|
|
ÂYET-İ KERİME MEÂLİ
“Ey Rabbimiz, onlara iki kat azap ver ve pek büyük bir lânetle onları rahmetinden uzaklaştır.”
Ahzâb Sûresi: 68
|
21.06.2006
|
|
HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ
İyi işler tavsiye eden kimsenin kendisi de iyi işler yapsın.
Câmiü’s-Sağir, c. 3, No: 3600
|
21.06.2006
|
|
Harama bakmak unutkanlık verir
Risâle-i Nur talebelerinden bir genç hâfız, pek çok adamların dedikleri gibi dedi: "Bende unutkanlık hastalığı tezayüd ediyor, ne yapayım?"
Ben de dedim:
Mümkün oldukça nâmahreme nazar etme. Çünkü rivayet var. İmam-ı Şâfiî'nin (ra) dediği gibi, “Haram-ı nazar, nisyan verir.”
Evet, ehl-i İslâmda, nazar-ı haram ziyadeleştikçe, hevesat-ı nefsaniye heyecana gelip, vücudunda su-i istimalâtla israfa girer. Haftada birkaç defa gusle mecbur olur. Ondan, tıbben kuvve-i hâfızasına zaaf gelir.
Evet, bu asırda açık saçıklık yüzünden, hususan bu memalik-i harrede o su-i nazardan su-i istimalât, umumî bir unutkanlık hastalığını netice vermeye başlıyor. Herkes, cüz'î, küllî o şekvâdadır. İşte, bu umumî hastalığın tezayüdüyle, hadîs-i şerifin verdiği müthiş bir haberin tevili ucunda görünüyor. Ferman etmiş ki: "Âhirzamanda, hâfızların göğsünden Kur'ân nez' ediliyor, çıkıyor, unutuluyor." (Süyûtî, el-Havî Li'l-Fetevâ, 2:253) Demek bu hastalık dehşetlenecek, hıfz-ı Kur'ân'a bu sû-i nazarla bazılarda set çekilecek; o hadisin tevilini gösterecek. Lâ ya’lemü’l-gaybe illâllah (Gaybı Allah’tan başka kimse bilmez).
Kastamonu Lâhikası, s. 96
***
Tarihçe-i hayatımı bilenlere mâlûmdur; elli beş sene evvel, ben yirmi yaşlarında iken, Bitlis’te merhum vali Ömer Paşa hânesinde, iki sene, onun ısrârıyla ve ilme ziyâde hürmetiyle kaldım. Onun altı adet kızları vardı: üçü küçük, üçü büyük. Ben, üç büyükleri, iki sene beraber bir hânede kaldığımız halde, birbirinden tefrik edip tanımıyordum. O derece dikkat etmiyordum ki, bileyim. Hattâ bir âlim misâfirim yanıma geldi, iki günde onları birbirinden fark etti, tanıdı. Herkes bendeki hale hayret ederek, bana sordular:
“Neden bakmıyorsun?”
Derdim:
“İlmin izzetini muhâfaza etmek, beni baktırmıyor.”
Hem, kırk sene evvel, İstanbul’da Kâğıthâne şenliğinin yevm-i mahsûsunda, köprüden tâ Kâğıthâne’ye kadar Haliç’in iki tarafında binler açık saçık Rum ve Ermeni ve İstanbullu karı ve kızlar dizildikleri sırada, ben ve merhum mebus Molla Seyyid Tâhâ ve mebus Hacı İlyas ile beraber bir kayığa bindik; o kadınların yanlarından geçiyorduk. Benim hiç haberim yoktu. Halbuki, Molla Tâhâ ve Hacı İlyas, beni tecrübeye karar verdikleri ve nöbetle beni tarassud ettiklerini bir saat seyahat sonunda îtiraf edip, dediler:
“Senin bu haline hayret ettik, hiç bakmadın.”
Dedim:
“Lüzûmsuz, geçici, günahlı zevklerin âkıbeti elemler, teessüfler olmasından istemiyorum.”
Tarihçe-i Hayat, s. 448
|
21.06.2006
|
|
Müstehcenlik ve şefkat-i cinsiye
“Kuvve-i şeheviyesi haddi aşarsa hevâ-i nefse tâbi olur, kalbinden şefkat-i cinsiye zail olur, kendisi berbad olacağı gibi başkalarını da
berbad edecektir.”
