|
|
ÂYET-İ KERİME MEÂLİ
Davud’a "Demirden muntazam dokunmuş uzun zırhlar yap," dedik. "Güzel işlerde bulunun. Şüphesiz Ben sizin yaptıklarınızı hakkıyla görürüm."
Sebe’ Sûresi: 11
|
08.07.2006
|
|
HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ
Kim Allah rızası dışında bir gaye için bir ilmi öğrenirse Cehennemdeki yerine hazırlansın.
Câmi'ü's-Sağîr c: 3-3621
|
08.07.2006
|
|
Hayat bir yardımlaşmadır
Ey ikinci, bozuk Avrupa! Senin çürük ve esassız esaslarının bir kısmı şunlardır ki: “En büyük melekten en küçük semeğe kadar herbir zîhayat kendi nefsine mâliktir ve kendi zâtı için çalışır ve kendi lezzeti için çabalar. Onun bir hakk-ı hayatı var. Gaye-i himmeti ve hedef-i maksadı yaşamak ve bekasını temin etmektir” diyorsun. Ve Hâlık-ı Kerîmin kerem düsturlarından ve erkân-ı kâinatta kemâl-i itaatle imtisal edilen düstur-u teavünle, nebâtat hayvânâtın imdadına ve hayvânat insanların yardımına koşmasından tezahür eden o umumî kanunun rahîmâne, kerîmâne cilvelerini cidal zannedip, “Hayat bir cidaldir” diye, ahmakane hükmetmişsin.
Acaba, o düstur-u teavünün cilvesinden olan, zerrât-ı taâmiyenin kemâl-i şevkle beden hücrelerinin gıdalandırılması için koşmaları nasıl cidaldir? Nasıl bir çarpışmaktır? Belki o imdat ve o koşmak, Kerîm bir Rabbin emriyle bir teavündür.
Hem çürük bir esasın, “Herşey kendi nefsine mâliktir” diyorsun. Hiçbir şey kendi nefsine mâlik olmadığına katî bir delil şudur ki:
Esbabın içinde en eşrefi ve ihtiyar noktasında en geniş iradelisi, insandır. Halbuki bu insanın düşünmek, söylemek ve yemek gibi en zâhir ef’âl-i ihtiyariyesinden yüz cüz’ünden onun dest-i ihtiyarına verilen ve daire-i iktidarına giren, yalnız meşkûk tek bir cüzdür. Böyle en zâhir fiilin yüz cüz’ünden bir cüz’üne mâlik olmayan, nasıl kendine mâliktir denilir?
Böyle en eşref ve ihtiyarı en geniş, bu derece hakikî tasarruftan ve temellükten eli bağlanmış bulunsa, “Sair hayvânat ve cemâdat kendi kendine mâliktir” diyen, hayvandan daha ziyade hayvan ve cemâdattan daha ziyade câmid ve şuursuz olduğunu ispat eder.
Lem’alar, 17. Lem’a, 5. Nota, s. 121-122
Lügatçe:
semek: Balık.
beka: Devamlılık.
erkân-ı kâinat: Kâinatın esas unsurları.
kemâl-i itaat: Tam bir itaat.
imtisal: Uyma.
düstur-u teavün: Yardımlaşma düsturu.
cidal: Mücadele, kavga, çarpışma.
zerrât-ı taâmiye: Yemek zerreleri.
kemâl-i şevk: Tam bir şevk.
Esbab: Sebepler.
ef’âl-i ihtiyariye: İradeye bağlı olarak gerçekleşen fiiller.
dest-i ihtiyar: İhtiyar ve irade eli.
daire-i iktidar: Güç dairesi.
|
08.07.2006
|
|
Üstadın mânevî tasarrufu
Geçen günlerde çıkartılan birtakım asılsız haber ve dedikodularla Üstad mezarında dahi rahat bırakılmıyor.
28 sene sürgün ve hapislerde ömrü geçmesine rağmen, kendisine zulmedenleri Risale-i Nurlarla imanlarını kurtarmaları şartıyla affetmiş, kimseye bir tek bedduâ bile etmeyerek, aynı zamanda bütün insanlara karşı şefkat âbidesi olduğunu göstermiştir. Hem de öyle bir şefkat âbidesi ki, iman dâvâsı uğrunda bırakın dünyasını, âhiretini bile feda edecek kadar âlicenap davranmıştır.
Böyle olduğu halde, dünyayı sevenlerce ve ebedî âhiret hayatını fânî dünya hayatına hiç düşünmeden feda edenlerce rahat bırakılmamıştır. Sıtma nöbeti gibi, arada sırada ortalık endişe dumanlarıyla karıştırılmaya çalışılmaktadır. Çünkü onun varlığı ve geride bıraktığı Risâle-i Nurlar, karanlığa meftun olanları rahatsız etmiş, her şeylerini fedâ ettikleri dünya lezzetlerini dahi alamaz olmuşlardır.
Üstadın kendisi zaten sağlığında mezarının gizli kalmasını vasiyet etmiştir: “Benim kabrimi gayet gizli bir yerde, bir iki talebemden başka hiç kimse bilmemek lâzım geliyor. Bunu vasiyet ediyorum. Çünkü, dünyada sohbetten beni men eden bir hakikat, elbette vefatımdan sonra da o hakikat bu sûrette beni mecbur ediyor.” (Emirdağ Lâhikası, s: 417) Önce Şanlıurfa’da herkesin görüp bildiği bir yere defnedilmiş, ama kaderin bir cilvesi olarak gizlice oradan alınarak Isparta’da bilinmeyen bir yere defnedilmiştir. Üstad madem öyle istemiş, o halde bir mesele yok. Her isteyen bulunduğu yerden ona duâ edebilir. Bu durumda mekânın fazlaca bir önemi olamaz.
