Süleyman KÖSMENE |
|
Fidye nedir? Kimler verir? |
Abdulmuhsin Bey: “Ramazan orucunu tutmakta zorlanan, sonra da tutamayacak kadar yaşlı olan birisi tutamadığı günleri nasıl telâfi eder?”
İslâmiyet kolaylık ve rahmet dinidir. İslâm dinini gönderen Allah ü Zülcelâl Hazretleri kolaylıktan başka bir şey emretmemiş, İslâm dinini bizzat yaşayarak bize tebliğ eden Allah Resûlü (asm) kolaylıktan başka bir şey yaşamamış ve tebliğ etmemiştir. Mübarek Ramazan ayında herkes orucun hadsiz hudutsuz sevabına gark olurken, sağlıkla ilgili problemlerimiz sebebiyle biz, bu ayın yüksek sevabını orucumuzla talep etmeye güç yetiremeyebiliriz. Hiç gam ve keder yok. Orucumuzla bu ayın sevabına erişemez isek, niyetimizle ve fidyelerimizle erişmemiz İnşallah mümkündür. Şüphesiz, bu aydaki orucu hastalığı veya şiddetli zafiyeti sebebiyle tutmaya güç yetiremeyenler için de bu rahmet kapısı kapanmış değildir. Rahmetin onları dışarıda bırakması düşünülebilir mi? Bu din eksiksiz herkesi kâmilen kucaklamıştır. Oruç tutmaya güç ve takati olmayan, fakat acziyeti ve zafiyeti ile yalnız Allah’ın dergâhına sığınan, yalnız Allah’tan isteyen, yalnız Allah’tan uman, yalnız Allah’tan bekleyen hastaların ve yaşlıların rahmetin dışında kalmasına Rahman-ı Rahîm hiç razı olur mu? İşte, Ramazan ayında oruç tutmaya güç yetiremeyen ve her geçen gün bünyesi zafiyete uğrayan güçsüz, zayıf, yaşlı ve hastaların bu ibadetin sevabından mahrum kalmamaları ve oruç farizasını yerine getirmiş sayılmaları için dinimizde kolaylıklar getirilmiştir. İyileşinceye kadar oruçtan muafiyet şeklinde tezahür eden kolaylıktan sonra, hastanın iyileşmemesi ve hastalığının artması, ilerlemesi ve sıhhate kavuşmaması gibi devam eden sağlık problemleri karşısında dinimiz tekrar şefkat kucağını açmış ve onları yeni bir çözümle tekrar kucaklamıştır. Hiç şüphesiz bu şefkat doğrudan Rabbimizden gelerek, fakirlere dönük bir hibe mahiyetinde tecelli etmiştir. Kur’ân’da Cenâb-ı Hakkın, “Oruca dayanamayanlar bir düşkünü doyuracak kadar fidye verirler.”1 emri bu kolaylığı ilân eder. Demek, güçsüzlükleri, acizlikleri, hastalıkları, ihtiyarlıkları ve sair olumsuz halleri dolayısıyla oruç tutamayanlar, oruç tutamadıkları gün sayısınca, her güne bir fidye vermek suretiyle bu ibadeti yapmış sayılacaklardır. Fidye miktarı, her bir oruç günü için bir fakiri bir günlük (iki öğün) doyuracak kadar para veya belirli miktarlardaki gıda maddelerinden oluşur. Bir fidye miktarı, bir fitre miktarına eşittir: Buğdaydan yarım sa’; arpa, hurma ve kuru üzümden bir sa’dır. Sa’ bir hacim ölçüsü birimidir ve bir sa’ yaklaşık 2.75 litredir; bu da yaklaşık 3 kilograma denk düşmektedir. Bu rakamları günümüze aktaracak olursak, bir fitre ortalama altı liraya denk düşmektedir. Bir fidye de asgarî altı lira üzerinden verilebilir. Bu miktar, kişinin imkân ve el genişliği ile doğru orantılı olarak arttırılabilir. Fidyenin Ramazanın içinde verilmesi Ramazan ayının hürmet ve bereketine daha uygun düşmektedir. Fakat iyileşme umudu bulunan hastalar fidye vermek için acele etmeyebilirler. Çünkü hastalar iyileştikleri zaman, daha önce verdikleri fidyeye bakmadan tutamadıkları oruçları tutmakla mükellef bulunmaktadırlar. Sağlıklarında fidyelerini kendileri ödeyemeyenler, öldükten sonra fidyelerinin ödenmesini vasiyet edebilirler. Böyle bir vasiyetin bulunması halinde, geride bıraktığı malın üçte biri fidyeyi ödemeye yeterli ise mirasçılarının bu bedeli ödemeleri vacip olur. Vasiyeti yoksa veya malının üçte biri fidyenin ödenmesine yeterli değilse, mirasçılarının sırf hayır ve fazilet olarak bu fidyeyi kendi mallarından kendi rızaları ile ödemelerinin makbule geçen bir davranış olacağı muhakkaktır. Fidye ödeyebilecek kadar malî güce ve imkâna sahip bulunmayanlardan bu yükümlülük ölümle birlikte düşer. Ancak ölene kadar bu fidyeyi ödeme gayreti içinde olmaları gerekir. Güç yetiremediğimiz ibadetler için bize çözüm içinde çözüm sunan Hâlık-ı Rabb-i Rahîm’e sonsuz şükürler olsun.