(İşârâtü’l-İ’câz, s. 216)
Bediüzzaman Hazretleri hakikat ilminin sesidir. Her meseleye hakikat noktasında bakar. Her hadisenin hakikatini bizlere ders verir. Bu açıdan Risâle-i Nur’un bir benzeri yoktur. Kadın ve aile hayatına da bu açıdan bakmıştır. Risâle-i Nurdaki anahtar kelimeler bir araya getirilerek meselelere bakıldığı zaman harika hakikatler ve önemli sonuçlar çıkmaktadır.
Şefkat-i nev’iye ve şefkat-i cinsiye kelimeleri de bunlardan ikisidir. Risâle-i Nur’un bir esası şefkat olmasından Bediüzzaman, insan nev’ine “şefkat-i nev’iye” noktasından; kadına da “şefkat-i cinsiye” noktasından yaklaşmıştır. Bu iki kavramın Risâle-i Nur’da önemli yeri vardır. Önemine göre de ortaya koyduğu mühim hakikatleri bulunmaktadır.
Biz bu makalemizde Bediüzzaman’ın hemcinsi olan kadına “şefkat-i cinsiye” perspektifinden yaklaşımını esas alarak şefkat kahramanı dediği hanımların hürmetlerini nasıl koruduğunu göstermeye çalışacağız. Risâle-i Nur eserleri bu konuda yeni bir paradigma ortaya koymuştur. Tarih boyunca kadını ikinci sınıfa koyan geleneksel yaklaşım ile kadın haklarını koruyacağız diyerek kadını annelik mertebesinden çıkararak “âlet-i hevesât” ve “nefsin esîri” haline getiren modern yaklaşım arasında dengeyi koruyarak hakikati ve istikametli orta yolu göstermiştir.
Said Nursî Hazretleri önce lise mektebinde okuyan talebelerin durumunu nazara verir.
“Bir zaman, Eskişehir hapishanesinin penceresinde bir cumhuriyet bayramında oturmuştum. Karşısındaki lise mektebinin büyük kızları, onun avlusunda gülerek raksediyorlardı. Birden manevî bir sinema ile elli sene sonraki vaziyetleri bana göründü. Ve gördüm ki: O elli-altmış kızlardan ve talebelerden kırk-ellisi kabirde toprak oluyorlar, azab çekiyorlar. Ve on tanesi, yetmiş-seksen yaşında çirkinleşmiş, gençliğinde iffetini muhafaza etmediğinden sevmek beklediği nazarlardan nefret görüyorlar. Kat’î müşahede ettim. Onların o acınacak hallerine ağladım. Hapishanedeki bir kısım arkadaşlar ağladığımı işittiler. Geldiler, sordular. Ben dedim: ‘Şimdi beni kendi halime bırakınız, gidiniz.’
“Evet, gördüğüm hakikattır, hayal değil. Nasıl ki bu yaz ve güzün âhiri kıştır. Öyle de, gençlik yazı ve ihtiyarlık güzünün arkası kabir ve berzah kışıdır. Geçmiş zamanın elli sene evvelki hâdisâtı sinema ile hâl-i hazırda gösterildiği gibi, gelecek zamanın elli sene sonraki istikbal hâdisatını gösteren bir sinema bulunsa, ehl-i dalâlet ve sefahetin elli-altmış sene sonraki vaziyetleri onlara gösterilse idi, şimdiki güldüklerine ve gayr-ı meşrû keyiflerine nefretler ve teellümlerle ağlayacaklardı.”1
Yukarıdaki ifadeler Bediüzzaman’ın genç kızlara bakış açısını yansıtan ifadeleridir. Bu ifadelerde mükemmel bir yaklaşım ve hakikati ortaya koyma vardır. Yaşanan hayat bundan başkası değildir. Bediüzzaman’ın fıtratında “rikkat-ı cinsiye ile acımak hissi ziyade bulunduğundan, kendi eleminden başka binler kardeşlerinin elemlerini de o şefkat sırrıyla çektiğinden”2 gelecekte o gençlerin başlarına gelecek olan sıkıntılarını kendi nefsinde hissederek ağlamaktadır.
