|
|
S. Bahaddin YAŞAR |
‘Normal’in sınırı geniştir |
|
Stres nedir?
ADAG üyesi psikiyatrist Mehmet Hocadan ‘stres’ üzerine bir seminer dinledik. Stresin daha çok rahatsız edici boyutu ön plana çıktığından ‘asır hastalığı’ tanımlaması dikkat çekici idi. Aynı zamanda bu potansiyel gücün hayat için olumlu anlamda da kullanabileceğine dikkat çekildi. Hatta, ‘Stres nükleer enerji gibidir, doğru amaçlar etrafında kullanılırsa, kişi için oldukça verimli neticeler alınabilir. Nitekim, hangi imtihan stressiz kazanılabilecek ve hangi hedefe hiç stres yaşamadan ulaşılabilecektir’ dendi. Bu anlamda stres, hayatın bir vazgeçilmezi olarak nazarlara sunuldu.
Stres, sebeplerine bakıldığında, hemen her şeyin ‘stres’e sebep olabileceği anlaşılıyor. Ekonomik durum, aile içi anlaşmazlık, şiddet, sorumluluk boşanma, kişinin kendisinden veya dış etkenlerden oluşan bir çok sebepler strese sebep olabilmektedir.
Stres; ‘zorlanıyorum’ reaksiyonu olarak tanımlanıyor. Aynı zamanda duygusal ve fiziksel bütünlüğümüze yönelmiş bir saldırı olarak da ifade ediliyor. Yani hayatın alt çizgi ile üst çizgi hatlarını zorlaması yaklaşımı, normal hayata dikkatleri çekiyor.
“Stres, insanda sinsi olarak sürekli durur. Onu zararlı hale getirmek de, kişi hayatına fayda temin edecek şekilde kullanmak da mümkün” denildi.
Stres, aynı zamanda bir savunma mekanizmasıdır. Savunma mekanizması güçlü olan insanlar, küçük fizyolojik rahatsızlıkları da rahatlıkla aşabilmektedir. Ancak sürekli stres içerisindeki insanlarda vücudun savunma mekanizması da güçsüz olacağından, tetikte bekleyen hastalıklar hemen devreye girebilmektedir.
Stres, olumlu uyarıcıya da olumsuz uyarıcıya da aynı derecede tepki göstermektedir.
Sorunları soruya dönüştürmek bir çözüm yoludur. Soruna karşı olumlu soru, olumlu sonuca; olumsuz soru da olumsuz sonuca yakın olacaktır.
Kilit kişi ‘biz’iz
Stresle mücadele edecek olan, her bireyin öncelikle kendisidir. Dışarıdan sadece bilgi alınır. O alınan bilgileri, uzmanların vereceği telkinleri yine kullanacak olan, kişinin kendisidir. Onun için emirleri uygulayacak kişinin iç dinamikleri, oluşacak sonuca inancı, problemleri aşmadaki kararlılığı gibi hususlar hep kişi faktörüne dayanmaktadır.
Bunun da ilk şartı, kişinin öncelikle kendisiyle barışık olması, kendine zaman ayırması, kendisiyle konuşabilmesi ve kendi içinde ele aldığı meseleleri sonuçlandırabilmesidir.
Zihnimizde sonuçlandırılmayan dosyalar zamanla zihni kilitlenmeye sebep olabilecektir.
Bizi mutsuz eden şey nedir? Önce işe buradan başlamak gerekir. Ve mutlaka yeni bir adım, yeni bazı değişiklikleri gerektirecektir. Eski olan hiçbir şey değişmeden, yeni bir noktaya ulaşmak mümkün olmayacaktır.
‘Hayır’ demek gerekiyorsa, ‘hayır’ diyebilmek
İnsanlara bir konuda ‘hayır’ demek gerekiyorsa, ‘hayır’ denilebilmelidir. Aksi halde, muhatabımız rahatsız olacak diye, diyemeyeceğimiz ‘hayır’, bizi rahatsız edeceği gibi, o kişiye karşı da tavrımızda olumsuz kırılmalara sebep olacaktır. Önem arz eden nokta ise, niçin ‘hayır’ dendiğinin açıklanmasıdır.
Dünya Cennet değildir
İnsan, elinden geleni yaptıktan sonra, kendi gücünü aşan meselelerde teslim olması ve ‘hayırlısı’ diyebilmesi, o konunun kendisine zarar vermesini ve hırpalamasını engellemiş olur. İnsan bu noktalarda ‘aciz’liğini, ve ‘fakir’liğini hissetmeli ki, haddini bilebilsin. Her isteğin dünyada yerine gelmeyeceğini bilmesi gerçeği, insanı rahatlatan bir durumdur. Dünya cennet değildir. Zarurî olamayan ihtiyaçları, zaruriymiş gibi gündeme almak ve hayatla didişmek kişinin günlük işleyişine de mani olan bir durumdur.
Normalin sınırı geniştir
Buna biz meşrû daire keyfe kâfidir diye de diyebiliriz. İslâmın yasaklamadığı şeyleri yasak kapsamına almak bir zulümdür. Aşırı uçlar her zaman için acı meyveleri beraberinde taşımaktadır. İfrat da, tefrit kadar tehlikelidir. Vasat hayat, normal sınırdır. Ve bu sınır çok da dar değildir.
Her negatif uçların, pozitif karşılıkları da mutlaka vardır.