Dipnot:
1. Bakara, 2/184. 09.09.2009 E-Posta: [email protected] |
Şaban DÖĞEN |
|
Çekilen sıkıntıların sırrı |
İmtihanlardan imtihanlara giren bir talebenin imtihan olmayanlar gibi rahat olamayacağı açık. Gece gündüz çalışır, ter döker, yerine göre uykusuz kalır, streslere düşer, rahatını, keyfini unutur. Rahatı, keyfi ancak okulu bitirip hayata atıldıktan sonraya bırakır. Dünya da bir imtihan salonudur. Bizler de bu okulun talebeleriyiz. İmtihana tabi tutulan insanın rahatça, keyfine göre yaşamayı bu dünyada unutması gerekir. Çünkü dünya ücret alma, keyf sürme, rahatça yaşama yeri değildir. Ne kadar keyfi, rahatı istesek de eksik olmayan sıkıntı, dert ve problemler zaten buna fırsat bırakmazlar. Gamsız, kedersiz, sıkıntısız bir hayat ancak ahirette görülecektir. Onun için Allah yolunda çekilen sıkıntı, acı ve ıztıraplara bu gözle bakar mü’min. Maksat orada rahat etmek olunca insanın burada çektiği çile ve ıztırapların bir anlamı ve faydası olur; sonuçlarını düşünerek dişini sıkar, sabreder. Onun için insan başına bir sıkıntı geldiğinde şikâyeti basmamalı, Kıyameti koparmamalı, hikmetlerini düşünüp soğukkanlılık ve metanetle karşılayıp üstesinden gelmeye çalışmalıdır. Demirci demiri ateşe atar, sonra da kıvamına gelsin diye çekiçler ya! Aksi halde arzu ettiği sonuca ulaşamaz. Bahçıvan ağaçları budar ya! Tâ ki bol ve kaliteli ürün alabilsin. Kâinatta hiçbir şey tesadüfen meydana gelmediğine göre başımıza gelenler de bir takdir ve hikmet iledir. Şüphesiz Allah bizim iyiliğimizi istemektedir. Kusurlarımızdan arındırmayı, olgunlaştırmayı arzu etmektedir. Şu hadis-i şerif bu hususta oldukça anlamlı değil mi? “Allah bir kulunun iyiliğini istediği zaman, cezasını belâ ve musîbetlere uğratarak dünyada verir. Kötülüğünü istediğinde de cezasını dünyada vermez, tehir eder. Tâ ki kıyamet gününde daha şiddetli çeksin.1 Bilindiği gibi imtihan sırrı gereği Allah iyilik isteyene iyilik, kötülük isteyene kötülük verir. Allah’ın kulun iyiliğini istemesi kulun o iyiliğe arzusunu belirtmesiyle mümkündür. Kötülüğünü istemesi de yine kulun kötülük arzusunu ortaya koymasıyla olur. Şu halde başına bir kısım sıkıntılar gelen kişi rahmet, sevgi ve hikmeti sonsuz bir Rabbi bulunduğunu düşündüğünde o musîbetler altında ezilmez; “Allah hiçbir kimseye gücün yettiğinden fazlasını yüklemez” 2 sırrınca hikmetlerini düşünüp dayanmaya çalışır, sabır içinde şükreder. Şu hadis-i şerif de bu hususta ne kadar ibretli: “Dünyada bir eli yağda bir eli bağda yaşayanlar Kıyamette çile çekenlere ne gibi sevaplar verildiğini gördüklerinde, dünyada vücutlarının makaslarla parça parça edilmiş olmasını temenni ederlerdi.”3 Tabiî ki bunda Musîbetlerin böylesine faydaları varmış diye musîbet istenmez. Ancak gelirse hikmetleri düşünülüp sabredilir. Yoksa esas olan afiyet ve iyilik istemektir. Bunun üzerinde de İnşaallah bir sonraki makalemizde duralım.
Dipnotlar:
1. Tirmizî, Zühd: 57; Müsned, 4:87. 2. Bakara Sûresi: 286. 3. Tirmizî, Zühd: 59. 09.09.2009 E-Posta: [email protected] |
M. Latif SALİHOĞLU |
|
Dindar gösterme gayretkeşliği |
Bir şahsı olduğundan farklı gösterme çabası, ciddiyetsizlik olduğu kadar, aynı zamanda kişilik zaafının bir göstergesidir. Vakur ve dürüst kimse, birilerine sığınma ihtiyacını duymaz. Birilerine yaranmak için yalakalık yapmaz. Bukalemun gibi davranmaya, takiyyecilik yapmaya tenezzül etmez. İrade terbiyesi görmüş karakter sahibi kimse, bir şahıstan bahsederken, onu olduğu gibi anlatmaya çalışır. Tesir icra etmiş şahısları olduğundan eksik, ya da fazla göstermek gibi dengesizlikler sergilemez. Fakat ne yazık ki, çevremizde bile bile ve göz göre göre yalakalık adına meddahlık, takiyyecilik yapan kimseleri görmekteyiz. Hele, bu kimselerin dindar görünmeleri ve bu işi din nâmına yapıyormuş gibi heveslenmeleri, tam bir traji komik tablosu teşkil ediyor. Bizim gibi sizler de çevrenizde az çok şu tabloyu görüyor ve şahit oluyorsunuz: Bazı din kardeşlerimiz, tutturmuş canhıraş bir şekilde M. Kemal'in ne kadar dindar bir kimse olduğunu anlatmaya çalışıyor. Bazıları bilmeden yapıyor bu tehlikeli meddahlığı, bazıları ise takiyyeciliği adeta meslek ve alışkanlık haline getirmişcesi sürdürüyor bu işgüzarlığı. Biraz konuşturup irdelediğinde de, takiyye yaptığını itiraf ediyor zaten. Mazereti de şu meâlde: "Kardeşim, şayet böyle yapmazsan hareket alanın daralıyor, manevra yapamaz hale geliyorsun. Eskiden Atatürk'ü solcular, sosyalistler, devrimciler istismar ederek biryerlere gelmeye veya birtakım imkânlar elde etmeye çalışıyordu. Şimdi de sıra bizde; fenâ mı..." Evet fenâ, hem de çok fenâ bir şey... Dehşetli mânevî zararın ötesinde, ayrıca bir ezikliğin, bir zilletin ifadesi. Üstelik, böyle yapmakla Kemalistlere de yaranamazsın. Şimdiye kadar kim yaranabildi ki? Ne garip bir durum ki, M. Kemal'i dindar gösterme furyası, 12 Eylül (1980) darbesinden sonra başladı. Evet, bu şaklabanlık 12 Eylül zihniyetinin bir mahsulü... Maalesef, bu şaklabanlık trendi o günden bu yana artarak devam ediyor. Hem, öyle bir şiddette devam ediyor ki, Can Dündar gibi "Gerçek Mustafa"dan söz edenleri aforoz edecek kadar azgınlaşabiliyor. M. Kemal'i dindar gösterme çabası hız kesmeden devam ededursun, hemen akabinde ise, Atatürkçülüğü dindarların omuzları üzerinde yaşatma merhalesine geçildi. Burada şahıs, gazete, dergi, kitap ismi vermek istemiyoruz. Fakat, şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki: Ortada çok fenâ bir aldanış hali var. Kemalistleri aldatıyoruz diyen takiyyeci dindanların aldanışı...
