23 Mart 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR Mobil İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Ahmet ÖZDEMİR

Bediüzzaman mânen yaşıyor


A+ | A-

Bediüzzaman Said Nursî’nin hayatından pencereler

Bediüzzaman Said Nursî’nin vefatının 50. yılındayız. Aramızdan maddeten 50 yıl önce ayrılmıştı, ama mânen yaşamaya devam etmektedir. Çünkü o, “Mevtim hayatımdan ziyade dine hizmet edecek” demişti. Şimdi Risâle-i Nurlar elden ele, dilden dile yayılmaktadır.

Risâle-i Nur Enstitüsü tarafından geçtiğimiz yıllarda Bediüzzaman’ın vefat tarihi olan 23 Mart tarihini içine alan hafta “Bediüzzaman Haftası” olarak kutlanmaya başladı. Bu haftada her yıl ayrı bir konu başlığı Bediüzzaman’ın görüşleri ışığında çeşitli faaliyetlerle ülke çapında ele alınmaktadır. Bu yıl işlenecek ana başlık “Çağımız sorunlarına çözüm arayışları ve Said Nursî modeli”dir. Mart ayına baktığımızda bununla ilgili pek çok olay tevafuk etmiştir. Bediüzzaman’ın hayatından dünyaya açılan pencereler pek çoktur. Bazılarını hatırlamaya çalışalım:

Bediüzzaman, doğuda “Hayatımın gayesi” dediği Medresetü’z-Zehra’nın açılması için padişahla görüşmek maksadıyla 1908 yılının Şubat-Mart aylarında İstanbul’a geldi. Van’da bir gün Tahir Paşa, “Şark ulemasını ilzam ediyorsun, fakat İstanbul’a gidip o denizdeki büyük balıklara da meydan okuyabilecek misin?” demişti. İstanbul’a gelir gelmez âlimleri münazaraya dâvet etti. Bunun üzerine İstanbul’daki ünlü âlimler, grup grup ziyaretine gelip sorular soruyorlar ve o hepsinin de cevaplarını doğru olarak veriyordu. Bundan amacı, Doğu Anadolu’daki ilim ve irfan faaliyetine nazar-ı dikkati çekmekti. Yoksa Molla Said, katiyen hodfüruşluğu, övünmeyi sevmezdi. Her türlü gösterişten uzak olarak hareket ederdi. Yapmacık hareketlerden kesinlikle hoşlanmazdı. İstanbul’daki ikametgâhının kapısına şöyle bir levha astırmıştı:

“Burada her müşkül halledilir, her suale cevap verilir; fakat sual sorulmaz.”

Genç yaşında böyle istisnasız bütün sorulara cevap vermesi, gayet ikna edici, beliğ ifade, harika hâl ve tavırlarıyla ilim adamlarını hayranlıkla takdire sevk ediyordu. Onu “Bediüzzaman” ünvanına hakkıyla lâyık görüyorlar ve bu fevkalâde zatı, bir “nadire-i hilkat” olarak tavsif ediyorlardı. Hatta bu zamanlarda, Mısır Camiü’l-Ezher Üniversitesi rektörlerinden Şeyh Bahîd Efendi İstanbul’a bir seyahat için geldiğinde, Şark’ın sarp, yalçın kayaları arasından gelen Said Nursî’yi ilzam edemeyen İstanbul âlimleri, ondan bu genç hocanın ilzam edilmesini isterler. Şeyh Bahîd de bu teklifi kabul ederek, bir münazara zemini arar. Bir namaz vakti, Ayasofya Camii’nden çıkıp çayhaneye oturulduğunda, Şeyh Bahîd Efendi, yanında âlimler hazır bulunduğu sırada Bediüzzaman’a, “Avrupa ve Osmanlılar hakkında ne diyorsunuz, fikriniz nedir?” diye sorar.

Bahîd Efendi, Bediüzzaman’ın geleceğe ait kavrama gücünü ve dünya siyasetini anlamak istiyordu. Bediüzzaman’ın verdiği cevap gayet kısa ve muhteşemdir:

“Avrupa, bir İslâm devletine hamiledir, günün birinde onu doğuracak; Osmanlılar da Avrupa ile hamiledir, o da onu doğuracak.”

Bu cevap karşısında Şeyh Bahîd, “Bu gençle münazara edilmez; ben de aynı kanaatteyim. Fakat bu kadar vecîz ve beliğane bir tarzda ifade etmek, ancak Bediüzzaman’a hastır” demiştir.

Nitekim Bediüzzaman’ın dediği gibi, haberlerin iki kutbu da gerçekleşmiştir. Bir iki sene sonra şeâir-i İslâmiyeye muhalif çok yabancı âdetleri alan ve yerleştiren Türkiye ile Avrupa’da Kur’ân’a ve İslâmiyete karşı gösterilen güzel ilgi ve özellikle bahtiyar Alman milletinde gruplar hâlinde İslamiyeti kabul etmek gibi olaylar, o ihbarı tamamıyla doğrulamıştır.1

Bediüzzaman’ın seyahatleri

Bediüzzaman 31 Mart olayından sonra İstanbul’da fazla kalmaz2, Van’a gitmek üzere İstanbul’dan ayrılır (Mart 1910). Batum yoluyla Van’a giderken Tiflis’e uğrar. Tiflis’te, Şeyh San’an Tepesine çıkar. Dikkatle etrafı seyrederken, yanına bir Rus polisi yaklaşır, “Niye böyle dikkat ediyorsun?” diye sorar. Bediüzzaman, “Medresemin plânını yapıyorum” der. Polis merakla, “Nerelisin?” diye sorar. Bediüzzaman, Bitlisli olduğunu söyler. Rus Polisi şaşkınlıkla buranın “Tiflis” olduğunu belirtir.

Bediüzzaman gayet rahat bir şekilde “Bitlis Tiflis birbirinin kardeşidir” der.3 Rus Polisi bu cevaptan bir şey anlamamış olmalı ki, “Ne demek?” diye sözüne açıklık getirmesini ister. Bediüzzaman o karanlık günlerde geleceğe ait müjdeler yüklü şu sözlerle cevap verir:

“Asya’da, Âlem-i İslâm’da, üç nur birbiri arkasında inkişafa başlıyor. Sizde, birbiri üstünde üç zulmet inkişafa başlayacak. Şu perde-i müstebidâne yırtılacak, takallüs edecek, bende gelip burada medresemi yapacağım.”

Rus Polisi şaşkınlığını kelimelere döker: “Heyhat!.. Şaşarım senin ümidine!” Bediüzzaman, polisin bu ifadelerine şaşırmıştır. Aynı netlikte cevap verir:

“Ben de şaşarım senin aklına! Bu kışın devamına ihtimâl verebilir misin? Her kışın bir baharı, her gecenin bir nehârı (gündüz) vardır.”