Bu geniş sınır da sanırım, keyfe kafidir. Çünkü gayri meşrû dairedeki lezzetler, bir üzüm tanesi yedirse, yüz tokat vurur. Hapishanedeki, meyhanedeki ağlayan insanlar bu tokatların acılarını üzerlerinde taşıyorlardır.
Stresin zararlı çizgisine ulaşmamak için, ‘normal’ çizgisi hatırlatılıyor. Aşırı hedefler koymamak, her konuda başarılı olacağım iddiasında bulunmamak, normalleşmeyi esas almak, saldırganlık taşımamak, her şeyin kontrolünün sizin elinizde olmadığını bilmek, kendine güvenmek, kişinin kendisiyle barışık olması… gibi, bir çok uygulanması mümkün tavsiyeler yapılıyor.
En güzeli de ‘normal’in sınırının çok da dar olmadığını bilmek.
08.07.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Nejat EREN |
İnsan denen varlık ve mahiyeti |
|
İçinde bulunduğumuz şu 21. asrın en önemli özelliklerinden birisi de, kendini “insan” bilen insanların, kendisini ve hemcinsini daha yakından tanıma ve “insanca” yaşama gerçeğine olan ilgisidir.
Çünkü, insanlık, kendi içinden çıkardığı cani ruhlu habislerin sebep olduğu fesat ve anarşi ateşiyle maalesef “kimyasını” bozmuştur. Kimliğini kaybetmiştir. Sersemdir. Boşluktadır. Arzın büyük bir kısmını zulme, kana, baskı ve karanlıklara düçâr etmiştir.
İnsanın gerçek mânâda benliğine kavuşması ve kendisine gelebilmesi için, en başta kendisine bahşedilen “İlâhî” değerleri ve nimetleri bilip idrak etmesi ve onlara yapışması lâzımdır. Bir an önce Allah katındaki önemini kavraması, sorumluluk ve vazife şuurunu idrak etmesi gerekmektedir. Tek kurtuluş yolu budur.
İnsana ait bu değerlerin keyfiyet, mahiyet ve niteliğini en güzel şekilde izah eden ve ortaya koyan da İslâmiyet’tir, Kur’ân’dır. Çok geniş bir saha olan bu mevzuda, ileride daha geniş fikirler beyan etme hakkımızı saklı tutarak, kısaca bazı önemli noktalara değinmeye çalışalım.
Asrın tefsiri Risâle-i Nurların çeşitli bölümlerinde geçen ve “insan”ı konu alan çok harika ve mümtaz ifadeler oldukça fazladır ve bu konu hakkında bir çok araştırmacıya yetecek kadar bol mevzu ve çok güzel ipuçlarını bulmak mümkündür. İşte bazıları:
İnsanın; cismen küçük, zayıf ve aciz olmakla beraber, hayvanattan sayıldığı halde, pek yüksek bir ruhu taşıyor olması.
Ebed için ve bütün hayvanlardan mümtaz ve müstesnâ olarak, acip ve lâtif bir mizaçla yaratılmış olması.
Yüksek fikir, yüksek mahiyet, genel bir kıymet, geniş bir bakış açısı, tam ve doğru bir mükemmellik, sonsuz bir elem ve lezzetle iç içe olması.
Bir ferdinin, başka mahlûkatın bir nev’i ve sınıfı gibi olması. Kıymetini tayin eden asıl sebebin, mahiyeti olması. Sıfat, tabiat ve hallerinde, zaman ve mekânın tesirinin çok olduğu gerçeği.
Gelişimine ve değişimine engel olan isyanlardan, ihtilâllerden, ihtilâflardan meydana gelen felâketlerin ilâcının, hemcinsleri ile olan yardımlaşmadan geçtiği.
Allah’ın ruh ve hislerine verdiği genişlik sayesinde geçmiş ve gelecek zamanları yutabileceği.
En büyük saadet ve bahtiyarlığının hidayet olduğu. Hidayetin, vicdanı ve ruhu için büyük bir nimet, lezzet ve cennet olduğu gerçeği. Nur-u iman ile bütün mevcudâtın kendisine dost ve aşina olabileceği. Hâlık'ı yanındaki mevkii pek büyük olduğu içindir ki, Hâlık’ın, bu kâinatı, insanlar, insanları da “ibadet” için halk etmiş olduğu...
Kendisinde varolan o yüksek ruhunu genişlettiren en büyük nimetin, mükemmelliğe yetiştiren en büyük emir ve hadisenin, kâinatın ve dolayısıyla insanların hilkatindeki hikmet ve gayenin ibadet olduğu gerçeği...
Mesleğinde ısrarla nasihatleri kabul etmediği takdirde, onun ıslâhına hiçbir çare ve hiçbir devânın olmadığı...
Zulmete düşmekle yolunu kaybettiği zaman, ancak arkadaşlarını ve dostlarını görmekle bir derece mütesellî olabileceği...
Bir taraftan arzın şifâsı için bir ilâç iken, diğer taraftan ölümünü netice veren bir zehir olduğu...
Çok şeylere ihtiyarıyla girdiği, fakat çıkmasının mümkün olmadığı...
Hangi bir şeye yönelirse ona bağlanıp, onda fanî olduğu, kendisini kaybettiği...
Kâinatta cereyan eden kanunlara bağlılığı ve irtibat etmesi ve o kanunların eteklerine yapışarak, genel cereyanı temin edebileceği, nizamı olmayanın, düzeninin de olamayacağı...
