Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 05 Temmuz 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Faruk ÇAKIR

Ciddiyet lütfen!



Siyasî partilerin güven kaybetmesinin faturası, yine siyasetçilere çıktığı halde Türkiye’yi ‘idare’ etmeye talip olanların bu hususta istikrarlı olmadıklarına şahit oluyoruz.

Hesap verilmesi gereken yer, seçim sandığı ve ‘millet’ olduğu halde, bazı siyasiler bu noktayı unutuyor. Çoğu zaman bürokrasiye de —millet adına— hesap sorması gerektiği halde, fiilen hesap sorulan haline geliyorlar ki, siyasetteki itibar kaybını gösteren fotoğraf da bu olsa gerek.

Bazı siyasetçilerin TBMM’de başka, millet huzurunda başka şekilde davranması da bir diğer çelişki. “Karakolda konuşur, mahkemede inkâr eder” deyimini hatırlatan bu tavır, siyasetçiye artı bir değer, bir mevki, bir makam, bir itibar kazandırabilir mi?

Meselâ, TBMM tatile girmeden önce kabul edilen ‘son kanun’lardan biri olan ve kabul edilmesine rağmen tartışmasının bitmediği Terörle Mücadele Kanunu’na bakalım. TBMM’deki görüşmeler esnasında kanunun kabul edilmesine itiraz etmeyenler, daha sonra halkla yüz yüze gelince kanunu savunmaktan çekiniyorlar. CHP’nin ve Genel Başkanının tavrı buna bir örnek. CHP, kanunun bazı maddelerine itiraz etti, ama bu itiraz tümden bir itiraz şeklinde olmadı. Kanun kabul edildikten sonra Kars’ta milletin karşısına çıkan Baykal, “Terörle Mücadele Yasası’nın Türkiye’nin terörle mücadelesi açısından gerekli düzenlemeleri içeren bir yasa olmadığını” savunmuş. (AA, 1 Temmuz 2006).

Terörle Mücadele Yasası’nın olgunlaştırılmadan, ‘’derme-çatma’’ tekliflerin bir araya getirilerek, ortaya koyulan bir teklif olduğunu ifade eden Baykal, şöyle konuşmuş: ‘’İçinde çok ciddî yanlışlıklarda vardır. Çok ciddî hukuki zaafiyetler de vardır. Bu konularda biz uyarıları yaptık. 6. maddeyle ilgili AKP vahim bir hataya sürüklenmek üzereyken, uyarılarımızla bundan vazgeçildi. Ama bu yasada başka yanlışlıkların bulunmadığını söylemek mümkün değil. Bu konuda arkadaşlarımız Meclis’te görüşlerini ifade ettiler. İşte bu AKP’nin (dostlar bizi alış verişte görsün, terörle mücadele konusunda bir yasal düzenleme yapalım) anlayışıyla getirdiği bir yasa. Terörle mücadelede, gerekli etkinliği sağlayacağı konusunda güven vermiyor.’’

Bu beyanı iki şekilde okumak mümkün: 1- Bu kanun bizim de içimize sinmedi, ama kerhen de olsa kabul ettik. 2- Terörle mücadeleye bu kanun bile yetmez, daha sert kanunlar lâzım!

Bu beyandan, CHP’nin içten içe ‘daha sert kanun istemiş olabileceği’ yorumunun çıkarılmasını ‘abartılı’ bulanlar olabilir. Ancak, “(bu kanun) Terörle mücadelede, gerekli etkinliği sağlayacağı konusunda güven vermiyor” demek, “Daha etkin, ‘güven veren’ kanun lâzım” anlamına gelmez mi?

Terörle mücadeleyi, ‘daha fazla hürriyet ve demokrasi’yle yapmak yerine; ‘demir yumruk’la yapmaya çalışmak Türkiye’ye ne kazandırır? Dünyadaki uygulamalar da göstermiştir ki, ‘daha fazla hürriyet ve demokrasi’ terörü azdırmaz. Aksine, hürriyetlerin gelişmesi terörün panzehiridir. Sadece komşumuz Irak ve Afganistan’da yaşananlara bakmak bile bunu anlamaya yardımcı olmaz mı?

En başta siyasetçiler; samîmî ve ciddî bir hürriyet ve demokrasi dostu olmalı. İsimden ve resimden ibaret ‘dostluk’larla bir yere varmak mümkün değil. TBMM’de yanlış yapıp, milletle yüz yüze gelince doğruyu itiraf etmek ‘güven’ için yetmez.

05.07.2006

E-Posta: [email protected]




İsmail BERK

Ataleti yenmek



Hayatın akışı içinde, zaman zaman harekete geçmemizi engelleyen durumlar yaşarız. Böyle durumlarda, yapmak istediklerimize yeterince odaklanamayız. Gevşek davranırız. Çalışmadığımız ve bir aktivitede bulunmadığımız halde kendimizi yorgun hissederiz.

Nedenini tam çözemediğimiz bir hal yaşarız. Yapmamız gerekeni yerine getiremeyiz. Süre uzar, isteksizlik bastırır, oyalanacağımız başka uğraşlara kendimizi kaptırırız. Önceliklerimizin sırası değişir. Sırada olmayan sıradan konular bizi meşgul eder. Beklemeksizin gelir gündemimize oturur.

Zihin dağınıklığı yaşamaya başlarız. İsteklerin etki değeri ve kendini kabul ettirme zorlukları başlar. Bölünürüz adeta. “Acaba?” soruları, düşüncelerimizi kurcalar. Düşünce dünyamız, belirsizliklerin yol hanına döner.

Tanımlı bir şekilde hedefine doğru yönelme ve zamanında yoğun çalışarak enerjimizi amacımıza göre harcayamadığımız için, sonuç alamama riskiyle karşı karşıya geliriz. Böylesi bir durumda, bir işi düzgün, zamanında ve aktif yapamamanın ezikliğini yaşarız.