Tarihin yorumu 9 Eylül 1923
Halk Fırkası, muhalefeti ezdi
Bugün kısa adı CHP olan Halk Fırkası, 9 Eylül 1923’te kuruldu. Partinin kuruluş çalışmalarına 9 Ağustos'ta başlandı. Böylelikle, resmî kuruluş tarihi bir ay sonrasına denk gelecek şekilde ayarlandı. 9 Eylül, Sivas Kongresinin yapıldığı gün, hem de İzmir'in kutuluş günüdür. Kendini İstiklâl Harbinin köşe taşlarıyla özdeşleştirmeye çalışan bu fırka, kurulduktan çok kısa bir süre sonra çok farklı bir mecrâda yürümeye başladı. Başka bir partinin, yani muhalif bir siyasî hareketin varlığına dahi tahammül edemez bir duruma gelen Halk Fırkası, Meclis'te "tek parti" hegemonyası kurdu. Üstelik, bu hegemonyayı 1946'ya kadar tam bir katılıkla ve 1950'ye kadar da kısmî esneklikle devam ettirdi. Halk Fırkası kadrosunda yer alan belli başlı isimler şunlar: M. Kemal, İsmet Paşa, Celal Bayar, Refik Saydam, Recep Peker. Bu fırkanın mensupları, aynı zamanda ilk Meclis'te "Birinci Grub"u teşkil ediyordu. İkinci Grubun tanınmış şahsiyetleri arasında ise şu isimler yer alıyordu: Kâzım Karabekir, Rauf Orbay, Adnan Adıvar, Ali Fuat Cebesoy, Ali Şükrü, Hüseyin Avni, Cafer Tayyar Paşa, Refet Bele, Bekir Sami, Bu iki grup arasındaki en büyük zıtlaşma, Lozan Konferansı hakkında Meclis'te yapılan gizli görüşmeler esnasında ortaya çıktı. Hem, öyle bir zıtlaşma ki, taraflar rahatlıkla birbirinin canına kıyacak derecede ileri gidildi. Nitekim, bu sebeple su yüzüne çıkan çekişme, İkinci Gruptan Trabzon mebusu Ali Şükrü Beyin katledilmesiyle neticelendi. Ardından, grubun diğer üyeleriyle birtakım didişmeler yaşandı. 1924'e gelindiğinde, aralarında kıyasıya bir mücadele başgösterdi. Ne var ki, Halkçılar galip duruma geldi ve İkinci Gruptakiler tasfiye edilmeye başlandı. Aynı sene içinde kurulan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasının kapatılmasıyla da, muhalefet hareketi tümden sindirilip susturulmuş oldu. 9 Eylül 1923'te "Halk Fırkası" ismiyle kurulan bu partinin ismi, 10 Kasım 1924'te "Cumhuriyet Halk Fırkası", Mayıs 1935'de ise Cumhuriyet Halk Partisi şeklinde değiştirilmiş oldu. 1950'ye kadar bir tür "Devlet Partisi" olan Halk Fırkasının genel başkanları, aynı zamanda Cumhurbaşkanı sıfatını taşıyordu. 09.09.2009 E-Posta: [email protected] |
Ali FERŞADOĞLU |
|
Anlaşın, yazılı belge haline getirin ve imzalayın! |
Beğendiğiniz kişi dış görünüşü, huyu, hayata bakış açısı, yaşama biçimiyle size çok uygun gelebilir. Fakat, konuşurken denk olmayan ve size ters gelen yönleri ortaya çıkacaktır. Evlilikle ilgili düşüncelerinizi ve ilerideki hedeflerinizi, beklentilerinizi konuşun. En önemlisi hayatınızı hangi kriterlere göre yaşayacaksınız: Bugünkü medeniyet, gelenek ve göreneklere göre mi, yoksa Kur’ân ve Sünnet-i Seniyye’ye göre mi? l Çocukların eğitim ve terbiyesinden, l Giyimden-kuşama, l Ev işleriyle ilgilenmeye, l Çalışmaktan çalışmamaya, veya çalıştırmaktan çalıştırmamaya, kimin hangi meselelerden sorumlu olup, olmayacağına kadar ana meselelerde anlaşınız. Karşılıklı kabul ettiğiniz istediklerinizi, beklentilerinizi yazın ve altını imzalayın. Bu tavsiye bizim değil, evlilik terapistleri, yani psikologların. Bu, evlilik sırasındaki sürtüşmeleri, tartışmaları, kavgaları önleyecektir. “Bence böyle, sence böyle, benim dediğim olacak, senin dediğin olmayacak!” tartışmalarını bitirir. “Ne senin, ne benim dediğim olacak, anlaştığımız ve altına imza attığımız belgenin dediği olacak!” der, konuyu kapatırsınız. Unutmayın, söz uçar yazı kalır. İnsanoğlu çiğ süt emmiştir, sözünden cayabilir. Veya kendine göre “Şartlar değişti!” mazereti ileri sürebilir. Kimileri, “Tamam, şimdi kabul edeyim, ama, nikâh kıydıktan sonra, istediğimi yaparım veya yaptırırım!” düşüncesi taşıyabilir. Veya sonradan verdiği sözden cayabilir. Meselâ bayan eş adayı, “Ben evlendikten sonra tesettüre gireceğim, kanaatkâr insanım, senin gelirini aşacak alış verişte bulunmayacağım!”, erkek de, “Evlendikten sonra seni çalıştıracağım veya çalıştırmayacağım, kariyer yapmana müsaade edeceğim veya etmeyeceğim!” diye söz verebilir. İnsanoğlu nisyan (unutma) hastalığına müptelâdır! Ve nikâhtan sonra, verilen sözler unutulabilir! Zira, gerçekten kabul ettiğinden, öyle istediğinden değil, çevrenin baskısından veya başka sebeplerden kaynaklanmış olabilir. Herhangi bir aksaklık olduğunda, şahitli ve yazılı belgeyi önüne koyarsanız, tartışmaları önlersiniz… Kimbilir, bu hukukî bir belge de olabilir! Ne var ki, “Ne lüzumu var, biz birbirimize güvenmiyor muyuz; güvenmeyecek miyiz?” gibi şeyler ileri sürülebilir. O durumda da, şu prensibi hatırlatmalı ve uygulamalısınız: “Hüsn-ü zan adem-i itimat.” Başkaları için daima iyi düşünmek, hüsn-ü zan etmek; ama, kimseye körü körüne güvenmemek, mutlaka tedbir almak. Çünkü insanoğlu değişkendir! Bununla ilgili şöyle bir Alman atasözü var: Güven iyidir, ama kontrol daha iyidir. “Hüsn-ü zan adem-i itimat” prensibini formülleştiren Bediüzzaman, kâinat çapındaki bir ölçü daha verir: “Hiçbir müfsid, ‘ben müfsidim’ demez. Dâima suret-i haktan görünür veyahut bâtılı hak görür. Evet, kimse demez, ‘Ayranım ekşidir.’ Fakat siz mihenge vurmadan almayınız. Zîrâ, çok silik söz ticârette geziyor. Hattâ benim sözümü de, ben söylediğim için hüsn-ü zan edip, tamamını kabul etmeyiniz; belki ben de müfsidim veya bilmediğim halde ifsâd ediyorum. Öyle ise her söylenen sözün kalbe girmesine yol vermeyiniz. İşte size söylediğim sözler hayalin elinde kalsın; mihenge vurunuz. Eğer altın çıktı ise kalbte saklayınız, bakır çıktı ise çok gıybeti üstüne ve bedduâyı arkasına takınız, bana reddediniz, gönderiniz.” 1
Dipnot:
1- Münâzarât, Yeni Asya Neşriyat, s. 48-49. 09.09.2009 E-Posta: [email protected] [email protected] |
Raşit YÜCEL |
|
Barış |
Barış bir saygıdır, bir hoşgörüdür. Nefret ve kin onun ters anlamıdır. Geçtiğimiz 1 Eylül günü “Dünya Barış Günü” idi. Nice acılardan sonra alınmıştı bu karar. Çok pahalıya mal olmuştu. İkinci Cihan Savaşı’nı kastediyorum. Elli iki milyon insan canından olmuştu. Bir rivayete göre de yirmi milyon Rus vatandaşı buna dahil değil. O da ilâve edilirse yetmiş milyon insan. Bu Avrupa’ya iyi bir ders olmuştu. Bir köprü başında, bir Sırp’ın öldürülmesi fitili ateşlendirmişti. Şehirler harap olmuş, medeniyetler yerle bir olmuştu. Avrupa adeta çökmüştü. Almanlar toparlanmak için, yıllarca devletine karın tokluğuna çalıştı. Avrupa’nın yeni çocukları, babaları gibi yapmadılar. Barış yaptılar. NATO’yu kurdular. “Saldırmazlık Paktı” imzaladılar. Yetmedi. Daha sonra “Ortak Pazarı” oluşturdular. Bunun adı daha sonra “Avrupa Birliği” oldu. Bakalım İslâm dünyasına: Savaşlar devam ediyor. İşte Irak, Afganistan, Filistin, Pakistan... Avrupa ve Amerika’nın gelir kaynağı bu ülkeler. Milyarlarca dolar silâhı Asya ülkeleri satın alıyor. Irak ve Afganistan’da insan ölüsünün tavuk kadar değeri yok. *** Eskiler “sulh-u umumî” dermiş. Şimdi “dünya barışı” deniliyor. “Birleşmiş Milletler” bu amaçla kurulmuş. Bunu Bediüzzaman, Ermeniler ile ilgili görüşlerini dile getirirken, bir asır önce bakın nasıl dile getiriyor: “Dostlar ile mürüvetkârâne muâşeret, düşmanlar ile sulhkârâne muâmele.” Ortak noktalarda birleşerek barış sağlanabilir. İnsanız... İlk kavga, Âdem Aleyhisselâm’ın oğulları arasında başladı. Sonra kavgalar hep devam etti. Barışın birinci adımı, başkalarının haklarına riâyet etmektir. Dünyada sadece kendisi yaşamadığını anlamaktır. Sevgi ve saygı… Gerisi o kadar kolay ki... 09.09.2009 E-Posta: [email protected] |
Sami CEBECİ |
|
Öğrencinin ruh hâli |
Dünya verilse değişmeyecek kadar sevdiğimiz ve değer verdiğimiz ciğerpârelerimiz olan çocuklarımızı, anne ve babalar ne zorluklarla yetiştiriyor. Bebekken geceleri uykularımızı bölen, biraz büyüdükleri zaman bir çok külfetlere katlanmamıza sebep olan, ergenlik çağına eriştiğinde ve kişilik kazanmaya başladığında bizi pişman ettirecek işler de yapabilen çocuklarımız, her şeye rağmen dünya bir yana, onlar bir yana olan parçalarımızdır. Liseyi bitirmeden bir taraftan hazırlık dershanesine giden, üniversiteyi kazanamamışsa tekrar dershaneye giderek bütçemizi sarsan bu delikanlılar, kazandıkları zaman da sıkıntılar bitmemekte ve yeni sıkıntılar başlamaktadır. Hayat bu. Engelli koşuya benziyor. Birini geçerken diğerine takılıyorsun. Üniversite kazanıldı diyelim. Bu sefer kayıt ve kalacak yer çilesi başlıyor. Hele başörtülü bir kız ise, onun çilesi birkaç kat daha artıyor. Çünkü, hâlâ başörtüsü zulmü devam ediyor. İnancından dolayı başını örten genç kızlarda kişilik bozulması, rûhî travma ve çift kişilikli biri olma durumu baş gösteriyor. Belli bir cemaate mensup olmayıp üniversiteye kaydolan bir genç, tanımadığı bir memlekette ve bilmediği yığınla insanın bulunduğu bir yerde kendini yapayalnız hissediyor. Boşluğa düşmüş gibi bir karamsarlık havası bütün benliğini sarıyor. Yanlış eller ve yanlış adresler karşısına çıkarsa vay o delikanlının başına gelenlere! Ondan sonra ne okul kalıyor, ne de başka bir şey. Dünya âdetâ ona zindan