|
|
İsmail BERK |
Zihnen malûl eski bir başkan |
|
Haber Türk’ün Basın kulübünde Kemal Gürüz konuşuyor... İsmiyle mütenasip olmayan bir kemalsizliğin sembolü. Haşin, hırçın ve kendini bir gestapo edasında Cumhuriyet’in tek savunucusu gibi görüyor. Akla ziyan fikirlerini ve topluma karşı görüşlerini büyük bir cesaretle(!) savuruyor..
Yasalarla kurulmuş imam hatiplere karşı olduğunu ve kapatılması gerektiğini söylüyor. YÖK başkanı sıfatını kullandığı talihsiz dönemde, Van Yüzüncü Yıl Üniversitesinde personelin fişlenmesi talimatını verdiği yazıyı böbürlenerek anlatıyor. Fişleme sonucu personelin, kendi tabiri ile “temizlenmesi”ni, görev kabul ediyor. Buna “müsaade etmeyeceğiz” diyor.
Bir emekli bürokratın, haddini aşan bu cahil cesareti ve militanca konuşması, bilimin ve bilim adamının iz’anı zorlayan çok yanlış bir örneği. Toplum vicdanını yaralayan hazin görüntüsü, rejim bekçiliğine soyunmanın garabet halini ortaya koymaktadır.
Gürüz, gazeteci Ömer Lütfü Mete’nin yürekleri ferahlatan çıkışını, konuşmasının başından beri hak etmişti. Mete’nin “Siz bir militansınız” sözü yerindeydi. Karanlık bir dönemin, 28 Şubat baskısının ağır siyasî ortamında, milletin inançları ile kavga etmesi ve bunu laiklik perdesi altında katsayı uygulaması ile hayata geçirmesi, Gürüz’ü sanık sandalyesine oturtacak konulardır.
Müslüman olup olmadığı sorusu karşısında, “Türk olduğunu” söyleyerek, bunun yeterli olduğunu açıklaması, değerlerimize düşman bir kafanın en abuk haliydi. Türklüğü Müslümanlıktan ayırt eden bu kafanın milliyetçilikle, ülkeyle ve toplumun değerleriyle uzaktan yakından alâkası yok.
Özellikle Medeniyetler Çatışması tezinin sahibi Samuel Huntington’la Harward’da, aynı ortamda “bilimsel çalışması”nın sorulması üzerine, “Tek medeniyet var” teziyle Huntington’dan daha acımasız bir şekilde İslâm medeniyetini yok sayması, tam bir zihnî inkirazdı.
İntihal suçuyla Rektörlükten uzaklaştırılmış Alemdaroğlu’na sahip çıkma cür’eti, sahibinin sesi koronun ortak müziğinden bir parçaydı. Yine yargıdaki Van Rektörü’ne sahip çıkması da aynı güruhun hukuk tanımaz yaklaşımına bir delildi.
Cumhurbaşkanı seçiminde Ahmet Necdet Sezer aleyhine kulis yaptığını itiraf etti. AKP hükümetine karşı YÖK Başkanı iken geliştirdiği tavırları anlattı. Bir cepheleşmenin bütün hırsını ve siyasî nezaketsizliğini üstünde taşıyarak yaptıklarını hasmane bir şekilde anlattı.
Bilimi ve üniversiteleri tuzla buz yapan dönemine ait sağlıklı hiçbir hesap verme ve bilgilendirme sorumluluğu taşımadan, polemik ve siyasî üslûbun hakaret dolu salvoları ile gazetecilerle sürekli sürtüşmeyi tercih etti.
Her anlamda saldırgandı. Başörtüsü mağdurlarının vicdanları sızlatan sıkıntılarının baş müsebbibi olmasına rağmen, bunları ifade etmedeki nezaketsizlik hali ve tahrik edici tavırları acı bir tabloydu.
Akademik camianın hak etmediği bir temsil döneminin karanlık uygulamaları vardı ortada. Mağdur edilen binlerce akademisyenin, bu güne kadar bu beyefendiye hesap sormaması, bir noksanlıktır. Gürüz, ihtilâlci Kenan Evren gibi, “Bu gün olsa yine aynısını yaparım” pervasızlığı ve sorumsuzluğu ile sorgulanmayı çoktan hak etti.
Yanlış yapanlar, kapalı dönemlerde başımıza “Ali kıran baş kesen” kesilenler, artık hesap vermeliler. Çatışma zeminini oluşturan geçmişlerinden dolayı özür dilemeliler, ya da yargı bunların yakasına yapışmalı. Bu beyanları, suç kabul edilmeli.
Düşünün bir kere. Devletin bürokratı, siyasî iradeyle çatışıyor, görevinin dışına çıkıyor, hakaretler yağdırıyor, milletin inancına saldırıyor ve bütün bu sorumsuzlukları laiklik ve post modern darbelerin gölgesinde yapıyor.
Gürüz’ün yüreği yetiyorsa, siyasete girsin. Çıksın meydana. Adam gibi parti kursun, siyasî rekabete girsin. Görsün bakayım el mi yaman, bey mi yaman.
Demokrasilerde, siyasî irade ve halkın talepleri esastır. Atananlar, ya siyasî iradeye saygılı olmak zorundadırlar. Ya da sorgulanmalılar. Kanun dışı yetki ve güç vehmi, suçtur. Bunların hesabı mutlaka görülmeli.
Millet bunların defterini zaten çoktan dürmüş. Nesli tükenen bu çağdışı tavırlar, geleceğimizin utanç tablosudur. Ancak güzel olan; istikbalimizin bu kafaya kapalı olmasıdır. Kimsenin bu kelaynaklara itibar etmemesidir.
28.06.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Davut ŞAHİN |
Habercilik |
|
Ramazan Öztürk, son yıllarda habercilik ve kaliteli program alanında ciddi program yapabilen isimlerden.
TRT’de yayınlanan “Kırılma Noktası” hem seviye açısından, hem de ciddiyet açısından kayda değer program...
Öztürk’ün jenerasyonundan kaç tane kaldı ki. Coşkun Aral, TRT’de bir ara yapıyordu. Özel kanallarda da gecenin bir saatine vererek, Aral’ı ödüllendiriyorlar(!).
Savaş Ay, üslubunu bozdu, stüdyoda insanları tokuşturarak, rating avına çıktı... Maksat gündem çıksın...
Önceki akşam, Vietnam gerçeğini anlattı. Minicik Vietnamlıların koskoca Amerikalıların nasıl burnunu sürttüğünü anlattı.
Onca teknolojik imkâna rağmen, bu minik insanlarla baş edemeyen Amerikalılara nasıl ders verdiğini görmek enteresan ve heyecan verici doğrusu.