Sıkışma, geçmişin sonu alınamamış yığınla hüznüne bizi davet eder. Hepten bunalırız. Çelişkilerimiz; sergi açar gibi bizimle çatışan geçmişteki bütün zorluklarımızı önümüze serer. Bunalmayı katmerleştiren ve iş yapma hevesimizi kıran dağınık ve münekkit birçok konu ve konuk iç dünyamıza dalar. Son yaşanan, olumsuz fırsatçıların yeni bir hamlesidir.

Bunlar; hedeflerimizden ve yolumuzdan soğutma girişimidir. Tepkilerimiz iç isyanla birleşir. Her şeyi menfî görme hastalığı, pusuda beklediği yerden atışa başlar. Olumlu düşüncenin kalbine isabet edecek kurşunî tahrip fikirlerini yayar.

Zihin, ümitsizlik hastalığına yakalanır. Dinledikçe teslim olur, direndikçe teslim alır. Dinledikçe nefret batağına girer, direndikçe huzur bahçelerinde gezer.

Ümitsizlik girdabı, iradeyi ve düşünceyi sarmalar ve boğar. Kendi içine hapseder. Ümidini kaybetmenin sarmalında, akışın sabit dönüşümü onu çaresizleştirir. Zorlandığı her hareket ve sürüklenme, dipsiz dalışın ve kendini imha etmenin başlangıcı olur.

Atalet, faaliyetin hayatiyetini söndürür. Şevkin, motivasyonun taşıyıcı özelliğini engeller. Faaliyet ve şevk, hayatın kendisi olma fonksiyonunu kaybetmekle yüzleşir. Ataletin tuzaklı engellerini aşma zorluğu yaşar.

Kendine güvenememenin verdiği ruh haliyle, ilk karşılaştığı “düşman,” şiddetle ve büyük bir set örerek “Sen bunu yapamazsın” der. Moralini bozar. Şevkini kırar. Ümidini öldürür. Ümitsizlik aşılar.

Aşı tuttuğunda, başka bir hamleye gerek kalmadan, faaliyet ve şevk dolu süvariyi atından düşürttürür. Taşıyıcısını elinden alır. Atalet, artık bünyeye ve “yapamam” noktasında mazeretlere sığınmakta ve başka bahanelerle başarısını örtmeye hazırdır.

Kapanan ve örtüye sarılı ümitsizlikte kıvranan, teslim bayrağını çekmeye ikna edilen irade, son anın kurtuluş niyetine ve samimiyetine sığınırsa, yeni bir kapı açılır, yoksa ümitsizlik çukurunda, şairin dediği gibi “ölmeden ölür kişi.”

Hayat biter, canlı cenaze gibi hayatın açmazları ıskalar, bedbinlik hüküm sürer, gayr-i memnun bir fıtratın doyumsuzluğu ve yetersizliği nükseder. Sevinçlerini unutur. Hüzünleri katlanarak, onu perişan etmeye devam eder. Kendi yanlışına göstereceği tepkiyi, silahını başkasına çeviren adam gibi, başkasını yaralamaya ve kusuru onlarda aramaya başlar. Bunlar fayda sağlamadığı gibi, kıskançlık illetini ve beraberinde yeni hastalık emarelerini peyda eder.

Bütün bunlar bir atalet halidir. Bir eylemsizliktir. Tanımlı olamamaktır. Derbederliktir. İç kanamadır. Zahiren düzgün, konuşan ve yaşayan bir canlı karşımızda olsa da, iç kaynaklarını yönetememenin bütün semptomları baş göstermektedir. Sendromlar artmaktadır.

Tam bu noktada, sıkı sıkıya Allah’ın ipine sarılmak gerekir. O’na bağlanmak, O’nunla yol almak ve kaderin takdirine rıza ile harekete geçmek şarttır. Bu tasavvuru ve ısrarlı talebi, rıza makamında onaylandığı ve tekrarla yaşamak istediği anda; “Allah’ın rahmetinden ümit kesilmez” hükmü, hâkimiyetini gösterir. Kulağına ve kalbine fısıldar İlâhî hükmü.

Birden ümit halkalarının renklenen atlasına bakar, göz zevkiyle doyumunu arar, iç sesin ümit vaat eden ışıltısı ile Rabb’ine iltica eder. “Ümitvar olunuz” müjdesi yankılanır iç âleminin bütün zerrelerinde.

Artık, ataletin hileli birinci engelini aşmıştır. Ümit doludur. Şu anda yeni bir engel, faaliyet ve şevk kaynaklarını kurutmaya ve hayatını atalet içinde tutmak için, düşmanca saldırının yeni bir hilesine ve saldırısına geçmektedir.

Tam bu noktada yeni bir silâh kuşanmak ve saldırıyı boşa çıkaracak şifrelere ulaşıp, atalet zindanının yeni kapısından çıkmak gerekiyor.

05.07.2006

E-Posta: [email protected]




Gökçe OK

Ön yargı



Peşin hükümden kaçınmak insanî ve İslâmî bir haslettir. Hakkında bilgi sahibi olmadığımız her hangi bir olay ya da kişi ile ilgili olarak yorum yapmamız bizleri yanlışa götürür. İsabetli karar vermemiz çok zayıf bir ihtimaldir. Bu duruma yeltenen insanın yalpalamaması; yanlışlar zinciri içerisinde bulunmaması neredeyse imkânsız gibidir.

Araştırmacı özelliğe sahip olmadan, duyulan ve kulağa gelen her şeye kapı açmak ve bütün bunların saygın kalp köşesine ulaşmasına onay vermek; en azından bu duruma sessiz kalmak kusur ve eksiklik olarak insana yeter.

Oysa tavsiye edilen mihenk sahibi olmak ve kulağa gelen her şeyi ölçüp biçmek ve sağlam bir süzgeçten geçirdikten sonra kalp ve vicdanda yansımasına katkı sağlamaktır.

Sağlam bir mihenk, sağlam ölçütler ışığında kullanıldığı takdirde önemli bir ayrıştırma fonksiyonu sağlar. Böylece bakır ve altın; ya da Hz. Ebûbekir ve Ebûcehil birbirinden kolaylıkla ayırt edilir.

Zanna dayalı bilgiler ise bireysel ve toplumsal pek çok sıkıntının doğmasına sebebiyet verir. İnsanlar ve toplumlar arası güvenin kaybolmasına, şüpheciliğin artmasına, kin, nefret ve ayrılık tohumlarının yeşermesine sebep olur.

