|
|
Faruk ÇAKIR |
Suçluyu yanlış yerde aramak |
|
Ekonomide son yılların belki de en ‘güllük gülistanlık’ havası varken karşılaştığımız ‘kriz’in etkileri devam ediyor. ‘Para sihirbazı’ Soros’un tahminine göre bu ‘kriz’ hali, cumhurbaşkanı ve genel seçimlere kadar sürebilir.
Tabiî ki kriz halinin en kısa sürede sona ermesini ve piyasaların ‘normal’e dönmesini temenni ederiz. Ama hal ve gidiş, pek de umut vermiyor.
Türkiye’yi ‘idare edenler’in hatası, krizin temelini yanlış yerde arıyor olmalarındadır. Zor ve gerekli olanı değil, kolay ve gereksiz ‘çare’lere müracaat edildiğinden sürekli krizlerle boğuşmak zorunda kalıyoruz. Nedir ‘zor ve gerekli’ olan? Ekonomiyi ‘faiz-borsa-borç’ şeytan üçgenine düşürmemek! Ekonomi bu üçgene düştükten sonra uygulanan ‘kurtarma operasyonu’ da yanlış yönetiliyor. En kolay ama gereksiz olan yola; faiz arttırımına gidiliyor ki bu tavır, ekonomide uyuşturucu müptelasına kriz anında ‘esrar/eroin’ koklatmaya/enjekte etmeye benziyor. Belki geçici bir rahatlık sağlanıyor, ama kalıcı rahatlık sağlanıp hastalık tedavi edilemiyor.
Döviz fıyatlarının kontrolü kaybetmesi ve güvensizlik ortamı en çok da ‘ifsat şebekeleri’nin işine yarıyor. Bu sayede daha fazla taviz koparmak ve Türkiye ile ‘oynamak’ fırsatına kavuşuyorlar. Kriz sonrası yapılan bazı yorumlar, ‘suçlu’yu başka yerde aramakla eşdeğer. Bazı yazarlar, patlak veren krizin tek sorumlusunun Merkez Bankası Başkanı olduğunu ileri sürüyorlar. (G. Mengi, A. Ağaoğlu, Vatan, 24 Haziran 2006)
Tabiî ki işin başında olan ve bu konuda yetkili ve sorumlu olanların; patlak veren krizlerde payı vardır. Ama bunu, o kişinin ekonomik tavırlarına değil de hayat anlayışına bağlamak kesinlikle hakperestlik olmaz. Üstelik, krizden çıkış yolu olarak ‘daha fazla faiz arttırımı yapılsın’ demek, yaraya tuz/biber ektirmekle eşdeğerdir.
Yaşanan krizin temelinde uygulanan IMF politikalarının olduğuna dikkat çekenlerde var elbette. Bu konu her ne kadar gözden uzak tutulmak istense de krizin ucu IMF’e uzanıyor. Gazi Erçel, IMF’in sorumluluğuna dikkat çektiği yorumunda şöyle demiş: “IMF ile beş yıldır süregiden anlaşmamız vardı. Kırılganlık noktalarının başında gelen cari işlemler açığının düşürülmesi konusunda fazla ısrarcı olmadı. ‘Kamu finansmanı iyiyse işler yolundadır’ anlayışı, iki yıldır yerinde sayan enflasyon ve döviz kuru düzeyinin getireceği sorunları hasır altına itti.” (Vatan, 24 Haziran 2006)
IMF’in Türkiye gibi ‘gelişmekte olan ülkeler’in ekonomilerini iyileştirmek değil, aksine ‘batırdığı’nın örnekleri ortadayken hâlâ tam teslimiyetle, sorgulamadan bu programları uygulamak akıl kârı mı? Üstelik önümüzde Malezya ve Brezilya gibi örnekler varken. Hatırlamak lâzım: Malezya IMF ve benzeri uluslar arası kuruluşlara açıksa ‘savaş’ açtı ve neticede kazandı. Aynı şekilde Brezilya da IMF programlarını elinin tersiyle iterek daha itibarlı bir ülke haline geldi. Bizde IMF’in ekonomi için yazdığı reçetelere karşı çıkmak neredeyse ‘suç’ addedilir!
Peki, bundan sonra ne olabilir? Erçel şöyle demiş: “Sonunda bu ‘işin sonunun nereye yönleneceğini bilenin var olamadığı bir ortama’ sokulduk.”
İhtiyatlı olalım, hükümet istemeden kemerlerimizi biraz daha sıkmaya başlayalım... Bizim yapabileceğimiz bununla sınırlı...
26.06.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Hasan GÜNEŞ |
Kabir ve ölümsüzlük |
|
İnsan ölümsüz mü? Değilse bunca tartışma, bunca gürültü neden? İnsanlar fânidir ancak mutlak mânâda ölümlü olsaydı, yani sadece cesetten ibaret olsaydı, öldüğünde her şey biterdi. Ölüm ile çözülemeyen şey kalmazdı. Ölüm ile öldürülemeyen bir şeyler var ki, dünya hâlâ ayakta duruyor.
Azrail her ne kadar insanlara korkutucu gelse de, muazzam bir adaletin temsilcisidir. “Alçak dağları ben yarattım” diyen cebbarlarla birlikte, şekil ve şiddeti farklı olsa da, mazlum insanların da vakti geldiğinde kapısını çalmakta tereddüt etmez. Kimisini dünya cennetinden söker alır, kimisini de cehennemden kurtarır.
Aslında Azrail’in daha da önemli bir vazifesi vardır, o da bilindiği gibi, ruhumuzu mahvolmaktan ve yok olmaktan kurtarıp muhafaza etmektir. Yine burada da Âlemlerin Rabbinin şaşmaz adaleti Azrail’in icraatında tecellî eder. Şimdi Batıda bir kısım zenginler laboratuar şartlarında cesetlerini dondurarak tıbbın ilerlediği asırlara ulaşmaya çalışıyorlar. Ama Azrail imkânı olsun olmasın herkesin ruhunu izn-i İlâhî ile haşirde cesedine dönmek üzere muhafaza altına almakta bir ayırım yapmıyor.
Eski Mısır’da firavunlar muhaliflerine bir avuç toprağı yada bir mezar taşını bile çok görürken, on binlerce Mısırlının ölümü pahasına, kendi cesetlerine en gelişmiş mumyalama tekniklerini ve dağlar gibi piramitleri uygun görmüşlerdi. Fukara kesim ya da muhaliflerin imkânları olmadığı için sade bir defin işlemi yapılırken, ağır çöl şartlarına ve mezar soyguncularına karşı esrarengiz koruma tekniklerinin olduğu dev piramitler inşâ etmişlerdi. Güya mezarı korunaklı ve yüksek olanlar yok olmayacaklar ve ruhları bâki kalacak, diğerleri ise asla dönecek bir yer bulamayacaklardı. Basit bir cesedi bile muhafaza etmekten âciz insan, duygularıyla, düşünceleriyle ve idealleriyle cesetten binlerce kat daha harika ve komplike olan ruhu basit taşların muhafaza edeceğine çaresiz inanmışlardı. Halbuki onu ancak o şekilde yaratan Âlemlerin Rabbi muhafaza edebilirdi. Azrail imkânı olsun olmasın, zâlim ve mazlum hepsine de eşit davrandı ve aynı şekilde devam ediyor.
Aslında bu eşit davranışın numunesi dünyada da görünüyor. İnsanlık tarihi enteresandır. Hz. Ali’den Bediüzzaman Said Nursî’ye ve Hz. Musa’ya kadar pek çok meşhurun ve manevî büyüğün kabri bilinmiyor. Bir mezar taşları bile yok. Hz. İbrahim ve Hz. Musa’nın çağdaşları olup olmadığı pek bilinmemekle birlikte Nabukadnezar’dan Ramseslere kadar nice meşhurların ise tarihî kalıntıları hâlâ meydanda. Bir kısmı camilerden yüksekte olsa da gökkubbede çınlayıp semaya ulaşan tevhidin, hakkın ve hakikatin sesi ezan, hepsinden yukarıda. Manevî büyüklerin topraktan ve taştan bir mekânları ve makamları belki yok ama arşa ulaşan duâlarıyla mü’minler adedince kalelerden daha sağlam, piramitlerden daha yüksek kalplerdeki makamları kıyamete kadar bâki.
Ne yaşarken ve ne de öldükten sonra, son peygamberin yoluna toprak olmaktan ve en büyük güçlerini acz ve zaafta bildikleri için, Rablerinin karşısında rahmete muhtaç aciz bir kul olmaktan başka bir makam talep etmeyen evliyaya başka hangi makam mümkün olabilir ki?
Ahir zaman tüm zamanlara göre çok önemli hususiyetleri olan bir dönem. Hadis-i Şerifte de ifade edildiği gibi eski ümmetlerde ne kadar bâtıl âdet ve fena haslet varsa âhir zaman insanlarında tekrar ortaya çıkmaktadır.
Ruhun, cesedin ve menfaatlerin muhafaza endişesi kabirlerin mâbed, istibdat ve şöhret gibi şirk maksatlı davranışlara âlet edilmesi tekrar zuhur eden âdetlerden. Muhalifine kendi aynasından bakanlar, toprak gibi mütevazi ve ehl-i imanı kendisine bir ders arkadaşı olarak gören evliyanın kabirlerini rakip olarak görmüşlerdir.
Öbür tarafta ise başka bir zâlim anlayış sahabelerin kabirlerini yok etmiştir. Ancak Peygamberimizin ifadesiyle “yıldızlar gibi” olan sahabenin dâvâsı ise kıyamete kadar yok edilemeyecektir. Belki de tüm bu kargaşa, mutlak mânâda tevhid dini olan, her türlü vasıta ve sebebi reddeden İslâm için en hayırlı neticedir. İnsanların değil kaderin hükmüne razıyız. Belki de kader, kökleri olan önceki peygamberler ve dalları olan evliya kendisinde fâni oldukları Son Peygamberin (asm) Medine’deki kabrini ehl-i iman için kâfî bir ziyaretgâh tayin etmiştir. Bize düşen onların hakikatlerine sahip çıkmaktır.