Rus Polisi bunların gerçekleşmeyeceği düşüncesindedir. Çünkü o tarihlerde İslâm âlemi parça parça olmuştur. Bediüzzaman İslâm âleminin içindeki keşmekeşliği, karışıklığı hayra yormaktadır. Onun hayatında ümitsizliğe hiçbir zaman yer yoktur ve olmamıştır da. Bediüzzaman İslâm ülkelerini sanki eğitim görmek için dağıldıklarını düşünmektedir:

“Tahsile gitmişler. İşte Hindistan, İslam’ın müstaid (istidatlı) bir veledidir; İngiliz mekteb-i idadîsinde çalışıyor. Mısır İslam’ın zekî bir mahdumudur; İngiliz mekteb-i mülkiyesinden ders alıyor. Kafkas ve Türkistan İslâm’ın iki bahadır oğullarıdır; Rus mekteb-i harbiyesinde talim ediyorlar. İlaahir…

“Yahu, şu asilzade evlat, şehadetnamelerini (diploma) aldıktan sonra, her biri bir kıt'a başına geçecek, muhteşem adil pederleri olan İslâmiyetin bayrağını afak-ı kemalatta temevvüc ettirmekle (dalgalandırmakla), kader-i ezelînin nazarında feleğin inadına, nev-i beşerdeki hikmet-i ezeliyenin sırrını ilan edecektir.”4

Bediüzzaman’ın Rus polisine söylediği sözler kısa süre sonra gerçekleşmeye başlar. Parça parça olan İslâm âlemi toparlanma sürecine girer. Birer birer bağımsızlıklarına kavuşurlar.

Dipnotlar:

1- Tarihçe-i Hayat, s. 83-85;

2- Bediüzzaman’ın İstanbul hayatı önemli yere sahiptir. Bu konuda geniş bilgi için bkz: A. Menek, Bediüzzaman Said Nursî, İstanbul Hayatı, Y.A.Neş.

3- Enteresandır ki, yıllar sonra Bediüzzaman Said Nursî’nin verdiği bu müjdeler gerçekleşmiştir. Şimdi Bitlis ve Tiflis belediyeleri aralarında anlaşarak karşılıklı kardeş şehir ilân etmişlerdir. Aynı zamanda burada Nur medresesi de bulunmaktadır.

-DEVAM EDECEK-




Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

23.03.2010

E-Posta: [email protected]



Osman ZENGİN

Yarım asırdır bilinmeyen mezar


A+ | A-

“Yıkılmış bir mezarım ki, yığılmıştır içinde

Saîd’den yetmiş dokuz emvat, baâsam alâma

Sekseninci olmuştur mezara bir mezar taş

Beraber ağlıyor hüsran-ı İslâma.”

Daha hayatta iken; mezarının yıkılacağını, vefat edeceği tarihi söylemek (milâdî 1960 senesine tekabül eden hicri 1379’a “yetmiş dokuz emvat” diyor), sonrasında ise, bu milletin başına gelecek felâketlere (âlem-i İslâma büyük darbe vuran 1960 ihtilâl-i hâinânesi) işaret etmek ve istikbalde, en gür sadanın İslâmın sadası olacağı müjdesini vermek ancak Bediüzzaman’a has bir şeydir.

Evet, o bu asrın dehasıydı. Seksen küsûr senelik ömründe gördüklerini, çektiklerini her halde bugüne kadar ender şahsiyetler görmüştür, çekmiştir.

Milletin imanı için, onların Cehenneme gitmemesi için uğraşmış, didinmiş ve onların imanının selâmette olmasını görmek için, kendisinin Cehennemde yanmasına dahi razı olan bir feda-i fedakârdır. Takipçisi olduğu, Resûlullah (asm) ve Sıddık-ı Ekber (ra) mesleği.

Kur’ân’ın bu asırdaki vazifeli temsilcisi. Yine bu asırdaki menfiyâtın, menhiyâtın temsilcilerinin karşısında bütün benliğiyle durup, o mukaddes değerlere saldıran yerli-yabancı deccallerin, süfyanların karşısına dikilerek o tahribatların karşısındaki tamirci. Yıkıcıların karşısında yapıcı, muhafaza edici.

Yılmamış, yıldıramamışlar. Ona bed muâmeleyi reva görenler, kahrolmuş, mahvolmuş, Cehenneme yuvarlanıp gitmiş. Ama, o cennet âsâ bir baharda gelecek nesl-i âtînin kahraman üstadları olarak, kabrinin, cennet bahçelerinden bir bahçe olan kabrinin köşesinden bakarak, o güzellikleri, o güzel hâlleri temâşâ ederek, tebessüm etmektedir.

Onunla mânevî alanda mücadele edemeyenlerin, hayatından ziyade ölümünün edeceği hizmetleri sekteye uğratmak için “Hayatta iken yok edemedik, bâri ölümünden sonra mezarını yok edelim ki, unutulup gitsin” diye balyozla mezarını kıran nebbaşların rağmına, mezarı bilinmese de o, onların başında bir bomba olarak patlamıştır.

Hainler, alçaklar, yaptıklarıyla kalmış, ama unutulup gitmişler, fakat onu ne unutmak, ne de unutturmak mümkün olmamıştır. Onun dâvâsı dimdik ayaktadır. Kıyamete kadar da ayakta kalacaktır İnşâallah!

Mezarı bilinmiyormuş, yarım asırdır bilinmiyormuş ne gam! Bilinseydi ne olurdu? O ki, ceddi Hz. Ali (ra) gibi olmayı arzu etmiş, onun bilinmeyen mezarına, bilinmeyen bir mezarıyla halef olmuştur adeta..

Şanlı Üstadım, kahraman Üstadım! Altı sene beraber yaşadığımız şu dünyada maddî olarak seni göremediysek de, Bolvadin’in Ünlü kahramanları gibi, “Bediüzzaman dede” diye elini öpemediysek de, milâdî olarak senin vefat ettiğin günden altı sene önce iki gün evvel, “nevruz-i sultanî” dediğin baharın ilk gününde dünyaya gelen bize, Rabbimiz vefatından on sene sonra sana talebe olmayı nâsib eylemiş Elhamdülillah. Yine de mesuduz, bahtiyarız. Cenâb-ı Hak, bizi senin yolundan, Kur’ân ve İslâmiyet olan yolundan, son nefesimize kadar ayırmasın İnşâallah! Binler rahmet sana Üstadım….




Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

23.03.2010

E-Posta: [email protected]



M. Latif SALİHOĞLU

İlk sorgulama İzmit'te (1)


A+ | A-

Bugün ve yarın bu köşede okuyacaklarınız, gazetemizin sayfalarında ilk kez yayınlanıyor. Yazılarda, Bediüzzaman Said Nursî ile alâkalı olarak, son derece orijinal ve çarpıcı bilgiler yer alıyor.

Kaynağımız, 1879–1952 yılları arasında yaşamış olan gazeteci–yazar Rifat Yüce'nin "Kocaeli Tarihi ve Rehberi" isimli kitap. Bu kitabın ilk baskısı, 1945'te yazarının sahibi olduğu Türkyolu Matbaasında yapılmış. Elimizdeki ikinci baskısı ise, 2007'de Demkar Yayınevi tarafından neşredilmiş.

Meşrûtiyet yıllarında İttihatçıların İzmit'teki "1 Numaralı adamı" olan Rifat Yüce, bağlı bulunduğu teşkilâtın genel merkezinden gelen emre uyarak, 1909 yılı Nisan ayı sonlarında Bediüzzaman'ı İzmit'te gözaltına alıp tutuklatıyor ve onun ilk sorgulamasını da bizzat kendisi yapıyor. Bir süre sonra da, Divân–ı Harb–i Örfî'de yargılanmak üzere İstanbul'a gönderiyor.

Üstad Bediüzzaman, 31 Mart Vak'ası esnasında, anarşi ve kargaşanın içinde boğulma noktasına gelen İstanbul'un merkezinden uzaklaşıyor. Önce, Bakırköy taraflarına gidiyor. Kısa bir süre sonra da, Anadolu'ya geçmek üzere trene biniyor. İzmit'te trenden iniyor. Bir otelde misafir ediliyor. Aynı günün gecesi, İttihat–Terakki Cemiyeti Genel Merkezinden gelen ikinci emre göre, derhal tutuklanması isteniyor. (İlk emre göre, hürmet ile ağırlansın deniliyordu.)