Bütün bunların en güzel örneklerini yaşamış müstesnâ, tek ve yektâ, güneş gibi bir bürhan, unutulmaz ve vazgeçilmez bir rehber olan zâtın Hazret-i Muhammed Aleyhissalatü Vesselâm olduğunu anladığımız an ve gün, gerçek “insanlık” şuur ve saadetine erişmiş olacağız. Yoksa, insanlığın yüzkarası; hicran, zulüm, elem, karanlık ve bedbahtlık devam edecektir. Allah korusun!
Cenâb-ı Hak bizleri, Kendisine hakikî bir kul ve Peygamberimize (a.s.m.) hakikî bir ümmet eylesin. Günahlarımızı affetsin. (Âmin)
[email protected]
08.07.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Hasan GÜNEŞ |
Gençlik fotoğrafı |
|
Mevsim itibariyle artık yazın ortasındayız. Bazı mevsimler bazı yıllarda uzasa da süreklilik arz etmiyor. Çark dönmeye devam ediyor. İnsan, her yıl mevsimleri yaşadığı gibi hayatı da dört mevsimlik bir sene gibi yaşamaktadır. Mevsimlerle birlikte hayatın baharı gençlik de yolculuğuna devam ediyor.
Eğer fotoğrafa meraklı iseniz, daha çok hangi mevsimin fotoğrafını saklamak isterdiniz? Aslında mevsimlerin, bazılarında bir kısım sıkıntılar olmakla birlikte, her birisinin ayrı bir güzelliği vardır. Her mevsim özlenir, her mevsime hasret duyulur. Gerçekte saklanacak ve kaydedilecek olan mevsimden ziyade mevsimi yaşayan, yani kendi mevsimimiz önemlidir.
Zaman zaman tartışılır: Vefat etmiş önemli şahsiyetleri hatırlarken ya da tanıtırken, basında yayında hangi resimleri kullanmak gerekir? Gençlik resimleri mi, yoksa yaşlılık resimleri mi; maksada hangisi daha çok hizmet eder? Sûretperestliğin önemli olduğu asrımızda ciddî bir ayrıntı. Aslında belki de en doğrusu, kişinin yaptığı ve tanınmasına sebep olduğu iş ve hizmetinin yaşına göre bir resimdir. Çünkü insanların hafızasında öyle yer tutmuştur. Yaptığı işler genellikle o yaşa göre harikadır ve zamana göre bir ehemmiyet kazanır.
Malûmunuz, biz fotoğrafa meraklı olsak da olmasak da Âlemlerin Rabbi meleklere her hareketimizi kayda aldırıyor; sürekli olarak en ince detayına kadar fotoğraf ve film çekiliyor. Burada nasıl en çok gençlik fotoğraflarını seyretmekten hoşlanılıyorsa, öbür dünyada da mutlaka, gençlik manzaraları daha çok rağbet görecek. Hatta daha da ilerisi ve en güzeli seyredenler de genç olacak. Çünkü Cenâb-ı Hak, cennete girecek olan ehl-i imanı genç olarak ve en ideal ve en güzel yaşta yaratacak. Önemli olan, tüm akıl sahiplerinin ideali ve hayali olan bu ebedî gençliği kazanacak ve lâyık olacak bir dünya hayatı yaşamaktır.
Öbür dünyada gençlik manzaraları en çok rağbet göreceğine ve iyi manzaralar, sâlih ve ihlâslı ameller, ibadet ve hakka hizmet diğerlerinden ayrılacağına göre, gençlik çağını iyi değerlendirmek ve “Kiramen Kâtibin” meleklerine iyi manzaralar sunmak gerekiyor. Belki de, insanların meşhurları, kendilerini şöhret yapan başarısını o yaş ile hatırlamasında mühim bir sır vardır. Öbür dünyada, hesap gününde genç ve kâmil bir yaşta hatırlanmak istiyorsak gençliği iyi değerlendirmek zorundayız. İnsanlar ve meleklerin hafızalarında farzları işleyen, Sünnet-i Seniyyeyi yaşayan ve haramlardan sakınan bir genç olarak daha çok yer tutmalıyız ki, bize şahitlik edecekler çok olsun.
Hatırlanacağı üzere Peygamberimiz (a.s.m.) “cennete gidip gidemeyeceğini” soran yaşlı bir kadına, “Yaşlılar cennete gidemez” diyerek yaptığı lâtife meşhurdur. Daha sonra da tebessüm ederek yaşlı kadının ve de tüm mü’minlerin yüreğine su serpen “İnsanlar yaşlı olarak değil, genç olarak cennete girecek” müjdesini vermişti.
Belâgatın zirvesinde olan Allah Resûlünün her bir ifadesinde ve her bir lâtifesinde bir çok hikmetlerin olduğu malûm. Bir çok hadis-i şerifte de ifade ettiği gibi gençlikte işlenen amellerin ne kadar parlak, ne kadar yüksek ve ne kadar kazançlı olduğuna burada da işaret vardır zannedersem.