Amerikalıları nasıl dize getirdiklerini anlatırken, heriflerin yüzlerce Vietnam karşıtı, Amerikan filmleri aklıma geliverdi.
O minicik tünellerle kazandığı savaşlarda koskoca iri cüsseli ABD’lileri perişan ettiler.
Ama iletişim araçlarından en önemli silahı, yani sinemayı kullanamadı. Ne yazık ki, okumamış embesil ABD’lilerin çoğu izledikleri filmlerden, Vietnam’ı kazandıklarını zannediyor. Çünkü, sinema sektörü bunların ellerinde yüzlerce filmlerde ABD’lilerin kazandıkları zaferleri farklı biçimde anlatıyor.
Düşünün, mesela Rambo. Enteresan mantık hatasıyla örülü.
ABD’liler madem Vietnam’da yenildi. Ama orada esir düşen askeri kurtarmak için bir tane ABD’li asker, bütün Vietnamlılarla baş edebiliyor. Topunu ateşe veriyor, kurşuna diziyor adeta.
Hal böyle olunca, embesil okumamış cahil ABD’liler “Ülen biz ne kadar kahramanmışız haberimiz yok” dercesine, kendilerini dev aynasında görüyor...
Ramazan Öztürk’ü tebrik ediyor, Kırılma Noktasını kaçırmayın diyoruz.
ÇİZGİ KARMAŞA
TRT’de çizgi film kargaşası sürüyor. Basına verilen materyallerde, bir “şaşırtmaca” var sanki.
İçinde “Piglet” isimli domuz karakteri bulunan “Winnie The Pooh” çizgi filmi TRT’nin almadığına dair haberler dolaşıyor şimdi.
TRT’nin Televizyon Dairesi Başkanı Muharrem Sevil, ’Piglet’ adlı domuz karakterinin yer aldığı çizgi filmi almadıklarını doğruluyor...
Hatta, Sevil, “İlk defa yabancı bir firma ile kurumsal anlamda anlaşma yapıyoruz. Uygun fiyatlarla güzel bir anlaşma imzalıyoruz. Çocuklara Walt Disney’de tatil imkânı sunuyoruz” diye konuşurken ekliyor:
“Türk kültür yapısına uymayan çizgi filmleri yayınlamayız”
Buna alkış.
Ama:
“Sabah yayınladığımız Micky ve Donald adlı çizgi filmde domuz karakteri vardı” demesin mi?
İşte burada da afallayıp kalıyoruz.
Sevil, “Mesela bir çizgi filmde Barbar Türkler geçiyorsa, ben bunu almam” derken, başka çizgi filmlerde çocuklara “domuz” karakteri sevdirilirse ne olacak?
Yoksa, “ne şiş yansın, ne de kebap” mı?
28.06.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Yaşanan İslâm |
|
İslâm güzellikler dinidir. Ruh, kalp, akıl ve hissiyatı doyuran bir hakikatler manzumesidir.
Bu güzellik ve hakikatler ancak yaşanmakla ortaya çıkar, görünür. İslâm kitapta kalsın diye değil, yaşansın diye gönderilmiştir. Ruhlara, kalplere, akıllara sindirilmeli ve bütün güzellikleriyle yaşanmalı.
Kur’ân’ın yaşayan bir şekli olan Allah Resûlünün yaptığı işte buydu. “Hud Sûresi beni ihtiyarlattı”1 buyururken bu gerçeğin üzerindeki yansımalarını anlatmıştı.
İslâmı yaşamak, Kur’ân’ın yaşayan şekli olmak zordu. Ama güzellikler bu zorun arkasındaydı.
Hakikatler ne kadar güzel ve yüce olurlarsa olsunlar uygulanmazlarsa nasıl etkili olabilir, güzellikleri anlaşılabilirdi?
Resûl-i Ekremin (a.s.m.) fem-i mübareklerinden çıkan her söz, her hakikat herkesten önce kendisi tarafından hayata geçirilen hakikatlerdi. Sonra da Sahabîleri yaşadılar.
Bu hayat veren, hayatı mânâlandıran, ruh ve renk katan, huzur veren hakikatlere bütün insanlığın ihtiyacı vardı. Gevşememeli, vurdumduymazlık, umursamazlık etmemeli, tembelliğe girmemeliydi. Yoksa sayısız faydalarından nasıl istifade edilebilirdi?
Resûl-i Ekrem (a.s.m.) vefat edeceği son gün bile bu hayat verici hakikatlere uymanın önemine, hem de en yakınlarından başlayarak dikkat çekiyor: “Ey insanlar! Karanlık gece parçaları gibi fitneler geliyor.
“Ey insanlar! Siz bana karşı hiçbir delil bulamazsınız. Çünkü ben, ancak Allah’ın kitabında haram kıldığını haram, helâl kıldığını helâl kıldım” diyor. Sonra da hak ve hakikatlere uymaya dâvet ediyor, şöyle buyuruyordu:
“Ey Kureyşliler! Kendinizi Allah’ın azabından kurtarmaya bakınız. Ben sizi kurtaramam.
“Ey Abd-i Menaf Oğulları! Ben sizi kurtaramam.
“Ey Peygamberin amcası Abbas! Ben seni kurtaramam.
“Ey Peygamberin halası Safiyye! Ben seni kurtaramam.
“Ey Muhammed’in kızı Fatıma! Malımdan ne istersen vereyim. Ama ben seni kurtaramam.
“Bir kimseyi ameli geri bırakmışsa, nesebi, soyu sopu onu kurtaramaz”2 buyuracaklardı.
Ebû Talip, Peygamberimizi evlâdından daha çok sevip koruduğu halde kendisini kurtarabilmiş miydi? Hz. Nuh’un oğlu ve karısı inançsızlıkları sebebiyle yok olmamışlar mıydı? Peygamber kızı da, halası da, amcası da olsa Allah katında makbul ameli yoksa Allah Resûlü ne yapabilirdi?
Evet, “Ameli kendini geri bırakanı soyu sopu ilerletmez.”3
Dipnotlar:
1- İbni Hişam, 4:303-304; ihya, 5:502.
2- Hud Sûresi: 112.
3- Ebû Davud, İlim: 1; Tirmizî, Kur’ân: 10.
28.06.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Fizik ötesini merak etmenin sebebi nedir? |
|
Gayb/metafizik âlemin sırlarını merak etmek ve araştırmak gemlenemez bir tutkudur. Bunun iki ana sebebi olmalı:
Bir: Rûh/duygu ve bedenimizdeki lâtif enerji boyutlarının ruhânî âlemlerden süzülerek özetlenmesi ve onlarla irtibat kuracak, alış-veriş yapacak şekilde dizayn edilmiş olması.