Peşin hüküm ve zan sayesinde birbirine itimat etmeyen komşuların sayısı hızla artar; huzursuz ve mutsuz ailelerin sayısı hızlıca çoğalır.

Mutsuz aile ortamında yeşeren şanssız ve bahtsız çocuklar toplumun baş belâsı haline gelir. Soygunlar, vurgunlar, kapkaçlar ve benzeri olaylar bu tür toplumların ayrılmaz parçası haline gelir.

Kaybolmuş eşyasını aranması gereken yerde aramayan ve bulunması muhtemel yerlere bakmadan; herhangi bir araştırma yapmadan komşusuna ‘hırsız’ gözüyle bakan insan, hem huzursuz eder, hem de huzursuz olur. Komşusunun kalkışı, yürüyüşü, bakışı ve bütün davranışları, kendisine rağmen yapılmış gibi gelir. Hatta—içinden—‘baksanıza, tam hırsız yürüyüşü, aynen hırsız gülüşü ve davranışı’ kanaatine varır. Oysa birkaç gün sonra, kaybolduğunu ve komşusu tarafından çalındığını düşündüğü eşyasını evin bir köşesinde gördüğünde kendisiyle çelişkiye düşer.

Acil hüküm ve kararlar; peşin yargı ve zanlar çoğu kez zarar ettirir ve yanlışa götürür. Bu yüzden alınacak kararların ve verilecek hükümlerin düşünülerek verilmesi gerekir ve duygusallıktan uzak durulması zorunludur.

Bazen ilk karşılaşılan bir kişinin bıraktığı izlenim onun ile ilgili yanlış hükme varılmasını netice verebilir. Çoğu kez, ‘havalı, kibirli, ulaşılmaz…’ zannettiğimiz insanların, aslında ‘mütevazi, alçak gönüllü ve cana yakın’ olduklarını tanıştıktan sonra anlarız.

Dış görünüş ve kıyafetin bizi olumlu ya da olumsuz şartlandırdığı durumlar çoğu kez vuku bulmuştur. Herkesin kendi dünyasında bu tür bir hatırası mutlaka vardır. Hatta hatıralarımızı kurcaladığımızda nice yanlış karar ve hükümler verdiğimiz hayalimizde canlanır.

Şekilcilik ve yüzeyselliğin esas ve temelden çok uzak olduğu gayet iyi bilinmelidir. Giyim ve kuşamda belirtilen temel çizgi ve asıllar elbette korunacaktır. Ancak acil ve peşin hükümlerin bizleri yanıltmaması gerektiği özel not olarak ajandamızdaki yerini koruması gerekir.

Her hangi bir trafik, terör, anarşi ve sosyal olayda eylemciyi ortaya çıkarma ve suçluyu bulma süreci çok dikkatli izlenmeli; farklı hesap ve projelerin devreye girmesine izin verilmemelidir.

Başka bir konuda hesap mutabakatsızlığımızın bulunduğu bir kişiyi trafik olayının suçlusu olarak acilen ilân etmek, insaf düsturlarının çiğnenmesine sebebiyet verir.

Her olayın, kendi şart ve standartları içerisinde adilce değerlendirilmesi gerektiğini herkesin bilmesi şarttır. Bilmenin ötesinde, herkesin üzerindeki sorumluluğu yerine getirmesi, kendi görev ve yetkisini bilmesi zorunludur.

Prensip ve ilkelerin uygulanmadığı ortamlarda kargaşanın çıkması kaçınılmazdır. Böylesi durumlarda kötü niyetlilerin hızla türediği unutulmamalıdır.

Hayatımızın her saniyesine insaf ve sağduyunun egemen olması dileğiyle…

05.07.2006

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

En güçlü silâh



“En etkili, en güçlü silâh nedir?” derseniz, “Sabır ve merhamettir” desek yanlış söylemiş olmayız. Bu iki silâhın başardığını hiçbir maddî güç başaramaz. Maddî güçlerle ülkeler fethedebilirsiniz, ne var ki kalıcı olamazsınız. Ama bu manevî silâhlarla kalıcı ve sürekli olarak gönüller fethedebilirsiniz.

Zordur, fakat büyüktür, o ölçüde önemlidir bu duygular. Gönüllere taht kurmanın en etkili yollarından biridir. Sabır ve merhametin başaramayacağı zorluk yoktur. Geçilmezler onlarla geçilir, aşılmazlar onlarla aşılır.

Sarp yokuş ancak bunlarla aşılabilir. Kur’ân da öyle buyurmuyor mu?

Nedir bu sarp yokuş? İsterseniz Kur’ân’ı dinleyelim:

“Sarp yokuşun ne olduğunu bilir misin?

“O, köle âzâd etmektir.

“Yahut yakını olan bir yetimi veya çok düşkün bir yoksulu açlık gününde doyurmaktır.

“Sonra da, îmân eden ve birbirine sabır ve merhamet tavsiye edenlerden olmaktır.

“İşte onlar hayır ve bereket ehli olan Ashâb-ı Meymenedir.

“Âyetlerimizi inkâr edenler ise, uğursuzluk ehli olan Ashâb-ı Meş’emedir.”1

Sahabe sarp yokuşu aşan insanlar topluluğudur. Sonraki dönemlerde de insanlar bu buyruklara kulak verdikleri ölçüde başarılardan başarılara koştular. Osmanlı da asırlar boyunca hükmetmesinde bu iki silâhtan büyük ölçüde yararlanmıştı.

Sabır hayatımızda ne kadar önemlidir ki, Kur’ân sabredenlerin mükâfatının hesapsız olduğunu2 bildirmektedir. Ve onlar yapmakta olduklarının daha güzeliyle ödüllendirilirler.3

Cennet hazinelerinden bir hazinedir sabır. Allah’ın kullarına ihsan ettiği en büyük nimetlerden biridir. Öyle ya sabır olmasa farzları hangi güçle yapabilirdik? Haramlardan nasıl kaçınabilirdik? Belâ ve musibetlere nasıl göğüs gerebilirdik?