Elbette karanlık kabir âleminde, uzun berzah yolculuğunda genç olarak işlenen ameller, ifa edilen hizmetler mum ışığına nisbetle güneş, yaşlılığa nisbeten de gençlik gibi olacaktır. Ayrıca unutmamak gerekir ki, nasıl ki dünya hayatında, gençlikte elde edilen ilim ve san’at gibi değerler, ileriki yaşlarda kaybolmayıp bir binanın temeli gibi koca ömrü meyvedar yapıyorsa, hakkıyla değerlendirilen bir gençlik ileriki yaşlardaki ibadetleri de daha parlak ve verimli hale getirecektir.
Gerçekte İslâmî hayat, dünya hayatını da bir cennete çevirir, İslâma aykırı olan bir yaşantı ise kişiyi dünyada dahi cehenneme sokar. Çünkü iyi değerlendirilemeyen bir hayat özellikle gençlik, bin bir türlü sıkıntı ve azaba maruzdur. İbadet ile ziynetlendirilmeyen ve günahlardan kaçınmakla muhafaza edilmeyen gençlik nimeti kısa sürede elden kaçar gider, geriye günahları, ıztırapları ve hastalıkları bırakır. Aslında bu hakikati büyük ölçekte de görmek mümkün. Ahlâk ve iffeti bir yana bırakarak, gençliği eğlence, sefahat ve sarhoşluğa teşvik eden Batı artık yaşlanıyor. Genç nüfus yok oluyor. Gençlik nimeti bir bütün olarak da yok oluyor. Gençliği suiistimal ederek aile müessesesini dejenere eden Batı, artık birbirine güvenecek eş; çocuk yetiştirecek anne-baba bulmakta zorlanıyor.
08.07.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
En tehlikelisi güven kaybı |
|
Dünyaca ün yapmış bazı iş adamları; ‘güven kaybı’nı, ‘sermaye kaybı’ndan daha tehlikeli bir durum olarak görür. Aynı şey, hükûmetler ve devletler için de geçerlidir. Bir hükûmet ya da devletin, kaybettiği ‘güven’i yeniden kazanabilmesi ‘sermaye’ kazanmasından çok daha zordur.
Neredeyse yarım asra yaklaşan Türkiye-Avrupa Birliği ilişkilerinde de çoğu zaman ‘güven bunalımı’ çıkmıştır. Zaman zaman kopma derecesine gelen ilişkiler, karşılıklı yumuşama ile yeniden canlandırılmış ve ‘tam üyelik için görüşmelere başlayan bir Türkiye’ye ulaşılmıştır.
İlişkilerin düzelmesinde, daha önce kabul edilen ‘uyum paketleri’nin rolü olmuştur. Ancak son aylarda AB yolundaki yürüyüşümüzün hızı, çeşitli sebeplerle düşmüştür. Hükûmet cenahı, bu yöndeki ikazları ‘AB yolunda hızla devam ediyoruz, yavaşlamadık’ diyerek savmaya çalışmıştır. Ancak yapılan komuoyu yoklamaları gerçeklerin farklı olduğu ortaya çıkarıyor.
AB’nin resmî kuruluşu Eurobarometer’in yaptığı ankete göre, Türkiye’de AB’nin olumlu imajı son altı ayda yüzde 17 gerilemiş. Ankete göre AB’ye olumlu bakanların oranı yüzde 60’tan yüzde 43’e gerilerken, Türkiye yüzde 35 ile AB’ye en çok güvenmeyen üye ve adaylar arasında yer almış. (Hürriyet, 7 Temmuz 2006)
AB genelinde ise, 29 bin kişiyle konuşarak gerçekleştirilen araştırmada, vatandaşların kendi ülke demokrasisinden memnun olup olmadığına yönelik soruya verilen cevaplar da dikkat çekici. Buna göre Türklerin, ancak yarısı (yüzde 50) kendi demokrasisinden memnun.
Böyle bir netice, tam üyelik yolunda ilerleyen Türkiye için iyi puan olmasa gerek. Bu netice, “AB’ye hayır” diyenleri sevindirse de, Türkiye için iyi bir netice olduğunu söylemek imkânsız. Tabiî ki anketlerin güvenilirlik problemi her zaman olmuştur. Meselâ; bu konuda yapılan başka araştırmalarda, “AB’ye destek” oranının yüzde 50’nin altına düştüğü bu güne kadar hiç görülmemişti. Gerçi konunun uzmanları, AB yolunda ilerleyen hemen her ülkede, zamanla ‘destek’ oranının düşebileceğine daha önce de dikkat çekmişlerdi.
Anket neticelerinin tartışılabilir olması bir yana, ortada başka bir vak’a daha var: AB yolundaki ilerlememiz, çeşitli sebeplerle ‘sabote’ ediliyor! Türkiye’deki kamuoyu blok olarak ‘evet’ ya da ‘hayır’ demediği gibi, Avrupa kamuoyunda da “Türkiye AB’ye üye olmasın” diyen güçlü bir ekip/grup vardır. Dolayısı ile, AB yöneticilerinin yaptıkları bazı açıklamalar Türkiye’de yaşayanların aklını çelebiliyor.
Anket sonuçlarını bu şekilde değerlendirmek gerekirken, yolumuzu tıkayanları da uyarmak gerekecek. Başta Türkiye’yi ‘idare’ edenler olmak üzere, hepimiz; kâmil mânâda hürriyetlerin olmadığı bir ülkede ‘ekmek ve huzur’un da olmayacağını bilmeliyiz. Hiç kimse, ‘ekmek mi, hürriyet mi?’ tercihiyle baş başa bırakılmasın. ‘Hem ekmek, hem de hürriyet’ istemeyi sürdürelim.