İki: Gayb âleminin sırlarını yakakalayacak ruhî duyarlılık ve şiddetli merak duygusuyla donatılmış olmamız.
Her kültürün bahsettiği sırlar âlemi, gizemli dünyalar vardır. Semavî dinlerin bütününde gayb âlemi ve özelliklerinden özet şeklinde de olsa bahsedilir. Kur’ân’da, Bakara Sûresinin 3. âyetinde mü’minler; “Gayba (duyular ötesi, metafizik boyutlu hakikatlere) imân ederler” şeklinde vasıflandırılırlar.
İmân esaslarının—peygamberler ve kitaplar hariç—dördü gaybtır, yâni, metafizik boyutla ilgilidir. Melekler, cinler ve sâir rûhâhîler gayb âleminin sakinleri, Âhiret, Berzah, Arasat, Haşir, Mizan, Sırat, Cennet-Cehennem o âlemin gerçeklerindendir.
Rûhumuz, duygularımız, metafizik âlemlerle bağlantılı. Mukaddes kitabımızda ve hadîs-i şerîflerde pekçok gaybî bilgiler, sırlar, haberler ya açıkça, ya imâen, ya işareten, ya remzen, ya zımnen veya telmihen verilir. Bu haberler, bilgiler merak denen duygumuzu tahrik eder.
Aslında atom, atomaltı parçalardan kâinatın en ücra köşelerine kadar sırlarla dolu her unsuru merak etmemiz gayet normal. Anormal olan bu ve benzeri mevzûlara aklî-mantıkî, ilmî verilerle değil, hissî/duygusal yaklaşmadır. Bu, ifrat veya tefrit denen aşırılıklar bataklığına sürükler. Rûhumuzun/duygularımızın gücünü keşfedip; nefsimizi terbiye etmeden, böylesine karmaşık, çetrefilli meselelere dalmamız son derece mahzurlu. Zîrâ, dört işlemi bilmeyen hiç matematik, fizik problemlerini, formüllerini çözülebilir mi?
Altyapı oluşturmadan metafizik âlemin sırlarını ulaşmaya kalkmak da bundan farksızdır. Ayrıca, kimilerin servetinin maden ocağı, kimilerin oyuncağı, kimilerin maskarası oluveririz. Bununla sadece kendimize zarar vermez, çevremizi de perişan ederiz.
Öte yandan bu gayb/metafizik âlemin hâdiselerine ilgisiz kalmak ve araştırmamak da bir o kadar tehlikeli. Çünkü, ruh ve duygu boyutumuz bizi mütemadiyen ötelere yönlendirirken, o âlemlerin sırlarıyla ilgili sayısız soru zihnimizde cirit atar. Şu bir vakıadır:
Gerçeği bulamayan bâtıla, doğruyu bulamayan yanlışa sapar. Temiz su bulamayan kirli su içmek zorunda. Melek ve cinlerin varlığını aklî-mantıkî, ilmî ve kalbî olarak araştırıp özümsemeyen, kabul etmeyen, bu ihtiyacını ufo, uzaylı, gulyabani gibi hayalî ve vehmî varlıklarla tatmin etmeye çalışır. Yeniden dirilişe inanmayan, onların yerini alacak tenasüh/reenkarnasyon, yâni, başka varlık olarak da olsa tekrardoğuş gibi bir safsataya sarılır. Ve böylece öteki âlemlerle bir sürü efsane, aslı-astarı olmayan hikâye üretilir.
Kimi zaman da bunlara da “bilimsel gerçek” gibi inanılır. Sonuç ise, evham ve vesvesenin bulutlarına sarılıp bir sürü şüphe ve hastalığın pençesinde kıvranmaktır.
28.06.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Gözümüz ve kulağımız sorumluluk demektir |
|
Kahramanmaraş/ Elbistan’dan Hüseyin Kılınç: “Bir lokantanın aile bölümünde garsonluk yapıyorum. Ailelere ve bayanlara karşı haramdan sakınmak için nelere dikkat etmeliyim?”
Temel kaynaklarımıza bir bakalım: Kur’ân ne diyor, Peygamber Efendimiz (asm) ne diyor? Bu kudsî uyarılardan ders çıkarmaya çalışalım:
* Kur’ân diyor ki: “Nihayet oraya geldikleri zaman kulakları, gözleri ve derileri, işledikleri şeye karşı onların aleyhine şahitlik edecektir. Derilerine: ‘Niçin aleyhimize şahitlik ettiniz?’ derler. Onlar da: ‘Her şeyi konuşturan Allah, bizi de konuşturdu. İlk defa sizi o yaratmıştır. Yine O’na döndürülüyorsunuz’ derler. Siz ne kulaklarınızın, ne gözlerinizin, ne de derilerinizin aleyhinize şahitlik etmesinden sakınmıyordunuz, yaptıklarınızdan çoğunu Allah’ın bilmeyeceğini sanıyordunuz.”1
* Resûl-i Ekrem Efendimiz (asm) buyurdu ki: “Üç kişi vardır ki, insanlar mahşerde hesap verirlerken onlar Allah’ın Arşının gölgesinde sohbet ederler. Bunlar: 1- Allah yolunda hiçbir kınayıcının kınamasından etkilenmeyen kişi. 2- Kendisine helâl olmayan şeye elini uzatmayan kişi. 3- Allah’ın bakılmasını haram kıldığı şeye bakmayan kişi.”2
* Resûl-i Ekrem Efendimiz (asm) buyurdu ki: “Şu altı şeyi kabul edin; ben de Cennete girmenize vesile olmayı kabul edeyim: 1- Konuştuğunuz zaman yalan söylemeyin. 2- Söz verdiğiniz zaman sözünüzde durun. 3- Size güvenildiğinde hıyanet etmeyin. 4- Harama karşı gözünüzü yumun. 5 -Harama el uzatmayınız. 6- İffetinizi koruyunuz.”3
* Resûl-i Ekrem Efendimiz (asm) buyurdu ki: “Üç kişi vardır ki, gözleri, Kıyamet Günü Cehennem ateşi görmez: Bunlar: 1 -Allah korkusundan ağlayan göz. 2- Allah yolunda nöbet tutan göz. 3- Allah’ın haram kıldığı şeylere bakmaktan sakınan göz.”4
* Resûl-i Ekrem Efendimiz (asm) buyurdu ki: “Şu üç göz hariç her göz Kıyamet günü ağlayacaktır: Bu gözler: 1- Allah’ın haram kıldığı şeylere bakmaktan çekinen göz. 2- Allah yolunda uykusuz kalan göz. 3- Allah korkusundan bir sinek başı kadar da olsa yaş akıtan göz.”5
* Resûl-i Ekrem Efendimiz (asm) buyurdu ki: “Benden sonra büyük şehirler fethedeceksiniz. Çarşılarında oturup sohbet edeceksiniz. Bu gerçekleştiği günlerde selâmı alınız. Gözlerinizi haramdan koruyunuz. Gözü görmeyenlere yol gösteriniz. Zulme uğrayanlara yardım ediniz.”6
Âyetleri ve hadisleri meselemizle ilgili yorumlarsak: Sokakta, iş yerinde, lokantada, otobüste, evde, parkta, bahçede… Her nerede olursak olalım: Kadınlarla erkekleri çok yerde iç içe ve yan yana görüyoruz. Bilhassa zamanımızda… Bunlardan birbirine karşı mahremler var, namahremler var. Birbirlerine karşı sakınanlar var, sakınmayanlar var. Açık olanlar var, mesture olanlar var. Biz başkasının davranışlarından değil; kendimizin davranışlarından, duygu ve düşüncelerimizden sorumluyuz. Kendi gözümüzden, kendi kulağımızdan, kendi elimizden, kendi iffetimizden sorumluyuz. Bizim gözümüz, bizim kulağımız onlar hakkında şahitlik etmeyecek; bizim hakkımızda şahitlik edecek. Bizim elimizin derisi, vücudumuzun derisi başkaları hakkında değil; bizim hakkımızda şahitlik edecek. Öyleyse biz; bu imtihan dünyasında gözümüze, kulağımıza, elimize sahip olmakla yükümlüyüz. Nerede olursak olalım ve ne iş yaparsak yapalım; gözümüzü, kulağımızı, elimizi harama sevk eden sebepleri birer imtihan vesilesi bileceğiz. Ve başkalarının davranışlarını değil; kendi davranışlarımızı yargılayacağız, sorgulayacağız.
