|
|
Abdurrahman ŞEN |
İstanbul "Mehmed Âkif Müzesi"ni bekliyor |
|
Avrupa'nın eski komünist ülkelerinde bile o ülkenin kültür ve san'atına katkıda bulunmuş önemli isimlerin doğup büyüdüğü, -hatta- bir süre yaşadığı evlerinde plâketler çakılı. Eğer bir san'atçı / yazar / kültür adamı; hele bir de "millî" tanımına uygun eserler bırakmışsa geride, o ismi yaşatmak, daha geniş kitlelere duyurmak için her yol deneniyor. Yetkili yetkisiz herkes, o kişiye saygıda kusur etmemeye özen gösteriyor.
Bize gelirsek! İmam Hatip Okulu'ndan Zeytinburnu Akşam Lisesi'ne geçtiğimde, genç bir edebiyat öğretmenimiz vardı. Bir gün derste şöyle bir yakınmada bulunmuştu: "Arkadaşlar. Lâyıkıyla işlenmesi en zor derslerin başında edebiyat geliyor maalesef. Ben size Ziya Gökalp'i ve düşüncelerini aktarmaya çalışsam 'MHP'li' damgası yiyebilirim. Nazım Hikmet'i zaten konuşamıyoruz da. Nurullah Ataç ya da Tevfik Fikret'in düşünce dünyasını açmaya çalışsam 'CHP'li' olmayı da geçer 'dinsiz' damgası yerim. Asırlar öncesine uzanıp Yunus ya da Mevlânâ'daki inancın temellerini anlatsam size, 'MSP'li' damgası yerim. Oysa böyle yorumlamaların kültürde yeri yok. Kaldı ki bu isimlerin hepsi de yazı dünyamızın, düşünce dünyamızın birer parçaları."
Bu sözlerin söylendiği zamanın 1970'lerin ilk yarısı olduğunu eklemeliyim hemen. Avrupa ile bizim bu kıyasımızı yapadurun, bulabildikleri ya da icad ettikleri her fırsatta millî marşımızın şairi Mehmed Âkif Ersoy'a bile sataşmaktan hatta dil uzatmaktan sıkılmayanların varlığını da yakînen biliyoruz ne yazık ki.
Neyse ki; Âkif'in hakkı olan saygının, "resmen" hiç de yeterli derecede gösterilmediğini yıllardır içi burkularak izleyenler, son zamanlarda biraz umutlanır gibiler! Çünkü. Bir taraftan çok sayıda kitapla, yeni araştırmalarla Mehmed Âkif hakkında yayınlanan eserler sayıca da olsa zenginlik kazanmaya başladı. Eğer ben de yüzümün akıyla "Bir Destan Adam / Mehmed Âkif" isimli filmimi ortaya koyabilirsem önemli bir adım daha atılmış olacak.
Bu arada. Sevgili Mehmed Doğan Ağabeyin önderliğinde Türkiye Yazarlar Birliği kanalıyla başlayan ve son yıllarda Mehmet Âkif Ersoy Fikir ve Sanat Vakfı kanalıyla devam eden yoğun, ısrarlı çabalar sonucunda; Mehmed Âkif Ersoy'un bir süre yaşadığı ve İstiklâl Marşı'mızı da içinde yazdığı Taceddin Dergâhı müze haline getirilmiş oldu.
Elbette Mehmed Âkif ile ilgili mekânlar Ankara'daki Taceddin Dergâhı'yla sınırlı değil ki! Öncelikle Âkif merhumun; İstanbul'un Fatih semtinde Sarıgüzel Caddesi'nde bir evde doğduğunu, Beyoğlu'ndaki Mısır Apartmanı'nda ise son nefesini verdiğini biliyoruz. Bunların dışında en belirgin olarak Sırat-ı Müstakîm / Sebilürreşad Mecmuası'nın ve bir süre Başkâtip olarak çalıştığı Dâr'ül Hikmet'in yerlerinin de Eminönü ilçesi sınırları içinde olduğunu da biliyoruz.
Doğduğu evin yıkılmış olması münasebetiyle, Fatih'te uygun görülecek bir mekânın "Âkif Müzesi" yapılması için tarih içinde birçok büyüğümüz girişimlerde bulunmuş ama. Sonuç malûm.