*
Engelleme timi
“AB’ye hayır timi” diye adlandırılabilecek bir grup, medyanın da ilgisini çekerek manşetleri işgal ediyor. Hemen her toplantıda itiraz seslerini yükselten bu ‘tim’, bazen mahkemede yargılananları bile rahatsız ediyor. Üstelik yaptıklarını da ‘hukuk’a dayandırmak istiyorlar.
Bu ‘tim’in yaptıklarını tasvip etmek, elbette mümkün değil. Ancak ‘haksız bir dâvâda’ bu derece sebat etmeleri, ‘haklılar’a ibret olmalı. ‘Haklı’ olanlar, haklarını böyle cesaretle savunabilseler, belki de neticeler de farklı olurdu...
08.07.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği, yaklaşık bir buçuk ay önce 61. Genel Kurulu’nu yapmıştı. Bu köşede “Buzları eriten görüntü” başlığı ile yaptığımız genel kurulla ilgili yorumumuzda, cumhurbaşkanlığı ve erken seçim tartışmalarının gerdiği siyaseti bir nebze olsun rahatlatan bir görüntüden bahsetmiştik. TOBB Başkanı Rifat Hisarcıklıoğlu, Başbakan Tayyip Erdoğan, DYP Genel Başkanı Mehmet Ağar ve CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’ı el ele tutuşturarak, genel kurulda ayakta alkışlanan bir görüntü sergilemişti.
“Türkiye’nin özlediği tablo” olarak değerlendirdiğimiz yazımız üzerine TOBB Başkanı Hisarcıklıoğlu bir mektup gönderdi.
Mektubunda, “Sizin de ifade ettiğiniz gibi, meşrû zeminlerde yapılan siyaset, milletimizin her zaman desteğini almaktadır. Bu gerçeği her platformda dillendirmek ve halkımızın demokrasi bilincini geliştirmek esasen basın dünyasının da en önemli sorumluluklarındandır” diyen Hisarcıklıoğlu, demokrasinin devamı ve huzurun gelebilmesi içinde zenginliğin gerektiğine dikkat çekiyor.
***
Hisarcıklıoğlu’nun mektubu bize şu hikâyeyi hatırlattı:
“Çinliler bambu ağacını şöyle yetiştirirlermiş: Önce ağacın tohumu ekilir, sulanır ve gübrelenir. Birinci yıl tohumda herhangi bir değişiklik olmaz. Tohum yeniden sulanıp gübrelenir. Bambu ağacı ikinci yılda da toprağın dışına filiz vermez. Üçüncü ve dördüncü yıllarda her yıl yapılan işlem tekrar edilerek bambu tohumu sulanır ve gübrelenir. Fakat inatçı tohum bu yıl da filiz vermez.
Çinliler büyük bir sabırla beşinci yılda da bambuya su ve gübre vermeye devam ederler.
Ve nihayet beşinci yılın sonlarına doğru bambu yeşermeye başlar ve altı hafta gibi kısa bir sürede yaklaşık 27 metre boyuna ulaşır.
Akla gelen ilk soru şudur: Çin bambu ağacı 27 metre boyuna altı haftada mı, yoksa beş yılda mı ulaşmıştır? Bu sorunun cevabı, tabi ki beş yıldır…
Büyük bir sabırla ve ısrarla tohum beş yıl süresince sulanıp gübrelenmeseydi ağacın büyümesinden söz edebilir miydik?
Çin bambu ağacının yetişmesi, “olumluda ısrar” için güzel bir örnektir.
Başarının şartları her zaman bellidir: Çalışın ve tahammül edin. Her zaman inanın. Ve hiçbir zaman geri dönmeyin...
***
TOBB’daki manzaraya bakıp ta, söz konusu manzaranın geçici olduğunu zannedenler ilerleyen zamanlarda bir çok tarafın bir arada olduğu tabloyu görürlerse şaşırmasınlar.
Fakat bunun için çalışmak, tahammül etmek, inanmak ve hiçbir zaman geriye bakmadan ileriyi düşünmek gerekiyor. Her şeyde olduğu gibi, siyasette de olumluda ısrar edip, olumsuzdan geri çekilmesini bilmek gerekir…
Yoksa şimdi birilerinin yaptığı gibi yeni yeni “sağlı sollu cepheler” oluşturarak milletin tasvip etmediği, “ittifaklar” peşinde koşmak kimseye fayda getirmeyecektir.
08.07.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
En etkili insan |
|
Hayatta başarılması en zor olan şey nedir?
İnsanın huy ve alışkanlıklarını değiştirebilmesi. Çünkü, “Can çıkar, huy çıkmaz.”
Kötü huy ve alışkanlıkları terk edip yerlerine iyi ve güzellerini yerleştirebilmek bir zaferdir. Ülkeler fethetmekten daha büyük bir zafer.
Nice hükümdarlar gelmiş, bir ülkeyi baştan başa fethetmiş, fakat orayı uzun süre koruyamamıştır. Çünkü maddî gücün etkisi sınırlıdır, güç bitince sona erer. Ama sevgi, adalet, insanlık üzerine kurulan saltanatlar süreklilik kazanmıştır. Bunlar devam ettiği müddetçe ayakta kalmıştır.
