İstanbul önemli bir kültürel faaliyete ev sahipliği yaptı. Cumartesi günü başlayan ve Pazartesi günü sona eren “1. Uluslararası Eminönü Sempozyumu”nda Eminönü başta olmak üzere İstanbul’daki ‘kültürel eserleri ve geleceği’ masaya yatırıldı.
İstanbul Ticaret Odası’nda gerçekleştirilen oturumlara katılan yerli ve yabancı uzmanlar, ortak bir noktada buluştu: Eminönü, sahip olduğu tarihî eserleriyle ön plana çıkmalı ve tarihî eserlerin tahribi bir şekilde önlenmelidir. Sempozyumun açılışında konuşan Başbakan Erdoğan da bu mealde masajlar verdi.
Sempozyum çerçevesinde Topkapı Sarayı avlusunda bir de resepsiyon verildi. Resepsiyonda, ünlü piyanist ve besteci Tuluyhan Uğurlu, İstanbul için bestelediği ‘’Dünya Başkenti İstanbul’’ adlı eserini başta olmak üzere başka bir iki eserini de seslendirdi. Tuluyhan Uğurlu, ‘sorgulayan’ bir sanatçı. Kendisiyle yapılan bir röportaj daha önce gazetemizde de yayınlanmıştı. Uğurlu, başka pek çok röportajında da ‘sorgulayan’ kimliğini ön plana çıkartıyor. Meselâ, Retina Dergisinin, (sayı: 14, Kasım-Aralık-Ocak 2003-2004) soruları üzerine şunları söylemişti:
“Ben kimim ve neyim? Nereden geldim ve nereye gidiyorum? Şu anda neredeyim? Bunların sorgusu olduğu zaman ayaklarına sağlam basacağın yerler arıyorsun. Yöresel olmayan hiçbir şey kâinatsal olamıyor. (...) Meselâ Türkiye’de herkes ‘dünya insanı.’ Yok böyle bir şey. Dünya insanı olduğunu iddia eden insana soruyorum; inanç konusunda sıfır. Tarih soruyorum, yok. Felsefe soruyorum yok. ‘Ayasofya’nın mimarı kim?’ diyorum yok. ‘Mimar Sinan’ın beş eserini say’ diyorum, iki tanesini sayıyor, üç tanesi yok. Bu adam nasıl dünya adamı olabilir? Amerika’da kuzeni olduğu için mi? Hayır.” (Yeni Asya, 31 Aralık 2003)
Uğurlu, Topkapı Sarayı avlusundaki konserinde de (konser eşliğinde sunulan film karelerinde) benzer mesajları tekrarladı. Konserini, bazılarında ‘sürpriz’ kabul edilebilecek görsel bilgilerle destekledi. “Mimar Sinan”ın anlatıldığı bölümde, “Koca Mimar, İstanbul’daki havaalanına ve köprülerden birine kendi adını vermeyenlere kızgın” anlamında bir ifade yer aldı. Dağa taşa birbirinin kopyası isimleri verenler, her halde bu çağrıyı duymuştur. Gerçekten de İstanbul’un silüetinin oluşmasına emek veren Koca Sinan, bu vefaya lâyık değil midir?
Benzer toplantılarda karşılaşılan ve alışık olduğumuz bir durumla, sarayda da karşılaştık. Konser başlamak üzereyken akşam ezanı okundu. Hemen namaz kılacak ‘müsait’ bir yer aradık. İmdadımıza emekli tarih öğretmeni ve ‘İstanbul aşığı’ Süleyman Zeki Bağlan Bey yetişti. Meğer, sarayın girişinde, sağ tarafta ‘namazgâh’ varmış. Hemen oraya gittik ve yere serilmiş temiz bir ‘masa örtüsü’ üzerinde cemaatle namazımızı kıldık.
Tuluyhan Uğurlu’nun konserinin ardından ünlü modacı Faruk Saraç imzalı, 700 parçalık padişah giysilerinin sunulduğu ‘’Padişahın Esvabı’’ defilesi yapıldı. Mankenler, orijinallerine uygun olarak hazırlanan padişah, valide sultan ve şehzade kostümlerini sergiledi ve dâvetlilerden hak ettikleri alkışları da aldılar.
Tenkid edilebilecek yönleri olsa da, defile sunulurken yapılan ‘sözlü açıklamalar’ umumiyetle ‘tarihî gerçekler’e uyuyordu. Meselâ, Sultan Vahdeddin’in anlatıldığı bölümde, “Eyvah! Şimdi ‘film’ kopacak” diye korktuk, ama “Sultan Vahdettin, vatanı sattı ve kaçtı” denilmedi. Osmanlı anlatılırken, tarihî gerçeklere sadık kalınması dâvetlileri de memnun etti.
Sahip olduğumuz maddî ve manevî değerlerin ihmali konusunda söylenecek çok şey var, ama nasipse başka zamana...
21.06.2006
E-Posta:
[email protected]
|