Gençlerin dünya ve ahiret saadetini her zaman isteyen ve onların saadet-i hayatiyeleri için kendi saadet-i dünyeviye ve uhreviyesinden fedakârlık eden Bediüzzaman hayatın lezzetini ve saadetini imanda gördüğü için şöyle der: “Hayatın lezzetini ve zevkini isterseniz hayatınızı iman ile hayatlandırınız, feraizle zinetlendiriniz ve günahlardan çekinmekle muhafaza ediniz.”3
Geleceğin teminatı ve yarının büyükleri olan gençlerin ancak “Ahirete iman” ile aklını başına alarak kendisine, ailesine ve topluma faydalı olabileceğini ifade eden Bediüzzaman şöyle der: “Nev’-i insanın üçten birisini teşkil eden gençler, hevesâtları galeyanda, hissiyata mağlub, cür’etkâr akıllarını her vakit başına almayan o gençler, âhiret imanını kaybetseler ve Cehennem azabını tahattur etmezlerse; hayat-ı içtimaiyede ehl-i namusun malı ve ırzı ve zaîf ve ihtiyarların rahatı ve haysiyeti tehlikede kalır. Bazı bir dakika lezzeti için bir mes’ud hanenin saadetini mahveder ve bu gibi hapiste dört-beş sene azab çeker, canavar bir hayvan hükmüne geçer. Eğer iman-ı âhiret onun imdadına gelse, çabuk aklını başına alır. ‘Gerçi hükûmet hafiyeleri beni görmüyorlar ve ben onlardan saklanabilirim, fakat Cehennem gibi bir zindanı bulunan bir Padişah-ı Zülcelal’in melaikeleri beni görüyorlar ve fenalıklarımı kaydediyorlar. Ben başıboş değilim ve vazifedar bir yolcuyum. Ben de onlar gibi ihtiyar ve zaîf olacağım’ diye birden, zulmen tecavüz etmek istediği adamlara karşı bir şefkat, bir hürmet hissetmeye başlar.”4
İşte bu imandan kaynaklanan “şefkat-i cinsiye”dir. Bediüzzaman “fıtratında rikkat-ı cinsiye ile acımak hissi ziyade bulunduğundan, kendi elemimden başka binler kardeşlerinin elemlerini de o şefkat sırrıyla çektiğinden”5 onlara gerçekten şefkatle bakmaktadır. O bu konuda şöyle der: “Çünkü oğlum yoktur ki yalnız oğlumu düşüneyim. Bendeki fıtrî olan bu ziyade acımaklık ve şefkat, binler Müslüman evlâtlarının, hattâ masum hayvanların teellümlerine karşı dahi bir rikkat, bir elem, o sırr-ı şefkat ile hissediyordum. Hususî bir hanem yoktur ki fikrimi yalnız ona hasredeyim; belki bu memleket ile ve belki âlem-i İslâmın kıt’asıyla hanem gibi, hamiyet-i İslâmiye noktasında alâkadarım. Ve o iki büyük hanedeki dindaşlarımın elemleriyle müteellim ve firaklarıyla mahzun oluyorum!”6 demektedir.
Kur’ân-ı Kerim, fasıklardan ve yeryüzündeki fısk ve sefahatten çokça şikâyet etmektedir. Fasıkların fısklarının neticesi olarak dalâlete düşeceklerini belirtir.7 Allah’ın kâinata koyduğu nizam ve intizamı görmeyen ve görmek istemeyen fasıklar kendi hevâ ve hevesleri uğruna nizam ve intizamı tesadüf ve başıboşluğa vererek istedikleri gibi hareket etmeye kendi nefislerini ikna ediyorlar. Bundan da bozgunculuk anlamında fısk ortaya çıkmaktadır.
Yüce Allah koyduğu kanunlar ile kâinatta ve yeryüzünde hikmet ve inayet ipleri ile nurânî bağlar ile insan ruhunda pek çok istidat ve kabiliyetlerin tohumlarını ekmiştir. O istidat ve kabiliyetlerin terbiyesini ve neticede meyve vermesini, insanın cüz’î ihtiyarının eline vermiştir. O cüz-i ihtiyarın yularını da dinin, şeriatın ve naklî delillerin eline vermiştir. Dolayısıyla Allah’ın emirlerini dinlemeyerek yasaklarından da çekinmeyen, ahdini bozmuş olur. İslâm fıtratı üzere yaratılan insan, fıtraten Allah’ın verdiği kabiliyet ve istidatları veriliş amacına uygun, Allah’ın dilediği ve Resulünün sünneti ile gösterdiği şekilde kullanmak ile Allah’a verdiği ahdini ifa etmiş olur. Ahdini bozması ise istidat ve kabiliyetlerini lâyık ve münasip olmayan yerlerde kullanarak zayi etmekledir.
İnsanın dünyadaki asıl vazifesi Allah’ın insana sermaye olarak vermiş olduğu kabiliyet ve istidatlarını inkişaf ettirmektir.8 Bu noktada Kur’ân’ın insana yaklaşımı ile günümüz pedagojisinin yaklaşımı ve eğitim metodu örtüşmektedir. İlim adamlarının asırların ilmî birikim ve tecrübelerini konuşturarak ulaştığı sonuç, aslında bin beş yüz sene önce Kur’ân’ın ortaya koyduğu bireylerin kabiliyetlerini veriliş amacına uygun inkişaf ettirme prensibini ilmi olarak kabul etmek anlamına gelmektedir.