Merhamet de göktekilerin dahi merhametini celbedecek kadar etkili bir haslettir. Bizim başkalarına merhamet etmemiz Allah’ın da merhametini celb etmeye vesile değil midir?

Sarp yokuşu aştıran bu güzel duygular için Rabbimize ne kadar şükretsek azdır.

Dipnotlar:

1- Beled Sûresi: 12-19.

2- Zümer Suresi: 10.

3- Neml Suresi: 96.

05.07.2006

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

İlm-i ledün



Son günlerde, belli kaidelere bağlı olmayan cifr/ebced ilmi çeşitli çevrelerde rastgele tartışma mevzuu edilmektedir. Ledün ilmiyle de bağlantılı olan bu ilmin hakikatini, İslâmın bakış açısını ve suistimal edilebilmesi yönlerini ele almaya çalışacağız. Önce ledün ilminin ne olduğunu anlamaya çalışalım:

İnsanoğlunun gayb/metafizik âlemlerine geçişini sağlayan vasıtalarından birisi de ledün ilmidir. Ledün ilmi nedir? Kur’ân ledün ilmine nasıl bakmaktadır? Ebced, cifir gibi bir kısım hesap ve ilimlerle gayb âleminin bâzı sırlarına vakıf olmak mümkün mü?

İnsan aklı/dimağı/beyninin ilim denizinden aldığı bilgi iki türlüdür:

* Çalışma ve gayretle elde edilen kesbî ilim;

* İnsan çabası dışında verilen, hîbe edilen vehbî ilim. Vehbî ilme liyakat kazanabilmek için de ekseriyetle kesbî ilimlerde mesafe almak gerekir.

Bunun dışında; bâzı mânevî özelliklere haiz özel kişilere, özel olarak hîbe edilen ve “ilm-i ledün” denen gizli, hâfî, bâtın, gaybî/metafizik bir bilgi çeşidi vardır. Ledün ilmi, seçkinlere, yâni, yükselmiş mâneviyat sahiplerine, “hakka’l-yakîn” mertebesine çıkanlardan seçilen kişilere hibe edilir. Bu ilmin sırrı, Kur’ân’ın tabiriyle, Rabbimizin katındadır. Rûhunu tekâmül ile duygularını kontrol edebilen; mânâ âlemleri ve ilimlerinde ilerleyen büyük zatlara bir kısım cilveler ilham edilir, şifreler verilir.

Bâtın ilmine vâkıf, ledün ilmini anlayacak kabiliyet ve seviyeye ulaşanlar, yâni rûhunu tekâmül teknesinin üst merhalelerinde yoğuranlar için, Kur’ân baştan başa gaybî haberler (ledün ilmî) nevindendir.1

Kur’ân’da lâfız olarak da geçen, Hz. Hızır’ın bildiği ledün ilmi, gaybî ve vehbî ilim türündendir. Ledün ilminin hakikati, Kehf Sûresinin 60-82. âyetlerinde, Hz. Mûsâ ve Hz. Hızır’ın (as) mâceraları nakledilirken dikkate sunulur. İsmini de 65. âyette geçen “ledün” kelimesinden alır.

Yarın, Kur’ân’ın tasvirinden ledün ilminin hakikatini tahlil etmeye çalışalım.

Dipnot:

1-Sözler, s. 369.

05.07.2006

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Yokluk yerine Cehennem lütuftur-1



İzmir’den okuyucumuz: “Yokluk ile Cehennemi nasıl mukayese edebiliriz? Kur’ân’da kâfirlerin Cehennem’den kaçarak toprak olmak isteyecekleri yazıyor. Üstad Said Nursî Hazretleri de ‘Cehennem de olsa beka isterim’ diyerek, Cehennem de olsa hayatın ve bekanın yokluktan daha tercihe şayan olduğunu söylüyor. Öyleyse, kâfirler neden Cehennem’den kaçarak toprak olmak istiyorlar?”

Cehennem, tövbe kapısıyla Allah’a sığınmayanların uğrayacakları azap yurdudur. Yokluk ise, hakikati olmadığından, Kur’ân’da bulunmayan hayalî bir kavram. Varlığın hayalî zıttı.

Kur’ân’da Cehennem vardır; ama yokluk yoktur. Oysa ateizm denilen ve bir zamanlar nesilleri büyülü kucağında mahvetme eğilimine giren felsefî cereyan “yokluk inancı” temeline dayanmaktaydı. Ölüm bir yokluktu onlara göre. Öldükten sonra hayat yoktu; hiçbir şey yoktu! Her şey bu gördüğümüz dünyadan ibaretti! Bu yokluk inancı bütün sorumlulukları yerle bir ettiğinden, genç nesillere bir süre cazip geldi ve getirdiği ahlâksızlıklarla dünya toplumlarını bir süre bulandırdı. Fakat bir dine bağlı olmanın ve sorumluluk duygusuyla yaşamanın, dinsiz ve inançsız yaşamaya göre çok daha üstün bir anlayış olduğundan emin olan insanlık çabuk uyandı ve bu yok oluşçuluğun daha fazla barınmasına ve nesilleri yok etmesine fırsat vermedi. Bu çerçevede Hıristiyanlarla Müslümanlar arasında, “Yeter ki bir dine inansın; inançsız olmasın!” fikri etrafında muhtelif yakınlaşmalar yaşandı.

