hatadan kurtuldu.”
İşte bizim tavrımız da Bediüzzaman gibi olmalıdır. Kötülükleri baştaki mesul kişiye, iyilikleri ise orduya vermeliyiz. Zira ordumuz her ülkenin kendi ordusu gibi göz bebeğimizdir. Çeşitli zamanlarda başına geçen bazı şahısların yapmış olduğu kötülükleri orduya değil, o şahısların kendisine vermeliyiz. Aksi halde çok hata ederiz.
Almanların ve İtalyanların yaptığını unutmayalım. Onlar savaştaki yenilgiyi milletlerine mal etmemek için Hitler ve Mussolini’yi hedef göstermişlerdi. Amerikalılar veya İngilizler ise, baştaki ordu komutanlarını hiç ön plana çıkarmadılar. Çünkü biliyorlardı ki, galibiyet milletin malıdır. Onu ne kadar kişi ile paylaşırsa, başarı o kadar büyür.
Güzellikler, iyilikler, hatta sevinç gibi şeyler hep böyledir. Ortak olanların sayısı arttıkça büyürler. Fakat başarıyı bir tek kişiye mal etmek büyük bir haksızlıktır. Şarklıların çok kötü bir huyu olan bu huydan vazgeçmeliyiz. Bu çok büyük haksızlığı kim bize öğretmiş ise, onlara kızmalıyız vesselâm…
14.07.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
Gilad'a karşı bir millet |
|
Çarşamba günü akşamı (12/7/2006) Fuad Yasin’den sonra Filistin’in Ankara Büyükelçiliğine atanan Nebil Maruf’u dinledik. Barış sürecini özetledi ve şunları söyledi: “İsrail, Filistin milletini ve halkını tanımıyor ve onları reddediyor. Temel sorun budur. Onun dışındaki bütün olaylar oyundan ve ayrıntıdan ibarettir. Filistin halkını tanımamak için muhatap olmadığını ve temsilcilerini beğenmediğini söylüyor. İsrail Arafat’ı reddetti. Daha önce Arafat’a başbakanlığını dayattığı Mahmut Abbas’ı da cumhurbaşkanı seçildikten sonra tanımadı ve onu partner olarak kabul etmedi. Sonunda HAMAS’ı da reddetti.
“İsrail Filistinlilerin temsilcisi kim olursa olsun barış yapmak istemiyor. Derdi temsilcileriyle değil Filistin milletinin varlığıyla. Oysa ki, İsrail’in değil Filistinlilerin muhatap sorunu var. İsrail ise bunu tersine çevirip söylüyor. HAMAS’ın kendilerini tanımadığını söylüyor. Kendisi Filistin’i ve meşru haklarını tanıyor mu, BM kararlarını tanıyor mu? Arafat Filistin halkının insani ve siyasi haklarından taviz vermedi. İslâm ümmetinin Filistin üzerindeki haklarından da geri adım atmadı. Ve bunun sonucu olarak İsrail Arafat’ı iki yıl muhasara etti ve abluka altına aldı.
“Sonunda şehit oldu. İsrail doğrudan onun akibetinden sorumludur. Filistin bugün büyük bir hapishanedir. İnsanlar dışarıdan içeriye içeriden dışarıya çıkamıyorlar. Refah sınır kapısında 5 kişi beklerken öldü. Ve Arap bankaları dahil yapılan yardımları içeriye transfer edemiyor. Bunun sorumlusu Batılı ülkelerdir. Filistin hükümet görevlileri beş aydır maaşlarını alamıyorlar. Filistin halkının yüzde 75’i fakirlik sınırının altında yaşıyor. İşşizlik ise her yeri istila etmiş durumda...”
***
Filistinli Sefir, Gilad’ın kaçırılmasının bahane olduğunu İsrail’in bu bahane üzerinden planlarını yürürlüğe sokmak (imrar) istediğini söylüyor. Anladığımız kadarıyla İsrail’ın planı şöyle: Gazze’yi ya tamamen ya da kısmen yeniden işgal etmek. Bununla da kalmamak İsrail’in kalıcı ve sabit sınırlarını çizebilmek için (Olmert’in ilan ettiği gibi) Batı Şeria’nın yüzde 58’ini ilhak etmek. Bu anlamda, İsrail Duvarı nihai sınırlar olarak kabul ediyor ve planlarını ona göre yapıyor. Bu tek yanlı planlarını uygulamak için de Filistinli muhataplarını işgalle devre dışı bırakıyor.