26.06.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Hakan YALMAN |
Saadet asrı ve insanlığın mutluluğu |
|
Mutluluk, huzur ve refah gibi kavramlar insanlık tarihi boyunca hep ön planda olmalı. İnsanlığın bu anlamda ulaştığı zirve ise asr-ı saadet olmalı. Asr-ı saadet içerik ve fonksiyon olarak ve insanlığın mutluluğu yakalaması anlamında bizden geride değil daha önde olan bir dönem. Ona yönelik olmak gericilik değil ilericilik kabul edilmeli.
Bütün yönetim sistemlerinin ve farklı felsefi ekollerin özde aradığı insanın mutluluğu olmalıdır. Ancak bu temel arayış içerisinde yürürken çok önemli bir nokta sanki gözardı edilmektedir. Aranan mutluluğun gerçek tarifi ya da bütün zamanları ve mekânları içine alan bir mutluluk tarifi sanki tam net şekilde ortaya konabilmiş değildir. Tarihi boyunca insanlık, varlık alemini ve kendi benliğini anlamak ve anlamlandırmak konumunda ve çevresindeki işleyişlerle iletişim halindedir. Varlık alemi ile ilgili farklı zamanlarda ortaya konan farklı yaklaşımlar insan hayatı ile ilgi her şeyi ve doğal olarak kendi canlılığı, hayatı ve sağlığı ile ilgili problemleri çok yakından etkilemektedir. Kendini algılama şekli varlığı algılama şeklini ve varlığı algılama şekli bedeni ile ilgili problemleri algılama şeklini etkileyecektir.
On dokuzuncu yüzyılın ön planda tutulan felsefî yaklaşımları pozitivizm, determinizm, sekülerleşme gibi kavramların etrafında şekillenmiştir. Bu çerçevede algılanan bir varlık aleminde bilim mutlak hükümranlığını kurmuş ve her şeyin şekillenmesindeki temel güç olarak algılanmıştır. Sanayi ve teknolojideki baş döndürücü gelişmeler ve bilimin varlığa mutlak anlamda hükmedebileceği intibaını veren uygulamalar bilimin tahtını iyice sağlamlaştırmıştır. Artık varlık, maddi plana sınırlı ve analitik yaklaşım içinde parçalara ayrılmış ve her parçanın kendi iç bütünlüğü dışında parçalar arası bağlantının göz önüne alınmadığı bir tarzda algılanır olmuştur. Pozitivist düşüncenin bu güçlü gelişi daha önceki dönemlerin bilgi birikimini bir anda silip atıvermiş ve kendi tanımladığı varlık dünyasını tanımları ile uyuşmayan geçmiş dönemlere ait bilgileri değişik suçlamalarla reddetmiştir. Bilim o kadar kendinden emin ve analiz ederek parçalara ayırarak tanımladığı madde konusundaki bilgilere o kadar güvenmektedir ki, artık son noktaya geldiği düşünülmüştür.
Bu güçlü rüzgâr yirminci yüzyılda da etkilerini belirgin şekilde hissettirmekle birlikte bu yüzyılın başlarından itibaren pozitivist bakışın ve bilimsellik adı altında maddi aleme ve laboratuara sınırlı varlık anlayışının tahtı sarsılmaya başlamıştır. Fiziğin geldiği yeni noktada her an yeni bir değişimin gerçekleştiği hiçbir şeyin kararlı ve bütünden bağımsız olamadığı bir varlık anlayışı atom içi alemin keşfi ile maddi dünya anlayışını sarsmıştır. Parçaların bütünü meydana getirdiği düşüncesi, yerini; her bir parçanın ayrı bir bütün olduğu düşüncesine bırakmıştır. Her bütün, bütünlerin toplamı içinde yine onlarla da bütünleşerek yer almaktadır. Çok küçük zaman dilimlerinde çok hızlı değişimlerin yaşandığı, her şeyin her şeyle irtibatlı olduğu ve bu irtibatın akıl almaz ölçülerde kısa zaman dilimleri içinde kurulduğu yeni varlık tablosu kaos, belirsizlikler şeklinde ifade edilen kavramları alemimize taşımıştır. Artık varlığın bütünü sebep-sonuç ilişkileri kurularak geleceğin belirlendiği determinist yaklaşımdan çok uzaklaşmıştır. Bilimin kendine aşırı güvenen bir eda ile “olmaz” ya da “olur” şeklinde ortaya koyduğu hükümlerden pek çoğunun bir anlamı kalmamıştır. Bilinemezlikler, belirsizlikler, olasılıklar daha ön plana çıkmış ve yeni dönemin varlık algısı köklü değişikliklere uğramıştır.
Bütün bunlar önümüzdeki dönemlerde madde ve mânâyı birlikte alan, insanı ve hayatı bütün yönleri ile değerlendiren yaklaşımların gelecekte hakim olacağının işaretleri gibidir. Gelecekte teknoloji, silâh ve paranın değil; sevginin, inancın ve mâneviyatın hakim olacağı artık görünür hale gelmiştir. Daha önce maddi alemi kendi iç dinamikleri ile algılayıp bütün işleyişi bu alana ve bu alanın kendi algıladığı şekline sınırlı zanneden insanlık ve bilim eşyayı tanıdıkça önüne çıkan baş döndürücü manzara karşısında acziyetinin farkına varmış ve varlık aleminin işleyişini kendi keyfine göre şekillendirme hevesinden vazgeçmiş gibidir.
Yeni dönemde varlık ve benlik ilişkileri sadece maddi alana sınırlı ve fiziksel etkileşim ya da faydacılık etrafında şekillenmiş olmayacak arka planda olan ancak işleyişteki yeri çok önemli olan değerler de farkedilecektir. Bu çerçevede duanın gücü farkedilecek maddi gücün ötesinde çok güçlü bir inancın sonuca ulaşmak için ne denli önemli olduğu anlaşılacaktır. Bu bir yönü ile varlığın bütününde bir ruhun var olduğundan haberdar olmak ve varlıkla daha sağlıklı iletişim kurmak anlamına gelecektir. Bu iletişim daha mutlu ve huzurlu benlikler doğuracaktır.
Bu çerçevede tanımlanmış bir mutluluk özünde yaratılış gayesine uygunluk ve hep huzurda hissetme anlayışını içeriyor olacak ve hayatın dalgalanmaları içinde hep var olan mutluluk anlamına gelecektir. Hayat ise sadece maddi dünya ve görünen alemlerle sınırlı kalmayacak, madde ötesini ve zaman ötesini de içine alacaktır.
Bu tarz mutluluk anlayışı ve arayışı içinde en lüks arabaya binmekle, bütün hazları tatmakla aranan ve çoğu zaman bulunamayan mutluluğun yerini çıplak ayaklı birine alınan ayakkabı ve arzularını frenleyebilmenin ruhta oluşturduğu haz ve özgüven gibi duygular alacaktır. Hayatı anlamlandıran kimliği ve kişiliği güçlendiren gerçek mutluluk özde ve her şeyin aslını anlamlandıran yaklaşımlar içinde aranmalıdır.
26.06.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
İsmail BERK |
Yüksek öğretim özelleşmeli |
|
İlköğretim ve lise öğrencileri, iki sınavı birer hafta arayla geride bıraktı ve tatile girdiler. Geçen yıl iki çocuğunu üniversite sınavına, bu yıl da birini Anadolu Lisesine hazırlayan ve öncesinde bu maratonlara giren biri olarak, her ne kadar motivasyon aldık verdiysek de, çocuklardan ziyade biz ailelerin strese girdiği bir gerçek.
Sınavlar, stres deposu niteliğinde. OKS’de 800 bini aşan öğrenci, ÖSS’de ise bir milyon 500 bin üzerinde öğrenci sınavda ter döktü. En az öğrenciler kadar aileler de tedirgin ve heyecanlıydılar.
Dershane sektöründe 9 milyar dolarlık bir ciro var ortada. YÖK bütçesinin 6 milyar dolara ulaşmadığı düşünüldüğünde ekonomik değerin hacmi korkutuyor.
Ekonomik değerin, öğrenci açısından katma değerine ve fayda analizine baktığımızda, aynı olumlu yaklaşımı söyleyemeyiz. Kazanamayan öğrenci, aynı harcamayı en fazla üç yıl yapıyor ve sonunda eleniyor. Umutları da, parası da, kariyer hedefleri de güme gidiyor. Buna mukabil dershaneler kazanıyor.
Büyük şehirlerde sokak aralarına kadar dağılmış binlerce küçük, büyük, kurumsal veya bireysel dershanelerin çetin rekabetleri, ailelerin tercihte ve ödemede zorlandığı bir vasatta, sınava hazırlanmak sefere hazırlanmakla eşdeğer olmuş.
Sosyo ekonomik düzeyi düşük illerde kazanma şansı ve nitelikli eğitim alma şansı da o düzeyde düşük. Bu şartlarda geri kalmış bölgeler daha geriye giderken, ekonomik ve sosyal yeterliliği olan ailelerin çocukları ile ortam avantajını kullanan öğrenciler, açık farkla sınav hazırlığına ayrıcalıklı başlıyor.
Bölgeler arası makas açıldıkça, adaletli bölüşüm ve okuma eşitliği ortadan kalkıyor. Yılların kanayan yarası devam ettikçe, uçurum büyüyor, öfke ve yitik nesil dramı artıyor.
Üniversite mezunlarının bile iş bulamadığı ülkemizde, lise mezunlarının sağlıklı bir iş kurma ve kültürel altyapıları ile meslekî bir disiplinin ünvanına sahip olma imkânları neredeyse ortadan kalkmaktadır.
Acaba mevcut dershanelerde görev yapan 41 bin eğitimci, bir dönüşüm projesi ile daha verimli ve ülkenin kaynaklarını eğitim kalitesini yükseltmede kullanan bir yapıya kavuşturulamaz mı?
Dershane altyapıları ve kurumsal kimlikleri itibariyle üniversite kurmaya bile aday olabilecek girişimciler var. Dershanelerin kurumsal olanları, en azından Meslek Yüksek Okulu statüsünde eğitim veren kuruluşlara dönüştürülse fena mı olur?
Üniversiteye hazırlayacağına üniversite eğitimi verseler olmaz mı? Ara eleman yetiştirme ve istihdam eğitimlerine yönelik yapılandırılamazlar mı?
Hükümet, yeni üniversitelerin özel sektör eliyle kurulmasını kolaylaştıracak anayasal değişikliği yapamaz mı? Ticaret vasfını kazanmış sözüm ona “Vakıf üniversiteleri”, ticarî amaçlı kabul edilmeyen anayasa hükmü ile ne kadar tutarlı ve amacına uygun acaba? Elbette değil.