İşte ahir zaman tahribatlarının her türlü ahlâk boyutunda olduğu gibi, inanç boyutunda da şiddetle yaşandığı dehşetli günlerde, Kur’ân’dan aldığı ilhamla yokluk kavramının ne bahtsız ve dehşetli bir fikir olduğunu, gerçekte yokluğun olmadığını, ölüm öncesinde de, ölüm sonrasında da hayatın ve yaşamanın esas olduğunu, ölümün yokluk olmadığını, ebedî hayata bir geçişten ibaret olduğunu1 dünyaya haykıran Bedîüzzaman Saîd Nursî, risâlelerinde yokluk ile varlığı çeşitli yönleriyle mukayese eder ve Cehennemde de olsa var olmanın yokluğa nazaran bir rahmet ve lütuf olduğunu,2 varlığın yaratıcısı olan Cenâb-ı Hakkın zulümden münezzeh olduğunu, hayatta nasıl “varlık” esas ise, varlıkta da “ebedî saadetin” esas olduğunu, tövbe siperi ile Allah’a sığınan kulların Allah’ın izniyle Cehennem’den de kurtulacağını, binâenaleyh, insanın ister inansın, ister inanmasın, Allah’ın adâletinin ve rahmetinin, yani Cehennemin ve Cennetin, kendisi hakkında mutlak hayır getireceğini, öyleyse beşerin görevinin mutlaka Allah’ı bu sıfatlarıyla tanımak ve sevmek olduğunu, Allah’ı bu sıfatlarıyla tanıyan ve seven kimsenin de, Allah’ın izniyle Cehennem’den kurtulacağını ve derecesine göre Allah’ın rahmetine, rızâsına ve Cennetine ulaşacağını müjde ediyor.3

Bedîüzzaman, “kabul-ü adem” dediği yok oluşçuluk mesleğinin bir safsatadan ibaret olduğunu ve ispat edilemeyeceğini; ama bir meslek olarak bu yola girenlerin “yokçuluğu” ispat etmekle yükümlü olduklarını, ispat edemedikleri takdirde ise Kur’ân’ın “var oluşçulukla” ilgili bütün beyanlarının hak olduğunu kabul etmek zorunda olduklarını belirtir.4

Bedîüzzaman’ın referansı şüphesiz Kur’ân’dır. Kur’ân’da Cehennem âyetleri yokluk değil, adeta hayat ve varlık fışkırıyor. İşte bir kaçı:

* “Rablerini inkâr eden kimseler için Cehennem azabı vardır. Ne kötü bir dönüştür o! Oraya atıldıklarında, Cehennemin gürleyişini işitirler ki, kaynayıp duruyor! Neredeyse öfkeden parçalanacak! Kâfirlerden her bir bölük oraya atıldıkça, onların bekçileri kendilerine sorar: ‘Bu azaptan sakındıran bir peygamber size gelmedi mi?’ ‘Evet!’ derler. ‘Bize bir peygamber geldi! Ama biz onu yalanladık. Allah bize bir şey göndermedi. Siz sapıtmışsınız!’ dedik. ‘Keşke onu dinleseydik!’ derler. ‘Keşke düşünseydik! O zaman şu alev alev yanan Cehennem ehlinden olmazdık!’”5

Yarın inşallah devam edelim.

Dipnotlar:

1- Mektûbât, s. 13, 221

2- Asâ-yı Mûsâ, s. 43

3- Sözler, s. 69

4- Lem’alar, s. 82

5- Mülk Sûresi, 67/6-10

05.07.2006

E-Posta: [email protected]




Sami CEBECİ

Âhirzaman fitnelerine kim destek veriyor?



Vahiy kaynaklı bütün semâvî dinlerin esası tevhid inancına dayanır. Bir olan âlemlerin Rabbine iman etmek onların temel prensibidir.

Hanif dini üzerine gönderilen Hazret-i İbrahim (a.s.) halis bir Müslümandı. Eşi olan Hz. Sare’nin çocuğu olmamıştı. Cariyesi Hz. Hacer Validemizden Hz. İsmail (a.s.) dünyaya gelmiş ve onun neslinden de Kâinatın Efendisi Hazret-i Muhammed (a.s.m) doğmuştu. Daha sonra, Cenâb-ı Hak, Hz. Sare Validemize ihtiyarlamış yaşına rağmen, Hz. İshak’ı (a.s) vermişti. Hazret-i Yusuf’un (a.s.) babası olan Hazret-i Yakub (a.s.), Hz. İshak peygamberin oğludur.

Hazret-i Yakub’un (a.s.) lâkabı İsrail olduğundan, onun soyundan gelenlere İsrail oğulları denilir. Hazret-i Yakub’un en büyük oğlunun adı Yehud olduğu için, onlara aynı zamanda Yahudi denilmiştir. Yahudiler Hazret-i Musa’nın (a.s.) şeriatı ile amel ettiklerinden, Musevî olarak tanımlanırlar. Dünya hayatını çok seven ve hırsla dünyaya saldıran bu millet, haksız yere birçok peygamberini öldürmüş ve Kutsal Kitap Tevrat’ı da bozarak tanınmaz hale getirmiştir. İffet timsâli Hazret-i Meryem’e iftira eden, Hazret-i İsa’yı (a.s.) öldürmeye teşebbüs eden ve ona verilen İncil’i tahrif edip tevhidden teslis inancına döndüren yine Yahudilerdir. Son Peygamber Hazret-i Muhammed’i (a.s.m.) öldürmek için çeşitli tuzaklar kuran ve Kur’ân-ı Kerim’i tahrif etmek için çeşitli yollara başvurup muvaffak olamayan bu millet, genel itibâriyle hiçbir zaman hak ve istikâmet üzerinde olamamış, her zaman ve zeminde bozgunculuğun sembolü olmuştur.

Onların bu hâlini ve değişmeyen tavırlarını Cenâb-ı Hak ne güzel tarif eder: “And olsun ki, Biz Musa’ya Tevrât’ı verdik. Onun ardından da peş peşe peygamberler gönderdik. Meryem oğlu İsa’ya ise ap açık mucizeler verdik ve onu Cebrail ile takviye ettik. Demek size ne zaman nefislerinizin hoşlanmadığı şeyleri getiren bir peygamber gelse, ona karşı büyüklük taslayacak ve bir kısmını da öldüreceksiniz öyle mi? Onlar ‘Senin dâvetine karşı kalplerimiz perdelidir’ dediler. Doğrusu, inkârları yüzünden Allah onlara lânet etmiştir, artık pek azı iman ederler.” (Bakara Sûresi: 87-88)