Hadisenin gerisini, cemiyetin İzmit şubesi komiseri konumundaki Rifat Yüce'nin söz konusu hatıra kitabının 236–37 sayfalarından takip edelim.

Notlar:

1) Aşağıda göreceğiniz parantez içindeki ifadeler tarafımızdan konuldu. MLS.

2) 28. Lem'a'nın "Hafız Tevfik'in Fıkrası'nın Tetimmesi" bölümünde, Üstad Bediüzzaman'ın İzmit'e çekilme meselesi hakkında şu ifadeler zikrediliyor: "İşte o tarihte 1325 (l909) 31 Mart hâdisesi münasebetiyle, İstanbul'dan kaçarak muvakkat bir zaman mücahede–i mâneviyeyi bırakmak niyetiyle Hareket Ordusundan firar edip İzmit'e geldi."

Bediüzzaman Said Nursî

Bir gün (1909 Nisan ayı sonları), akşama yakın, yani ezanî saat 11 sıralarında İstanbul’dan İzmit’e gelen yolcu trenini karşılamak üzere istasyona gidiyordum.

Tren gelmiş ben biraz geç kalmışım. Tersane Kapısı hizalarına vardığım sıralarda, yolcular geliyorlardı. Bu dönenler içinde Jandarma Tabur Kumandanı Binbaşı Zekeriya, Reis Halil Beyler de vardı.

Fakat, bu arada gözüme (...) bir adam çarptı. Etrafını büyük–küçük kalabalık bir halk kitlesi kaplamış. Hele çocuklar, o adamın yürümesine engel olacak kadar bir önüne, bir yanına geçmekte ve ona bakmaktaydılar.

Bu hal dikkatimi çekti. "Kimdir bu adam?" diye sordum. "Bediüzzaman Said Nursî" diye cevap verdiler. ("Nursî" lâkabı o tarihte kullanılmadığına göre, bunu hatıra yazarı sonraki yıllarda isim tam anlaşılsın diye kendisi yazmıştır.)

Bu zatın şöhretini daha Meşrûtiyet ilân edilmeden (Temmuz 1908'den) önce duyuyordum.

Diyorlardı ki: "Doğu’dan bir Kürt Hoca gelmiş, İstanbul ulemasının takdirini kazanmış...”

Böylece kendisi ağızdan ağza, yani kulaktan kulağa dolaşıyor ve duyuluyordu. Meşrûtiyet ilân edildikten sonra, bu zat matbuat (basın–yayın) sahasına çıktı. Ama olumlu sahada (İttihatçıların yanında) değil de, muhalif (İttihad–ı Muhammedî, Ahrâr–ı Osmaniye Fırkası tarafında) yazılar yazdığı görülüyordu.

Bununla beraber, fikrî ve mütalâaları halkın dinî hislerini okşar bir surette olduğu için, onun yazısının çıktığı gazeteler çok okunurdu.

Bu surette, 1908 inkılâbında Bediüzzaman Said Nursî denilen zat da, o devrin din bilginleri arasına girmişti.

Bediüzzaman Said Nursî’nin

elbisesi ve tutuklanması

Said Nursî, İstanbul hamallarının kaba kumaştan yaptırmış oldukları dayanıklı elbiselerden giyinmiş. Ama, buna birçok ilâveler yapmış. (...)

Sarığı da aynı şekildeydi. Bediüzzaman’ın bu haline herkes hayret etmişti. Ben bunun benzeri olarak bir adam görmüştüm; ama o meczuptu. Fakat, bu öyle değil.

Ben onun bu haline hayret etmekte iken, İttihat ve Terakki Cemiyeti adına Bediüzzaman ile görüşmemi ve onun fikir ve kanaatlerini öğrenmemi, aynı zamanda yatacak ve yiyeceğini temin etmemi söylediler.

Ben kendisini Şems Oteli’ne ve lokantaya götürdükten sonra, kendisi namazını kılarak yattı. Ben de kulübe (İttihat–Terakki Şubesi) gittim. Tam iki saat içinde, İttihat ve Terakki Cemiyeti Genel Merkezi’nden, cemiyet adına Bediüzzaman’ın tutuklanması emri geldi.

Ve, tutuklandı. Yanmış Hükümet Konağı'nda yeni yapılmış olan Polis Dairesinde, (İstanbul'daki) Divan–ı Harb–i Örfi’ye gidinceye kadar, orada tutuklu kaldı.

Bu arada, Bediüzzaman Said Nursî’yi otele getirdikten sonra, İzmit halkından da birçok kimse gelip ziyaret etti. Ziyaret edenlerin çoğu, muhafazakâr kesimdendi. Bu gibi ziyaretçileri, onun hal ve tavrını pek okşayamıyordu, zannederim. Çünkü, onlara (dinde hassas, muhakemede noksan kimselere) mütemayil görünmüyordu.

Yarın: İttihatçı Rifat Yüce'nin Üstad

Bediüzzaman'a sorduğu sorular ve aldığı cevaplar.




Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

23.03.2010

E-Posta: [email protected]



Raşit YÜCEL

Ondan ayrılalı 50 yıl oldu


A+ | A-

Ona “zamanın sesi” dendi. Öz değerlerimizi ve kendimizi tarif ediyordu. “Ey insan” derken bile kendini murad ettiğini söylüyordu. “Bil ey aziz kardeşim” diyordu.

Ecdadımızı temsil ediyordu.

Üslûbu farklı,

Giyimi farklı idi.

Unutulmuş ve unutturulmuş şeylerimizi hatırlatıyordu.

Onu diyar diyar sürmüşlerdi,

Her sürüldüğü yerde bahar çiçekleri açıyordu.

“Bizler acele ettik kışta geldik, sizler cennet âsâ bir baharda geleceksiniz” diyordu.

İşte 1960 yılının cemrelerinin düştüğü nevruz günlerinde maddeten aramızdan ayrılıyordu.

Tıpkı toprağa ekilen tohumlar gibi yeşeren meyvelere benziyordu, onu tanıyan ve dâvâsını “dâvâ” edinenler.

Yollar yılları kovalarken onun getirdiği mesajlar ülke sınırlarını da aşmıştı.

O bu ülkenin bütün mekânlarının sesi ve süsü olmuştu.

Onca dışlamaya ve engellemelere rağmen.

Onun yetiştirdiği talebeler bu ülkenin medar-ı iftiharı oldular.

Zindanlar okullara dönmüştü.

Mahkeme salonları ise bir ispat ve izah mekânları haline gelmişti.

Adına şiirler yazıldı, romanlar yazıldı.

Onun kitapları binlerce kitaba kaynaklık yaptı.

İnsana önceliklerini hatırlattı.

Ülke, bir ucundan bir ucuna okunan dersler ile şenlendi.

Nice azılı katiller, nice hayat küskünleri onun getirdiği hakikatler ile hayat buldular.

Devlet hizmetlerinde, soysal hayatta, camide, okulda, aile hayatında ondan ve eserlerinden istifade edenler hep başarılı oldular.

“İmânı kurtarmak ve Kur'ân'a hizmet için, Mekke'de olsam da buraya gelmek lâzımdı; çünkü, en ziyâde burada ihtiyaç var” demiştin. Biz bu bahtiyarlığına karşı sana tebrik ve teşekkürler ile mukabele ettik.