Özel eğitim girişimcileri için gerekli fon, kaynak ve özel fakülte kurma imkânı acilen sağlanmalıdır.
Emeklilik yaşı gelmiş veya hoca fazlalığı olan gelişmiş üniversitelerdeki yığılma, hâlâ profesör düzeyinde ana bilim dalı başkanı olmayan yüksek öğretim kurumlarına ancak rekabet ortamında ve ekonomik cazibe azaltılabilir.
Eğer eğitim rekabete açılırsa, yüksek öğretim girişimciliği desteklenirse, beraberinde artan öğrenci kontenjanları, önümüzdeki beş yılda birikimi ciddi bir oranda eritebilir.
Biraz cesaret, biraz siyasî irade, biraz da genel perspektife hizmet edecek büyük adımın atılma kararlılığı şart. YÖK’ün ıslahı ve değiştirilmesi bundan sonra, Anayasa değişikliğine uygun yapılandırılması ile daha kolay olacaktır.
Önce geleceğimizi tıkayan yüksek öğretim sınırlamasının ve devletçe işletilmesinin veya ayrıcalıklı vakıflar üzerinden özel izne tabi tutulma engelinin çözülmesi lâzım.
Bu iktidar, açılımı bugünden başlatmalı. Anayasa değişikliğine sessizce hemen adım atmalı. Televizyon konuşmalarına ve tartışmalı iki ileri bir geri telâşına girmeden.
Yüksek öğretim özelleşmeli, hatta devlet üniversiteleri bile ilâna çıkmalı. Rekabet eğitimde, siyasette ve ticarette demokratik kalite içinde sağlanmadıkça, düğüm sahipleri bu ipleri çözdürmeyecekler.
Tekelci yüksek öğretim, ihtilâl mahsulü YÖK ile çeyrek yüzyılımızı ve düşünme reflekslerimizi tahrip etmeye devam ediyor. Özgür ve özgün beyinlerin bilimsel performanslarını, maaş ve soruşturma endişesinden kurtaracak güvenli bir ilim ortamının sağlanması, özelleşme ve bilimsel rekabetle mümkün olacaktır.
26.06.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Zeynep GÜVENÇ |
Yalancı ışıklar |
|
Zevk ü sefa terennümleri geçiyor gözlerimizin önünden. Bir kaçış bekliyor can, ruhu kemiren bu iç çekişten. Sanki şimdi bir kapı açılacak ve yutuverecek o kalbi. Öyle serkeşlik yerleşiyor ki bedene kendini duvardan duvara vurası geliyor insanın emanet değilmişçesine…
Ver gitsin kendini bilinmezliğe, bekle geçer kaybettiklerin içinden. Bir yürek yangını nasıl geçerse üstünden, sen de öyle geçersin yüreğinin üstünden. Bir çizik daha atarsın diğerlerinin yanına, bir kara nokta daha belirir en değerli parçanda. Kalbin iyi değildir ki sen iyi olasın. Peygamber Efendimiz (asm.) şöyle buyuruyor: “Cesedin içinde bir et parçası vardır ki o iyi olunca bütün ceset iyi olur, o bozuk olursa bütün ceset bozuk olur, dikkat edin, o kalptir.”
Hedonizm uğrunda biriktirirsin her şeyini ve yaşamak bu sanırsın. Her kalkışta aynı acı siren çalar sen inadına adımlarsın, acını yudumlarsın durmadan. Tâ ki kanın siyah akana dek, sen sen olmaktan çıkana dek, sürüklersin hayatını kendi yok oluşlarına.
Bir insan sabahtan akşama ve akşamdan sabaha dek nasıl kumar oynar? Bir makine başında ya da bir masa etrafında gözünü kırpmadan, kendine, harcanılan zamana, sahip olduklarına aldırmadan tıpkı bir robot gibi.
Eşimin konferansı sebebiyle gittiğim ve benim için sadece bir mecburiyet çiçeği (zorunlu gidiş) olmaktan öteye geçmeyen Las Vegas şehrinden bahsediyorum. Casino’suz oteli nerdeyse bulunmayan şehrin küçük bir tablosunu çizeceğim sizlere.
Yaşları 18’den 78’e kadar bay-bayan, büyük-küçük herkesin işgal ettiği oyuncakların (kumar makineleri) olduğu salondan geçmek zorundasınız otel odanıza çıkabilmek için. Başka yol yok mu diyeceksiniz, inanılır gibi değil, yok. İnsanları oyun oynamaya mecbur etmek gibi bir şey bu. Ya da garip bakışlar altında hızlı hızlı salonu adımlamaya. Saraylarda bile bulunmayan dev avizelerin ışıkları altında büyük bir karanlık hissine kapılıyorsunuz önce. Sonra esfel-i sâfilîn geliyor aklınıza.
Para kazandığını zanneden bu insan yığınının eğlenmesi için dev alışveriş merkezleri kurulmuş. Tüketilen hayatların sanki gaye-i hayat buymuşçasına ‘yalancı ışıklarda’ savrulması tüylerinizi ürpertiyor.
Sokaklarda yürümenizi neredeyse imkânsızlaştıran, kadını meta kılan dev posterler, zavallı bir kıyıda kalmışlık, İstanbul’un köhne mahallelerini andıran bu şehrin, çöl ortasında gözünde dolar işareti olanları cezbettiği gerçeği ve oyunlarla yaşayanlar.
“Bu mudur?” diye sormak istiyorsunuz, yani eeee sonra? Ya sonra? Zevklerin sonunda ….senin sonunda?
“Helâl daire keyfe kâfîdir, harama girmeye lüzum yoktur” (Said Nursî) Fıtrata aykırı olmayan her zevkin mahremiyet çizgisinde yaşanabileceğini bilselerdi.
Bilselerdi İslâmî sınırlar içinde yaşanan ve hatta dinimizce yaşanması teşvik edilen zevklerin daha tatlı olduğunu. Yaratılış amacına ters düşen her durumda mutluluk, zevk, eğlence, yerini acı, hüzün ve doyumsuzluğa bırakır.
Kazanmak isterken kaybetmek kendini kaybetmekten daha az acıdır ve kaybolmuşların başında bir kayış vardır ki “Günaha yaklaşırsam yapmam diyemem” (Nazan Bekiroğlu) acziyetini taşır.
26.06.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Murat ÇETİN |
Yeni bir gün başlayacak yarın sabah, eyvallah! |
|
Akşam güneşin batışıyla beraber, sokaklar da ıssızlaşmaya başlar. Şehirler büyüdükçe, yıllar geçtikçe, günler uzadıkça azalsa da gecenin ıssızlaştırdığı yollar, caddelerdeki insanlar birer ikişer azalır, evlerin ışıkları birer ikişer yanar.
Kiminde huzur vardır o evlerin, hava kararsa da, aydınlansa da. Kiminde hüzün vardır, en güçlü aydınlatmanın bile aydınlatamayacağı kadar.
Kimi sessizleşerek, geceye katkı sağlar, kimi gürültüyle. Kiminin sessizliğinde, kiminin gürültüsünde huzur vardır. Huzursuzluğu sessizlikle, hüznü gürültüyle besleyenler olduğu gibi.
Akşam demek, kimileri için, yemek, televizyon, uyku sıralamasının ilk adımıdır.
Kimileri için sokaklar yerine, evin yalnızlaşması ve sabaha kadar birilerini beklemeye başlamasıdır. Kimilerinin gece hayatından anladığı, kimi evlerin yalnızlığıdır aslında. Ve aslında, kendi yalnızlığına, janjanlı ambalajlar geçirip, parfümler sıkmaktır.
Kimi evler kalabalıktır, mutfakta kazanlar kaynamaktadır. Ama aslında, kaçta kaçı gerçekten o evin içinde tamamen bulunmaktadır, kaçta kaçı sadece bedeniyle ikamet etmektedir? Atılan kahkahaların kaçı gerçektir, tebessümlerin kaçı sahici?
Bir gün gitmektedir, insanın ve dünyanın ömründen. Dünya üzerine düşeni yapmıştır, güne dair: Güneş mesaisini bitirmiş, akşam ezanıyla beraber yeni görevler için başka koordinatlara doğru yol almıştır.
Peki bu mudur, insan için bir günün bitmesi, gecenin başlangıcı, güneşin şehrin semalarına veda etmesi?
Akşam demek, aslında, biten günü hesaba çekmek, gelecek güne dair sorular sormaktır: Yarının bugünden bir farkı olacak mı? Dahası, yarın olacak mı? Olacaksa, ben o yarının içerisinde nerede olacağım?
Akşam olmuştur, “Hüzünlendim ben yine” demektedir, kimileri. Çünkü birileri için, biten her şey, kendi bitişine dair bir şeyler söylemektedir. Ve kendi bitişi hakkında hiç iyi şeyler düşünmemektedir, kendisi. O yüzden, “Akşam oldu, hüzünlendim ben yine” demekte haklıdır kendince.
Oysa akşam olmuştur, yeni bir gün başlayacaktır yarın sabah.
Eyvallah.
26.06.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Cennete dönen kabir |
|
Dünkü yazımızda mü’minin güzelliklerin adamı olduğunu, dünyasının da, kabrinin de Cennet gibi güzel olduğunu belirtmiştik.
Dinine bağlı, farzları yapan, haramlardan kaçınan mü’mini kabirde öyle güzellikler bekler ki mutluluğuna bir mutluluk daha katar.
Sahabeden Berâ bin Âzib’in anlattığına göre, mü’min vefat ederken gökten yüzleri beyaz ve güneş gibi parlak sayısını bilemeyeceğimiz kadar çok melek onu karşılamak için gelirler. Yanlarında Cennetten getirdikleri güzel kokular, bir de kefen vardır. Yere iner, gözünün görebileceği kadar genişlikte etrafını sararlar. Derken ölüm meleği gelir. Baş ucunda oturup ona şöyle seslenir: “Ey temiz ruh! Allah’ın bağışlama ve rızasına doğru çık.” Su kabından suyun akması gibi bir kolaylıkla ruhu bedeninden çıkar ve en emin el olan Azrail onu alır. Yer ve gökteki bütün melekler namazını kılar ve iştiyakla yukarı çıkmasını isterler. O ruh göğe doğru çıkarken, hayretle, “Bu güzel ve hoş kokulu ruh kimdir?” diye sorulur. Onlar da, “Falan oğlu falandır” diye cevap verirler. Böylece, dünya semâsına kadar çıkar, kapı açılır, sonra da kat kat semaları geçer. Her semânın en gözde melekleri 7. kat semâya kadar onu uğurlarlar. Cenâb-ı Hak, amel defterinin, gözde meleklerin gördüğü yazılı bir kitap olan illiyyînde yazılmasını emreder.