“De ki: Eğer âhiret yurdu Allah katında diğer insanlara değil de sadece size âit ise, haydi, ölümü isteyin eğer iddianızda doğru iseniz. Fakat onlar, elleriyle işledikleri günahlar yüzünden ölümü asla istemezler. Allah ise, zâlimleri hakkıyla bilir. Sen o Yahudileri, hayata karşı insanların en hırslısı olarak bulursun. Hatta müşriklerden daha hırslıdırlar. Onlardan her biri, bin sene yaşamak ister. Halbu ki, yaşayacak olsa da bu hayat onu azaptan kurtaracak değildir. Allah onların yaptıklarını hakkıyla görür.” (Bakara Sûresi: 94-95-96. âyetler)

Böylesine sefih ve sefil özelliklere sahip olan Yahudi milletinin, âhirzaman fitnelerinin baş aktörü olacağı hadislerle de haber verilmiş. Bediüzzaman böyle bir hadisi 5. Şuâ’nın 14. Meselesinde zikreder: “Deccalın mühim bir kuvveti Yahudi’dir. Yahudiler severek tâbi olurlar.” Büyük deccal komünizmin fikir babalığını İngiliz Yahudisi olan Engels ile Alman Yahudisi olan Karl Marks yaptı. Onlar komünist felsefenin temellerini Allah’ı inkâr esasına bina ettiler.

Bediüzzaman der ki: “Her hükümetin zulmünü gören Yahudiler, Almanya memleketinde kesretle toplanıp intikamlarını almak için, Komünist Komitesinin tesisinde mühim bir rol ile Yahudi milletinden olan ‘Troçki’ namında dehşetli bir adamı, Rusya’nın baş kumandanlığına ve terbiyegerdeleri olan meşhur Lenin’den sonra Rus hükümetinin başına geçirerek Rusya’nın başını patlatıp bin senelik mahsulâtını yaktırdılar. Büyük Deccalın komitesini ve bir kısım icraâtını gösterdiler ve sâir hükümetlerde dahi ehemmiyetli sarsıntılar verip karıştırdılar.” (5. Şuâ)

Günümüz dünyasında hemen hemen her ülkede medya tekelleri oluşturup kadın faktörünü kullanarak ahlâksızlığın her çeşidini yaygınlaştıran, Amerika’da dahil bütün hükümetleri istediği gibi yönlendiren, İslâm dinini terörle eşdeğer göstermeye çalışan, çoluk çocuk demeden Filistin’de devlet katliâmı yapan, bütün dünyanın tepkisine aldırış etmeden sırtını Amerika’ya dayayıp terör estiren ve kendileri dışındaki milletlere köle nazarıyla bakan bu millet; yeryüzünde bozgunculuğa sebep olduğundan ve barışı reddettiğinden dolayı Allah’ın gazabını celb edecek ve kıyametin kopmasına mühim sebeplerden biri olacaktır. Fakat, kıyamet kopmadan önce dehşetli bir hezimet, mağlûbiyet ve zilletin onları beklediği de gelen hadislerin muhtelif rivâyetlerinden anlaşılıyor. Çünkü, küfür devam etse de zulüm devam etmez ve Allah zâlimleri asla sevmez.

05.07.2006

E-Posta: [email protected]




Davut ŞAHİN

Başbakan’ın öfkesi



Bir ülkenin başbakanı kalkıp: “Bazı gazetelerde çıkan haberleri duyuyorsunuz ya, bu haberleri yapan gazeteler tekrar hatırlatıyorum; bu haberleri yapmanızın gerçek sebebini açıklayacağımız günler yaklaşıyor” der mi?

Nedir bu?

“Tehdit!”

Bu tehditin altında gizli bir anlaşmanın bozulduğunu okuyorum.

Demek milletin oyuyla gelmiş bir iktidarın, bu ülkeyi yönlendiren birinci güçle gizli bir mutabakatı vardı…. Anlaşılan o ki, bu mutabakatı medya bozdu ve iktidar öfkeli…

Şimdi kaşlarını çatıp, azarlıyor, diyor ki:

“Hortumcular rahatsız oldukları için feryat ediyor.”

Başbakan “hortumcuları” biliyor da, şimdi mi deşifre ediyor? diye akla bir soru geliyor.

Başbakanın açıklamasına göre, galiba öyle. Diyor ki:

“Kendi menfaatlerinizin, gayri meşrû menfaatlerinizin önü kesildi diye bu haberleri yaptığınızı millete anlatacağım. Hangi dosya, hangi talebiniz geri çevrildi diye bu haberleri yapıyorsunuz? Bunlar çıkacak meydana.” (Basın)

Ne duruyorsunuz? İktidar şikâyet yeri değil. Çözüm ve çare yeridir.

Milliyet ve Radikal gazetelerinin ne yapmak istediği millete açıklansın. Açıklanmalı.

DİP

Müzik dünyası şoktaymış.

Neden?

Albüm satışları dibe vurmuş, ondan.

Rakamlar şöyle:

Serdar Ortaç: 215 bin, Gülben Ergen 100 bin, Ajda Pekkan 68 bin, Nükhet Duru 10 bin bandrol almış.

E her gün “magazin” programlarında ekranda görüne görüne, yüzleri eskidi.

Her gün bir şekilde klip veya şarkıları da çalınınca, albümü kim ne yapsın ki?

HABERLER

Şimdi “yakalanma” modası var. Paparazziler özel bir birlik oluşturarak, ünlüleri mayolu resimlerinin çekiyorlar. Mevsim ya.

Ne kadar ayıp ve iğrenç.

Zaten ana haber bültenleri, “teşhir” haberine dönüştü.

Et pazarını aratmayan bu görüntüler yüzünden “haberler” izlenmiyor... du.

Ne zaman ki, sel felâketi öne çıktı, o zaman haber bültenleri görevini hatırladı.

Şimdi “nerde bu devlet” haberleri ekranı sarıverdi.

MARLBORO MAN

ABD’li bir asker... Daha çok Marlboro Man diye anılıyor...

Hani, Felluce’ye saldıran Amerikan Deniz Piyadelerinden er James Blake Miller, saldırı sonrası, başında çelik miğferi, yüzündeki kamuflaj boyası ve çatışmalardan kalan barut ve ağzındaki Marlboro sigarası ile görüntülenmişti ya, işte o!