İnsan, Allah’ın verdiği kabiliyetleri veriliş amacına uygun kullanmamak veya yanlış kullanmak ile yeryüzünde fesat çıkarmış olur. İnsandaki şefkat duygusu da bunlardan birisidir. İnsanın temelde üç duygusu vardır. Bunlar akıl, öfke ve şehvet duygularıdır. İnsan fısk ile bu üç duygusunu yanlış kullanarak Allah’ın insan fıtratına ve yeryüzüne koyduğu bağları keser, kanunları ve kuralları bozar. Bundan zulüm ve fısk ortaya çıkar.
Bediüzzaman’ın yaklaşımı ile “Evet, fâsık olan kimsenin kuvve-i akliye ve fikriyesi itidali kaybedip safsatalara düşerse, itikadata ait rabıtaları kesmekle, hayat-ı ebediyesini yırtar atar. Ve keza kuvve-i gazabiyesi hadd-i vasatı tecavüz ederse, hayat-ı içtimaiyenin hem yüzünü, hem astarını yırtar, altüst eder. Ve keza kuvve-i şeheviyesi haddi aşarsa heva-i nefse tâbi olur, kalbinden şefkat-i cinsiye zâil olur, kendisi berbad olacağı gibi başkalarını da berbad edecektir.”9
Bu ifadelerde görüleceği gibi insanda hemcinsine karşı şefkat duygusunun kaynağı “kuvve-i şeheviye”nin vasat mertebesi olan “iffet” duygusudur. Kuvve-i şeheviye haddi aşarsa hevâ-i nefse tabi olur ve bakış açısı değişir. Hemcinsi olan kadınlara karşı şefkat duygusu ile değil, şehvet duygusu ile bakmaya başlar. “Şefkat-i cinsiye” dediğimiz karşı cinse karşı şefkat duygusu ile bakmak ve onlara yardımcı olmak ve acımak yerine menfaatini takip etmek ve şehvetini tatmin etmek duygusu ön plana çıkar. Bu durumdaki bir insanın istidatları inkişaf edeceği yerde kokmaya ve kokuşmaya başlar. Bu durumda kendisi berbat olacağı gibi başkalarının saadetini de mahveder. Hem kendisi zarar eder hem de ailelere ve topluma büyük zararlar verir. İşte böyle bir insan Kur’ân’ın ifadesi ile “hüsrana uğrayanların ta kendisidir.”10
Günümüzde müstehcen neşriyatın insanların kalplerini ne derece ifsat ettiği malûmdur. İmandan kaynaklanan şefkat, iffet duygusu ile donanmış şefkattir. Bediüzzaman’ın “şefkat-i cinsiye” dediği budur. Kadını cinsel bir obje olarak gören ve şehvet nazarı ile kadına bakan bir yaklaşım nerede? Kadına şefkat duygusu ile yaklaşan imanlı bir bakış açısı nerede?
Kadınların mutluluğu ve cemiyetin emniyet ve güveni için neye ihtiyacımız olduğuna da okuyucularımız karar versinler…
Dipnotlar:
1- Şuâlar, 181; 2- Lem’alar, 310; 3- Sözler, 134; 4- Şuâlar, 203; 5- Lem’alar, 310; 6- Lem’alar, 310; 7- Bakara, 2:26–27; 8- İşârâtü’l-İ’câz, 18; 9- İşârâtü’l-İ’câz, 215–216; 10- Bakara, 2:27.
|
M. Ali KAYA
21.06.2006
|
|
Evrâd-ı Kudsiye'den
54. Mutlak hâkim, kusur ve noksan sıfatlardan uzak olan Allah’ı tesbih ederiz.
55. Mülk ve melekûtun sahibi olan Allah’ı her türlü noksan sıfatlardan tenzih ederiz.
56. İzzet, azamet, heybet, kudret, büyüklük, yücelik, güzellik, mükemmellik, sonsuzluk, saltanat ve hâkimiyet sahibi olan Allah’ı tenzih ederiz.
57. Mutlak hâkim, ebedî hayat sahibi, uyumayan, ölmeyen, ebedî, bâkî, sonsuz, bütün mahlûkatın Kendisini tesbih ettiği, her türlü noksandan uzak; bizim, meleklerin ve Ruh denilen Cebrâil’in Rabbi olan Allah’ı tenzih ederiz.