Senin dâvânı “dâvâ” olarak kabul ettik.

Çok dışlandık ve çok horlandık.

Senden sonra da mahkemelerde göğsümüzü gere gere dâvâmızı savunduk.

Bu gün en çok okunan kitaplar Risâle-i Nurlardır.

Hem doğuda hem batıda senin sözlerin söyleniyor ve büyük bir iştiyak ile okunuyor.

Mazide kalan bir mefkûre değil, istikbalin yüksek dağlarına uzanan sözlerin, hayatın en anlamlı halleri haline gelecektir inşaallah.

Nice fedakâr ve civanmert gençler senin yazdığın sözlerin ile hayat buldular.

Nice genç Saidler,

Nice Zübeyirler,

Nice Tahiriler,

Nice Mustafalar,

Nice Bayramlar,

Nice Abdurrahmanlar yetişti dünyamızda.

Sen şimdi çok müsterih ve mutlusun.

Seni rahmet duâlarıyla anıyoruz.

Açtığın bu nurlu yol kıyamete kadar devam edecektir inşaallah.

Değil elli yıl, yüz elli yıl geçse de...




Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

23.03.2010

E-Posta: [email protected]



Süleyman KÖSMENE

Namaz kıldırma yükümlülüğü


A+ | A-

Mustafa Bey: “1- Namaz kıldıracak kişide bulunması gereken özellikler nelerdir? İmamlığa en lâyık olanımızın kim olduğunu nasıl belirleyeceğiz? 2- İmamlığa geçerken içimizde istemediğimiz halde enaniyet uyanır gibi oluyor. Bunun zararı var mıdır? Varsa bundan nasıl kurtulabiliriz?”

1- Namazda imamlık, namazını kendisine bağlayan kişilere namaz kıldırmaktır. Bu bağlanış imam ile cemaati namazda öylesine bütünleştiriyor ki, imamın namazı bozulsa cemaatin de namazı bozuluyor.

Bir diğer ifadeyle imamlık, kişiyi doğrudan Allah’ın huzuruna alan namaz ibadetinde kendisine uyan cemaati temsil etmek demektir. Nitekim Peygamber Efendimiz (asm), “İmamın kıraati (namazda okuyuşu), cemaatin de kıraatidir”1 buyurmuştur. Diğer bir hadiste, “İmam namazda cemaatin kefilidir”2 buyurmuştur.

İmamlık, namazda, bir veya daha fazla kişinin imama uymasıyla gerçekleşir. İmama uyan kişinin kadın veya erkek olması fark etmez; cemaatle namaz kılınmış olur. Peygamber Efendimiz (asm) cemaatle kılınan namazın, tek başına kılınan namazdan yirmi yedi derece daha faziletli olduğunu müjdelemiştir.3

İmam olacak kişinin Müslüman olması, ergenlik çağına gelmiş olması, akıllı olması, erkek olması, dinini iyi bilmesi, namazı iyi bilmesi, Kur’ân’ı doğru, düzgün ve yanlışsız okuması, sağlığı imamlık yapmaya elverişli olması gerekir.

İmamlığa en lâyık olanı belirlemek için bir takım kriterler mevcuttur. İmamın dinde takva sahibi olması, güzel ahlâk sahibi olması, haramlardan ve şüpheli şeylerden uzak durmaya çalışması, ahlâksız olmaması, Kur’ân’ı güzel okuması, herkes tarafından sevilen ve sayılan birisi olması aranan öncelikler ve tercih sebepleri arasında yer alır. Bu hususları en fazla üzerinde toplayan birisi imamlıkta tercih edilir.

İmam ile cemaatin mezheplerinin farklı olması, namazda cemaat oluşturmaya mani değildir. Bir Hanefî, bir Şafiye namazda uyabileceği gibi, bir Şafii de bir Hanefi’ye namazda uyabilir. Bu durumda, cemaat olan kişinin imamın mezhebine itibar etmesinde hiçbir sakınca yoktur. Meselâ Ramazanda teravih namazında Hanefi bir imama uyan bir Şafiî, kendi mezhebinde farklı uygulandığı halde, kendi mezhebinin farklı içtihatlarını terk edip, üçüncü rek’âtte Hanefî imamla birlikte tekbir alıp kunut duasını Hanefî mezhebine uygun olarak okuyabilir. Bunda hiçbir sakınca yoktur.

Namaz esnasında yukarıda belirtilen şartları taşıyan birden fazla Müslüman bulunsa, yaş bakımından daha büyük olan imamlığa geçebilir. Eğer yaş farkı yoksa birisi tercihan imamlığa geçebilir.

2- İmamlığa geçerken enaniyetimiz uyanırsa ne yapacağız? Bu imamın gizli sorunudur, cemaatin sorunu değildir. Cemaatin namazı bundan etkilenmez. Cemaatin namazının sıhhati bundan zarar görmez.

Kendi nefsimizle ve kendi enaniyetimizle her ibadette, her hayırlı teşebbüste, her güzel işte ölünceye kadar savaşacağız. Bu bizim kulluk vazifemiz. Doğru ve makbul bir kul olmanın ilk adımı tam da burada başlıyor. Bunun ölünceye kadar çaresi: Yaptığımızı sadece Allah için yapmaktan başka bir şey değildir.

Sadece namazda değil; her hayırlı işte enaniyetimiz ön plâna geçerse, maazallah o hayırlı işin ve o ibadetin hayrı uçar gider, sevabı kaçar gider, feyzi yanar gider, elimizde, avucumuzda ve amel defterimizde sadece günahla, sadece Allah’ın gayretine dokunan yarım yamalak bir davranış ile kalakalırız! Allah’ın huzuruna eli boş varmanın acısını şimdiden yüreğimizde duymalı ve ibadetlerimizde içimizin kanayan yarası olan, amellerimizin canavarı olan, kulluğumuzun imha sebebi olan içimizdeki enaniyete ibadetlerimizi yedirmemeye gayret etmeliyiz.

Allah yardımcımız olsun. Âmin.

Dipnotlar:

1- İbn-i Mace, İkamet, 13.

2- Tirmizi, Mevakıt, 39.

3- Buhari, Ezan, 29, 30.




Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

23.03.2010

E-Posta: [email protected]



Ahmet DURSUN

Bediüzzaman Modeli


A+ | A-

5. Ulusal Risale-i Nur Kongresi bu hafta sonu İstanbul’da gerçekleşti. Onlarca ilim adamının aynı sebeple bir araya gelmesinin özel bir anlamı olmalıdır. İçinde bulunduğu toplumun değerlerine yabancılaşmış bir kısım aydınlarımız, akademisyenlerimiz ve bürokratlarımız görmek-anlamak istemese de, Bediüzzaman Said Nursî çağına sığmayan fikirleriyle günümüz dünyasının en çok dikkate alması gereken model isimlerindendir. Yalnız içinde bulunduğu toplumun değil, dertler deryasında yüzen bütün insanlığın problemlerini çözecek fikirler sunabilmek, Bediüzzaman ismiyle anılmayı hak etmiş Asr-ı Saadet Müslümanına has olmalı. Rousseau, Nitche, Decartes, Marks, Weber, Hegel… hayranlığıyla yetişenlerin Bediüzzaman’ın fikirleriyle karşılaştıkça şaşırmaları, “aa bunu Bediüzzaman mı söylemiş” diyerek şaşkınlıklarını gizleyememeleri bizdeki aydın yabancılaşmasının hangi seviyelerde olduğunu gösteren acı bir tablodur. Bu bağlamda Risâle-i Nur Kongresi gibi faaliyetlerin bu acı tabloyu değiştirebilecek niteliğe sahip olduğunu vurgulamak gerekir. Bu tür faaliyetlerle aydınlar Bediüzzaman’ı daha yakından tanıyabilme fırsatını yakalamakta ve böylece Risâle-i Nurlardaki fikirlerin farklı zeminlerde seslendirilmesi imkânı ortaya çıkmaktadır. Bu da insanlığın özlemle beklediği saadet günlerinin gelmesi demektir. Sanırım, bu hafta sonu gerçekleşen Risâle-i Nur Kongresi’nin sonuç deklarasyonlarına yansıyan birkaç maddeyi sizlerle paylaşmak, Bediüzzaman’ın neden model olduğu hakkında fikir verecektir.