Üstadın mezarının gizli kalmasını isteme sebeplerinden birisinin, kabir ziyaretlerinin âdâbına uygun olarak yapılmayışıdır. “Ölülerden medet ummayınız” emrine rağmen, insanlar tarafından çok garip cehalet örnekleri gösterilerek iş şirk koşmaya kadar götürülmektedir. Türbelerde; ayılıp bayılmalar, örtüleri öpmeler, çaput bağlamalar, toprak almalar, dilek dilemeler, şifa istemeler gibi yanlış şeyler şirke gidiştir. Bu meselenin altında aslında, tembellikleri yüzünden âdetullah kanunlarına uymayan insanların acelecilik ve kolaycılıkları yatmaktadır.
İşte bütün bunları bilen Bediüzzaman, istenen şeylerin, türbelerde yatan mübarek zâtların vesile edilerek doğrudan doğruya Allah’tan istenmesini tavsiye etmektedir. İşin hassas noktası da burasıdır. Bu noktayı kaçırmamak gerekir.
“Kabrinizi ziyaret etmeyi niçin men ediyorsunuz?” sorusuna, “Bu dehşetli zamanda, eski zamandaki firavunların dünyevî şan ve şeref arzusuyla heykeller, resimler ve mumyalarla beşerin nazarını kendilerine çevirmeleri gibi, enaniyet ve benliğin verdiği gafletle; heykeller, resimler ve gazetelerle nazarları, mânâ-yı harfîden mânâ-yı ismîye tamamen kendilerine çevirtmeleri ve uhrevî istikbalden ziyade dünyevî istikbali hayal edinmiş olmaları ile eski zamandaki lillâh için ziyarete mukabil, ehl-i dünya kısmen bu hakikate muhalif olarak mevtanın dünyevî şan ve şerefine ziyade ehemmiyet verir. Öyle ziyaret ediyorlar. Ben de Risâle-i Nur’daki âzamî ihlâsı kırmamak için ve o ihlâsın sırrıyla, kabrimi bildirmemeyi vasiyet ediyorum. Hem şarkta, hem garpta, hem kim olursa olsun, okudukları Fatihalar o ruha gider” (Emirdağ Lâhikası, s: 420-421) cevabını vererek, daha hayatta iken olacakların farkına varıp, halk tarafından kendi şahsına gösterilen aşırı teveccühün yukarıda saymaya çalıştığımız garip tezahürlerinin önüne geçmiştir. Bunun doğru olduğu şimdi açıkça görülmektedir.
Vefatından 46 yıl geçmesine rağmen birtakım insanlar, çeşitli vesile ve maksatlarla gündeme getirerek Üstadı hâlâ rahatsız etme ihtiyacı duyuyorlarsa, bu da, başlatmış olduğu iman hizmetinin, onun manevî tasarrufu altında, bir Said değil, binler Said’lerle devam etmekte olduğunu gösterir.
[email protected]
|
Kadir AYTAR
08.07.2006
|
|
Evrâd-ı Kudsiye'den
103. Allah bize yeter, O ne güzel Vekil’dir. Ne güzel dost ve ne güzel yardımcıdır. Bizi bağışlamanı diliyoruz, ey Rabbimiz, dönüş yalnız Sanadır.
104. Ey yok oluşu bulunmayan Dâim, ey zeval bulması mümkün olmayan Kaim, ey yardımcısı bulunmayan İdareci, bize, anne-babamıza, bütün Nur talebelerine, erkek ve kadın bütün mü’minlere her türlü güçlüğü kolaylaştır.
105. Allah’ım, Senin verdiğini engelleyip geri çevirecek, Senin vermediğini verdirecek, karar ve hükmüne engel olacak, hükmettiğini değiştirecek hiç kimse yoktur. Senin rızanı kazanmadıktan sonra hiçbir bahtiyarın bahtiyarlığı kendisine fayda vermez.
|
08.07.2006
|
|
Zübeyir Gündüzalp'in Kaleminden
Kur’ân talebelerinin özellikleri - 4
Bütün himmetlerini hakaik-ı imaniyenin (iman hakikatlarının) ve akaid-i İslâmiyenin (İslâm inançlarının) takviyesine sarf ederler. Çünkü saadet-i ebediyenin medarı onlardır. Onlarda kusur edilse, şekavet-i ebediyeye sebebiyet verir.
Kur’ân talebeleri uhuvvet (kardeşlik) ve ihlâs düsturlarına riâyet ederek, birbirlerini tenkit etmezler. Birbirlerine yaşça ve faziletçe, mânen büyük de olsa, pederâne, mürşidane muamelede bulunmazlar.
|
08.07.2006
|
|
“Allah’ın bir iti onu yiyecek”
* Hem, nakl-i sahih-i kat’î ile, Hâtıb ibni Ebî Beltea’nın, gizli Kureyş’e gönderdiği mektubu haber vermiş. Hazret-i Ali ile Mikdad’ı göndermiş, “Filân mevkide bir şahısta şöyle bir mektup var; alınız, getiriniz.” Gittiler, aynı yerden aynı mektubu getirdiler. Hâtıb’ı celb etti. “Neden yaptın?” demiş; o da özür beyan etmiş, özrünü kabul etmiş.
* Hem, nakl-i sahih-i kat’î ile, Utbe ibni Ebî Leheb hakkında ferman etmiş ki: “Allah’ın bir iti onu yiyecek” diye, Utbe’nin âkıbet-i feciasını haber vermiş. Sonra Yemen tarafına giderken bir arslan gelip onu yemiş, Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâmın hem bedduâsını, hem haberini tasdik etmiş.
Mektubat, s. 109
|
08.07.2006
|
|
|
|