58. Allah’ım bize ilmini öğret, isim ve sıfatların hakkında bize anlayış ver, bize yardımının zırhını kuşandır.
59. Allah’ım, bizi Sana şükreden, Seni zikreden, Sana doğru kaçan, Sana itaat eden, Sana tevâzuyla boyun eğen, Sana kusurunu bilerek yalvaran ve Sana tevbe eden kimseler eyle.
60. Allah’ım, tevbemizi kabul eyle, ruhumuzu yıka, temizle, sözlerimizi doğrult, göğsümüzdeki kinleri gider, kalblerimizden intikam, kin ve düşmanlığı temizle.
|
21.06.2006
|
|
Zübeyir Gündüzalp'in Kaleminden
Öfke zamanında merhamet etmek
Erler, hizmet ve dâvâ arkadaşlarını kendilere tercih etmekle muvaffakiyete berdevam olmuşlardır.
Kötülük düşünen, kötü kimsenin gönlünü iltifatla kap.
Öfke zamanında hürmet ve merhamet ne güzel şeydir.
Din ve dâvâ kardeşlerinden gelen acı tatlıdır; hakaret takdir; tokat, şefkattir; tükrük misk-ü amberdir. Bu da Nur-u Kur’ân hizmetkârlığının şiarı ve şe’nidir.
Dünyada mağrur olan kimse, din yolunda selâmetli gidemez. Kendini gören kişi hakkı göremez.
|
21.06.2006
|
|
Cengiz ve Hülâgû fitnelerini haber vermesi
Hem, nakl-i sahih-i kati ile, ferman etmiş:
“Yaklaşmakta olan bir şerden vay Arapların haline!” deyip, Cengiz ve Hülâgû’nun dehşetli fitnelerini ve Arap devlet-i Abbasiyesini mahvedeceklerini haber vermiş. Haber verdiği gibi çıkmış.
Hem, nakl-i sahih-i kati ile, Sa’d ibni Ebî Vakkas gayet ağır hasta iken ona ferman etmiş:
“Ola ki sen daha çok yaşayasın; tâ ki, bir kısım milletler senden faydalanır, bir kısmı da zarar görürler...” deyip, ileride büyük bir kumandan olacağını, çok fütuhat yapacağını, çok milletler ve kavimler ondan menfaat görüp, yani İslâm olup ve çoklar zarar görecek, yani devletleri onun eliyle harap olacağını haber vermiş. Haber verdiği gibi çıkmış. Hazret-i Sa’d, ordu-yu İslâm başına geçti, devlet-i İraniyeyi zir ü zeber etti, çok kavimlerin daire-i İslâma ve hidayete girmelerine sebep oldu.
Mektubat, s. 104
|
21.06.2006
|
|
BİR KISSA, BİN HİSSE
Ata el-Erzak kendi halinde Allah dostlarından biriydi. Bir gün hanımı evde unun bittiğini söyledi. Evde iki dirhemden başka para yoktu. Ata Hazretleri o iki dirhemi aldı ve çarşıya un almaya gitti.
Çarşıya varınca orada bir kuytu yerde birisinin ağlamakta olduğunu gördü. Biraz yaklaşınca, onun bir köle olduğunu fark etti. Ona:
“Neden ağlıyorsun?” dedi.
Köle, hıçkırıklar arasında:
“Efendim bana iki dirhem verdi ve çarşıya falan şeyi almaya gönderdi. Fakat ben çarşıya gelirken paramı kaybettim. Bu sebeple efendimin beni dövmesinden korkuyorum” dedi.
Hazret-i Ata elindeki iki dirhemi köleye verdi. Köle bir kuş gibi sevinerek oradan ayrıldı. Kendisi de camie giderek akşama kadar ibadet etti.
Akşam camiden çıkıp bir marangoz dostunun dükkânına uğradı. Selâm verdi, hal hatır sordu. Orada bir çuval talaş birikmişti. Ayrılırken marangoz dostu:
“Şu talaşı al, götür. Yakarsın” dedi.
Hazret çuvalı aldı, eve götürdü. Hanımına bir şey söylemeden de yatsı namazı için tekrar camiye gitti.
Namazdan dönünce evde ekmek pişirildiğini görünce şaşırıp, hanımına:
“Bu un nereden geldi?” diye sordu.
Hanımı:
“Şaka yapma. Getirdiğin undur. Çok güzel un almışsın. Bundan sonra hep aynı yerden al” dedi.
Hazret-i Ata tebessüm etti:
“İnşallah hep öyle yapayım” dedi.
(Veliler ve Kerâmetleri, 3/468)
|
Süleyman KÖSMENE
21.06.2006
|
|
|
|