Gazze işgali ile birlikte muhtemel Filistinli muhataplarını da yok etmiş oluyor. Plan buna matuf. Ardından da Batı Şeria’da kendisine göre kalıcı düzenlemeler yapmak istiyor. İsrail’in nihai amacı Filistin devletini yok etmek. Bunun için de devlet organlarını ve temsilcilerini tasfiye ediyor. Gazze işgali buna matuf bir harekettir. Hapishanedeki tutuklu ve esirlerin uzlaşma planlarıyla birlikte Filistin tarafı hem kendi içinde daha yeknesak hale gelmeye adaydı hem de İsrail’le barışa oldukça yaklaşmıştı. Ama İsrail er Gilad’ı bahane ederek devreye girdi ve bütün bu süreci altüst etti. Berhava etti.
İsrail barış istemiyor. Barış için toprak vermesi ve Filistin devletini kabul etmesi lazım. Bunu yok etmek için de mukaddimatını ve öncüllerini yok ediyor. Operasyonun amacı budur.. Sözlü olarak kabul ettiği Filistin devletini fiili olarak yıkıyor. Buradan şu anlaşılıyor. İsrail’in amacı evvelemirde HAMAS hükümetini yıkmak ki zaten yeraltına çekilmeye icbar etti ve ardından Özerk Yönetime de fiilen son vermek veya tamamen işlevsiz hale getirmek istiyor. Belediyeler düzeyine indirmek.
***
İsrail Gilad’ın kaçırılması üzerine dünyayı ayağa kaldırdı ama son 50 gün içinde İsrail’in 96 Filistinliye suikast düzenlediğini kimse görmek istemiyor. Gazze’de deniz kenarında bir aileyi yok ettiğini unutuyor. Halbuki herkes bunu televizyonlardan seyretti. Dolayısıyla İsrail tek yanlı hareket için bunları bahane olarak kullanıyor ama amacı barışı durdurmak. Gazze ve Batı Şeria’yı kantonlara bölmek. Filistin devletinin bütüncül yapısını bozmak. Kolu bacağı ayrılmış bir vucut varlık olabilir mi? İsrail’in amacı Filistinlileri toplu kıyıma uğratmak yani jenosit. Kurşunla öldüremediğini abluka ile öldürmek ve yok etmek istiyor. En iyi Filistinli onlar için ölü Filistinlidir. Gerçek Holokost İsrail’in yaptıklarıdır. Ama sizlere söz veriyorum: Teslim olmayacağız ve İsrail’in üzerimizden zafer kazanmasına izin vermeyeceğiz, müsade etmeyeceğiz. Bu bizimkisi sınır savaşı değil varolma savaşıdır. İsrail ve arkasından dünya Gilad’ı kurtarmak için seferber oldu. Ama bir onbaşıya karşı toptan esir bir millet olan Filistinlilerin esaretiyle ilgilenen yok. Bu anlamda dünyaya dargın ve küskünler. Sanki dünya kurbanın ve mazlumun karşısında zalimin ve celladın yanında elbirliği etmiş gibi.
Türkiye’nin arabuluculuğu şükranla anan Büyükelçi Maruf bu arabuluculuğun İsrail’in askeri baskısını hafiflettiğini söyledi. İsrail’i nahak yere destekleyenlerin de manevi bir illetin ve marazın pençesinde olduklarını söyledi. İsrail’i dokunulmaz kılan ve yatışmaz, serkeş kılanın da bu olduğuna parmak bastı. Siz ne dersiniz?
14.07.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Serdar MURAT |
Akdeniz'in iki ucu |
|
Bakü-Ceyhan olarak başladı. Sonra buna Tiflis’in de eklenmesiyle birlikte BTC oldu.
Şimdi Kazakistan’ın da katılmasıyla birlikte Aktau-Bakü-Tiflis-Ceyhan(ABTC) Petrol Boru Hattı olarak anılacak.
BTC’nin dağların tepesinden, Karadeniz’in altından, ovalardan, ülkelerden aşarak gelen yolculuğunun bir öyküsüydü Ceyhan’da düzenlenen tören.
Bizim için bir rüyanın gerçeğe dönüşmesiydi elbette ki. Ancak yüzyılın töreni, yüzyılın olayı gibi abartılı yorumları bir yana bırakarak, tam Türkiye’nin misyonuna uygun bir olay diye düşünüyorum.
Avrupa ile Asya arasında bir köprü Türkiye. Medeniyetler arası ittifakın eş başkanı olan bir ülke. Ve AB’ye tam üyelik müracaatında bulunmuş, Hıristiyan dünyası ile İslâm dünyası arasında bir köprü olan Türkiye.