Resûl-i Ekremin (a.s.m.) tarihte ikinci bir örneği görülmeyen başarısında hiç şüphesiz dâvâsını bu güzel hasletlere bina etmesi yatar.
Dünyada en etkili olmuş insanlarla ilgili yaptığı bir araştırmada kendisi Hrıstiyan olduğu halde Efendimizi (a.s.m.) ilk sıraya koyan Maeckel Hart sebebini şöyle açıklıyor:
“Dünyanın en etkili insanları listesinin başına [Hz.] Muhammed’i koymam bazı okurları şaşırtabilir, bazılarını da kuşkuya düşürebilir. Ancak [Hz.] Muhammed tarihte hem dinî hem dünyevî düzeyde üstün başarılı olan tek insandır.
“Mütevazi bir aileden gelen [Hz.] Muhammed, dünyanın en büyük dinlerinden birini kurmuş, yaymış ve çok etkili politik bir lider olmuştur. Bugün ölümünden on üç yüzyıl sonra etkisi hâlâ güçlü ve yaygındır.”1
İnsanların kötü âdet ve alışkanlıklarını terk etmelerinin ne kadar zor olduğunu biliyoruz. Hele bu âdet ve alışkanlıkları kan ve damarlarına kadar işlemiş insanlar olursa daha zordur.
İşte Resûl-i Ekrem (a.s.m.) bunu başarmıştır. Bediüzzaman Hazretlerinin dediği gibi sigara gibi küçük bir âdeti, küçük bir kavimde, büyük bir hakimin, büyük bir himmetle sürekli kaldırabilmesi ne kadar zor. “Halbuki, bak, bu zât büyük ve çok âdetleri, hem inatçı, mutaassıp büyük kavimlerden zahirî küçük bir kuvvetle, küçük bir himmetle, az bir zamanda ref’ edip [kaldırıp], yerlerine öyle secaya-yı âliyeyi [yüksek hasletleri]—ki dem ve damarlarına karışmış derecede sabit olarak—va’z ve tesbit eyliyor. Bunun gibi daha birçok icraatı yapıyor.
“İşte, şu Asr-ı Saadeti görmeyenlere Ceziretü’l-Arab’ı gözlerine sokuyoruz. Haydi yüzer feylesofu alsınlar, oraya gitsinler, yüz sene çalışsınlar. O zâtın, o zamana nisbeten bir senede yaptığının yüzden birisini, acaba yapabilirler mi?”2
Dipnotlar:
1. En Etkin 100, s. 1.
2. Sözler, s. 216.
08.07.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Mehir üzerine -2 |
|
Karabük’ten Ali Kılınç: “Mehirle ilgili dinimizin emirleri nelerdir? Düğün nişan gibi mesut günlerde hanım kızlarımıza erkek tarafından takılan takıların mülkiyeti kime aittir? Tasarruf hakkı kimindir? Dört mezhebe göre şerh ve izah eder misiniz? Mehrin asgarî ve azamî miktarı ne kadardır? Nasıl ve neye göre vaz edilmiştir? İslâm tarihinden örneklerle izah eder misiniz? Kadın hangi durumda ne kadar mehir hak eder?”
Dün kaldığımız yerden devam edelim:
Mehir peşin veya veresiye olma durumuna göre iki türlüdür:
1- Mehr-i muaccel (peşin mehir) 2- Mehr-i müeccel (Veresiye mehir)
1- Mehr-i muaccel: Nikâh esnasında peşinen verilen mehirdir. Mehir peşin vermek, hiç olmazsa cinsel beraberlikten önce bir kısmını vermek faziletlidir.
2- Mehr-i müeccel: Nikâh esnasında verilmeyip sonraya bırakılan mehre mehr-i müeccel, yani veresiye mehir denir. Mehr-i müeccel için bir ödeme plânı belirlenmişse, bu plân çerçevesinde zamanı geldiğinde ödenmelidir. Eğer bir ödeme plânı yapılmamışsa boşanma anında veya eşlerden birinin ölmesi durumunda mehrin ödenmesi kadın lehine bir hak olur.
Mehrin miktarı:
Mehrin en az miktarı üzerinde tartışılmış, en çoğu üzerinde tartışılmamıştır. Çünkü mehrin tavanını Kur’ân serbest bırakmıştır. Kur’ân buyurur ki: “Hanımınıza yükler dolusu mehir vermiş olsanız bile...”1
Mehrin en azı Hanefîlerce on dirhem (yaklaşık 32 gram) gümüştür. Şafiîlerce ve Hanbelîlerce mehrin tavanı gibi tabanı da, yani en azı da taraflara bırakılmıştır. İmam-ı Malik’e göre ise mehrin en azı çeyrek dinar altın veya üç dirhem gümüştür. Alım satım kapsamına giren her mal mehir olabilir.
Eğer on dirhem gümüşten daha az bir mehir belirlenmişse, İmam Züfer’e göre kadın mehr-i misil almaya hak kazanır.2
Kadın hangi durumda ne kadar mehir hak eder?
Mehrin tamamının verilmesini gerektiren durumlar:
Şu üç durumda, mehrin tamamını vermek kocaya farz olur:
1- Cinsel temas kurulmuşsa: Nikâh akdinden sonra cinsel birleşme meydana gelmişse, hemen ardından boşanma olsa bile mehrin tamamını vermek kocanın borcudur. Eğer mehrin tamamı daha önce verilmişse, cinsel birleşmeden sonra meydana gelen boşanmada koca geriye hiçbir şey almaz.