Bir yandan hanımlara, beylere ve ailelere karşı nazik ve kibar olmak… İnsanlarla iletişimi koparmamak… Onları kardeş bilerek gerekli ilgiyi, nezaketi ve saygın davranışları eksik etmemek… Diğer yandan elimizi, kulağımızı, gözümüzü haramdan korumak… Evet, bıçak sırtındayız; bunu kabul edelim.
Ve bu arenada kulağımızda bir küpe: “Cennet ucuz değil!”
Cenâb-ı Allah cümlemizi ve cümle ümmet-i Muhammed’i (asm) şu zamanın fitnelerinden korusun. Âmin.
Dipnotlar:
1- Fussilet Sûresi: 20, 21, 22. 2- Câmiü’s-Sağîr, 3/888. - Câmiü’s-Sağîr, 2/832. 4- Câmiü’s-Sağîr, 2/878. 5- Câmiü’s-Sağîr, 4/1336. 6- Câmiü’s-Sağîr, 4/1406.
NOT:
Gazetemiz imtiyaz sahibi muhterem ağabeyimiz Mehmet Kutlular’ın kızı Rumeysa ile, muhterem Zekeriya Kaya’nın oğlu Ferit’in evliliklerini tebrik eder, iki cihan saadeti dilerim.
28.06.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Asılsız iddialara kaynağından cevaplar (1) |
|
Yazar Soner Yalçın'ın "Efendi-2" isimli kitabı, büyük bir gürültü ve sansasyonla piyasaya sürüldü.
Kitap hakkındaki ilk duyuruyu, Hürriyet gazetesi sürmanşetten verdi. Üstelik, geniş kamuoyunu elektriklendirecek bir haberin sunumuyla birlikte...
İki gün peşpeşe devam eden gazete haberine göre, yazar Soner Yalçın'ın kitabında Said Nursî'nin Urfa'dan uçakla alınan naaşının denize (Akdeniz) atıldığı iddia ediliyor.
Hürriyet, ertesi günkü (22 Haziran 2006) haberinde ise, naaşın Urfa'dan nakli ve Isparta'da defni ile ilgili resmî "zabıt varakası"nı yayınladı. Böylelikle, Soner Yalçın'ın iddiası aynı gazete tarafından da suya düşürülmüş oldu.
Öte yandan, kitabında Said Nursî ile ilgili daha başka iddialara yer veren Soner Yalçın, meselâ ebced ve cifir ilmine dair "Gizli ilimlerde, gelecek olaylar hakkında tahminlerde bulunmakta, büyü yapmakta/bozmakta vb. kullanılır" denildikten hemen sonra Said Nursî ile bağlantılı şöyle bir misâllendirmeye geçiliyor:
"Örneğin, Said–i Nursî cemaati içinde dışarıya hiç sızdırılmamaya çalıştıkları bir 'cifir ilmi' vardı. Söylediklerine göre, bu hesabı yapıp çok önceden Adnan Menderes'in öleceği tarihi bilmişlerdi!
"Bunu 'cifir ilmi'ne göre, Said–i Nursî hesaplamıştı; 1980–1990 yılları arasında Mehdi gelecek, inkârcı felsefeyle mücadele edip, 2001 yılında zafer kazanacak ve İslâmı yeryüzüne hâkim kılacaktı. Olmadı.
"Ancak, Nur cemaati 'cifir ilmi'ne inanmayı sürdürüyor; onlara göre, kıyametin tarihi 2056!"
"Bu durumda ben, (kıyamet yılını 2228 diye açıklayan) Edip Yüksel'e inanmayı tercih ederim!.." (A.g.e., s. 18)
Yığınla soru işaretleri
Evet, Soner Yalçın'ın "Efendi–2" isimli kitabının daha ilk sayfalarında yer alan Said Nursî, Nur Risâleleri ve Nur talebeleriyle bağlantılı ifadeler (iddialar) aynen böyle...
Bu ifadelerin altında veya üstünde hiçbir kaynak ismi verilmiyor. İddialar tamamıyla söylentiye ve kulaktan dolma bilgilere dayandırılmış.
Neticede, hakikatin ruhundan, gerçeğin özünden o derece uzaklaşılmış ki, okuyunca hayret etmemek elde değil.
Dahası, bunca reklâmı, tanıtımı yapılan, büyük tirajlı gazetelerde sürmanşet haberlerle duyurusu yapılan kitabın, demek ki ilmî ciddiyeti, fikrî seviyesi bu kadarmış diyerek, gayr-ı ihtiyari esefleniyorsunuz.
Hayret ve taaccüp edilecek bir başka nokta şudur ki, araştırmacı–gazeteci olduğunu iddia eden kitabın yazarı, ilmî tenkitlere ve seviyeli eleştirilere dahi açık değil. Bu gerçeği, Efendi–1'de bütün açıklığıyla gördük. O kitaptaki saçma iddialara (Said Nursî'nin bütün hayatında sıkı bir İttihatçı olduğu iddiası gibi) kaynağından verdiğimiz cevaplara aldırış etmemenin yanı sıra, Efendi–2'de ise yaptığı yanlışları, düştüğü hataları dahi avukat gibi savunmaya yönelmiş durumda.