oluyor. Belli bir safhadan sonra da “Battı balık yan gider” hesabı her şeye boş veriyor ve yaşadığı toplumu zehirleyen, zarar veren bir yılan olup çıkıyor. Çünkü, Allah ve âhiret korkusunu kalbinde taşımayan, kul hakkı nedir hiçbir şey tanımayan öyle gençler, milletin baş belâsı olmaktan kendini kurtaramaz. Böyle gençlerin hâlini nazara veren merhum Zübeyr Ağabey “Eğer, teessür ve ıztırap karşısında kalpten bir parça kopmuş olsaydı, bir genç dinsiz olmuş haberi karşısında o kalbin atom zerratı adedince paramparça olması lâzım gelirdi” diyor. İşte, bu noktada dînî cemaatlerin önemi ortaya çıkıyor. Sevgi, ilgi, şefkat, muhabbet ve hoşgörü ile gençlerin elinden tutan bu fedâkâr insanlar, maddî ve mânevî destekleriyle ‘bir genç daha kurtulsun’ diye canını dişine takıyor ve onlara kol kanat geriyor. Bir baba veya ağabey şefkatiyle onları kucaklıyor ve her şeyiyle ilgileniyor. Maddî durumu bozuksa burs vererek, sağlığı bozulmuşsa doktora götürerek elinden gelen her şeyi yapıyor. Bütün hedef, elbette Allah’ın rızâsı. Başka maksat olamaz. Bu hususta canla başla alışan ve adı ne olursa olsun bütün cemaatleri alkışlıyor ve Allah râzı olsun diyoruz. Bize gelince, elbette bu tariflere en uygun olması gereken cemaat biziz. Risâle-i Nur Hareketini orijinal kimliğiyle gelecek nesillere emanet edecek olan bizler, bir kişi de olsa onu kurtarmayı dünyanın en büyük vazifesi biliriz. Bize gelen ve hizmet merkezimizde kalmak isteyenlerin ayakları altına, şefkat kanatlarımızı sereriz. Onun hem okulunda başarılı, hem de dâvâ adamı olması için her türlü fedâkârlığı gösteririz. Bilgimizle, ilgimizle, sevgimizle, paramız pulumuz, hülâsa her şeyimizle onları bağrımıza basarız. Aksi takdirde, olumsuz tavırlarla karşıladığımız, “Masrafları ödeyecek paran yoksa git başka yerde kal” dercesine yapılacak muâmeleler, o gencin ruh dünyasını allak bullak eder. Bizim şahsımızda cemaate ve dâvâya küser. Bunun vebâlini ise kimse taşıyamaz. Bizler, şimdiye kadar dâvâya ve hizmete kazandıklarımızı hep müsbet hareketlerimizle elde ettik. Her bir Nur Talebesi ve bilhassa hayatını vakfetmiş hizmet elemanları bu gerçekleri dikkate almalı ve seferber olmalıdır. Çünkü, şimdi tam zamanıdır. 09.09.2009 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
Hayırlı uçuşlar olsun |
Türk Hava Yolları büyüme noktasında bir adım daha atarak İstanbul-Jakarta seferlerine başladı. Haftada beş gün gerçekleştirilecek olan seferler, Singapur aktarmalı olarak sürecek. THY’nin İstanbul’dan Endonezya’nın başşehri Jakarta’ya düzenlediği “ilk uçuş”a gazetemiz adına katılma imkânı bulduk. Seferler Singapur aktarmalı olarak devam ettiği için “ilk uçuş”ta dâvetlilerin yanı sıra yolcular da vardı. Maliye Bakanı Mehmet Şimşek ve bazı milletvekilleri de THY’nin bu seferine katıldığı için gündem mecburen ekonomik kriz ve Türkiye’nin dertleri oldu. Gerek vekiller ve gerekse iş adamları her fırsatta Bakan Şimşek’e ekonomiyle ilgili sorular sordu ve ‘müjde’li haberler almak istedi. İktidar partisine mensup vekiller memur ve emekliler için ‘daha fazla zam’ konusunda ısrarlı olurken, Bakan Şimşek Türkiye’nin imkânlarının sınırlı olduğuna dikkat çekti. 3 Eylül gecesi İstanbul’dan hareket eden heyet, 7 Eylül sabahı erken saatlerde İstanbul’a döndü. Uzun mesafeli bir uçuş olduğu için ‘gezi’nin neredeyse yarısı ‘hava’da geçti. Ramazan ayı olması sebebiyle yola çıkmadan önce ilk endişemiz oruç tutup tutamayacağımızdı. Gerçi ‘seferî’ olma imkânı vardı, ama şükürler olsun ki oruçlarımızı da rahatlıkla tutabildik. Bunda THY’nin uçakta ikram ettiği ‘sahur yemekleri’nin de payı vardı şüphesiz. THY’nin doğrudan Endonezya’nın başşehri Jakarta’ya uçuşu sadece turistik ve ticarî anlamda değil, nüfusunun büyük çoğunluğu Müslüman olan iki ülkenin tanışması ve kaynaşması açısından da çok önemli. “Gözden ırak olan gönülden de ırak olur” misâli, coğrafî olarak bize uzak olan pek çok İslâm ülkesini yeterince tanımadığımız bir gerçek. Oysa Endonezya, nüfusu en kalabalık olan İslâm ülkesi konumunda. Nüfusu kalabalık olmasına rağmen onlar da fakirliği yenebilmiş değiller. Öyle ki; nüfusun neredeyse yarısı günlük ancak 2 dolar harcayabiliyor. Endonezya’nın binlerce adadan meydana gelen çok geniş bir coğrafyaya sahip olması beraberinde başka problemleri de getirmiş. Gelir dağılımındaki adaletsizlik, dünyanın olduğu kadar Endonezya’nın da birinci problemi. Başşehir Jakarta’nın ekonomik anlamda ‘Şişli’ gibi lüks semtleri de var, ‘Şırnak’ gibi az