ABD kamuoyunda “ümit vadeden asker” diye de biliniyordu.

Halbuki şimdi “travma” geçiren bir deli! Psikolojik sorunlarından dolayı, çocukluk aşkı eşi bile onu terk etmiş.

Er Miller’in “artistik” fotoğrafı gazetelere yansıdığında medya onu göklere çıkarmış, hatta neredeyse “idol” haline getirmişti.

Çelişkiye bakın ki: Amerikalılar, kimyasal silâhların kullanıldığı, sayısı belirsiz sivilin öldürüldüğü Felluce’de, yükselen dumanlardan çok, er Miller’in ağzındaki sigaranın dumanı ile ilgileniyordu.

Tıpkı, her ay Irak’ta “binlerce” sivil konuşulmadığı, Miller’in travmasının konuşulduğu gibi. Irak’ı işgal eden askerlerin akıbeti bununla sınırlı değil elbet.

Onlar cezalarını misliyle çekecek!

05.07.2006

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Londra şeyhleri (uleması)



Batı’da Müslümanların ve özellikle Arapların yoğunlaştıkları yer olması hasebiyle, kimi zaman Londra’ya Londonistan denir. İstanbul’da yapılan Avrupalı Müslümanlar toplantısında Londra’nın ağırlığını hisseden bir Arap arkadaş, gayr-i ihtiyarî tuluât kabilinden ‘Londra meşayıhı (şeyhleri veya hocaları) toplandı’ dedi. Herkes için geçerli olmasa da, toplantıda böyle bir eğilim vardı doğrusu. Sözgelimi, Hamza Yusuf’un da akildânelerinden birisi olarak takdim edilen Moritanyalı eski bakan Şeyh Bin Beyyah’ın dinî anlayışı Avrupa topluluğu nezdinde makbul bir İslâmî anlayışı temsil ediyormuş. Şeyh Ubeyyed gibi, Paris’te oturanlar istisna edilirse (onlar da zaten Paris’te otursalar da Londra çizgisine yakınlar) katılım Londra ağırlıklı idi. Dil de Arapça yerine, İngilizce idi. Fransa’dan katılanlar ise, Fransızca’yı tercih ettiler. Arapça bilseler de hazirûn İngilizce ve Fransızca konuşmayı yeğledi. Moritanyalı Şeyh bile, onların yanında muhafazakâr kaldı. ve Arapça yerine diğer dillerde konuşulmasını eleştirdi. Ve bu itibarla Londra’nın ağırlığı hissediliyordu. Parayı veren düdüğü çalarsa, bu da normal kabul edilmelidir. Londra’dan katılanlar arasında Şeyh Raşid Gannuşi (Nahda lideri) Tarık Ramazan, Amr Halid, Sami Yusuf ve diğerleri sayılabilir. Londra ile Londra meşayıhını İstanbul’da buluşturan gaye, elbette bir değil. Fakat iki tarafın istikameti aynı olmasa bile, yol veya yöntem onları İstanbul’da buluşturmuş durumda. Bunu Bediüzzaman’ın kuyu kazma benzetmesiyle açıklayabiliriz. Farklı amaçlarla kuyu kazan iki kişi, kuyu kazma işleminde bir araya gelebilir. Bu ideolojik bir buluşmadan ziyade, pragmatik ve sosyal vecibelerin gerektirdiği bir buluşma olur. Yusuf Karadavi’nin Avrupa Fetva ve Araştırma Komisyonu açılış konuşmasında dediği gibi, birileri hayattan kopuk, interaktif olmayan, somurtkan, soluk ve neşesiz, gülmeyen bir İslâm tipi takdim ediyor. Bu, elbette makbul değil. Bunun tersi de; hedonist veya bohem bir İslâm tipi takdim etmek de aynı derecede yanlıştır.

***

İşte burada, Amr Halid’in bir tanımına şahit oluyoruz. Avrupalı Müslümanlar ‘teaklum etmeli, yani bulundukları ortamla bütünleşmeli, ama asla tezevvub etmemeli, yani erimemelidir.’ Bu, genel arzunun Halid’in dilindeki ifadesinden başka bir şey değildir. Entegrasyona evet, ama asimilasyona hayır. Batılılar ve onların işbirlikçileri arasında entegrasyon deyip asimilasyon kastedenler çok. Avrupa Müslümanlarının İstanbul’daki toplantısının amacı kimlik, vatandaşlık ve terör meselesini tartışmak ve bunlar hakkında yeni açılım ve tanımlar getirmekti. Kimlik konusunda çok yönlü tartışmalar var. Bunlardan bir kısmı sosyolojik çerçeveli. Avrupa’da yaşayan Müslümanlar Avrupa’lı Müslümanlar mıdır, değil midir? İslâmiyeti kıtada hazmedemeyen eski kafalı asimilasyoncu kanada göre, Boşnaklar dahi Avrupalı Müslüman değil (C. Latiç şahidi) Avrupa’da yaşayan Müslümanlardır. Onlar kıtanın aslî unsuru değil, misafiridirler. Duhelâ, yani yabancı unsurlarıdır. Ama entegrasyoncu Tarık Ramazan gibilerine göre, Avrupa’da yaşayan Müslümanlar, pekâlâ Avrupalı Müslümanlardır. Kimlikleri budur. Onların kimliği ödünç kimlik değil, sabit kimliktir. Yeni nesiller misali, onlar işçi değil, vatandaştır. Bundan dolayı katılımcılardan bazıları, Müslümanlar için azınlık kavramına karşı çıktı. Khallad Swaid bu tezi seslendirenlerden birisiydi. Zaten Doğu Avrupa’da yüzyıllardır yerli Müslümanlar yaşamıyor mu?

***

Bu tartışmanın bir de ideolojik ayağı var. Bessam Tıbi’ye göre (Ali’siz Alevîlik gibi) İslâm’sız bir Avrupa İslâm’ı olmalı. Ona göre Avrupa İslâm’ına uygun tek imam, Marsilya imamı Süheyb Bin Şeyh’dir. Avrupa Müslümanları toplantısının onur konuğu olan Karadavi ise, ona göre Humeyni’den de tehlikeli birisidir. Bessam Tıbi’nin Avrupa İslâmı projesi tutmadı, ama Tarık Ramazan’ın Avrupalı Müslümanlar tanımı en azından daha büyük yankı uyandırdı.

