Ekonomide son yılların belki de en ‘güllük gülistanlık’ havası varken karşılaştığımız ‘kriz’in etkileri devam ediyor. ‘Para sihirbazı’ Soros’un tahminine göre bu ‘kriz’ hali, cumhurbaşkanı ve genel seçimlere kadar sürebilir.
Tabiî ki kriz halinin en kısa sürede sona ermesini ve piyasaların ‘normal’e dönmesini temenni ederiz. Ama hal ve gidiş, pek de umut vermiyor.
Türkiye’yi ‘idare edenler’in hatası, krizin temelini yanlış yerde arıyor olmalarındadır. Zor ve gerekli olanı değil, kolay ve gereksiz ‘çare’lere müracaat edildiğinden sürekli krizlerle boğuşmak zorunda kalıyoruz. Nedir ‘zor ve gerekli’ olan? Ekonomiyi ‘faiz-borsa-borç’ şeytan üçgenine düşürmemek! Ekonomi bu üçgene düştükten sonra uygulanan ‘kurtarma operasyonu’ da yanlış yönetiliyor. En kolay ama gereksiz olan yola; faiz arttırımına gidiliyor ki bu tavır, ekonomide uyuşturucu müptelasına kriz anında ‘esrar/eroin’ koklatmaya/enjekte etmeye benziyor. Belki geçici bir rahatlık sağlanıyor, ama kalıcı rahatlık sağlanıp hastalık tedavi edilemiyor.
Döviz fıyatlarının kontrolü kaybetmesi ve güvensizlik ortamı en çok da ‘ifsat şebekeleri’nin işine yarıyor. Bu sayede daha fazla taviz koparmak ve Türkiye ile ‘oynamak’ fırsatına kavuşuyorlar. Kriz sonrası yapılan bazı yorumlar, ‘suçlu’yu başka yerde aramakla eşdeğer. Bazı yazarlar, patlak veren krizin tek sorumlusunun Merkez Bankası Başkanı olduğunu ileri sürüyorlar. (G. Mengi, A. Ağaoğlu, Vatan, 24 Haziran 2006)
Tabiî ki işin başında olan ve bu konuda yetkili ve sorumlu olanların; patlak veren krizlerde payı vardır. Ama bunu, o kişinin ekonomik tavırlarına değil de hayat anlayışına bağlamak kesinlikle hakperestlik olmaz. Üstelik, krizden çıkış yolu olarak ‘daha fazla faiz arttırımı yapılsın’ demek, yaraya tuz/biber ektirmekle eşdeğerdir.
Yaşanan krizin temelinde uygulanan IMF politikalarının olduğuna dikkat çekenlerde var elbette. Bu konu her ne kadar gözden uzak tutulmak istense de krizin ucu IMF’e uzanıyor. Gazi Erçel, IMF’in sorumluluğuna dikkat çektiği yorumunda şöyle demiş: “IMF ile beş yıldır süregiden anlaşmamız vardı. Kırılganlık noktalarının başında gelen cari işlemler açığının düşürülmesi konusunda fazla ısrarcı olmadı. ‘Kamu finansmanı iyiyse işler yolundadır’ anlayışı, iki yıldır yerinde sayan enflasyon ve döviz kuru düzeyinin getireceği sorunları hasır altına itti.” (Vatan, 24 Haziran 2006)
IMF’in Türkiye gibi ‘gelişmekte olan ülkeler’in ekonomilerini iyileştirmek değil, aksine ‘batırdığı’nın örnekleri ortadayken hâlâ tam teslimiyetle, sorgulamadan bu programları uygulamak akıl kârı mı? Üstelik önümüzde Malezya ve Brezilya gibi örnekler varken. Hatırlamak lâzım: Malezya IMF ve benzeri uluslar arası kuruluşlara açıksa ‘savaş’ açtı ve neticede kazandı. Aynı şekilde Brezilya da IMF programlarını elinin tersiyle iterek daha itibarlı bir ülke haline geldi. Bizde IMF’in ekonomi için yazdığı reçetelere karşı çıkmak neredeyse ‘suç’ addedilir!
Peki, bundan sonra ne olabilir? Erçel şöyle demiş: “Sonunda bu ‘işin sonunun nereye yönleneceğini bilenin var olamadığı bir ortama’ sokulduk.”
İhtiyatlı olalım, hükümet istemeden kemerlerimizi biraz daha sıkmaya başlayalım... Bizim yapabileceğimiz bununla sınırlı...
26.06.2006
E-Posta:
[email protected]
|