gelişmiş bölgeleri de. Pek çok ‘5 yıldızlı’ otel, gecekondularla sarılmış durumda. Her İslâm ülkesi gibi Endonezya’nın da kendisine has problemleri vardır. Ama gördüğümüz kadarıyla Jakarta’da Ramazan daha görünür bir şekilde hissediliyor. Başşehrin hemen her caddesinde Ramazan, zekât ve sadaka ile ilgili afişler, bilboardlar var. ‘Afiş’lere bakılırsa Endonezya’da, devlet ile millet kaynaşması temin edilmiş gibi. Yöneticiler, vatandaşın Ramazan ayını tebrik eden afişler asmış. THY’nin Jakarta uçuşları iki İslâm ülkesinin birbirini daha yakından tanımasına ve ekonomik işbirliğini geliştirmelerine vesile olabilir. Bunu temin için hem iş adamlarımıza hem de Türkiye’yi idare edenlere çok iş düşüyor. Başka ülkelerle de gerçekleştirilen ‘Serbest Ticaret Anlaşmalarını’ bu ülkeyle de yapmak belki de bu konuda atılacak ilk adım olabilir. Ülkemizin büyümesine katkı sağlayan THY yöneticilerine başarı dileklerimizle... 09.09.2009 E-Posta: [email protected] |
Cevher İLHAN |
|
Bediüzzaman’dan içtimaî tesbitler - 2 |
“Muhtariyet” ve “eyâlet” değil, “serbesti-i inkişâf” Bediüzzaman, Prens Sabahaddin’e cevabında, “âheng-i terakki” dediği, demokrasi, hukuk ve hürriyetler içinde topyekûn adaletli ve dengeli maddî ve mânevî kalkınmanın “adem-i merkeziyet”le değil, “cihet’ül vehdetimiz (birlik yönümüz) olan usûl-ü merkeziye” ile ancak başarılabileceğini belirtir. “Makine-i terakkiyatı medeniye” dediği medenî gelişim ve ilerleme motorunun buharı hükmünde olan medeniyette müsâbakayı doğuracak aynı maksada yönelik müsbet rekabetin meydana gelebilmesiyle ancak “ittihad ve muhabbet-i millî”nin sağlanabileceğini belirtir. (Eski Said Dönemi Eserleri, Yeni Asya Neşriyat, 183-184) “Yoksa adem-i merkeziyet fikrinin, “usûl-u merkeziye” ile milleti birbirine bağlayan bağları ve mecarâyi (gidiş ve oluş yolunu, istikameti) keseceğini ve bozacağını bir asır öncesinden haber verir… Bugün hâricî ifsad şebekelerinin kavmiyetçi-ırkçı işbirlikçilerle politik zemine taşıdığı ve terör örgütü başının ve siyasî yandaşlarının “ayrılık tehditleri”yle ortaya attıkları, ülkenin etnik ve bölgesel ayırımlar üzerine ayrı ayrı meclislerle ve bayraklarla bölünmesini esas alan “eyâlet sistemi” bir yana; Bediüzzaman, “adem-i merkeziyet”in dahi birçok tehlikeyi beraberinde getireceğini uyarır. Bunun “muhtariyet”le eyâletlerle bölünmenin ilk adımı olduğunu; arkasında da “tavâif-i mülûk”le ülkenin bölünüp parçalanacağı tehlikesini ikaz eder.
İTHAL “ADEM-İ MERKEZİYET” FELÂKETİ… Milleti birbirine bağlayan bağları ve yolları kesip koparacak “adem-i merkeziyet” fikrinin veya “onun ammizâdesi (amcasıoğlu) unsura mahsus (belli bir ırka has) siyasî kulüplerin (partiler)”, demokrasi eksikliği, ırklar ve mezhepler arasındaki şiddetli ayırımcılıkla ihtilâfların tahrikiyle, “birdenbire kuvve-i anilmerkeziye”ye (merkez kaç kuvvetine) inkılâp edeceğini ifâde eder. Merkeze yönelik nefretle, Osmanlıdaki unsurları merkezden uzaklaştırıp, dağıtacağını ve başı buyruk yapıp birbirinden koparacağını ve ayıracağını kaydeder. Bediüzzaman, “tevsi-i mezuniyet kabı” dediği “adem-i merkeziyet”le bölgelerin siyasî yetkilerinin arttırılması ve genişletilmesinin, daha medenileşmemiş, demokrasi ve hürriyete yabanî kalmış toplumdaki “vahşetin galeyanı”na sığmayacağını, Osmanlılık ve meşrûtiyet perdesini birden depreşip feverân ile yırtacağını yazar. Prens Sabahaddin’in ithal “adem-i merkeziyet” fikrinin, idârî hüviyette kalmayacağını, Birinci Dünya Savaşında görüldüğü gibi ecnebilerin parmak karıştırmalarıyla tefrikayla iftirakı azdıracağı ferâsetli tesbitini yapar. Sözkonusu Osmanlı unsurlarının, bilhassa bin sene inanç birliği içinde birlikte yaşamış ve yanyana cihad edip İslâm uğruna bir milyar şehid vermiş Türklerle beşyüz bine yakın şehid vermiş Kürtlerin diğer Müslüman unsurlarla teşkil ettikleri “Osmanlılık” denilen mensubiyet bağının ve meşrûtiyetin sağladığı hak ve hürriyetler perdesinin istismarla yırtılıp aşılmasının vahâmetini anlatır. “Adem-i merkeziyet”in, “muhtariyet”e (özerkliğe, eyâletlere), ardından “istiklâliyet”e, sonra “tavâif-u mülûk sûretini giyen” diye tâbir ettiği ülkenin ayrı ayrı devletçiklere bölünmesiyle bölünüp parçalanması felâketi fitnesine sürükleyeceğini nazara verir. Bediüzzaman’a göre bu vaziyet, “menâfi-i umûmî” diye tâbir ettiği milletin umumî ve millî menfaati mizânıyla tartılsa öyle bir büyük günâh olur ki, hürriyetteki “hasene-i uzma”ya büyük maslahata, iyiliğe ve hayra eşit, belki ağır gelir.