Yazarın canhıraş gayretinden anlaşıldığı kadarıyla, önemli olan kimi Yahudileri, Sabetay Sevi'yi ve Sabetaycı olarak bilinen kimseleri alabildiğine öne çıkarmak, onların ne büyük hizmetlerde bulunduğunu cilalayıp parlatarak kamuoyunun nazar–ı dikkatine sunmak.
Bunun dışında kalanlar ise, varsın zihinlerde karmakarışık bir vaziyette dursunlar; hiç dert değil.
Dolayısıyla, kitapta pekçok kimseye birtakım kulplar takılıyor, haklarında soru işaretleriyle dolu bilgi kırıntıları sıralanıyor ve hakikatin parlak yüzü siyah, ufunetli balçıklarla sıvanmaya çalışılıyor.
İşte, bu tuhaf gayretkeşliğin en bâriz delillerinden biri, yukarıdaki iktibasta gördüğünüz asılsız iddialardır.
Yarın, Soner Yalçın'ın Said Nursî'yle ilgili aslı astarı olmayan iddialarını cevaplarıyla birlikte tek tek ele almaya çalışalım.
Cifir ilmi, ebced hesabı nedir? (1)
(Kiminin büyücülükle irtibatlandırdığı, kiminin Ehl-i Şiâ'ya mal ettiği, Soner Yalçın gibi kimilerinin de Yahudilerin "Kabala"sına dayandırdığı ebced ve cifir ilmi hakkında, kısa da olsa açıklayıcı bazı bilgileri sunarak başlamakta fayda var.)
Cifir ve ebced...
Çoğu zaman ikisi birlikte kullanılan ebced ve cifir arasında bazı nüanslar var.
Ezberlemede kolaylık olsun diye Arap (eski Sami) alfabesinin ilk harf grubunu teşkil eden "ebced" kelimesi, aynı zamanda harflere ayrı ayrı rakam değerlerinin eklenmesiyle yapılan bir çeşit hesap ve tarih düşürme ilmidir.
Cifir ise, bağlantılı olduğu "ebced"ten daha kapsamlı ve daha ileri boyutlu bir ilim tarzıdır.
Cifir ilminde kullanılan harf veya kelimenin Arapça olması şart değil. Farsça, Süryanice, İbranice ve hatta Türkçe olan tâbir ve kelimelerden de cifir metoduyla birtakım mânâlar istihraç edilebiliyor.
Çığır açan âlimler
Müslümanlıktan asırlar önce kullanılan bu ebced ve cifir ilmi, İslâm tarihi boyunca da hep kullanılagelmiş.
Peygamber (asm) soyundan gelen Cafer-i Sâdık olmak üzere, Muhyiddin-i Arabî, Necmeddin-i Kübrâ, Niyâz-i Mısrî ve Üstad Bediüzzaman Hazretleri gibi birçok İslâm âlimi ebced ve cifir ilmi üzerinde durmuş, eserlerinde yeterince yer vermişlerdir.
Her biri Kur'ânî bir çığır sahibi olan bu âlimler, özellikle tefsir ettikleri âyet ve hadislerin sarih mânâlarının yanı sıra, ebced ve cifir metodunu da kullanarak, sarih mânâ tabakasının altındaki işarî ve remzî mânâları da açmaya ve açıklamaya çalışmışlardır.
Üstelik, bu yaptıklarını "Kur'ân'ın şânına uygun" bir hizmet metodu olarak görmüş ve aynı şekilde savunmuşlardır.
Yarın: Said Nursî ve cifir ilmi
28.06.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Sami CEBECİ |
Değerlerin yer değiştirmesi |
|
İslâm tarihine dikkatli bir gözle bakıldığında, peygamberlik nûrunun mâzi tarafında kalması ve dahilde meydana gelen olumsuz olaylardan dolayı, İslâm toplumlarında ahlâk ve amel bakımından bozulmalar meydana geldiği görülecektir.
Ancak, geçmişte bozulan kavim ve ümmetleri peygamberler göndererek ıslâh eden Cenâb-ı Hakkın, son peygamberden sonraki bozulmaları, mânen vazifelendirdiği mürşitler, müçtehitler, kutuplar, mücedditler ve bir nevî Mehdi hükmündeki mübârek zâtlar mârifetiyle irşât ve ıslâh ettiği de Allah’ın bir kaidesidir.
Âhirzamandaki bozulma ise, İslâm tarihinin hiçbir döneminde görülmediği kadar dehşetli olmuştur. Onun dehşetini sevgili Peygamberimiz (asm) haber verdikçe sahabeler titremiş ve onlardan sonra gelen bütün ümmet dahil onun dehşetinden, şer ve fitnelerinden Allah’a sığınmışlardır.
Asr-ı Saadette bütün değerler ve zıtlar belliydi. İman ile inkâr, doğruluk ile yalancılık, emânete riâyet ile hıyanet, sözünde durmak ile caymak gibi hallerin arasında; Cennet ile Cehennem arasındaki uzaklık gibi bir mesâfe vardı. Sahabeler, Allah Resûlüne bakarak güzel ahlâkın her çeşidini en yüksek derecede yaşıyor, ahlâksızlığın da her türlüsünden yılandan ve akrepten kaçtıkları gibi kaçınıyorlardı. Kur’ân ve onun Sünnet-i Seniyyedeki yansıması ve sahabeler tarafından yaşanması, cahiliye devrini tamamen kapatmış, yeni bir saâdet asrının oluşmasına vesile olmuştu.
Fakat, o tarihten günümüze kadar geçen uzun zaman diliminde değerler erozyona uğramış, hattâ, âhirzaman diye tarif edilen bu günkü yaşantımızda değerler yer değiştirmiştir. Bunun böyle olacağını nübüvvet gözüyle gören Sevgili Peygamberimiz (asm) vukûa gelecek gelişmeleri birer birer haber vermiştir. Kütüb-ü Sitte başta olarak, bütün sahih hadis kitaplarında bahsi geçen bir hadis, Hazret-i Ali (r.a) tarafından nakledilmiş ve sağlam ellerden geçerek bize kadar gelmiştir.
Peygamber Efendimiz (asm) bir gün: “Gençleriniz fıska düştüğü, kadınlarınız azgınlaştığı zaman, haliniz ne olur?
Sahabeler hayretle sorarlar: “Ya Resûllallah! Böyle bir zaman gelecek mi?”