Sonra da melekler onu Allah’ın emriyle tekrar çıkarılmak üzere yere indirirler. Ruh cesedine iade edilir. O andan itibaren kabrinin başında arkadaş ve dostlarının ayak seslerini dahi işitir. Münker Nekir isimli iki soru meleği gelip, Rabbini, peygamberini, dinini sorarlar. O da doğru olarak cevap verir.
Sonra da dünyada neler yaptığını sorarlar. O da, ‘Allah’ın kitabını okudum. Ona îmân edip tasdik ettim’ der. Sorular tekrarlanır.
An, Cenâb-ı Hakkın İbrahim Sûresinin 27. âyet-i kerîmesinde “Allah dünya hayatında mü’minleri sâbit söz ile tesbit edecektir” buyurduğu andır. Ölü, hiç tereddüt etmeden bu sorulara da, ‘Rabbim Allah, dinim İslâm, Peygamberim Hz. Muhammed’dir (a.s.m.), kıblem Kâbe’dir” diye cevap verir.
Bunun üzerine semâdan ‘Kulum doğru söyledi, ona Cennetten döşekler serin. Cennet elbiseleri giydirin. Cennetten kendisine bir kapı açın” diye bir ses gelir.
İşte o andan itibaren Cennetin hoş ve güzel kokuları gelmeye başlar. Kabri gözün görebileceği yere kadar genişler. Güzel simalı, güzel elbiseli, hoş kokulu bir adam gelip, “Seni sevindirecek şeyleri, Allah’ın rızasını ve bitmez tükenmez nimetlerin bulunduğu Cennetleri müjdeliyorum. Dünyada iken, sana vaad edilen günün işte bu gündür” der.
Sonra da birdenbire yanında beliren bu yabancı adama, ‘Allah sana da hayırlı müjdeler versin. Sen kimsin? Sîmân hayır getiren bir sîmâdır’ diye sorduğunda, ‘Ben senin salih amelinim. Allah’a yemin ederim ki dünyada iken seni ancak Allah’a itaatta hızlı davranan, Ona isyana yanaşmayan birisi olarak biliyorum. Allah sana hayırlı mükâfatlar versin’ der.
Sonra da kendisine Cennet ve Cehennemden birer kapı açılır. Cehennem kendisine gösterilip, ‘Şayet Allah’a isyan etseydin yerin burası olacaktı. Fakat Allah onu bununla değiştirdi,’ denilir. Cennetteki nimetleri görünce dayanamayıp, ‘Ya Rabbi! Kıyameti çabuk kopar da ailem ve servetimin yanına gideyim’ der.
“Kendisine, ‘Dur, bekle’ denilir.”1
Ve kul o güzel âlemi seyrederek belki yüzlerce, binlerce sene sürecek kabir hayatının nasıl geçtiğini bilemeden Kıyamet kopar.
1. Et-Tergib ve’t’Terhib 4:365-369.
26.06.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Duâ ve tekâmül |
|
Dünyaya gönderilişimizin ana gayesi, “ilim ve duâ vasıtasıyla mükemmelleşmekle” şuur, bilgi, beceri ve maharet kazanarak kâmil insan olmak olduğuna göre; duygularımızı geliştirmenin, nefsimizi terbiye etmenin yollarından birisi, belki birincisi duâdır. Çünkü, ruhumuz ve duygularımız “isteyecek ve duâ edecek” şekilde dizayn edilmiştir. Bunun çarpıcı ifâdesi, “Eğer vermek istemeseydi, istemek vermezdi” şeklinde seslendirilmiştir.
Kâinatın maddî-manevî, melekî, cinnî, şeytânî, hayvânî, unsûrî, nebâtî (bitkisel), mâdenî, camit-cansız gibi tüm unsurlarını temsil eden, özetleyen, olumlu, olumsuz bütün cephelerini bünyesinde toplayan küçük bir minyatürüz. Cansız bir varlık gibi yaşamaktan, bitkisel hayattan, hayvaniyet özelliğinden kurtulup kâmil bir insan olabilmemiz için ruhumuzu tekâmül ettirmemiz gerekir. Ruhumuz da ancak, tefekkür, ilim, marifet, ibadet, zikir, duâ ile tekâmül eder.
Kabiliyetlerimizi geliştirmek, duygularımıza istikamet vermek, hayatımıza hâkim olmak, kâinatla ve diğer varlık kardeşlerimizle olan münasebetlerimizi dengelemek de ruhumuzu tekâmül ettirmekle, dolayısıyla duâ ile mümkündür.
Tekâmül için duâ, aynı zamanda hayata bütünüyle bakabilme ve kavrayabilme melekesi, yeteneği kazandırır.
Hemen her gün, hatta her saat sayısız problem ve sıkıntılarla karşılaşırız. Duâ, kalbimize öyle bir manevî güç verir ki, her felâkete, her hadiseye karşı direnç gösterebiliriz. Uzmanlar, “Stresi azaltın. Rahatlama egzersizleri yapın. Stres vücudun kortizol salgılamasına yol açar, bu da hafızayı zayıflatır. Özellikle, beynin kimyasını bozan stresten uzak durun. Onu asgariye indirin” tavsiyesinde bulunur. İşte duâ, stresi azaltır. Doğru ve sağlam bir hayat felsefesi kazanmamızı sağlar.
Keza, sahanın otoriteleri, hayatın ve olayların acımasızlığına karşı insanların duvarlara konuşarak beyin fizyolojilerini düzeltebileceklerine, dikkat çekiyor. İşte duâ budur. Duvara konuşmaktansa ibadet ve duâ ile yüce Yaratıcıyla konuşuruz!
Öte yandan duâ, zekâyı çalıştırır. Beynin en çok, sabah saat üç ile beş arası üretim yaptığı bilinmektedir. Dolayısıyla, teheccüd, sabah namazlarından sonra da duâya oturmak, zihnî çalışmalara zemin hazırladığı da bir vakıadır. Duâyla beyne olumlu mesajlar vererek hatta sesli konuşmalar yaparak zekâyı geliştirmenin mümkün olduğu da tıp ilminin verileri arasındadır:
Hayatın ve olayların acımasızlığına karşı insanlar duvarla konuşarak beyin fizyolojilerini düzeltebilirler. Çünkü tekrarlanan düşünceler, beynin yüksek merkezleri “kortekste” etkinlik başlatır.
İşte, bu sonucu; cansız duvarlarla dağil, Hayy-u Kayyum olan Rabbimizle konuşarak elde edebiliriz. Onunla konuşmanın en kestirme yolu da duâdır. Duâ esnasında zeka merkezi olumlu mesajlar aldığından, duygusal beyin bölgeleri olan limbik sistem, abartılı kimyasal madde salgılarken hormonları daha az salgılar ve otonom sinir sisteminin çalışma ahengi normalleşir.1
Dipnotlar:
1. Prof. Dr. Nevzat Tarhan, Stresi Mutluluğa Dönüştürmek, s. 166.
26.06.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Ne okuyalım? |
|
Kitap okumanın ne kadar faydalı olduğunu, hemen herkes az çok idrak edebiliyor.
En cahil, hatta en tembel olana bile sorsanız, "Ah ah, keşke ben de bol bol kitap okuyabilsem" dediğini işitirsiniz.
Demek ki, kitap okumaya karşı kimsede kasdî bir direniş meyli yok.
Peki, o halde nedir bizi kitap okumaktan gevşeten, yahut men'eden? Yani, biz hangi saikle kitaptan kopuyor veya bol bol okumaktan uzaklaşıyoruz?
Bilinen sebeplerin çoğu, kişinin ruh haletiyle bağlantılı görünen tenbelliği, tenperverliği, atâleti, rehaveti, gevşekliği işaretliyor.
Bunların her biri birer pranga gibidir. Kayıt altına aldığı kişiyi tâ "atâlet zindanı"na kadar götürüp atar.
Ondan sonra da, çık çıkabilirsen...
Bilinen sebeplerin altında yatan asıl engel ise, şeytanın gizli telkinleri ve nefsin, özellikle de "ikinci nefs-i emmâre"nin aldatıcı üflemeleridir.
Bu telkin ve üflemelerle, gayret hissi önce törpülenir ve gitgide öldürülmeye çalışılır.
Gayret hissi zedelenen kişi ise, önüne çıkan veya zaten yapması gereken hayırlı her işi, her nevi hizmeti ertelemeye, yani daha sonraya bırakmaya meyil gösterir.
İşte, ibadet gibi, amel-i sâlih gibi veya kitap okumak gibi hayırlı iş ve hizmetleri sürekli şekilde tehir ettirerek "daha sonra"ya bıraktıran şey, içimizdeki şeytanın, yani aslında terakkimiz için bize musallat edilen nefs–i emmârenin telkinleridir.
Meselâ, şunu telkin eder ki: "İleride okursun canım. Şimdi kalkıp hangi kitabın neresini okuyacaksın?"
İşte, dikkat edilecek en tehlikeli levhâlardan biri budur.
Şayet bu gibi telkinlerin etkisi altına girmez ve "Hangi kitabı ne zaman okuyayım?" bocalaması içine düşmezsek, bizi terakkiye götürecek yollar açık demektir.
Dolayısıyla, en zor ve en sıkıntılı zamanlarda bile, hiç zaman kaybetmeden ve hiç tereddüt yaşamadan, ulaşabildiğimiz en yakın mesafedeki bir kitabı elimize alıp hemen okumaya başlamakta büyük fayda var.
Böylelikle, nefsanî telkinler neticesi karşımıza çıkan direnç noktalarını birer birer aşmaya ve İlâhî bir ihsan olarak bize verilen irade duygusunu kuvvetlendirme yolunu tutmuş oluruz.
Tembellikten kurtulup terakkiye yönelmek, böyle olur. Gayret hissini tazeleyip parlatmak, yine bu yöntemle olur.
O halde, hiç beklemeden ve hiç tereddüt eseri dahi göstermeden, hemen elimizi kitaba uzatalım ve muhtevasından âzamî derecede istifadeye çalışalım.