“İFTİRAK” FİTNESİNE ZEMİN HAZIRLAMA! Bediüzzaman’ın bu ikazları, bugün çoğu yabancı servislerin hâriçten üflenen ifsad şebekelerinin ve bozguncu lobilerin dünün “muhtariyeti” yerine bugün DTP’nin “federasyon raporu”ndaki “İskoç modeli” gibi çeşitli “proje”ler perdesinde, adı konmamış “özerklik”ten ve “otonomi”den başlayıp ülkenin 23 eyâlete bölünüp parçalanması plânına karşıdır. Bunun içindir ki demokrasi ve özgürlüklerin, “adem-i merkeziyet”le sağlanamayacağı; tam tersine bunun dün “muhtariyet” denilen “özerklik”le önce “eyâlet sistemi”ne, ardından bağımsız devlet talebine ve sonra da “ecnebi projesi” olan “tavâif-u mülûk”a götürüp vatan ve milletin birlik ve bütünlüğünün parçalanacağını peşinen bildirir. “Eyâlet sistemi”ne kapılar açmanın, Peygamberî tâbirle “asâbiyet-i cahîliye” denilen onüç asır evvel ölmüş ırkçılığı-kavmiyetçiliği yeniden diriltmekle “fitneyi ikaz etmek (uyandırmak)” olduğunu ihtar eder. Bunun çâresinin, “serbesti-i inkişâf” dediği gelişme ve kalkınma özgürlüğünün birlik ve beraberlik içinde topyekûn milletle beraber Kürtlerin ve bütün vatandaşların temel hak ve hürriyetlerinin teminiyle gerçek bir demokratikleşme ve özgürlükler olduğunu beyân eder. (Sebilürreşad, 4 Mart 1336 (17 Mart 1920) Eski Said Dönemi Eserleri, 108-109) Bediüzzaman’ın bu beyânları bugün daha da önem kazanmakta… 09.09.2009 E-Posta: [email protected] |
Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
Eyalet, federasyon... |
Said Nursî, Prens Sabahaddin’in “adem-i merkeziyet” fikrinin tatbik edilebilmesi için çok zamana ihtiyaç olduğunu söylemişti. Bu muhaverenin üzerinden yüz, Osmanlı tarihe karışalı yaklaşık doksan sene geçtiğine göre, o fikrin tatbik zamanı gelmiş olabilir mi? Adem-i merkeziyet fikrinin çok dinli, çok dilli, çok milletli bir cihan devleti olan Osmanlı için geçerlilik taşıyan mahzurları, ulus devlet esasına göre kurulmuş bir üniter yapı olarak Türkiye Cumhuriyeti için de söz konusu olabilir mi? Vaktiyle Osmanlıda olduğu gibi, şu anda Türkiye’den kopup ayrı bir devlet kurmak isteyen unsurlar var mı? Osmanlı dağıldığında, topraklarında Türkiye dahil 17 ayrı devlet kurulmuş. Bugün böyle bir durum mevcut mu? Genel hatlarıyla baktığımızda yok. Ancak Osmanlıyı parçalamak üzere uygulamaya konulan Sevr planının 17 devlet ortaya çıkarmada başarılı olurken, iki maddede hedefine ulaşamadığını da gözardı etmemek lâzım: Kürdistan ve Ermenistan. Ve şu anda bunları da tamama erdirmek için hâlâ ısrarla devam ettirilen birtakım çabalar var. Onun için, adem-i merkeziyet başlığı altında ifade edilebilecek birtakım projeleri gündeme getirirken, bilhassa bu iki hassas noktanın gözden kaçırılmaması gerekiyor. Gerçi artık Türkiye sınırlarında hatırı sayılır bir Ermeni nüfusun varlığından söz edebilmek mümkün değil, ama “büyük Ermenistan” için bastıran güçlü bir Ermeni diasporası dünyanın her yerinde son derece aktif. Soykırım iddiaları, tazminat ve toprak talepleri bunun ifadesi. Kürt meselesi ise, bilhassa Kürt nüfusunun fazlalığı sebebiyle daha da hassas bir nitelik taşıyor. Bir tarafta devlete musallat olan müstebit zihniyetin akıl, vicdan ve hukuk dışı uygulamaları; diğer tarafta bunlara yönelik tepkileri istismar edip işi terör boyutuna taşıyan tahrikler, Kürt meselesini iyice kırılgan ve duyarlı bir hale getirmiş durumda. Böyle olunca, adem-i merkeziyet formülü için yüz sene önce geçerli olan sakıncalar, bu iki noktada hâlâ geçerliliğini koruyor dersek, yanlış olmaz. Dolayısıyla, Bediüzzaman’ın, Osmanlıyı dağılmaya götüren süreçte önemli rol üstlenen siyasî kulüpler ve muhtariyet talepleri için dile getirdiği endişeler, son dönemde telâffuz edilen eyalet veya federasyon sistemi gibi formüller için de geçerli. Nitekim İmralı’dan sâdır olan son mesajlarda bir taraftan “Federasyon talebinden vazgeçtik” denilirken, diğer taraftan belediyeleri, yerel meclisleri eğitimi, sporu, güvenliği, hattâ savunması ile ayrı bir örgütlenmeden söz edilmesi, bu endişelerin haklılığını gösteriyor. İşin garibi, bilhassa eyalet ve federasyon fikrinin Güneydoğu özelinde gündeme gelmesine, bölgede terörle mücadele gerekçesiyle 12 Eylül-Özal yapımı OHAL bölge valiliği sisteminin yıllarca uygulanması da hatırı sayılır katkılarda bulundu. Oysa Türkiye’nin yapması gereken, bölünmeyi çağrıştıran eyalet veya federasyon gibi formüller yerine, merkezdeki istibdadı etkisiz kılıp hukuk temelinde tam ve eksiksiz bir demokrasiyi güçlendirmek, devleti tahakküm aracı olmaktan çıkarıp hizmet devleti haline getirmek, merkeziyetçi yapının bürokratik ağırlığını azaltmak, çağdaş normlara uygun şekilde devleti müdahaleci olmaktan çıkarıp, demokrasi ve hukuk prensiplerine göre işleyen düzenleyici bir işlev kazandırmak ve bunları sadece belli bir bölge için değil, ülkenin tümü için uygulamak gibi reformlar olmalı. Bu noktada, yakınlarda yine gündeme gelen “Kuzey Irak’ın Türkiye’ye ilhakı” gibi fikirlere de dikkatli yaklaşmak gerekir. Şu şartlarda böyle bir konu, Türkiye için tehlikeli bir tuzaktan başka birşey olamaz. Çünkü oradaki oluşum tamamen işgal güçlerinin ve İsrail’in hesapları istikametinde şekillendirildi. Ve bölgedeki özerk Kürt yapılanmasından Bağdat da rahatsız. Nitekim bu rahatsızlık bilhassa petrol paylaşımı kavgalarında zaman zaman açığa vuruluyor. Böyle bir federe ve özerk yapıyı Türkiye’ye entegre etme gibi bir konunun gündeme getirilmesi, aynı yapının Güneydoğu odaklı olarak Türkiye’ye de taşınması, petrol kavgalarına bizim de bulaştırılmamız, Bağdat’la ve Arap âlemiyle ilişkilerimize yeni sorunların eklenmesi gibi sıkıntılı sonuçlar doğurur. Türkiye bu tuzağa düşmemeli, onun yerine Irak’la 1950'lerin CENTO'suna benzer bir ittifakı yeniden ihya etmeye çalışmalı. 09.09.2009 E-Posta: [email protected] |
H. İbrahim CAN |
|
Avrupalı âkil adamların Türkiye raporu (1) |
2004 yılı Mart ayında daha önce Avrupa ülkelerinde bakanlık ve benzeri üst düzey görevlerde bulunmuş bir grup akil adam tarafından kurulan Bağımsız Türkiye Komisyonu ikinci raporunu önceki gün yayınladı. Bu komisyon Türkiye’nin AB’ye katılım sürecini bağımsız ve tarafsız olarak izlemek üzere kurulmuştu. Türkiye-Avrupa Birliği ilişkilerinde son birkaç yıl içinde yaşananları tarafsız bir gözle değerlendiren komisyonun bu önemli raporunu iki ayrı bölüm halinde iki günde ele alacağız. Bugün raporda Avrupa Birliği ve Avrupa ülkeleri liderlerine yönelik olarak yer alan eleştirileri değerlendireceğiz.