Peygamber Efendimiz (asm): “Evet, hattâ daha da beteri olacak” der. Devamla: “İyiliği emretmeyip, kötülükten sakındırmadığınız vakit, haliniz ne olur?”
Sahabeler hayretle: “Yani, bu olacak mı?” diye sorarlar.
Peygamber Efendimiz (asm) yine: “Evet hattâ daha da beteri” diye cevap verir. Devamla: “Haramı emredip, helâli yasakladığınız vakit, hâliniz ne olur?”
Sahabeler bu soru üzerine iyice hayrete düşerek: “Ya Resulallah! Bu mutlaka olacak mı?” diye sorarlar. Peygamber Efendimiz (asm) tekrar: “Evet, hattâ daha da beteri” diye cevap verir. Devamla: “Helâli haram, haramı helâl saydığınız zaman, hâliniz ne olur?” Sahabeler dehşete kapılarak: “Ya Resulallah! Bu dediğiniz hal muhakkak olacak mı?” diye sorarlar.
Peygamber Efendimiz (asm) “Evet. Bir zaman gelecek bunlar hep olacak” buyurur.
Allah’ın tayin ettiği haramlar ve helâller, mukaddes kitabımız Kur’ân-ı Kerim’de bellidir. Mü’minler, haramdan sakındırıp, helâllere teşvik etmekle mükelleftirler. Yâni, emr-i bi’l-ma’ruf, nehy-i ani’l-münkerde bulunmak aslî vazifeleridir. Şüpheli mallardan bile ihtiyâten kaçınmak gerekmektedir. Bediüzzaman Hazretlerinin ifâde ettiği gibi: “Helâl dairesi geniştir. Keyfe kâfi gelir. Harama girmeye hiç lüzum yoktur.”
Gençlerin fıska düştüğü ve günah çamuruna bulandığı, kadınların ise genelde isyan ve tuğyana girip mukaddes emirlere başkaldırdığı günümüzde; iyiliği emredip haramdan sakındırmanın terke uğradığı bu zaman diliminde; ahlâkî değerlerin yozlaşıp, hattâ yer değiştirdiği bu âhirzaman ortamında; mü’minler olarak bahsi geçen hadis-i şerifi bir daha okuyup dikkate almaya ve hayatımıza istikamet vermeye ne kadar muhtacız. Yoksa “İnandığınız gibi yaşamazsanız, yaşadığınız gibi inanmaya başlarsınız” sözündeki dehşetli tehlikeye düşmüş oluruz. Cenâb-ı Haktan, âhirzamanın her türlü fitnelerinden bizleri muhafaza etmesini niyaz ediyorum.
28.06.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Serdar MURAT |
Gerontokrasi de olmaz babuşka da... |
|
Herkesin kafasında ayrı bir model var. Kimi seçim ittifakından, kimi birleşmeden, kimi cephe oluşturmaktan söz ediyor. Herkes ayrı bir dili kullanıyor. Rahşan Ecevit, başbakan adayını ilân ediyor. Deniz Baykal, “İttifak mümkün değil, CHP ile DSP’yi birleştirelim” diyor. Murat Karayalçın, “Bildik taktik” diye Baykal’a itiraz ediyor. Yaşar Okuyan ise herkesi bir araya getirip, bir cephe oluşturmaktan söz ediyor.
Sağlı sollu cephe oluşturmak isteyenler, sağ partilerin liderleri Mehmet Ağar, Devlet Bahçeli ve Erkan Mumcu’yu, solun lideri Deniz Baykal’ı dışarıda tutarak Manisa’dan, Trabzon’dan, Amasya’dan şehzade getirip payitahtın başına geçirmek ister gibi Eskişehir’den Şehzade Yılmaz’ı başkente getirip, devletin başına geçirmeye çalışıyorlar.
Peki, bu işleri kimler yapıyor? Partisi yüzde bir ya da 0.25 oy almış partilerin başkanları. Bunların demokrasiye aykırı bir tarafı yok. Hepsi gayet demokratik arayışlar. Ancak siyaseten gerçekleşme imkânı olmayan, kafa karışıklığından öte bir işe yaramayacak olan çabalar.
Bir dönemler kafayı çeken solcular, “Ne olacak bu solun hali” der, Mülkiyeliler Birliği’nde her akşam solda birlik reçetesi üretilirdi. Her defasında da “Hadi birleşelim” diye ayağa kalktıklarında yeni bir bölünmeye neden olurlardı. Bitmeyen bir senfoni gibiydi adeta solda birlik. Onlar artık bu tür formülleri üretmemeyi öğrendiler. Şimdi ise devrede olanların bir kısmı, geçmişin yıkım müteahhitleri.
Rahşan Ecevit ile bir araya gelmelerinden önce havayı almak üzere CHP grup toplantısında Baykal’ı izledik. “Yapay çözümlerle, olmayacak işlerle yola çıkıp, Türkiye’nin sorunları çözülmez. Herkes gerçekçi olmalı” dedi. Yetinmedi, “Özlemlere saygı gösteriyorum, ama yapay çabalarla bir yere gidilmez” diye ilave etti. Yine yetinmedi CHP milletvekillerine, “Hepiniz Anadolu’ya, hepiniz millete” dedi. Yine yetinmedi, “Bizim muhatabımız millettir” dedi.
Tüm bunlar Baykal’ın, solda ittifak ya da cephe gibi arayışları yapay bulduğunu, Türkiye’nin gerçekleriyle bağdaşmayan, siyasî fanteziler olarak gördüğünün ilân edilmesinden ibarettir.
Buna eklenecek başka bir şey var mı?
Bu tür yapay çözümler AKP karşısında bir güç birliği oluşturmaktan öte, muhalefet cephesinde zihin karışıklığına yol açmaktan başka bir işe yaramaz. Aynen DSP’nin parçalanıp, iktidar kontratı yapmış havasıyla İsmail Cem, Kemal Derviş ve Hüsamettin Özkan’a YTP’nin kurdurulması gibi bir durum. YTP bir fiyasko oldu, ancak böylesine akla ziyan modellerden medet umulması, AKP’yi tek alternatif haline getirdi. AKP iktidarının karşısına bir güçlü bir siyasî model çıkarmak isteyenlerin önce, çözümü makulde araması gerekiyor. Baykal’a, Ağar’a, Bahçeli’ye, Mumcu’ya rağmen bir birliktelik sağlamak mümkün mü?