Hatırlatma
Hürriyet'in haberi
Bazı okuyucularımız şunu soruyor: "Üstad Bediüzzaman'ın mezarı konusuyla ilgili 22 Haziran 2006 tarihli Hürriyet'te tam sayfa çıkan haberin 'Birçok isim ve unvan kullandı' başlıklı bölümünde M. Latif imzasıyla yayınlanan bir yazıdan söz ediliyor. Bu yazı size mi ait?"
Evet, orijinal başlığı "Bediüzzaman'ın isim, imza, mühür ve ünvanları" şeklindeki o yazı bize ait olup 2003 yılı Ocak ayında gazetemizde yayınlandı. Daha sonra birçok internet sitesinde yer verilen bu yazıyı, Hürriyet gazetesi "nurpenceresi.com" isimli web sitesinden iktibasen aldı.
Gariptir, aynı isimli internet sitesine giriş yaparak "yazara e-mail göndermek için" tıkladığımız noktada karşımıza bambaşka bir e-mail adresi çıktı. İlgili adrese bunu düzeltmeleri çağrısında bulunduk, ancak yanlışlık hâlâ devam ediyor. Bu hususu da böylelikle hatırlatmış olalım. M.L.S.
Günün Tarihi
67 yıl sonra mezar nakli
26 Haziran 1951: Altmış yedi sene önce Taif’te boğdurulan Mithat Paşanın (1822-1884) kemikleri İstanbul’a getirtilerek, Şişli Hürriyet–i Ebediye Tepesindeki kabrine konuldu.
Bürokrasinin hemen her kademelerinde uzun yıllar çalışmış olan Midhat Paşa, 1872 ve 1876’da yekûn 4 ay kadar da sadrâzamlık yaptı.
Kànun-ı Esasî ile ilk meşrûtiyetin ilânında pek büyük emekler sarf etti.
Kısa bir süre sonra Sultan II. Abdülhamid ile ihtilâfa düştüler. İhtilâfın neticesi sürgün cezası oldu. Bir müddet Avrupa'da kaldı.
Daha sonra tekrar memlekete çağrıldı. önce Suriye, ardından İzmir valiliğine tayin edildi.
İzmir valisi iken tutuklandı. Yıldız Askerî Mahkemesi tarafından Sultan Abdülaziz’in katledilmesinde rol oynadığı gerekçesiyle idama mahkûm edildi. Bu cezâ, Sultan Abdülhamid tarafından sürgüne çevrilerek Taif’e sürüldü.
Mithat Paşa, Taif sürgününde iken, burada Berber İsmail diye bilinen bir asker tarafından 7 Mayıs 1884 günü boğularak öldürüldü.
67 sene sonra, yani 26 Haziran 1951'de Taif'ten yurda getirtilen Mithat Paşanın kemikleri, İstanbul Şişli'deki Hürriyet–i Ebediye Tepesinde defnedildi.
Defin merasimine dönemin Cumhurbaşkanı M. Celal Bayar da katıldı.
30 yıl sonra aynı yere Buhara'da şehit düşen Enver Paşanın da kemikleri nakledildi.
Enver Paşanın mezarının nakli ise, tam 74 yıl sonra gerçekleşti. Nakil töreninde Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel de hazır bulundu.
Şişli'deki bu özel mezarlıkta 31 Mart Vak'asında öldürülen subayların yanı sıra, bir dönem sadrâzamanlık yapmış olan Talat Paşanın mezarı da bulunuyor. Onun kemikleri ise 1943'te Berlin'den yurda getirildi.
26.06.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Nimetullah AKAY |
Sevgiyi yakalayabilmek için... |
|
İnsan iyi veya kötü bir çok haslete sahip olabilmektedir. İyilikler insanın yaratılışında bulunmakta, kötülükler ise hayatın suiistimal edilmesi neticesinde ortaya çıkmaktadır. Şeytanın ilgi alanına girmediğimiz ilk yıllarımızda hep iyi duyguların tesiri altında yaşamaktayız.
Belli bir yaştan sonra imtihanımız başlamakta, artık iyilik ve kötülüklerin mücadelesi dünyamızda bütün hızıyla devam etmektedir. Bu mücadelede meydana gelen her olay, ya sevap hanemize veya günah defterimize yazılmaktadır. Bu saatten sonra kaydedilmeyen hiçbir hareketimiz bulunmamaktadır.
Dünya hayatı yolculuğunda yaratılış gereği benliğimizde bulunan güzelliklerle karşılaştığımızda veya güzelliklerin oluşmasına sebep olduğumuzda dünyamızı sevgi esintileri kaplamaktadır. Böyle durumlarda adeta dünyamızda cennetin güzellikleri hâkim olmaya başlamaktadır.
Devamlı insanlığa yakışır güzellikleri hayata hâkim kılabilmek için büyük bir gayret gerekmektedir. Nefis gibi insanları devamlı geçici heveslere yönlendiren şeytanî bir duygu bizde olduğundan her zaman güzel olmayan duyguların tesiri altında kalabilir ve cehennemî duyguların dünyamızı kaplamasına engel olamayabiliriz.
Ne kadar gayret etsek de dünyamızda huzur açısından gel-gitler olacaktır. Çünkü bu dünya, insanın cenneti olarak yaratılmamıştır. Bu dünyada cennetin hayatını hatırlatan anlar olabileceği gibi, cehennem hayatını akla getiren hâletler de bulunacaktır.
İnsan olarak hepimiz huzur arayışı içinde hayatımızı geçirmekteyiz. İnanan inanmayan herkes hayatında güzelliklerin hükmetmesini istemektedir. Ancak arayışlar ayrı mecralarda yürütülmekte, çoğu zaman huzur arama adına huzursuzlukların kapıları ısrarla zorlanmaktadır.
Bir çok insan yaratılan her mahlûkun bir mânâ taşıdığını ve her yaratılanın bir gayeye sahip olduğunu bilmekte ve huzurun bu geçici dünya hanında elde edilebilmesi için insanın bazı kurallar dahilinde yaşaması gereğine inanmaktadır. Bu düşüncelere sahip olanlar, çarenin bir inanç silsilesi içinde aranması gerektiğine inanmaktadırlar. Ancak iş burada da bitmiyor. Çünkü doğru bildiği inançla hedefe varamayan insanlar da vardır dünyamızda.
Doğru inancı bulabilmek ve dolayısıyla kâinattaki sevgi yumağını çözebilmek için akıl gibi bir ayırt edici, kalb gibi bir kabul edici duygu insanlara verilmiştir. İnsan olarak doğruyu bulmak için elimizdeki mihenk taşlarını iyi kullanmamız gerekir. Akıl körü körüne kabulleri önlemek için insanlara verilmiştir. Aklın şüphelerle rotasını şaşırmaması için de kalb gibi bir yön tayin edici bulunmaktadır insanoğlunda.
Aklımız sevgi beslemeyi, kin ve nefretten uzak olmayı öğretmekte, insan olmak için manevî duygu hazinesinden istifade etmemiz gerektiğini bize hatırlatmaktadır. Sevgiyi muhafaza etmek için de insanoğlunun ciddî bir mücadele vermesi gerekmektedir. Çünkü dünyada sürekli yaşamak üzerine kurulan bir hayat kurgusunda doğru sevgiyi bulabilmek mümkün değildir. Böyle bir yaşantı tarzında şahsî çıkarlar ön plana çıkmakta ve böyle çekişmeler insan hayatının ön planında görünmeye başlamaktadır.
Dünyanın geçiciliği üzerinde yaşanan bir hayatta, şahsî menfaatler geri plana itilmekte, ben merkezcilik yerini bizmerkezciliğe bırakmakta ve böylece sevgilerin kalbten kalbe yöneldiği hayat safhaları ön plana çıkmaktadır. Artık bu durumda insanlar birlikte sevinmeye başlamakta, yek diğerinin dertleriyle dertlenme ve üzüntülerin paylaşılması hâletleri insan hayatının bir çok safhasını kaplamaktadır.
Bugün insanoğlunun kurtulmak istediği sevgisizlik anaforunun çaresi, kâinata ve bilhassa insan ruhuna yerleştirilen sevgiyi ebedî değerler için kullanabilmektedir. Yaratılışın insan hayatındaki önemini kavrayan ve dünyevî değerleri ahiret mizanlarıyla ölçen insanlar aranan sevgiyi bulmuşlardır. Her an hatırlanmayı isteyen bir Yaratıcının rızasını önemsemeyen ve ısrarla inançsızlık veya günah vadilerinde yaşamaya devam eden insanlar sevgiyi bulamazlar.
Sevgi semavîdir, arzî değildir.
26.06.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Cenazeye katılmak |
|
İstanbul’dan okuyucumuz: “Cenazeyi teşyi etmenin hükmü nedir? Cenazeleri taşırken tabuta önden girip arkadan çıkmak; mezarlıkta toprak atarken, küreği yerden alıp yere bırakma gibi âdetlerin İslâmî bir yönü var mı? Yoksa hurafe veya İsrâiliyât mı?”
Sevdiklerimizin dünya açısından son; âhiret cihetinden ise ilk yolculukları olan kabir yolunda omuzlarımız üstünde bulunmalarının manevî değeri yüksektir. Çünkü ölüm bir mekân değiştirmektir.1 Sevdiklerimiz yer değiştirirken, onları başımızın üstünde taşıyarak uğurlamak, onlara olan son görevlerimizdendir. Onları taşırken gösterişten, alâyişten, nümayişten uzak bulunmalı ve tefekkür hâli içinde olmalıyız.
Cenazenin namazını kılmak da, kabre kadar teşyi etmek de büyük sevaptır. Ebû Hüreyre’nin (ra) rivayetine göre Resûlullah (a.s.m) Efendimiz şöyle buyurmuştur: “Namaz kılınıncaya kadar cenazenin yanında bulunana bir kırat; defn edilinceye kadar hazır bulunana da iki kırat ecir vardır.” Ashab-ı Kiram, “İki kırat nedir Ya Resûlallah?” diye sorduklarında ise Allah Resulü (asm): “İki büyük dağ gibidir” buyurmuştur.2
Cenazeyi kabre kadar taşımak; tıpkı yıkanması, kefenlenmesi ve namazının kılınması gibi farz-ı kifâyedir. Yani bir gurup Müslüman’ın yapması ile sair Müslümanlardan sorumluluk kalkmakla beraber, cenaze ortada kalırsa bütün Müslümanlar sorumlu olurlar.