AVRUPALI LİDERLERİN OLUMSUZ TAVIRLARI Ekim 2005’te fiili müzakerelerin başlatılması kararına rağmen, Avrupalı liderlerin olumsuz yaklaşımları Türk kamuoyunda Türkiye’nin bütün şartları yerine getirse dahi Avrupa Birliğine alınmayacağı kanısını uyandırmıştır. Avrupalı liderler kendi kamuoylarındaki göç, işsizlik kaygısı, İslam korkusu gibi unsurları Türkiye’nin üyeliğine karşı çıkarak oya tevil etmeye çalışmaktadırlar. Halbuki Avrupalıların en önemli endişelerinden olan Türk işgücünün serbest dolaşımı, tarımda sübvansiyon ve yapısal fonlar zaten derogasyonlara tabidir. Bu doğru tesbite katılıyoruz.
ÇEŞİTLİ BAHANELERLE MÜZAKERE SÜRECİNİN BALTALANMASI 35 Müzakere başlığının yarısından fazlası bloke edilerek, müzakere süreci aksatılmaktadır. Aralık 2006 AB zirvesinde Kıbrıs Rum Yönetimine limanların açılmaması bahane edilerek bir düzine başlık durdurulmuştur. Sarkozy ‘bütünleşme yerine ortaklık’ talebi kabul edilmedikçe beş ana alanda müzakerelerin devamına izin verilmeyeceğini açıkça ilan etmiştir. Diğer başlıklardan onbiri ise siyasal nedenlerle AB Konseyinde üye devletler tarafından engellenmektedir. Bloke edilen bu başlıklar arasında dış ilişkiler, enerji, güvenlik ve savunma politikası gibi en önemli sahalar yer almaktadır. Bunun anlamı Türkiye’nin AB üyeliğinin fiilen engellenmesidir. Maalesef gelinen noktada süreç dondurulmuş gibidir.
ÜYELİĞE ALTERNATİF TEKLİF EDİLMESİ Fransa ve Almanya’nın tam üyelik yerine ‘imtiyazlı ortaklık’ ya da ‘özel ilişki’ teklifi, Türkiye’de AB’ye uyum çerçevesinde reformlar yapma şevkini kırmaktadır. Türkiye’nin AB üyeliği hedefini raydan çıkartmaya yönelik diğer dolaylı çabalar arasında Avrupa’nın kesin sınırlarının “akil adamlar” tarafından çizilmesi teklifi ve bir Akdeniz Birliği kurulması fikri vardır.
TÜRKİYE VE DOĞU AVRUPA ÜLKELERİNE FARKLI STANDARTLAR UYGULANMASI “Avrupalıların özellikle kendileri gibi eski bir NATO müttefiki yerine eski Sovyet bloğu ülkelerine öncelik verdiğini ve Türkiye’nin yönetişim ve ekonomik ve sosyal göstergeler açısından bu ülkelerden daha iyi bir performans sergilediğinin gözardı edildiğini düşündükleri için Türkler açısından psikolojik olarak AB’nin tavırlarının en şevk kırıcı tarafı bu olmuştur”. Gerçekten de tam üyeliğe kabul edilen son on ülkenin hiçbir göstergesi Türkiye’nin üstünde değil, epeyce altındadır. Gerek ekonomik gerekse siyasal göstergeler, insan hakları ve demokratik yapı bakımından Türkiye hepsinden öndedir. Buna rağmen maalesef onlar tam üye yapılırken, Türkiye’nin üyeliği belirsizliğe itilmiştir. AVRUPA KAMUOYUNU YANLIŞ YÖNLENDİREN LİDERLER
Bütün bu olumsuzluklar sonucunda Türkiye’de “genel olarak Avrupalılara karşı bir kızgınlık oluşmuş, Türkiye’nin hiçbir zaman AB üyesi olarak kabul edilemeyeceğine dair bir çaresizlik hissine ve AB üyeliğine olan destekte düşüşe sebep olmuştur. 2008 yılı sonbaharında Eurobarometer, AB üyeliğinin iyi bir şey olacağını düşünen Türklerin oranının 2004 yılındaki % 70 üzeri orandan % 42’ye düştüğünü tesbit etmiştir.” Görüldüğü üzere rapordaki bu tesbitler hepimizin altına imzasını atacağı değerlendirmelerdir. Raporun bu bölümü şu çarpıcı uyarı ile bitmektedir: “AB, tam da Türkiye bölgesinde gerçek bir bölgesel güç olmaya başlarken Türkiye üzerindeki etkisini kaybetmektedir. Avrupalı liderler kısmen kendilerinin sorumlu olduğu ve Avrupa’da değişen yaklaşımların oluşturduğu kısır döngüyü kırmalıdır.” Yarın âkil adamların Türkiye’ye yönelik eleştirilerini ele alacağız. 09.09.2009 E-Posta: [email protected] |