Önce çarenin makulde aranması gerekiyor. AKP’nin karşısına sol bir seçenek konulacaksa, CHP merkez olmalı. Sağ bir adres gösterilecekse o da DYP olmalıdır. Eşyanın tabiatına uygun olan ve siyaseten makul çözüm budur. Yapay çözümlerle komik durumlara düşüp, AKP’nin elini güçlendirmek yerine, bu medya desteğinin yüzde biri makul bir çözüme hasredilse, Meclis’te dengeli bir dağılımın olması sağlanır. Yapay çözümler için estirilen şu rüzgârların yüzde biri DYP’ye destek olarak verilirse, seçimlerde daha makul bir sonucun parlamentoya yansıması sağlanır. Böylece parlamentoda makul bir tablo oluşur.
Demokrasi makulün içinden çözüm bulma sanatıdır. Neden DYP diyorum? Köklü bir parti, merkez partisi olmanın ötesinde, şu anda anketlerde AKP ve CHP dışında barajı aşan tek parti. Ayrıca özellikle kırsal kesimde DYP, kendi klasik oylarına kavuşuyor...
Eğer makul yerine yapay yöntemler zorlanırsa, ne olur biliyor musunuz? Bizim siyasî sistemimiz Moskova metrosunda vaktiyle geçerli olan bir sisteme dönüşür.
Ruslar, Moskova metrosunda yolcuların yanlış yapmasını önlemek için, yürüyen merdivenlerin bittiği yere yaşlı teyzelerin sandalyelerini atıp, gözlüklerini takıp, halkı kontrol etmesine yarayan, “babuşka” sistemini kurmuşlar. Bazıları siyasî sistemimizi, her nedense, babuşkalara kontrol ettirmek gereği duyuyorlar.
Madem örneğin birini Moskova’dan seçtik. Devam edelim… Sovyetler Birliği dağılmayan önce üst üste yaşlıların yönetime gelmesine, gerontokrasi adını vermişlerdi. Kimsenin yaşıyla bir sorunumuz yok. Kot pantolonu çekip, Türkiye’yi kurtaracak olan gençleri de çok gördük. Ama Türkiye’de makulü makul de aramak gerekiyor. Gerontokrasiye de, babuşkaya da ihtiyacımız yok.
Millet ne yapacağını iyi bilir. Yeter ki milletin kafasını karıştırmasınlar.
28.06.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Namazla uğraşanlar kaybeder |
|
Türkiye’deki ‘aydın’ların nafile gayretlerinden biri de ‘namazla kavga’ etmek istemeleridir. Her fırsatta namaz aleyhinde kalem oynatanlar, bunu yaparken bile ‘iki yüzlü’ davranıp, güya ‘iyi niyetle’ yaptıklarını, kendilerinin aslında ‘namaz kılınmasına karşı olmadıklarını’ söyleyip dururlar.
“Namaz dinin direği” olduğuna göre, namaza savaş açanların kazanma imkân ve ihtimalleri yoktur. Kaybedilmesi kesin olan bir kavgaya tutuşmak, kendisini ‘aydın’ ilân edenlere yakışıyor mu?
‘Büyük gazete’nin bir yazarı böyle bir girizgâh yapmamıza sebep oldu. “Defilede ‘Namazınız gelirse’?” başlıklı yazısında Mehmet Y. Yılmaz, (Hürriyet, 26 Haziran 2006) Çırağan Sarayı’nda düzenlenen bir defile sebebiyle bir odanın ‘mescid’e dönüştürülmesinden rahatsız olmuş.
“Olay”ı kısaca hatırlatalım: Çırağan Sarayı’nda “Pierre Cardin Defilesi” düzenlenmiş. Defileyi düzenleyen firma, bir de ‘mescid’ hazırlamış. Yazarımız, çok istemesine rağmen defileye katılamamış. Yurt dışından dönünce gazetesinde yer alan defile haberindeki bir ‘ayrıntı’ çok dikkatini çekmiş! O ayrıntı da “Defilenin yapıldığı Çırağan Sarayı’nda, defileyi izlemeye gelenler yararlansın diye odalardan birinin ‘mescid’e” dönüştürülmüş olmasıymış!
Hürriyet yazarı, güya iyi niyetle rahatsızlığını şöyle dile getirmiş: “Dâvetiyeye göre defile saat 19.30’da başlamış. Demek ki isteyen bir kişinin defileyi izledikten sonra hemen yakındaki Ortaköy’e gidip namazını kılabilmesi için yeterli vakit varmış. Defile biraz geciktiyse de kimsenin defilenin orta yerinde ‘Namazım geldi’ diye çıktığını zannetmiyorum. Yatsı namazının vakti ise 22.41. Demek ki mescitten yatsı namazı için de yararlanmak mümkün değil. O halde böyle bir dâvette bir odayı mescit yapmak ve dâvetlilere bunu kocaman bir tabelayla göstermek ne anlama geliyor? Bu bana bir tür ‘dindarlık reklâmı’ gibi geldi ki ibadetin şahsîliği ilkesiyle hiç bağdaşmıyor. Dinine bağlı olmak, ibadetini aksatmamak herkesin saygı duyması gereken bir davranış elbette. Ama bunu bir tür reklâma dönüştürme çabasına da bir anlam veremiyorum.” (agg.)
Biz de ‘mescid’lere ve namaza karşı gösterilen bu ‘alınganlık’a bir anlam veremiyoruz. Tabiî ki ‘Biz de anlam veremiyoruz’ sözün gelişi. Apaçık anlam veriyoruz: Bu tavrı iyi niyetle yorumlamak mümkün değil. İşin içinde ‘namaz’dan duyulan rahatsızlık olmasın?
Prensip olarak ‘müstehcen bir defile’ ile ‘namaz’ın bir araya getirilmesine tabiî ki biz de itiraz ederiz ve ediyoruz. Ancak otelin bir odasının ‘mescid’ olarak düzenlenmesine itiraz etmek mümkün değildir. Asıl itiraz edilmesi gereken, ‘beş yıldızlı’ otellerde niçin hâlâ birer kalıcı mescidin olmadığıdır. Eğer adı geçen otelde kalıcı, müstakil bir ‘mescid’ olmuş olsa, geçici mescidler açılmasına ihtiyaç duyulmazdı. Bu ihtiyacı görmeyip, geçici mescidlere bile itiraz etmeyi anlamak mümkün değildir.
Yazıda—önemli olmamakla birlikte—bilgi hataları da var. Meselâ, Çırağan Sarayı’nda namaz kılmak isteyenleri Ortaköy’e göndermeye ne gerek var? Sarayın çok daha yakınında bulunan, Yıldız Parkı girişindeki caminin ne eksiği var? Otelde mescid açılmasına itiraz eden Yılmaz’ın orada bir cami olduğundan haberi mi yok?