Cenazeyi dört yanından dört kişinin taşıması sünnettir; her birinin tabutun dört bir yanından yaklaşık onar adım, toplam kırk adım taşımaları müstehaptır. Cenaze taşınırken mümkünse önce önden başlanır ve cenaze sağ omuza alınır; sonra geriden gelen kişi kendi yerinde bırakılarak ayak tarafına geçilir ve yine sağ omuza alınır; sonra yine ön taraftan, bu def’a sol omuza alınır; sonra da ayak tarafından ve tekrar sol omuza alınarak taşınır. Ancak bu esnada kargaşaya meydan verilmemelidir. Eğer kargaşa olacaksa, bu tertip sırası gözetilmeksizin, tek bir taraftan tutularak taşınabilir. Sünnet olan, cenâzeyi her dört kişinin de bir taraftan tutarak taşıması; mümkünse sırayla dört taraftan da taşımaya çalışmasıdır. Yukarıdaki tertip sırasını kargaşaya meydan vermeden gözetmeye çalışmak ise, maslahata daha uygun bulunmuştur. Gözetmek mümkün olmazsa, kolayına geldiği gibi taşıyabilir.
Dört mezhebe göre de; büyük yaştaki cenazeler tabutsuz olarak elde veya omuzda, değerini küçük düşürecek şekilde taşınmaz. İnsan, âhiret evinin kapısına eşya veya her hangi kıymetsiz bir şey taşır gibi taşınmaz. Kadınların naaşı kubbemsi bir örtü ile örtülür. Mezarlık yakınsa cenaze omuzlarda taşınır. Uzaksa tabut içinde arabaya konulmasında bir sakınca yoktur.
Cenazeyi takip edenler vakar içinde olmalıdırlar; gerekmedikçe konuşmamalı ve gülmemelidirler. Sesli olarak bağırıp çağırmak, tekbir getirmek, zikir yapmak, çalgı çalmak, çelenk yaptırmak, alkışlamak bid’attir. Bu esnada yapılacak en faziletli iş; içinden sessizce dua etmek, ölü için istiğfarda bulunmak, tefekkür etmek, Allah’ı zikretmek, ölümü hatırlamak, dünyanın fâni olduğunu, âhiret yurdunun baki olduğunu, herkesin Allah’a döneceğini hatırlamak; bir gün ölümün kendisine de gelebileceğini düşünmek, ölüm için neler hazırladığını gözden geçirmek, kendisini hesaba çekmek, Allah’ın rızasını kazanmanın önemini kavramaktır.
Allah’a isyan edecek ölçüde ağlamak, bağırmak, saç-baş yolmak caiz değildir. Ancak kalben gözyaşı dökmek, kederlenmek ve sessizce ağlamakta bir sakınca yoktur. Ölü, kendisine ağlayanlar yüzünden kabirde azap çekmez; ancak sağlığında ağlanılmasını istemişse, bu kendisi için azap konusu olabilir.
1 Mektûbât, S. 13
2 Buhârî, K. Cenâiz, 654
26.06.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Yasemin GÜLEÇYÜZ |
İran, Irak’a benzemez… |
|
Bu söz İran’da bulunduğumuz süre içinde görüştüğümüz zatlardan birisi olan Et’telaat Gazetesi Dış Politika Yayın Yönetmeni İsmaili Beye ait.
Zihnimde takıldı kaldı bu cümle: “İran, Irak’a benzemez…” Neydi farklı kılan İran’ı?...
Niyetim sizleri “Ben İran’dayken…” diye başlayan cümlelerle sıkboğaz etmek değil şüphesiz. Ama dünya ve ülkemiz gündeminde İran var bu aralar ve önümüzdeki günlerde de savaş kapısına-kapımıza dayandığından hep olacak sanırım...
Gün geçmiyor ki, “İran, Irak olmasın!” konulu bir seminer, panel düzenlenmesin, gazetelerde İran üzerine yeni yazı dizileri başlamasın… Bu yazı dizilerini de, gezi sonrası ön yargılardan büyük ölçüde temizlenmiş temkinli bir muhabbetle, “İranî mi oldun?” dedirtecek bir hassasiyette takip etmeye çalıştığımdan, yazılar üzerine yorumlarımı da bu arada aktarırım diye düşünüyorum.
Âlem-i İslâm siyaseti üzerine ahkâm kesmek vazifem değil, çapımı da aşar. Ama gündemi takip ederken, algılarınızı tıpkı radyoda dinlemek istediğiniz bir istasyonun frekansını ararken yaptığınız gibi, Risâle-i Nur frekansına ayarlayıp da, her kafadan çıkan farklı sesleri Risâle süzgecinden geçirerek zihninize aldığınızda aklınızın karışması bir tarafa, her şeyin tam da yerli yerinde olduğunu hayretle müşahede ediyorsunuz. Puzzle parçaları gibi…“Gördükleriniz, hangi açıdan baktığınıza bağlıdır” diye bir söz vardır ya aynen öyle.
Bunu her zaman, her olayda yapabilmeyi başarabilsem, başarabilsek!
Yazı dizilerini takip ederken, şu hakikat zihnimde daha da netleşti: “İnsan neyi görmek istiyorsa, onu görüyor, onu işitiyor. Bu nedenle her zaman hakikatin peşinde olmak gerek.”
Sözgelimi takip ettiğim yazı dizilerinden birinde kadın gazeteci gazetenin iki sayfasını tamamen iki İranlı hayat kadını ile yaptığı görüşmeye ayırmış. Oysa ki, İranlı kadınların zengin düşünce, fikir dünyası, bu sohbetin konusunu aşar!!!
Bir diğerinde, kadın gazeteci camideki sohbeti ağlayarak dinleyen kadınların “Hz. Hatice’nin katli” ne üzüldüklerini söyleyecek kadar dine yabanî… Ailenin, dini eğitimi küçükken evlâdına vermemesi nelere mal oluyor!
TV’deki “Sihirli Annem”in tiryakisi olup, mü’minlerin annesi Hz. Hatice’nin hayatından bihaber minik meleklerimizi, çocuklarımızı hatırlıyorum yazıyı okurken…
MEDYA NİNNİLERİ
Evet, kaynaklarda 2500 yıllık bir medeniyete sahip olduğu belirtilen kadim komşumuz İran, “özgürlük ve adalet götürülmesi gereken ülke” konumunda değil, zaten kendisini öyle de görmüyor. Irak ile çarpışmak zorunda kalıp, komşularınca büyük ölçüde bırakıldığı 8 yıllık savaş akabinde halk birbirine daha da sıkı bağlarla bağlanmış. Sadece kendi ülkelerindeki fakirleri değil, Filistinli mültecilerin haklarını, dünyanın dört yanındaki felâketzede Müslümanların maddî sıkıntılarını dert edecek kadar da duyarlılar... Et’telaat Gazetesinden Kasımzade, işgal öncesi Irak’ın kaç kez bölünmenin eşiğine geldiğini, bunu engellemek için ülke olarak verdikleri zorlu uğraşları anlatmıştı… Ama netice ortada…
Şehitler Vakfı’nda görsel yayınlar biriminde Saddam’la ilgili hazırlıkları sürmekte olan belgeselde, Amerika’nın Saddam’ı nasıl destekleyip, palazlandırdığını ve kullandıktan sonra da buruşturulmuş bir mendil gibi nasıl kenara attığını ibretle seyretmiştik…
“İnsan, nisyanla malûl” her şeyi unutuyoruz, medyamız da efsunlu felsefesiyle uykunun dozajını, ninnilerinin frekansını gün geçtikçe arttırıyor…
İnanç birlikteliğini görmezlikten gelen politikalar, inananları ipi kopan bir tesbihin taneleri gibi nasıl da dört bir yana savuruyor…
CEP TELEFONU VE PEPSİ
Irak üzerine bir fotoğraf sergisi açan iki Türk gazeteci ile yapılan röportajda ilginç bir tesbite rastlıyorum. Amerika’da çektiği bir Irak karesiyle ödül de alan gazeteci unutamadığı bir olayı anlatıyor: Bir Iraklıya “Batı size ne getirdi?” diye soruyor. Aldığı cevap şu: ”Cep telefonu ve Pepsi”
Soru da cevap da, unutulacak gibi değil…
KENDİ TEKNOLOJİNİ KENDİN ÜRET
İran kendi teknolojisini kendi üretiyor. Bilimsel araştırmalarda, genler üzerine yapılan çalışmalarda, nano teknolojide büyük adımlar atmış durumdalar. Şu an tartışılmakta olan nükleer enerji teknolojisi de kendi genç bilim adamlarının alın terini taşıyor. Batı ülkeleri, Irak savaşı sırasında yedek parça fiyatlarını yükseltiverince, kendileri çalışıp üretmeye başlamışlar.
Gezideki son gün ev sahipliğimizi yapan İcazi Beyin ekibimize gülerek anlattığı bir olayı hatırlıyorum: Tahran’da yapılan uluslar arası bir teknoloji fuarında, Almanya standında çok beğendikleri bir makineye binlerce Euro istenince, benzerini kendileri yapmışlar. Hem de çok daha ucuza mal ederek… Bir sonraki yıl, Almanya makine değil, makinelerin fotoğraflarını sergileyerek katılmış fuara…
Tabiî kaynaklar açısından zengin, kendi teknolojisini kendisi üreten, refah ve eğitim seviyesi yüksek, son zamanlarda İslâm kimliğini daha ön plana çıkaran bir İran, Müslüman ülkeler üzerine oynanmak istenen oyunu bozuyor…
Bize düşense şu sözlere kulak vermek: “Ey ehl-i hak olan Ehl-i Sünnet ve Cemaat! Ve ey Al-i Beytin muhabbetini meslek ittihaz eden Alevîler! Çabuk bu mânâsız ve hakikatsiz, haksız, zararlı olan nizaı aranızdan kaldırınız. Yoksa, şimdiki kuvvetli bir surette hükmeyleyen zındıka cereyanı, birinizi diğeri aleyhinde âlet edip, ezmesinde istimal edecek. Bunu mağlûb ettikten sonra, o aleti de kıracak. Siz ehl-i tevhid olduğunuzdan, uhuvveti ve ittihadı emreden yüzer esaslı rabıtai kudsiye mabeyninizde varken, iftirakı iktiza eden cüz’i meseleleri bırakmak elzemdir.”