Bu hakkı Kur’ân şöyle bildiriyor: “Hanımınızı boşayıp başka biriyle evlenmek isterseniz, evvelki hanımınıza yükler dolusu mehir vermiş olsanız bile, ondan hiçbir şeyi geri almayın.”3
2- Halvet-i sahîha meydana gelmişse: Nikâh akdi yaptıran kadın ile erkek, cinsel birleşmelerine dinî veya tabiî bir engel yokken, tenha bir yerde baş başa kalırlarsa halvet-i sahiha meydana gelmiş olur.
Dinî engel: Eşlerden birinin veya ikisinin Ramazan orucu tutuyor olması, ihramlı olması, kadının hayızlı veya lohusa olması cinsel birleşmeye dinî birer engel olduğu için, halvet-i sahihanın meydana gelmesine de engeldir.
Tabiî engel: Eşlerden birinin veya her ikisinin küçük olması, cinsel birleşmeye güç yetiremeyecek kadar hasta olması, eşlerin yanında üçüncü bir şahsın bulunması cinsel birleşmeye tabiî birer engel olduğu için, halvet-i sahihanın meydana gelmesine de engeldir.
Mehir konusunda halvet-i sahiha, cinsel birleşme hükmündedir. Eşler eğer halvet-i sahihadan sonra boşanmışsa, koca mehrin tamamını vermek zorundadır. Eğer mehir vermişse verdiği mehirden hiçbir şey geri almaz.
Kur’ân buyurur ki: “Verdiğiniz mehri hanımlarınızdan nasıl geri alırsınız ki, siz birbirinize o kadar yakın oldunuz, karı koca olarak o kadar hukukunuz geçti ve onlar nikâh sırasında sizden, haklarını koruyup gözetmeniz hususunda kuvvetli bir ahit almıştı.”4
Yarın inşallah devam edelim.
Dipnotlar:
1- Nisâ Sûresi: 20.
2- Hidâye, 1/204.
3- Nisâ Sûresi: 20.
4- Nisâ Sûresi: 21.
08.07.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
'Yunanlı kardeş'e düşman olmuş Ecevitler |
|
Sağlı–sollu ittifak çabaları fiyaskoyla neticelenen DSP'nin kurucu genel başkanı Rahşan Ecevit, öyle anlaşılıyor ki, pes etmeye hiç niyetli değil.
Hatta, cepheyi daha da büyütme hevesinde olduğu bile söylenebilir.
Baksanıza, ona göre "karşı cephe"nin içinde sadece AKP yok artık.
Rahşan Hanımın "belgesiz bilgiler"ine göre, yeni cephenin içinde Türkiye'yi işgale yeltenen Yunanlar, İngilizler ve Yahudiler var. İşgale yeltenmek ne kelime efendim, bu dış güçler, Türkiye'yi basbayağı işgal etmişler de, bizlerin bundan haberi yokmuş. Yaaa!..
İnanmayan varsa, alsın önüne koysun, okusun Hürriyet, Milliyet, Posta gazetelerindeki konuyla ilgili yazıları.
* * *
Geçen günlerde Hürriyet'i ziyaret eden Rahşan Ecevit, bu gazetenin genel yayın yönetmenine "Türkiye işgal altında" demiş ve eklemiş: "Trakya'yı Yunanlar, GAP'ı Yahudiler, Ani harabelerinin etrafını da İngilizler alıyor."
Hürriyet'in Genel Yayın Yönetmeni Ertuğrul Özkök, "İçime bir kurt düştü" başlıklı yazısında (06 Temmuz) ifade ettiğine göre, Rahşan Hanım "Belge yok; ama bilgiler güvenilir" diyerek şunları söylemiş: "Bütün Trakya'yı Yunanlar satın aldı. Yunanistan Ege adalarını silâhlandırmıştı. Şimdi bu adaların karşısındaki bütün sâhilleri Yunanlar satın alıyor. Biz, 'adalar silâhsızlansın' derken, topraklarımız elden gidiyor."
Rahşan Hanımın Türkiye'nin işgal altında bulunduğuna dair iddiaları bu minval üzere sürüp gidiyor. Ki, hakikaten bu sözler onun üslûbuna tam uygun düşüyor. Hatırlarsınız, geçen sene de şöyle bir söz söylemişti: "AB'ye girelim derken, dinimiz elden gidiyor."
Şimdi de şunu söylüyor: "Biz, 'adalar silâhsızlansın' derken, topraklarımız elden gidiyor."
Gördüğünüz gibi, üslûp tıpatıp aynı... Ne var ki, yarım asırdır birlikte siyaset yapan karı–koca Ecevitler'in din ve vatan konusundaki hassasiyetlerinin ne merkezde olduğunu bir türlü öğrenemedik.
Zira, Kur'ân kursları ve imam hatip okullarının mâruz kaldıkları en sıkıntılı muamele, Ecevitler'in partisi DSP'nin devr-i iktidarında görüldü.
Keza, başörtülü öğrenci ve memur kıyımı aynı süreçte yaşandı.
Hele hele, halkın hür oylarıyla Meclis'e giren Merve Kavakçı'nın başına gelen o kahredici bed–muamele de, doğrudan doğruya Ecevitler'in saldırı niteliğindeki kışkırtmalarıyla ateşlendi.