Yazıdaki asıl itiraz noktası ise, namaz kılma isteğiyle, kelime oyunu yaparak çirkin bir şekilde alay edilmesidir. Namaz kılmanın ‘vakti’ gelir. Bunu ‘def-i hâcet’i akla getirecek şekilde, ‘namazınız gelirse/namazım geldi’ şeklinde ifade etmek en basit ifadesiyle yakışıksızdır. Namaz gelmez, namaz kılmanın ‘vakti’ gelir...
Namazla ‘kavga’ edenlerin kazandığı görülmemiştir vesselâm...
28.06.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
HAMAS çekilmeli mi? |
|
HAMAS çepeçevre kuşatılmış durumda. Bu kuşatmayı yarması da mümkün değil. İçte Fetih kuşatması var. Kuşatmanın ikinci halkasında İsrail ve ABD yer alıyor. Üçüncü halkasında ise Ürdün gibi Amerikan yanlısı Arap rejimleri var. Bu durumda, HAMAS’ın nefes alması ve sağlıklı bir şekilde hükümet etmesi adeta kabil değil. HAMAS bu tabloyu önceden göremedi mi, yoksa hesaplarını başka dengeler üzerine mi oturttu? Ne olursa olsun bu tabloyu okuyamaması stratejik bir kusur. Peki ne yapmalıydı? Yapılması gereken aslında elbette seçimlerden uzak durmak veya tamamen seçim dışı kalmak değil. Dengeler elverdiği ölçüde kendisine sistemde bir gedik açmak ve yer almaktı. Bunun için dengeleri birden değil de azar azar değiştirmeye talip olmalıydı.
Müslüman Kardeşler’in Ürdün kanadı ve Fas AKP’sinin seçimlerde izlediği yöntem budur. İktidara toptan talip olmamak. Pilot bölgeler ve orantılar seçerek bunlar üzerinde çalışmak. HAMAS da böyle yapabilir ve kısmî bir şekilde iktidara gelebilir veya iktidara küçük ortak olarak katılabilirdi. Belki de HAMAS bu derece oy alabileceğini hesaplayamamış veya öngörememiş de olabilir. Netice itibarıyla, HAMAS çürüyen yapı üzerinde iktidar oldu. Fetih hem ideolojik olarak, hem de malî olarak çürümüştü. İdeolojik olarak zikzaklar çizmiş ve nerede duracağını kendisi de hesaplayamaz hale gelmişti. İdeolojik düşüncesinden geriye sadece rant kalmıştı. Bunun hesabını sandıkta verdi ve sandıktan çıkamadı. Bazen İsrail Arafat’ın hesaplarını veya FKÖ’nün malî portresini kurcalıyor ve geçmişteki birikimlerin nereye gittiğini sorguluyor. Bu İsrail’i ilgilendirmese de pekala Filistinlileri ilgilendiriyor. Fetih ideolojisini kaybedince geride malî bir çete görüntüsü kalmıştır. Bu anlayış hayat sahasını da Filistin olarak görmektedir.
***
İşte HAMAS böyle zor bir dönemde hükümeti devraldı. Ve özellikle İsrail kaynakları askeri kanatla sivil kanat arasında bir uyumsuzluğun yaşandığını tasavvur ediyor. Sözgelimi hem Amerikalılar, hem de İsrail tarafı Kerem Şalom askeri karakoluna düzenlenen ve İsrailli bir askerin kaçırılmasıyla sonuçlanan olaydan Şam’da üslenen Halit Meşal’i sorumlu tutuyor. Bilindiği gibi, Gazze Şeridi ile İsrail arasındaki sınırın altından kazılan bir tünelle Kerem Şalom’daki askeri karakola 7-8 kişilik bir grubun düzenlediği saldırıda 2 İsrail askeri ölmüş, Gilad Şalit adlı İsrail askeri kaçırılmıştı. İsrail yetkilileri asker karşılığında HAMAS kabinesini kaçırmaktan veya Haniye’ye suikast düzenlemekten söz ediyorlar. Gerçekten de zor bir pozisyon. HAMAS’a karşı kumpas kuran sadece İsrail değil. Ürdün ile HAMAS arasında da gizliden gizliye bir çekişme yaşanıyor. Amerikan think tank kuruluşlarında çalışan kimi Türkler gibi bu kurumlarda çalışan bir Mısırlı olan Memun Fendi Şarku’ul Avsat gazetesinde önceki gün (26/6/2006) yazdığı ‘İhvan ve vatanu’l bedil’ yazısında “Şaron’un gerçekleştiremediği alternatif vatan projesinin İhvan tarafından gerçekleştirilme yolunda” olduğunu yazmıştır. Bilindiği gibi, Şaron ve kimi İsrailliler Ürdün’ün Filistinlilerin alternatif vatanı olduğunu ileri sürüyorlardı. Memun Fendi’ye göre HAMAS açısından Filistin’de işler iyi gitmeyince, sarpa sarınca gözünü Ürdün’e ve Ürdün’de İslâmî bir devlet kurmaya çevirmiş bulunuyor. Bilindiği gibi Ürdün de Suriye’den Ürdün’e HAMAS tarafından kaçırılan silah ve mühimmatın ele geçirildiğini duyurmuştu. Bütün bunlar tabii ki doğru değil, ama HAMAS’ın karşılaştığı tabloyu da ortaya koyuyor.
***
Bu durumda ve bundan sonra HAMAS nasıl bir yol izlemeli? Mümtaz Soysal’ın meşhur ifadesiyle vuruşarak mı çekilmeli, yoksa ne yapmalı? Bu husus en azından gazeteler veya yazarlar aracılığıyla tartışılıyor. Lübnan’da Cemaat-ı İslamiye yakın el Aman dergisinde yazan Muhammed Halid el Ezhar bu tartışmaya katılanlardan birisi. Ondan önce Lübnan eski başbakanlarından Selim Hoss’un bir çağrısını duyuralım isterseniz. Hoss, HAMAS’a yaptığı doğrudan çağrısında iktidarı terk etmesini ve yeniden direnişe çekilmesini salık veriyor. Hükümete gelmekle iktidar oyununun esiri haline geldiğini bu yüzden de parlaklığını kaybettiğini ifade etmiştir. Hoss’a göre, HAMAS seçimleri kazanmış, ama kendisini kaybetmiştir. Düşmanlarına kendisini kuşatma fırsatı vermiş ve halkı açlığın kıyısına getirmiştir. Ona göre bu durumda cesurane bir karar vererek iktidardan çekilmeli ve yeniden direnişe dönmelidir. Ve bunu yaptığında da demokrasi söylemleri konusunda İsrail ve ABD’yi çıkmaza sokacaktır. Böylece oyun yeniden tersine dönecektir. HAMAS kararını vermiş olmasa da artık bu seçenekten açıkça söz ediliyor.
28.06.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|