1- Devletin dinle ilişkisi, bütün inanç grupları için din ve vicdan hürriyetini sağlayıcı bir laiklik anlayışı üzerine bina edilmelidir.

2- Laik-anti laik çatışmaların çözümü, Bediüzzaman’ın “hürriyet-i vicdan düsturuyla, dinsizlere ve sefahetçilere ilişmediği gibi dindarlara ve takvacılara da ilişmez bir hükümet” tarifiyle ortaya koyduğu prensiptedir. (Din ve Siyaset Masası)

3- Türkiye’nin siyasî ve sosyal alanda yaşadığı problemleri çözebilmek için Türkiye toplumunun bütün farklılıklarıyla ve çeşitlilikleriyle barış içerisinde kardeşçe, birlikte yaşayabilmelerinin siyasî çerçevesini çizecek, toplumsal mutabakat zeminine dayalı yeni bir demokratik anayasa hazırlanmalıdır. (Demokrasi ve İnsan Hakları Masası)

4- Bediüzzaman’ın bir akademya projesi olan Medresetüzzehra hayata geçirilmelidir.

5- Anadilde eğitim temel bir haktır; bu hakkın önündeki bütün engeller kaldırılmalıdır. (Kürt Sorunu Masası)

6- İttihad-ı İslâm, Bediüzzaman’ın önemli hedeflerinden biridir. Onun ittihad-ı İslâm anlayışı siyasî bir birlik değil, merkezden muhite gittikçe genişleyen, ferdi ve bütün dünya toplumlarını içine alan bir barış projesidir. (Dünya Barışı Masası)

7- Çağımız sorunlarını geçen asrın başından itibaren itinayla okuyan Bediüzzaman Said Nursî, ailenin gittikçe artan yozlaştırılmasına karşın İslâm dininin inanç ve ahlâk ilkeleri doğrultusunda çözüm teklifleri sunmuştur. Nursî’nin ortaya koyduğu aile modelinin temelinde, tahkiki iman, Allah için sevmek, özellikle de ahirete iman bulunmaktadır. Allah rızasının esas alındığı bu modelde evlilikler menfaat, güzellik ve soy sop üzerine kurulmaz. Ahlâk güzelliğini de içine alan dinî terbiye üzerine kurulur. (Kadın ve Aile Masası)

8- İman, güzel düşünce ve güzel ahlâkın kaynağıdır. Güzel ahlâklı güzel düşünür. Güzel düşünen, güzellikleri görür. Fena ahlâklı ise fena düşündüğünden, fena şeyleri görür.

9- Varlıkların ve ilimlerin hakikati Esma-i Hüsna’dır. Esma-i Hüsna ile fıtrî şeriat ve güzel ahlâk arasında sıkı bir bağ vardır. (İnsan, İman, Ahlâk Masası)

10- Bediüzzaman Said Nursî, gençleri, iman ve marifetullah gibi, iki dünyada mesut edecek yüksek bir hedef göstererek, amaçsızlık ve anlamsızlık anaforundan kurtarmayı amaçlamıştır. (Gençlik Masası)




Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

23.03.2010

E-Posta: [email protected]



Rifat OKYAY

Bursa pırıl pırıl parladı!


A+ | A-

Bursa sanki Şeyh Hamid-i Veli, Somuncu Babanın zamanını yaşadı. Bursa mü’min ve muvahhid Sultan Yıldırım Beyazid Han’ın askerlerinin cihat ve İ’lâ-yi Kelimatullah yolunda onyedi Avrupa askerinin Niğbolu’da mağlûp edilmesiyle elde edilen helâl ganimet paralarıyla yapısı inşa edilen Ulu Camide bir başka heyecan, ulvî ve muazzam bir mânâlarla caminin içini ve dışını dolduran muazzam bir kalabalıkla asırlar sonra sanki caminin hizmete girişinin yıldönümünü yaşadı…

Vefatının 50. sene-i devriyesi münasebetiyle Bediüzzaman Said Nursî’nin vefatı, sadık ve hizmetkâr talebeleri ihlâs ve uhuvvet abideleri Nur Talebeleri, Bursa Ulu Camiini, Bursa’yı Türkiye’yi ve dolayısıyla dünyayı adeta yeniden nurlandırdılar aydınlattılar. Dost TV’nin ve Bursa TV’nin, Olay TV’nin ortak canlı yayınlarıyla adeta Bursa Ulu Camiinden okunan hatimlerle, mevlidle, yapılan sohbetler adeta pırıl pırıl parladı.

İştirak eden, tertip eden ve hizmeti geçen herkese gönül dolusu teşekkürler ediyor, Allah razı olsun diyoruz…




Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

23.03.2010

E-Posta: [email protected]



Hüseyin EREN

Ulu Cami’nin kubbeleri


A+ | A-

MEVLİD nazımı Süleyman Çelebi’nin ilk imamlığını yaptığı Cami-i Kebir; Nevruz Günü okunan mevlitle yeni buluşmalara şahitlik etti. Caminin içine ve dışını dolduran muhabbet ve uhuvvet simaları, şefkat ve şevk sineleri baharın başlandığı müjdesini veriyordu.

Gençler ve genç gönüller, uzak olmayan yakınlardan gelenler, yakınlıktan uzaklaşmayanlar; bahçede ve cami içinde cem olmuşlardı… Mevsim açılımı, günün güneşle gülüşü; geleni müjdeliyordu; nur cemresi akıllara ve kalplere iniyordu artık. Ulu Cami ululuğuyla bunu söylüyordu; ağaçlarda su yürümeye başlamışsa yaprak verecek, çiçek açacak, meyve ile neticelenecekti, kâinat kuvvetindeki bu fıtratı kim değiştirebilir? Cami içindeki şadırvandan akan sular, kubbelerden arşa yükselen Kur’ân tilâveti, edilen dualar, getirilen salâvatlar; şuurun üstünü ve altını temizliyor, sekine salıyordu yüreğin en dip derinliklerine…

Müjde büyük; üçüncü Asr-ı Saadetin nur sesleri çınladı; kubbelerde, çınarların uç dallarında, zihinlerin zemininde, gönüllerin gönlünde, duyguların akışında…

Değiştirilemeyecek değişim Barla’da başlamıştı; Bursa buna şahitlik ediyordu Nevruz Günü… Havanın bahar havasında oluşu, günün tevafuku; her gün biraz daha çatırdayan istibdat; afakta ve enfüste nur mevsiminin geldiğine kuvvetli delildi.