Yarın: İngiliz modeli, başörtüsü ve terör

05.07.2006

E-Posta: [email protected]




Serdar MURAT

Gallup ışığında Chomsky



Dünya hapşırdı, biz zatüre olduk. Küresel dalgalanma, gelişmekte olan ülkelerin ekonomilerini yüzde 5 oranında etkilerken, bizdeki dalga boyu yüzde 30’lara kadar uzandı. Dövizde 1300 seviyesinden alıp, 1700’den satan üç büyük banka, şimdi bir yandan kârlarını hazmetmekle meşgulken, diğer taraftan da sonbaharda yapacakları ikinci vurguna hazırlanıyor. İki yıl aradan sonra enflasyon tekrar iki rakamlı seviyeyi çıktı. Yüzde 110 enflasyonu yaşamış, aylık yüzde 14 oranını görmüş olan memleketimiz, zaten tek haneli enflasyonu sevmemişti. Haziran ayı rakamlarına göre, tüketici piyasadaki çalkantıdan dolayı korkmuş, harcamalarını kısmış. Üretici ise, daha fazla endişeye kapılıp, faizdeki yükselişi, dövizdeki artışı birbirinin üstüne ekleyip, ertelediği zamlarını da hatırlayıp, bir güzel bindirmiş. Tüketici 0.34, üretici 4.02 artış.

Bu demektir ki, önümüzdeki günlerde zamlı fiyatlarla alış veriş yapmak zorunda kalacağız.

Peki, dış piyasaların, FED’in, fırsatçı birkaç yabancı bankanın, içerideki “sağlı sollu cephe arayışları”nın bu dalgalanmada payı var da, hükümetin yok mu?

Küresel dalgalanma yüzde 5’se, aradaki fark, tamamen hükümetin krizi yönetememesinden kaynaklanıyor.

Merkez Bankası bir elinde faiz, diğer elinde döviz topuzuyla piyasaların tepesine vurdu.

Şimdi dalgalar çekildi, hasar tespiti yapılıyor. Bu aşamada Gallup’un anketindeki bir noktaya dikkat çekmek istiyorum.

Halkımız, Türkiye’nin 5 yıl öncesine göre ilerlediğine inanıyor ve geleceğe umutla baktığını belirtiyor. İnsanlarımızı bir kobra yılanı gibi sıkan ve bir akrep gibi zehirleyen şey, yılgınlık. Geleceğe umutla bakamamaktır. “Bu ülke düzelmez” zihniyetinin kırılması demek, zihinlerdeki demir parmakların yıkılması demektir. Hele bir de bu ülke insanları geleceğe güvenle bakabildi mi, zihniyet devrimi asıl o zaman başlar işte. Her 5 yılda bir ağır ekonomik ve siyasî krizler yaşamış, tabiri caizse bedenen ve zihnen ağır bir istismara uğramış insandan, geleceğe güvenle bakmasını nasıl beklersiniz. Türkiye işte o noktadan geliyor.

Ankette bir başka önemli nokta daha var. Türk halkının güvendiği kurumların başında ordusu geliyor. Burada yeni olan bir şey yok. AB ülkelerinde de çıkan sonuç aynı. Ancak oralarda yüzde 67, biz de bu oran yüzde 86... Ancak asıl önemli olan Türk halkı, ordudan sonra en çok hükümetine güveniyor. Kısa bir süre önce en çok güvenilen kurumlar sıralamasına Türkiye Büyük Millet Meclisi girmişti. Parlamenterlerin halkın içine karıştığı zaman rozetini sakladığı bir dönemden, halkın en çok güvendiği kurumların başında Meclis’in gelmesi noktasına ulaşıldı. Şimdi ise, AB ülkeleri arasında hükümetine en çok güvenen ülke Türkiye çıkıyor.

Türkiye’de hükümete güven oranı yüzde 60’la ikinci sırada gelirken, AB ülkelerinde bu oran yüzde 40 düzeyinde yer alıyor.

Bu, sivilleşme adına, sevindirici bir durum. Bir cevher var. Halk hükümetine ve parlamentosuna güvenmek istiyor. Ancak aynı zamanda onlar tarafından da doğru yönetilmek istiyor. Halkımız bir de ABD’nin Irak, Afganistan ve Vietnam başta olmak üzere, haksız işgallerine karşı çıkan uluslar arası saygınlığa sahip, Noam Chomsky gibi, özgürlük savaşçılarına da saçma sapan gerekçelerle dâvâ açıp, dünyaya rezil olmamamızı istiyor.

Bu ülke, çeteler, cezaevi kapısında “Türkiye seninle gurur duyuyor” sloganları ile karşılandığı, kahramanlar gibi uğurlandığı için, bir türlü sivil ve işleyen demokrasiyi kuramıyor. Bu ülkede de bir Noam Commsky olabilseydi, saygınlığımız daha farklı olurdu. Chomsky gibi özgürlük savaşçılarına dâvâ açıp, Polat Alemdar gibileri yüceltirsek, çocuklarımız da okullarında soylu bilim adamlarına değil, Polat Alemdar kılıklı çete bozuntularına özenir elbette ki…

Irak’ın, Afganistan’ın, Filistin’in işgalini kendine dert edinen, insanlığın sorunlarına duyarlı bilim adamları, aydınlar, özgürlük savaşçıları değil, sevgilisiyle bir olup annesini, babasını kesen tipler olur çıkarlar.

Bu topraklardan Mehmet Ali Ağca’lar, Alparslan Arslan’lar, Kartal Demirağ’lar, Abdullah Çatlı’lar neden yetişiyor diyenlere, cevabımız budur. Chomsky’i cezalandırıp, çeteleri, “Türkiye seninle gurur duyuyor” diye cezaevi kapılarında kahramanlar gibi karşılayarak, saygın bilim adamları yetiştirmemizi bizden kimse beklemesin…

05.07.2006

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahaddin YAŞAR

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN

 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004