Bediüzzaman Said Nursî,
Lem’alar, 4. Lem’a
26.06.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Yeni Asyadan Size |
Yeni kitaplar |
|
Geçen hafta bir çağrıda bulunmuş, yaz aylarını okuma mevsimi yapalım demiştik.
Yeni Asya Neşriyat tatil öncesi yayınlandığı kitaplarla bu çağrımıza katkı sağladı. Yeni Asya Neşriyat ile kardeş yayınevleri YASEM ve ASPAŞ Yayınları tarafından satışa sunulan kitaplar, yaz aylarını okumaya ayıranlar için güzel bir alternatif olacak.
*
Risale-i Nur’u Okuma Metotları:
Risale-i Nur’u yeni bir tanzimle yayınlama projesinde sona yaklaşan Yeni Asya Neşriyat, önümüzdeki yayın döneminde; gündem oluşturacak sosyal ve kültürel yayınlarla birlikte, Risale-i Nur’un çağı kucaklayan mesajlarını geniş kitlelere ulaştırmaya yönelik, şerh ve izah bağlamında eserler yayınlamayı planlıyor.
Levent Bilgi tarafından kaleme alınan Risale-i Nur Okuma Metotları da bu hedefin ‘mütevazi’ bir başlangıcı olarak okuyucusuyla buluşuyor. Risale-i Nur’a muhatap olanlar için metodik okuma tarzlarının ele alındığı eserde, şahsî okumalar, toplu okumalar ve müzakereli okumalar üzerinde duruluyor.
Eserin takdiminde, Risale-i Nur kaynaklı bu “okuma klavuzu” için şöyle deniliyor:
“Aslında herkes için geçerli, ortak bir ‘okuma metodu’ bulmak zordur. Fakat elinizdeki çalışma, kendi okuma metodunu bulmaya çalışanlara bir rehber olabilir, bir öneri demeti sunabilir.”
Kitabın, hem müntesip ve okuyucularına, hem de merak saikiyle onu araştıran geniş kesimlere Risale-i Nur eserlerini anlama ve hayata yansıtmasada hatırı sayılır bir katkı sağlamasını diliyoruz.
*
Yakarışlar
Yeni Asya Neşriyat imzalı bir başka kitap da Yakarışlar. Gazetemizin Fıkıh Günlüğü köşesi yazarı Süleyman Kösmene tarafından kaleme alınan bu eserde, her gün için bir duaya yer verilmiş.
Günümüzde zihinleri fazlaca meşgul eden fıkhî meselelere Risale-i Nur eksenli bir bakış açısıyla çözümler sunan ve geçmiş din büyüklerinin umumî kabul gören görüşleri ışığında cevaplar arayan Kösmene, farklı bir çalışmayla karşımızda. “Duanız olmasa ne ehemmiyetiniz var?” emr-i İlahisi ve “Dua kulluğun özüdür” hadis-i şerifi temelinde şekillenen kitap bizi bütün senemizi kaplayacak bir dua yolculuğuna çıkartıyor. Dualarımızın makbul olması dileğiyle...
*
Hayat Yolculuğu
Yeni Asya Neşriyat tarafından yayınlanan bir diğer kitabın yazarı ise Sami Cebeci. Eserde, dünyada bir garip yolcu olan insanın “Neciyim, Nereden geliyorum? Nereye gidiyorum? Bu dünyada işim nedir?” gibi sorularına mukni cevaplar aranıyor. Kitabın tanıtım yazısında da belirtildiği gibi “Bu dünyadaki hayatımız da yolculuğa benzer aslında. Burada başlayan, gençliğimizde uzun olduğunu düşünürken, yaşlandığımızda kısalığından yakındığımız, kabir kapısında biten bir yolculuk.”
Kitaba ismini veren Hayat Yolculuğu adlı makalede de ruhlar âleminde başlayıp sonsuza uzanan yolculukta ebedî saadeti kazanmanın formülleri sıralanmış. Kitapta ayrıca, sosyal konuları ele alan makalelere de yer veriliyor.
*
Hayatı Hecelemek
ASPAŞ Yayınlarının bu ilk kitabını Hayrullah Altay kaleme almış. Yaşanmış bir hayat hikâyesinden yola çıkılarak telif edilen kitapta yazar, hatıralarını bizle paylaşıyor. Hayata konuşma güçlüğü ile merhaba diyen yazarın, karşılaştığı güçlük ve olumsuzlukları, verdiği mücadeleyi, elde ettiği başarıları anlattığı satırlar, okuyucuya duygulu anlar yaşatacak. Akıcı bir üslupla kaleme alınan eseri okurken, kendi hayat maceranızdan parçalar bulacağınızı tahmin ediyoruz.
YASEM Yayınlarından çıkan kitapları da haftaya tanıtmak dileğiyle. İyi okumalar.
***
Bir dış gezi daha
Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı 24-26 Haziran tarihlerinde St. Petersburg’a “Beyaz Geceler” gezisi gerçekleştiriyor. Gazetecilerin davetli olduğu ve üç gün sürecek gezide tarihî ve turistik yerler gezilecek. Geziye Ankara Haber Müdürümüz Kemal Benek de katılacak.
Hepinize hayırlı haftalar diliyoruz.
26.06.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Cevat ÇAKIR |
“Göze görülmeyen düşman” |
|
Bu çağın insanı bir çok mânevî kirliliğin yanında, bir de görülmeyen düşman olan gürültüyle başı derttedir. Kendisine hizmet için ürettiği her oyuncağından da bu konuda şikâyetçidir.
La Baronne, ecdadımızla ilgili şunları söyler: "Bir Türk'ün bağırarak konuştuğunu duyamazsınız. Türkler hizmetkârlarına emirlerini el çırparak ya da kaş-göz işaretiyle veriyorlar. Birbirlerine karşı gösterdikleri saygıyı da sessizce ifade ediyorlar."
Ve şimdi kulaklarımızı sağır eden pazarlarımız, toplu taşıma araçlarında en mahrem konuların bağırarak konuşulmasını düşünün. Dünün tersi bir yaşantı içerisinde olduğumuz görülüyor. Göze görülmeyen ve ömür törpüsü olarak isimlendirilen gürültü, günümüz insanı için ciddi bir problem teşkil etmektedir. Özellikle büyük şehirlerde yaşayanların korunması çok zor. Bunun için İstanbul'a 'gürültünün başkenti' deniliyor.
Gürültüye maruz kalan kişilerde bir çok sağlık problemi meydana geldiği için, insanlar çok basit gerekçelerden dolayı kavga edebiliyorlar. Hatta gürültüden dolayı cinayetler dahi işlenebiliyor. Özellikle trafikten kaynaklanan gürültü sürücülere daha çok zarar verdiği için onlar trafitte iken daha çok hırçınlaşıyorlar. Dolayısıyla basit bir tartışmadan dolayı birbirlerine saldırıyorlar.
Gürültünün zararlarından birincisi duyma bozukluklarının meydana gelmesidir. Yapılan bir araştırmada Avrupa'da gürültü kirliliği sonucu işitme duyularını kaybeden insan sayısı, yaklaşık 10 milyondur. 30-65 dB (Desibel) arası, öfke, kızgınlık, uyku bozukluğu, 65-90 dB, fizyolojik tepkiler, solumunun hızlanması, kalp atışlarının azalması ve beyin sıvısındaki basıncın düşmesine neden oluyor. 90-120 dB başağrıları başlıyor. 120-140 dB arası iç kulakta ciddi hasarlar görülüyor."
Fazla gürültülü bir çevrede yaşamaya mahküm organizmanın bir türlü gevşeyerek rahat edemeyeceği anlaşalır. Bu hal fizikî mukavemeti de azaltacağından, şehirde yaşayan insanlar muhtelif mikropların karşısında müdafaasız bir av olarak kalırlar."1
Psikiyatlara göre, sürekli yolculuk eden ve çevredeki gürültüden etkilenen birinin, psikolojik bozuklulukları görülüyor. Tansiyon yükseliyor, kalb damar hastalıkları, beyin kanamaları, yorgunluk hissi, uyku bozukllukları ortaya çıkabiliyor. Peygamber efendimiz (asm) namazda dahi gürültü çıkarılmaması ile ilgili olarak "Kendin duyacağın kadar sesle oku. Yanındakileri rahatsız etme" diye buyurmaktadır.2
Bu çok önemli bir konudur. Namazda aynı hareketleri yapan aynı duaları okuyan insanların yanındaki kişinin sesli okuması diğer kişinin şaşırmasına bebep olur. "İbadetin ilk basamağı susmaktır."3 Evet gürültü artık ayrılmaz bir parçamız olmuştur. Bu illetten kurtulmamızın bir sebebi de Allah korkusuna dayanmaktadır. Çünkü çevremizdeki kişilerin çıkardığımız gürültüyle rahatsız edilmesi kul hakkına girmektedir. Madem dinimize göre "Eziyetten men vardır" fiillerimizle diğer insanlara eziyet etmemeliyiz.
Dipnotlar:
1- Taşkın Tuna, Çevre Kirliliği
2- Cam'us sağır, cilt,1,206
3- a.g.e. Cilt.2, 114
26.06.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Serdar MURAT |
Erdoğan’ın stratejisi |
|
Bir süre önce Mehmet Keçeciler’le konuşuyorduk. “Devleti yönetmeyi beceremiyorlar” dedi.
Devleti iyi yönetemediğini söylediği AKP kadrolarıydı elbette ki. Ardından, “İsteseler yardımcı olabilirdik” diye ekledi.
Sonra, ”Hasan Celal Güzel’i Başbakanlık müsteşarı yap, bırak devleti yönetsin”
diye isim isim saymaya başladı. ”İsteseler, Hasan Celal Güzel, Hüsnü Doğan, ben yardımcı olurduk” şeklindeki sözlerini, ”Ama öyle bir talepleri olmadı” diye noktaladı.
Tek başına iktidar olmuş, Anayasayı değiştirecek çoğunluğa sahip bir parti kendine ”bunlar devleti yönetemiyor, ANAP’lı kadrolara muhtaç oldular” dedirtir mi?
İşte Türkiye’de aşılması gereken zihniyet bu. AKP iktidarı üzerine böyle bir gölgenin düşmesini istemez elbette ki, ancak Başbakanlığın kaç kat olduğunu bilmeyen, merdivenlerinden ömründe bir kez bile çıkmamış bir üniversite profesörü ile devlet bürokrasinin beyni olan Başbakanlık müsteşarlığı yürütülür mü?