BTC ile buna farklı bir halka eklendi. Doğu’nun petrolünü batıya taşımada, terminal bir ülke.
BTC için görkemli törenler yaparken, kapasitesi onun 1.5 misli büyük olan Kerkük-Yumurtalık petrol boru hattını bir türlü verimli bir şekilde kullanamadığımıza hayıflanmamak elde değildi.
Akdeniz’in bir ucunda görkemli bir tören yapılırken, ne yazık ki diğer ucunda İsrail, Filistin’den sonra terörü Lübnan’a taşıyordu. Hariri suikastinin arkasında Suriye parmağı olduğu iddiasıyla dünyayı Şam’ın tepesine yıkmaya çalışan, çifte standartlı ABD her nedense, İsrail’in Lübnan’a saldırısı karşısında suskun kalmayı tercih ediyor.
Gazze’de günlerdir süren kuşatma ve 50’yi aşkın Filistinlinin öldürülmesi karşısında sessiz kalan ABD Başkanı Bush, bir papağan gibi İsrail’in kendini savunma hakkının olduğunu belirtmekten başka bir şey söylemiyor.
Bugün dünyanın gündeminde, tırnak içinde ifade ediyorum, ”İslamcı terörist” ve El Kaide diye bir olay varsa, bu zemin İsrail’in Filistin’de 50 yıldır devam eden zulmü sayesinde oluştu. İslâm dünyasının içi kan ağlarken, bir kısmı bunun silahlı mücadele ile çözülebileceğine dair modeller geliştirdi.
Önce HAMAS’ın seçimlere girmesine izin verdiler. HAMAS seçimleri kazanıp, hükümet kurunca, Filistin halkını cezalandırmayı tercih ettiler.
İsrail’li askerin kaçırılması ne kadar yanlışsa, bunu fırsat bilip İsrail’in, Filistin’e saldırması da son 50 yıldır uyguladığı devlet terörü nedeniyle beklenen bir davranıştı. Ancak ABD’nin Gazze’nin ablukaya alınması, 50’yi aşkın Filistinlinin öldürülmesi, Filistinli bakan ve milletvekillerinin kaçırılması karşısında tepki göstermeyip, ”İsrail’li askerin kaçırılması bölge istikrarına zarar verir” şeklinde teşvik edici açıklamalar yapması İsrail’in gemileri iyice azıya almasına neden oldu. Bu arada hangi akla hizmetse, Hizbullah ta iki İsrail askerini kaçırdığını açıkladı. Terör terörü, şiddet şiddeti doğurdu. Aslında bu bölgenin 50 yıllık kaderiydi. İsrail bunun üzerine Lübnan’a girdi. ABD Başkanı Bush’un, İsrail’in devlet olarak kendini savunma hakkı olduğunu belirtmesi işte o sırada geldi.
Afganistan ve Irak’ın işgalcisi olarak Bush’un açıklamalarında yadırganacak bir şey yoktu. Aslında İsrail-Filistin-Lübnan üçgeninde yaşananlar da bir tuhaflık yok. 50 yıldır aynı şeyler oluyor. Tuhaflık şurada, bazılarının bizden ısrarla ABD’nin petrole bulanmış Karabatak kuşunu kurtarmak için Ortadoğu’ya yerleştiğine, El Kaide için Afganistan’ı ve Irak’ı işgal ettiğine inanmamızı istemelerinde.
ABD’nin Akdeniz’in iki ucunda iki müttefiki var. Biri Ortadoğu’yu kan gölüne çevirmeye devam eden İsrail diğeri ise, Avrasya ve Ortadoğu’yu Akdenize bağlayan hoşgörünün simgesi Türkiye. ABD bir tercih yapar mı orasından umutlu değilim ama İsrail’e bu desteği devam ettiği sürece terör daha geniş coğrafyalara yayılmaktan, Amerikan düşmanlığı büyümekten başka bir işe yanamayacak.
İsrail’in Filistin’e zulmü devam ettiği, Gazze’de, Ramallah’ta çocuklar babasız, hastalar ilaçsız, kadınlar kocasız, bebekler sütsüz, ekmeksiz kalmaya devam ettiği müddetçe. Irak koskoca bir vahşet ve tecavüz ülkesine haline dönüştüğü, İslâmın haremi ismetine tecavüzlerin devam ettiği müddetçe, kimse bizden ABD’ye ılımlı bakmamızı beklemesin.
Bu zulüm devam ettiği, İslâm dünyasındaki işgal ve tecavüzler bitmediği müddetçe, içimizdeki öfke, kalbimizdeki isyan dinmeyecek.
Birileri, efendileri adına buna çok üzülse de...