Şahidim vardır ki, o gün, o hengâmede şunları söyledim: "Başörtüsü düşmanlığını son raddeye tırmandıran ve hakaretli saldırılarla milletin inanç ve iradesine meydan okuyan bu zevat, şu dünyadan rahatça gitmez, gidemezler kanaatindeyim. Öte tarafını ise, zaten Allah bilir."
* * *
Bütün bunlar bir yana, bir zamanlar Yunanlıya kardeş olduklarını söyleyen bu karı–koca Ecevitler değil miydi?
Sanırım, Ecevit'in yıllar önce yazdığı "Türk–Yunan şiiri"nin bazı mısraları belleklerde tazeliğini halen koruyordur.
DSP'nin kurucu başkanı Rahşan Hanım, Yunanlıların bugün Trakya ile birlikte Ege sâhillerini de işgal eden "sinsi düşman" olduklarını ilân ededursun, biz dönelim aynı partinin genel başkanlığı yanı sıra bu ülkede başbakanlık da yapmış olan Bülent Ecevit'in bir zamanlar Yunanlıyı kardeş ilân eden o meşhûr şiirinden bazı mısralar aktaralım.
İşte, 1976'da basılan 'Elele Büyüttük Sevgiyi' isimli kitabında yer alan Ecevit'in 'Türk-Yunan Şiiri'nden bazı mısralar.
Sıla derdine düşünce anlarsın,
Yunanlıyla kardeş olduğunu.
Bir Rum Şarkısı duyunca gör,
Gurbet elde İstanbul çocuğunu.
Bir soyun kanı olmasın varsın,
Damarlarımızda akan,
İçimizde şu deli rüzgâr,
Bir havadan.
Önce bir kahkaha çalınır kulağına,
Sonra Rum şiveli Türkçeler,
O Boğazdan söz eder,
Sen rakıyı hatırlarsın.
Yunanlıyla kardeş olduğunu,
Sıla derdine düşünce anlarsın.
Buna göre, şimdi biz hangi Ecevit'e, ya da Ecevitler'in hangi sözüne inanalım? Hani, bir kararda dursalar bari diyoruz: Yunanlıya kardeş miyiz, düşman mıyız, neyiz biz?
* * *
Türkiye'nin işgal olduğu iddiasında bulunan Rahşan Ecevit'in sözleri karşısında Ertuğrul Özkök şu itirafta bulunuyor: "İtiraf edeyim, en uçuk komplo teorilerinde bile bunları işitmemiştim."
Aynı konuya değinen M. Ali Birand ise, "Özkök, Rahşan Hanımı dinlerken hayretler içinde kalmış. Benim ise Özkök’ün yazısını okurken ağzım açık kaldı" diyor ve yazısının sonuna şu tavsiyede bulunuyor: "Bence Rahşan Hanım, ya bu uçuk komplo teorileriyle insanları yanıltmaktan vazgeçip, vaktini eşine bakmaya harcasın, ya da kendini bir doktora göstersin. Medya da bu tip uçuk ittifak arayışlarını ciddiye almamayı öğrensin."
Tavsiyeler, temenniler hiç de fena değil. Dolayısıyla, "Al bizden de o kadar" diyerek yazımızı noktalıyoruz.
Günün Tarihi
Radyoda Kur'ân tilâveti
8 Temmuz 1950: Türkiye radyolarında ilk kez Kur'ân-ı Kerim okunmaya başlandı.
Bu tarihten evvel, Türkiye sınırları içinde sadece Kur'ân-ı Kerim değil, Ezan-ı Muhammedi'nin (asm) okunması dahi yasaktı.
Bu yasak uygulaması o derece ile safhaya götürülmüştü ki, bırakın ezanın cami minaresinden okunması, cami içinde gizlice, yani yavaşça okunmasına dahi müsaade edilmiyordu.
Meselâ, cami içinde sadece cemaatle namaz kılmak için gelenlerin duyacağı şekilde okunan ezan ve kamet şekline dahi müdahale ediliyordu.
Nitekim, böylesi bir vak'a 1932 senesinde Barla'da yaşandı. Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin gidip cemaatle namaz kıldığı bir mescide, jandarma tarafından baskın yapıldı. Orada müezzinlik yapan Şemî Güneş'le birlikte iki–üç kişi daha derdest edilerek Eğirdir Hapishanesine götürüldü. Bu mazlûmlar orada falakaya yatırılarak işkenceye çektirildi. Ardından, bundan böyle Arapça ezan ve Kur'ân okumamaları yönünde telkin ve hatta tehditlerde bulunuldu.
Yine aynı dönemin canlı şahitlerinden, bizzat görüştüğümüz 1913 doğumlu Hüseyin Bülbül, Barla'da çocuklara Kur'ân dersi veren Üstad Bediüzzaman ve talebelerinin defalarca karakola şikâyet edildiklerini, mani olamayınca da bu kez onlara iftira edilmeye başlandığını ifade etti.
İşte, Kur'ân-ı Kerim'in Muhammedî ezanla birlikte yasaklanması bu tarihlerde (1932) başladı ve bu emsâlsiz yasak tam 18 yıl devam edip gitti.
Türkiye radyolarından Kur'ân-ı Kerim'in okunması, bundan 56 yıl önce bugün gerçekleşti. Kur'ân sesine hasret kalmış mü'minler, tâbir câizse, o gün sevinç gözyaşlarına boğuldu.
08.07.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|