Dillerden dökülen hikmet konuşmaları, muhabbetdarene bakışlar, tatlı tebessümler; bes belli ediyordu bahar bayramını…

Habil ile Kabil’e kadar olan birinci Asr-ı Saadet, kâinatın Efendi’sinin (a.s.m.) dünyaya teşrifiyle gelen en büyük Saadet Asrı ve ahir zamanda gelecek olan üçüncü Asr-ı Saadet… Kemal bir ağabeyin kemal kelâmlarından dökülen inci hakikatler, Risâle temelli ilginç tesbitleri; üçüncü Saadet Asrı yakın, biz göremesek de çocuklarımız görecek. Olsun, şiddetli kışta gelip de şimdi bizi cennet bahçesi kabirlerinden seyredenler gibi olabilirse o da güzel.

Yakın bahara çok çalışmakla hazırlanmalı; yoğunluğun başka bir veçhesi yaşanacak zira, her taraftan kameralar, mikrofonlar uzanacak, talep patlaması yaşanacak; hiçbir talebi geri çevirmeyecek antrenmanlar yapılmalı şimdiden.

İçeri gireni sekine ile saran Ulu Cami’de iki vakit namaz kılmakla zihnimiz dinlendi, aklımız nurlandı, gönlümüz gülistana döndü. Şifa soluklandı, dert dağıtıldı, keder kemendi kırıldı… Baharın kokusunu duydu sineler, saadet hislerle doldu lâtifeler, şevk çağladı ruhlar… Şakırdayan şadırvan, mevlithanların davudî sesi, edilen dualar, söylenen âminler… Kubbe kubbe arşa yükseldi, arşta kabul görmüştür inşaallah. Bize düşeni biz yaparsak Âlemin Sahibi isterse ve hikmeti iktiza ederse bir anda bin bahar getirir.

Kulun görevi kulluktur, vazifesi olmayan işleri düşünmek ve karışmak değil. Cami-i Kebirde edilen dualarla kusurlu bir kul olduğumuzu hatırlamış, O’nun Rahmet dergâhına samimiyetle yönelmişsek her birimizin Nevruzu zuhur etmiştir. Mevlid münasebetiyle muhabbetle bir arada bulunmakla Rahmetin celbine vesile olmuşsak bin bahar kuvvetinde bir baharı yaşamışızdır. O günü yakalamak kaç ömre bedeldir?

Ulu Cami'nin kubbeleri, semanın yıldızlarla yaldızlı kubbeleri aynı dersi terennüm ediyor; iman ve dua; duymak duâsıyla.




Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

23.03.2010

E-Posta: [email protected]



Cevher İLHAN

İnsan hakları ve hürriyetleri antolojisi…


A+ | A-

Demokratikleşme ve özgürlüklerin tartışıldığı ve “açılımlar”ın konuşulduğu süreçte Bediüzzaman’ın bundan bir asır önce “efkâr-ı ammenin zembereği” olarak nitelendirdiği Meşrûtiyet ve hürriyete dair esaslı tesbitleri, gün geçtikçe haklılık kazanmakta.

Cemil Meriç’in ifâdesiyle, “Bediüzzaman, dağ başında va’z eden bir mürşit. Hor görülenler, her şeyini kaybedenler, mukaddesleri çiğnenenler ona koştu akın, akın. Nass’ların yalçın duvarları arkasından geliyordu bu ses, tarihin içinden geliyordu; kabuğuna çekilmiş yüzbinlerce insanı uyandırdı. Tanzimat’tan beri her hisarı deviren teceddüt dalgası, ilk defa olarak Nur kalesi önünde geriledi. Said Nursî, bir dâvâ adamı. Yalçın bir irâde, tâviz vermeyen bir mîzaç, tefekkürden çok iman…” (Bu Ülke, 246-247) Ancak Bediüzzaman’ın Kur’ân’ın mânevî ve hakikî tefsiri Nur Risâlelerinin irşadı, iman ve Kur’ân hizmeti” olarak formüle ettiği inanç ve aksiyon hareketi, imanın ihyasıyla kalmadı, kalmıyor. Dal ve budakları hükmündeki hayatın ve içtimâiyatın ıslâhını öneriyor. Dersini Resûl-ü Ekrem’den ve tâlimini Kur’ân’ül Mucizü’l Beyân’dan alan ve Veda Hutbesi’nde insanlığa iletilen hak ve hürriyetler mesajını son çağa taşıdı, taşıyor…

HÜRRİYET, ADALET, MEŞVERET DERSİ

10 Aralık 1948’de yazılan “Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Bildirgesi”nin, 2 Mayıs 1948’deki “Amerikan İnsan Hakları ve Ödevleri Bildirisi”nin, 4 Kasım 1950 tarihli “İnsan Haklarının ve Temel Özgürlüklerinin Korunmasına İlişkin İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi”nin, “ekleri”nin ve “protokolleri”nin daha esâmesi okunmazken, Bediüzzaman, insanı, insan haklarını ve hürriyetlerini târif etti…

Geçen asrın başlarından başlayarak üç devir boyunca, hürriyeti, adaleti, meşvereti anlattı. Tam yüzyıl evvel Doğu’daki aşiretlere “Meşrûtiyet (demokrasi ve cumhuriyet), hâkimiyet-i millettir; ruh-û meşrûtiyet şeriattandır, hayatı da ondandır” şuurunu ders verdi. Adaleti, hürriyeti, şûra emrini, bütün milletlerin saadet sebebi olduğunu izâh etti. Âyetin tecellisi olarak dört hak mezhepten delil getirerek Kur’ân nâmına alkışladı. Cumhuriyetin başında milletin Meclisi’nde “Bu inkılâb-ı âzimin (büyük inkılâbın) temel taşları sağlam gerek” beyannâmesini neşretti. Asr-ı Saadeti örnek aldı; dört büyük halifenin “mânây-ı dindar birer reis-i cumhur” olduğunu; aksi halde Cumhuriyet’in “mânâsız isim ve resimden ibâret kalacağını” bildirdi. (Tarihçe-i Hayat, 125-127)

CUMHURİYETİN HÜRRİYETLE TÂRİFİ

İstibdadın tahakküm, keyfî muamele, cebir-zorlama ve su-i istimale açık olduğunu haber verdi. “Meşrûtiyetin sırrı, kuvvet kanundadır, şahıs hiçtir. İstibdâdın esâsı, kuvvet şahısta olur, kânunu kendi keyfine tâbî edebilir, hak kuvvete mağlûb olur” uyarısında bulundu. (Münâzarât, 20-45)

Millet irâdesini tahribe çalışan darbelere, demokrasi kıtallerine, hak ve hürriyet gasıplarına karşı uyardı. “Kahr (baskı) ve cebir ile zâhiri bir hâkimiyet, sathî bir tahakküm”ün kısa zamanda kurulabileceğini, “tehditlerle, korkularla, hîlelerle efkâr-ı ammenin başka bir mecraya çevrilmesine”, az bir zamanda da olsa aklî muhâkemeyi kapatıp şaşırtmasına karşı, milleti ikaz etti. (İşârâtü’l İ’câz, 164) Cumhuriyeti hürriyetle tanımladı. Umumî hürriyeti, fertlerin zerrelerin hürriyetinin yekûnuyla açıkladı. Gerçek hürriyetin sınırını “ne nefsine, ne gayriye (başkasına) zararının dokunmaması”yla çizdi. İlâhî esaslardan, “Hürriyet budur ki, kanun-u adâlet ve te’dibten (adaletin cezalandırmasından) başka hiç kimse kimseye tahakküm etmesin. Herkesin hukuku mahfuz kalsın, herkes harekât-ı meşrûasında (meşrû hareketlerinde) şâhâne serbest olsun” hükmünü çıkardı. (Münâzarât, 55-57)