14.07.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Sürpriz istifa |
|
Bu yılki YAŞ toplantısından aylar önce, dört yıllık görev süresi Ağustos’ta dolacak olan Genelkurmay Başkanı Org. Özkök’ün yerine kimin geleceği tartışılmaya başlandı.
En güçlü aday olarak görünen Kara Kuvvetleri Komutanı Org. Büyükanıt’ı, kimi sert söylemleri sebebiyle hükümetin istemediği ve başka alternatifler aradığı ileri sürüldü.
Bu çerçevede, 28 Şubat’ın önemli isimlerinden Jandarma Genel Komutanı Org. Türkeri’yi öne çıkaran senaryolar dahi üretildi.
Aynı süreçte, Büyükanıt ismi üzerindeki spekülasyonlar hız kesmeden devam ettirildi.
Komutanın bilhassa Şemdinli olayıyla irtibatlandırılması ve adının iddianameye dahi geçirilmesi gergin bir ortam meydana getirdi.
Bu ortamda Büyükanıt için “hükümetin istemediği, ama CHP’nin savunduğu adam” görüntüsünün ortaya çıkması sıkıntıyı daha da katmerledi.
ABD’dekiler başta olmak üzere kimi dış mahfillerde Büyükanıt için yapılan “tutkulu laik, sıkı Atatürkçü” yorumları ise, işin tuzu biberi oldu.
Bu süreçte hükümetin Büyükanıt’la bir sorunu olmadığı, terfîlerde Genelkurmay’ın teamüllerine saygılı olacağı yönündeki taahhütleri, gerilimi yatıştırır gibi oldu, ama CHP kapanmış görünen konuyu tekrar gündeme taşıyarak meseleyi yeniden kaşımaya çalıştı.
Ve ardından Baykal “Sivil darbeyi önledik” edasıyla tartışmaya son noktayı koydu.
Tam bu aşamada Kara Harp Okulu Komutanı Tümg. Reha Taşkesen’in sürpriz istifası, işi yine Büyükanıt’la irtibatlandıran yeni tartışmaları gündeme getirdi. Adı 2010'lu yılların Genelkurmay Başkanı adayları arasında gösterilen Taşkesen Büyükanıt’a en yakın isimlerdenmiş, hattâ onun sağ koluymuş, vs.
Ordu içinde ayrı hizipler varmış izlenimi veren bu iddialara itibar etmek istemiyoruz.
Buna karşılık, Taşkesen’in istifasıyla ilgili olarak Genelkurmay’ın yaptığı açıklamayı esas almak durumundayız: Buna göre, Harbiye Komutanı hakkında muhtelif komutanlık kademelerine ihbar belgeleri ulaşmış, bunlardaki iddiaların ciddiyetinin kendisine sorulması üzerine Taşkesen öz iradesiyle istifa yolunu seçmiştir....
Bahsi geçen bu iddialar, medyada, Harbiye kampüsünde kimi kız ve erkek öğrencilerin el ele tutuştuğu, hattâ öpüştüğü; lokalde bira içilmesine izin verildiği ve bu yüzden nahoş olaylar dahi yaşandığı; ve Taşkesen’in bir öğrenciyle gönül ilişkisine girdiği şeklinde sıralandı.
Genelkurmay işin bu cihetini “Kişinin özel hayatıyla ilgilidir” diye kapatmayı tercih etti.
Böylece, Taşkesen’i istifaya götüren sebebin son madde olduğu şüphesi kuvvet buldu.
Taşkesen ise, bir rivayete göre olayı “dinci örgüt komplosu” olarak niteliyor ve “Benim Atatürk değerlerine ne kadar bağlı olduğum biliniyor, benim üzerimden TSK’yı yıpratmayı hedefliyorlar” diyor (Vatan, 11.7.2006).
Açıklama, bu iddiayı boşlukta bırakıyor.
Taşkesen 28 Şubat’ın en sıcak günlerinde Demirel’in başyaveriydi. Pek yardımcı olduğunu sanmıyoruz. Dış gezilerde karşılaşırdık. Bizde bıraktığı intibayı, selef ve halefine kıyasla “hayli soğuk bir asker” olarak ifade edebiliriz.
14.07.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Davut ŞAHİN |
Amerika’nın sesi: TGRT |
|
Mehmet Soysal (TGRT Haber Televizyonu Genel Yayın Yönetmeni), Washington’da bulunan Amerika’nın Sesi televizyonu ile başlattığı iş birliğinin giderek artmasının memnuniyet verici olduğunu söylemiş.