Keçeciler’in, “Biz olsak, Başbakanlığı Çankaya karşısında bu kadar ezdirmezdik” sözünü bu açıdan okumakta fayda var. Peki Keçeciler’in şu sözlerini yabana atmak mümkün mü?
“Biz ihtilalin lideri Kenan Evren’e Genelkurmay başkanını emekliye sevk eden kararnameyi imzalattık” nasıl yaptılar bunu? İşte Keçeciler’in yanıtı: ”Biz devleti biliyorduk.”
Başbakan Erdoğan’ın, Antalya kampındaki konuşmasını izlerken, Turgut Özal çağrışımları yaptı. 1987 referandumu ile eski siyasetçilerin yasakları kalkmış, Demirel, Ecevit, Erbakan, Türkeş partilerinin başına geçmişti. Özal, yasaklar referandumundan başlayarak tüm stratejisini eskilerle mücadele üzerine kurmuştu.
Önce bir noktanın altını çizmekte yarar var. O dönemdeki eski siyasiler, ihtilal mağduru ve demokrasi yasaklısıydılar. Şimdiki eski siyasetçiler, 3 Kasım buldozerinin altında kalmış siyasetçiler.
Başbakan Erdoğan’ın eski siyasetçilere kılıç çektiğini gösteren bazı satırları aktarmak istiyorum. “Çamurun üstüne oturmam deyip, üstü başı çamur olanlar.” Bunun muhatabı Mesut Yılmaz. Hatırlanacağı gibi Yılmaz, ANAYOL’un başbakanı olduğu dönemde DYP lideri Çiller hakkındaki TEDAŞ, TOFAŞ önergeleri üzerine bu açıklamayı yapmıştı. Şimdi herkesi toplayacağını belirten Yılmaz,o dönem bu sözüyle ANAYOL’a noktayı koymuştu.
Erdoğan’ın, ”Onların bizi çekmek istediği minderde asla güreşmeyeceğiz” sözlerinin adresini Demirel olarak okumak mümkün. “Cumhurbaşkanını halk seçsin diyenler kendileri niye Cumhurbaşkanı olarak halk tarafından seçilmediler” sözü ise doğrudan Demirel’e yöneltilmiş bir eleştiri.
AKP’nin Antalya Kampı erken seçim beklentisi içinde olanlar açısından, ”seçim tarihinin açıklanacağı” toplantı olarak görülüyordu. Tam tersi oldu. Erdoğan erken seçim beklentilerine son noktayı koydu. Bir kez daha seçimlerin 5 yılda yapılacağını açıkladı. Ancak şu işareti verdi. En azından bir süre eski siyasetçileri ve cephe oluşumcularını hedef alacak. Seçim stratejisi ise tespit edilmiş gözüküyor. AKP bu seçimlerde siyasi istikrara oynayacak. Erdoğan’ın konuşmasında bunun işaretleri mevcuttu.
“Erdoğan’ı dinlerken Özal’ı hatırladım” sözünü biraz daha açmak istiyorum. Özal, yasaklar kalkıp eski siyasetçiler emanetçilerini kaldırıp, partilerinin başına geçince, eskilerin zaman tunelinde kaldığını, uzlaşma kültüründen haberi olmayan eskilerin siyasete kavga ve ve gerginliği getireceğini savundu. Özal dışa açık bir lider, ANAP reformcu bir parti havasındaydı. Türkiye’ye çağ atlatmış, çok sık kullandığı deyimle Türkiye’de transformasyonu gerçekleştirmiş bir iktidar havasındaydı. Siyasi yasaklar 12 Eylül’ün ürünüydü. Özal’ın yasakların karşısında yer alması, karizmasını çizmişti. Ancak ne zaman ki ANAP yolsuzluklara, Özal hanedana battı, o zaman ne reformculukları, ne Türkiye’ye çağ atlatmaları ne de Özal’ın dünya liderliği kaldı.
O andan itibaren Özal kaybedip, rakipleri kazanmaya başladı. Erdoğan şimdi bu eşikte bulunuyor. Seçmen inandığı sürece peşinden gider. Onu kaybettiği zaman ağzıyla kuş tutsa kimse inanmaz. Bu yüzden Erdoğan’ın rakibi Erdoğan, AKP’nin rakibi ise iktidar....
26.06.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
Aşağılama |
|
Gazete haberlerine bakılacak olursa Saddam’ın aklı fikri muvazaada kalmış. Amerikalılarla paslaşa paslaşa bu kendisinde itiyad ve alışkanlık yapmış. Bundan dolayı direnişin durdurulması ve İran’ın geriletilmesi karşılığında Amerikalılardan yeni bir pazarlık bekliyormuş. Bu suretle sadece kendisini değil Amerikalıları da düştükleri vartadan kurtaracakmış.
Saddam oyunla gerçeği, muvazaa ile vakıayı birbirinden ayıramıyor. Tarık Aziz’in dediği gibi kendisi hayal, belki hayalat aleminde yaşıyor. Hayalle yata kalka hayale kaptırmış kerdisini. Tek adamlık onu gerçeklerden koparmış. Belli ki Saddam gerçeklerden kopuk şizofrenik bir hayat sürüyor. Bu Saddam’ın hali pür melali. Gelelim Amerikalılara. Amerikalılar da belirli alışkanlıklar edinmişler ve bunlardan vazgeçemiyorlar. Aynen Saddam gibi. Bunlardan birisi de işgal ettikleri topraklarda estirdikleri terör ve sistematik işkence ve aşağılama. Kanun hukuk tanımıyorlar. Bu bağlamda, bilindiği gibi, Amerika Birleşik Devletleri’nin bağımsızlık günü olan 4 Temmuz’da (2003) Irak’ın kuzeyindeki Süleymaniye kentinde 100 kişilik bir Amerikan birliği, Kerkük’lü yerel personelin de katılımıyla Türkiye’ye ait özel tim bürosuna baskın düzenledi ve aralarında 11 Türk subayı da bulunmak üzere içerideki personeli gerekçe göstermeksizin gözaltına aldı.
Türk Amerikan ilişkilerinde büyük krize neden olan olay sonrasında, 62 saat süren yoğun bir diplomasi trafiği ardından önce siviller, ardından Türk askerleri serbest bırakıldı, ama son dönemde sık sık vurgu yapılan “Amerika Birleşik Devletleriyle stratejik ortaklık” kavramının içeriği sorgulanmaya başlandı. Çuval geçirme eyleminin rastgele bir olay olmadığı ve bilinçli bir davranış olduğu zamanla anlaşılmıştı. Çuval geçirme eylemi tatile denk getirilirken Türk yetkilileri bir süre Washington’a ulaşamamışlardı. Çuval geçirme eyleminden önce de 1 Mart tezkeresi nedeniyle komutan Tommy Frank’ın Türklere galiz küfürler savurduğu da gazete sutunlarına yasnımıştı.
***
Daha sonra Amerikalılar benzeri birçok uygulamaya imza attılar. İki ay süreyle geçici hükümet başkanlığını da deruhte etmiş olan Irak İslâm Partisi Başkanı Muhsin Abdulhamid daha sonra Amerikalılarla Ocak seçimlerine katılma noktasında ters düşünce apar topar evine baskın düzenlenmiş ve 3 oğluyla birlikte gözaltına alınmıştı. Daha sonra da ‘yanlış bir tasarruf ve yanlış bir anlaşılma oldu’ denilerek Abdulhamid ve çocukları serbest bırakılmıştı.
Irak Müftüsü Abdulkerim Debban’ın tutuklanması da neredeyse Muhsin Abdulhamid’in tutuklanmasının ikinci kopyası. Tikrit’teki evi basıldıktan sonra 3 çocuğuyla birlikte sebep gösterilmeden gözaltına alınmış ve 7 saat burada tutulmuştu. Vahşi bir şekilde kapılar kırılarak eve girilmiş ve Irak Müftüsü Debban ve oğulları tartaklandığı gibi evin eşyalarına da zarar verilmişti. Aynen Muhsin Abdulhamid’e yapıldığı gibi daha sonra kendilerine, “Yanlış anlaşılma oldu ve yanmış bilgilendirme sonucu gözaltına alındınız’ denmiştir. Bağdat’ın Hazra semtinde Muhsin Abdulhamid de gözaltına alındığı sırada askerler kapıyı kırmış ve sağı solu dağıtmış ve camları indirmişlerdi. Muhsin Abdulhamid’in başına da izlal ve aşağılama gerekçesiyle çuval geçirmişlerdi. Muhsin Abdulhamid de gelen tepkiler ve halkın galeyanı üzerine serbest bırakılmıştı.
Bu sefer de NYTimes’in yazdığı gibi, Müftü Debban aynı şekilde halkın galeyanı üzerine serbest bırakılmıştır. Bereket halk ve yöneticiler Müftülerine sahip çıktılar. Tikrit’in bağlı bulunduğu Selahaddin vilayeti yetkilileri baskını kınadıkları gibi memurlar işlerini bırakmışlar ve yerel yöneticiler de müftü serbest kalıncaya kadar işgal güçleriyle teması ve ilişkiyi keseceklerini ilan etmişlerdi. Sıddık Mescidi İmamı Kusai el Tikriti bu münasebetle şu açıklamayı yapmıştır: Bu sünni Müslümanların ve onların şahsında bütün İslâm dünyasının duygularıyla alay etmektir. Biz bugün sadece protesto ediyoruz. Yarın ise yeni bir saldırı halinde belimize patlayıcı kemerler takarak kendimizi Amerikalılarla birlikte havaya uçuracağız...”
***
Müftü’nün salıverilmesinden sonra halk sevinç gösterisiyle bu anı kutlamış ve kurban kesmişler. Müftü yaşadıklarıyla ilgili konuşmaktan kaçınmış. Sadece Amerikalılar kendisine yanlış olarak tutuklandığını söylemişler. Bunlar özrü kabahatinden büyük açıklamalar. Muhsin Abdulhamid ve Irak Müftüsü Debban’ın başlarına çuval geçirilerek gözaltına alınmaları aslında Ebu Garip veya Guantanamo uygulamalarının küçük numuneleri ve misalleri.
Velhasıl, ABD kendisinden nefret ettirmek için elinden geleni yapıyor.
26.06.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|