“MAHKEME TESİRÂT-I HÂRİCİYEDEN

AZÂDE OLMALI”

Bediüzzaman’ın altı bin küsur sayfalık Risâle-i Nur eserlerinde iman ve İslâm esaslarının yanı sıra inanç esaslarına dayalı “uhuvvet-kardeşlik”ten vatandaşlığa, vatan ve milletin birliğinden ırkçılık ve kavmiyetçilik tehlikesine, “milliyetçilik mevzuu”na, “laiklik” kavramından “müsbet hareket”te ve “mânevî cihad” meselesine kadar yaptığı Kur’ânî tefsirler bir tarafa… “Günümüzde Türkiye’de ve dünyada en çok tartışılan “yargı reformu; yargının bağımsızlığı ve tarafsızlığı” hakkındaki tahlilleri, bugünkü problemlere çâre olmakta, en istikametli ve isâbetli “yol haritası”nı göstermekte…Bediüzzaman’ın, “Hükûmetin (devletin) daireleri içinde en ziyade hürriyetini (bağımsızlığını) muhâfaza etmeye ve tesirât-ı hariciyeden (dış etkilerden) en ziyade bîtarafane (tarafsız), hissiyatsız bakmakla mükellef olan, elbette mahkemedir” cümlesi, bugün gelişmiş demokrasilerin ulaşmaya uğraştığı hukukî müteârife haline gelen en mütekâmil zirvedir. Ona göre, adâlet müessesesi, hiçbir cereyana kapılmamalı, hiçbir tarafgirliğe girmemeli. Hâkim ve mahkemenin tarafgirlik şâibesinden uzak ve gayet bîtarafane bakması adaletin birinci şartıdır. Vatandaşın hakkını araması için “gâyet bîtarafâne bir merci” lâzım. Gerçek bir adâlet için, evvela “mahkemenin hürriyet-i tammesi (tam hür ve bağımsızlığı)” olmalı... Yine herkes, “hürriyetle, hukùk-u hürriyetini müdafaa etme hakkı”nı kullanmalı. Ve “adliye memurları, (hâkimler, savcılar, yargıçlar), hissiyattan ve tesirât-ı hariciyeden bütün bütün azâde (bağımsız) ve serbest olmalı. Başta devlet ve siyasî otorite olmak üzere adaletin dışındaki bütün etkili mihraklardan bağımsız kalmalı. (Tarihçe-i Hayat, 201-202)

VİCDAN VE FİKİR HÜRRİYETİNİN ESASI

Keza Bediüzzaman, millete rağmen dayatılan emr-i vakilere muhalefeti, “meşrû ve samimî bir muvâzene-i adâlet unsuru” ibâresiyle adalet ölçüsü-tartısı ve dengesi olarak mütalâa eder. “Âsâyişe, emniyete dokunmamak şartıyla, hiç kimse vicdanıyla, kalbiyle kabul ettiği bir fikirden, bir metoddan dolayı mes’ul olmaz.” “Kabul etmemek, tasdik etmemek, idarece bir cünha (sorgulanacak bir kabahat), bir suç teşkil etmez. En müthiş bir muhalif, rejim müessesesini tel’in de etse, bilfiil idâreye ilişmese, onun mefkûresine kanunen ilişilmez. Hürriyet-i vicdan ve hürriyet-i fikir, onları tebrie eder”; zandan uzak olduğunu bildirir, suçsuzluğunu ortaya koyar.” (Kastamonu Lâhikası, 206) Vefatının 50. yılında Bediüzzaman’ın temel hak ve hürriyetlerde, fikir, vicdan ve ifâde özgürlüğünde belirlediği ana umdeler, hâlen çağdaş hukukun, en ileri ve özgürlükçü demokrasilerin varmaya çalıştığı kriterlerdir…

Bundandır ki Nur Risâleleri, bir iman ve kültür külliyatı olduğu kadar Bediüzzaman’ın imanın iksiriyle ve Kur’ân’ın mânevî mesajıyla bu çağa insanî değerleri, içtimaî prensipleri ihtiva eden bir demokrasi ve insan hakları ve hürriyetleri antolojisidir.

Demokratikleşme ve özgürlüklerde, insanlığın Bediüzzaman’ın beyânlarına ihtiyacı var…




Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

23.03.2010

E-Posta: [email protected]



Faruk ÇAKIR

İman kurtarmaya koşan âlim


A+ | A-

23Mart, Bediüzzaman Said Nursî’nin vefat yıldönümü. 1960’da Urfa’da Hakkın rahmetine kavuşan Bediüzzaman; çileli, ama bir o kadar da bereketli bir ömür geçirdi. Vefatının 50. yılı vesilesiyle “imanları kurtarmaya koşan büyük âlim”i bir defa daha rahmet ve dualarla anıyoruz.

Üstad Bediüzzaman’ın telif ettiği Risale-i Nur eserlerinde birinci vazife olarak “iman kurtarmak”tan bahsedilir. Çünkü, sağlam iman temellerine oturtulan bir metod ile ancak küfrün hücumları bertaraf edilebilir.

Risale-i Nur’un “iman kurtarma” hususunu birinci sıraya alması kimilerince anlaşılmamış olsa da, geçen zaman bu tavrın ne kadar haklı bir tavır olduğunu bütün dünyaya göstermiştir.

Bediüzzaman, eserlerinde ortaya koyduğu gayeyi şöyle ifade etmiştir: “Bir tek gâyem vardır: O da mezara yaklaştığım bu zamanda, İslâm memleketi olan bu vatanda bolşevik baykuşlarının seslerini işitiyoruz. Bu ses, âlem-i İslâmın îman esaslarını zedeliyor. Halkı bilhassa gençleri îmansız yaparak kendisine bağlıyor. Ben bütün mevcûdiyetimle bunlarla mücadele ederek gençleri ve Müslümanları îmana davet ediyorum. Bu îmansız kitleye karşı mücadele ediyorum. Bu mücahedem ile inşâallah Allah huzuruna girmek istiyorum. Beni bu gâyemden alıkoyanlar da, korkarım ki bolşevikler olsun! Bu îman düşmanlarına karşı mücahede açan dindar kuvvetlerle el ele vermek, benim için mukaddes bir gâyedir. Beni serbest bırakınız. Elbirliğiyle komünistlikle zehirlenen gençlerin ıslahına ve memleketin îmanına, Allah’ın birliğine hizmet edeyim.” (Şualar, s.427)

“Bolşevik baykuşlar”ın hedefinin “imanı zedelemek” olduğu tesbitinin ne kadar doğru olduğuna dünya şahit. Bilhassa medya vasıtasıyla yapılanları başka şekilde yorumlamak mümkün mü?

İnsî ve cinnî şeytanların, gençlerin imanlarını hedef alması da tesadüf değil. Onlar da biliyor ki imanları gasbedilmiş bir gençliğe her türlü kötülüğü yaptırmak mümkün.

Bediüzzaman, yıllar önce bu tehlikeyi gördüğü için meselesini iman kurtarma olarak ortaya koymuş. Gençlere hitap ederken de onları ‘iman’a çağırmış. “Ahirzaman gençliği”nin bu çağrıya icabet etmesi, çok önemli.

Şükürler olsun ki ‘içeriden ve dışarıdan’ yapılan her türlü engellemeye rağmen günümüz gençliği bu çağrıya müsbet karşılık vermiş ve imanlarını Risâle-i Nur eserleriyle kurtarmak için ‘çağın tefsiri’ne dört elle sarılmış durumda.