Amerika’nın Sesi Televizyonu Genel Müdürü David S. Jackson’u ziyaret eden Mehmet Soysal, iki kurum arasında “güçlü bir ilişki”nin yaşandığını söylemiş.
Yani: TGRT Haber ve Amerikanın Sesi bir işbirliğine gitmiş.
Her hafta Pazar günleri yarım saatlik Gündem programı ile Amerika’nın nabzını tutacak ve gelişmeleri TGRT Haber aracılığı ile Dünya’ya aktaracak... Yani, ABD askeri Irak’a bomba yağdırdığı zaman, biz onu TGRT’den çok rahat bir şekilde izleyebileceğiz. Yahut Amerikalıların “silahlanmaya ayırdığı bütçe kongrede görüşülürken” onları izleyip haber sahibi olabileceğiz. Ne güzel “işbirliği” ama...
Amerika’nın haber kanallarına “kıran” mı girdi? Bütün dünya haber kanalları zaten ABD’nin kontrolünde değil mi?
TGRT’nin sloganını bilmem hatırlatmama gerek var mı:
“Gör bak daha neler olacak?”
ZİDANENİN AÇIKLAMASI
Ve Zidane beklenen basın toplantısını yaptı. Açıklamada İtalyan futbolcunun kendisine küfrettiğini doğruladı.
“İnsanlardan özür diliyorum. Ama pişman değilim” diyor. Zinedine (Zinet) Zidane:
“Bu olayı TV’de gören çocuklardan özür diliyorum. Hareketimin affedilir tarafı yok. Elbette yapılmaması gereken bir hareketti. Bunu açıkça ve yüksek sesle söylüyorum. Zira olay 2-3 Milyar TV seyircisi ve milyonlarca çocuğun gözleri önünde oldu” diyor.
Ne hikmetse ünlü dudak okuyucuların ısrarla üstünde durduğu “terörist” lafına girmedi. Belki de gelecekteki kargaşaya yol açmamak için. Kim bilir?
KATLİAMIN ARDINDAN
Bosna Derneği Başkanı Hüsnü Kılıç, Bosna’da yaşananları gözyaşlarıyla anlattı. (Güne Bakış, Haber7)
Katliamı anlatırken, dünyanın sessiz tavrına da dikkat çekti.
Fransa’nın bu katliamda büyük rolü olduğunu anlatırken Hollanda hükümetinin de katliamda payı olduğunu söyleyerek, “savaş suçu” işlediğine dikkat çekti.
Fransa’nın o dönemdeki Cumhurbaşkanı Mitterand’ın ortaya koyduğu tavrın Sırpların katliamının önünü açtığını ileri sürdü.
Hele, Kılıç’ın savaşın yaşandığı dönemde kurtulacakları umudu ile barış gücü askerlerine sığınan Bosnalıların ertesi gün kurşundan geçirildiklerini, cesetleri yerlerinden çıkarırken yaşadıklarını anlatırken de gözleri doldu.
Ama bu dünya kime kalıyor ki:
Katliamda şehit edilen mazlumlar bir mertebe kazanırken, buz gibi yüzüyle Mitterand ve kasap Miloseviç’in de öte dünyada olduğunu hatırlatalım.
BİR ÖMÜR BOYU MÜPTEZELLİK
CNN Türk, Duygu Asena’nın hayatını “Bir yudum İnsan”da verdi.
Evet, insan hayatı gerçekten bir yudum kadar kısa. Şu kısacık ömrüne neler sığdırmış diye baktığınızda, “Cinsellik, tabuları yıkmak, aşk/meşk yazıları ve kadına dair mahrem ne varsa…” diye hafızalarda kalan…
Asena ömrünü, “cinsellik,” “tabuları yıkmak,” “kadın hakları” gibi bu milletin “bam teline” dokunanlar konulara adamış.
Müstehcen yayınların gün be gün artmasından, müptezelliğin alıp başını gitmesinden acaba ne kadar sorumlu?
ET PAZARI
Her yaz geldiğinde, ekranlar et pazarına dönüşür. Gazeteler zaten sabıkalı.
Ekranlar, sağlık veya zayıflama haberi bahanesiyle, haberleri izlenmeyecek hale getirirler…
Hele ki, her sezon ünlü şarkıcıların muhakkak “paparazzi”lik resimleri basılır. Kameralar görüntü alabilmek için birbirini çiğner. Halbuki, bütün bunlar danışıklı dövüş.
Hele şımarık bir şarkıcının “Şimdilik bu kadar, benden daha fazlasını beklemeyin” diyen küstah tavrına ne demeli?
Allah’ım sen aklımıza mukayyet ol!
14.07.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|