Vefatının 50. yılında bir defa daha görüyoruz ki, Risâle-i Nur bu memlekette kök salmış, her türlü engellemelere rağmen gönüllerle buluşmuş ve kitlelere yeni bir iman heyecanı sunmuştur. Bediüzzaman’ı anmak ve anlamak için düzenlenen her toplantının yoğun ilgi görmesi buna en büyük delildir. Aynı zamanda şimdiye kadar Risale-i Nur eserlerine ve Said Nursî’ye mesafeli durmaya çalışan ‘aydın’ların da artık bu hakikati teslim ettiğine şahit oluyoruz.

Bugünkü gazetemizin eki olarak sunulan “Aydınların Gözüyle Said Nursî” bu müsbet gelişimin güzel bir misali. İnşallah bu çalışmaların çok daha mükemmelini önümüzdeki yıllarda yapmak Nur Talebelerine nasip olur.

Yarım asır önce hakkın Rahmetine kavuşan Üstad Bediüzzaman’ı rahmetle yâd ederken, Risâle-i Nur’un “iman çağrısı”na bütün insanlığın muhtaç olduğunu da bilelim. İmansızlık cereyanına karşı, en tesirli silahın Risâle-i Nur eserleri olduğunu da unutmayalım...




Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

23.03.2010

E-Posta: [email protected]



Kazım GÜLEÇYÜZ

Çıkış yolu


A+ | A-

Son dönemde çok farklı alanlara yönelik olarak seslendirilen “açılım” söylemleri, bir kapalılık ve tıkanıklığı da açığa vuruyor.

Ve bunun temelinde, toplumun gerçekleriyle çelişen, dayatma ve ayrımcılık üzerine bina edilen sistem ve ona vücut veren zihniyet yatıyor.

Ama gelinen noktada sistemdeki tıkanıklık o raddeye vardı ki, artık dikiş ve yama tutmuyor.

50. vefat yıldönümünde bir kez daha rahmetle andığımız Bediüzzaman Said Nursî ise, eserlerinde ortaya koyduğu Kur’ân kaynaklı tesbitleriyle, bu tıkanıklıklardan çıkış yolunu gösteriyor.

O, bu tesbitleri tam bir asır önce seslendirmeye başladı. “Bizim düşmanımız cehalet, zaruret, ihtilâftır” deyip, bu üç düşmana karşı san'at, marifet, ittifak silâhlarıyla cihad edilmesi gerektiğini vurguladı. Ve cihada böyle bir yorum getirdi.

Ta o zaman, “Milletin kalb hastalığı zaaf-ı diyanettir” diyerek, bunu takviye ile sıhhat bulabileceğini ve bu takviyenin de, dinin temelini oluşturan imanı taklidî olmaktan çıkarıp “tahkikî” hale getirmekle mümkün olabileceğini ifade etti.

İmanı tahkikî kılmanın formülünü ise, “vicdanı dinî ilimlerle ve aklı modern fenlerle aydınlatmak;” Kur’ân’ı ve kâinatı, aynı Yaratıcının “kalemi”nden çıkıp birbirini tefsir eden kitaplar olarak okumak şeklinde tarif etti. Eserlerindeki izahlar, baştan sona bu tarifin açılımı niteliğinde.

Said Nursî’nin yaklaşımı, doğru ve ideal tevhid-i tedrisat yorumuna da temel oluşturuyor.

Onun yüz yıl önce önerdiği model hayata geçirilebilmiş olsaydı, asırlardır iki ana eğitim kanalı olarak gelen tekke ve medreselerle Osmanlının son dönemlerinden itibaren açılan modern mektepler müşterek bir potada eritilir; buralarda tahsil görenler aynı ortak değerleri paylaşan, dini de, dünyayı da bilen nesiller olarak yetişirdi.

Hele, hayatı boyunca tahakkukuna çalıştığı ve 50’li yıllarda uluslararası bir bölge üniversitesi olarak kurulması gereğini tekrar gündeme getirdiği Medresetüzzehra projesi gerçekleşmiş olsaydı, gerek ülke, gerekse bölge olarak bugünkünden çok daha farklı ve iyi bir yerde olurduk.

Çünkü dinin getirdiği ahlâkî ölçülerle tahkim edilmiş bir demokrasi kökleşir; çoğunluğun da, azınlığın da hak ve hürriyetlerini de güvenceye alan bir hukuk devleti inşa edilir; her türlü fitne ve provokasyonu besleyen zulüm ve haksızlıklara meydan verilmez; aydın-halk kopukluğu olmaz; laik-antilaik gerilimlerine, etnik çatışmalara ve toplumdaki farklılıklardan kavga üretme tuzaklarına imkân vermeyen bir şuur oluşurdu.

Eğer bugün hâlâ rejim tartışmalarını bitiremediysek; din-siyaset ilişkisindeki dengeyi bulamadıysak; “toplumla inatlaşan elitler” sorununu aşamadıysak; yargı adalet dağıtmak yerine resmî ideolojinin bekçiliği misyonunu üstleniyorsa; sivilleşmeyi başaramadıysak; özellikle devlet kontrolündeki eğitim kurumlarında kalite her geçen daha da düşüyorsa; okullar hedefsiz ve vasıfsız nesiller üretiyorsa; başörtüsü yasağı ve katsayı ayrımcılığı gibi haksızlıklar bir türlü aşılamıyorsa; yoksulluk ve işsizlik dizboyu iken zengin-fakir uçurumu giderek derinleşiyorsa ve burada zikredemediğimiz diğer bilumum toplumsal sorunlar kronik boyutlar kazanarak devam ediyorsa, hepsi Said Nursî’ye kulak verilmediği içindir.

Buna karşılık, madalyonun diğer yüzüne bakarsak, bütün bu olumsuzluklara rağmen, bunların yıkıcı ve tahripkâr sonuçlarını önemli ölçüde hafifleterek, her alanda daha iyiye doğru gitme iradesini canlı tutan ve o yönde kapıyı açık bırakan en önemli dinamik de, Bediüzzaman’ın mesajlarının toplumda mâkes bulmuş olmasıdır.

Bugün ayakta oluşumuzu ve geleceğe ümitle bakabilmemizi buna borçluyuz. Ve diyoruz ki, 50. vefat yıldönümünde Said Nursî’yi anarken, eserlerini ve fikirlerini daha iyi anlama ve anlatma çabamızı daha da arttırarak devam ettirelim.

Çünkü son İlâhî kitap olan Kur’ân-ı Hakîmin, ahirzaman insanlarına yönelik, dünyalarını da, ahiretlerini de kurtaracak mesajları bu eserlerde.




Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

23.03.2010

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Geri



Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Abdullah ŞAHİN

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Ali Rıza AYDIN

  Atike ÖZER

  Baki ÇİMİÇ

  Banu YAŞAR

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H.İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Muzaffer KARAHİSAR

  Nejat EREN

  Nurullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin YAŞAR

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu

Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.
Kurumsal Linkler: Risale-i Nur Kongresi - Bediüzzaman Haftası - Risale-i Nur Enstitüsü - Yeni Asya Vakfı - Demokrasi100 - Yeni Asya Gazetesi - YASEM - Bizim Radyo
Sentez Haber - Yeni Asya Neşriyat - Yeni Asya Takvim oktay usta yemek tarifleri Köprü Dergisi - Bizim Aile - Can Kardeş - Genç Yaklaşım - Yeni Asya 40. Yıl