Vefat ettiği Mısır Apartmanı'nın müze yapılabilmesi için de Beyoğlu Belediye Başkanlığı'ndaki danışmanlık görevim sırasında çok uğraştık. Ama. Onda da sonuç malûm.
Bu arada. Mehmed Âkif merhumun Mısır'da bulunduğu dönemde yaşadığı iki ev daha var. Sayın Cumhurbaşkanımızın hafta içinde yaptığı resmî ziyaret münasebetiyle Mısır'da yaşadığı evin müze yapılmak üzere satın alınması gündeme geldi.
Doğan Hızlan 13 Ocak tarihli Hürriyet Gazetesi'nde "Cumhurbaşkanı Abdullah Gül Kahire'de Mehmet Âkif'in evini satın aldırmalı!" diye yazarken, Mehmet Âkif Ersoy Fikir ve Sanat Vakfı Mütevelli Heyeti Başkanı Mehmet Cemal Çiftcigüzeli de Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'e bir mektup göndererek, Ersoy'un Kahire'deki evinin satın alınarak "Türk Kültür Merkezi" haline getirilmesini istedi.
Gazetemizde 16 Ocak günü yayınlanan haberin devamında; "Çiftcigüzeli, mektubunda, Cumhurbaşkanı Gül'ün Mısır'ı ziyaret edeceğini hatırlatarak, Mehmet Âkif Ersoy'un Kahire'nin banliyö semti Hilvan'daki evinin satın alınarak Türk Kültür Merkezi haline getirilmesini istediklerini, bu sayede Mısır'da okuyan Türk öğrenciler ile Türkçe eğitimi veren fakültelerdeki öğrenciler için bir cazibe merkezi oluşturulabileceğini ifade etti. Çiftcigüzeli, Mısır'daki değişik üniversitelerde okuyan ve 13 fakültede Türkçe eğitim veren okul öğrencilerine Türkiye'de staj yapma imkânlarının arttırılmasını ve Türk müteşebbislerin iş yerinde, bu öğrencilere Türkçe pratiklerini arttırmak için imkân sağlanmasını da talep etti" deniliyordu.
Sayın Hızlan'ın söz konusu yazısında; sayın cumhurbaşkanımızın Dışişleri Bakanlığı günlerinde konuyla ilgilendiği, sayın Ekmeleddin İhsanoğlu'nun da katkılarıyla Âkif'in Mısır'da ikamet ettiği iki evin de tesbit edildiği ve "müze" ya da "Türk Kültür Evi / Merkezi" gibi bir isim altında kullanılabilmesi için girişimlere başlandığı müjdesi de var.
Şüphesiz son derece sevindirici bir gelişme ve görüşmelerin son derece olumlu olduğu biçiminde notlar da basına yansıdı sayın Cumhurbaşkanımızın gezisi sonrasında.
İşte ondan sonrasını düşününce üzülmeden edemedim. Millî şairimiz, İstiklâl Marşımızın şairi Mehmed Âkif'in, toplam 12 yıl yaşadığı Mısır'da ikamet ettiği iki evi Mısırlılardan istemek, müze yapmayı teklif etmek elbette sevindirici ve bir o kadar da güzel. Ama o arada; "Doğduğu ve son nefesini verdiği evleri sizler ne yaptınız?" derse Mısırlılar, ne cevap vereceğiz?
O halde Mısır'daki evlerden hiç yoksa bir tanesinin önümüzdeki belli bir zaman dilimi içinde "Müze" ya da "Kültür Evi/Merkezi" bâbında hizmet verecek biçimde düzenleneceğine olan inancımızla, kendimizle ilgili bölümlere bakalım.
Az önce de ifade ettiğim gibi. Bugüne kadar; Mehmed Âkif'in doğduğu Fatih Sarıgüzel'deki evin (yerine) müze yapılabilmesi için birçok girişimler oldu ama. Kapılar duvar kesildi! Aynı şekilde. Mehmed Âkif'in vefat ettiği Beyoğlu İstiklâl Caddesi'ndeki Mısır Apartmanı için de farklı girişimler yapıldı ama sonuçsuz kaldı.
O halde çarelerden biri; Mehmed Âkif'in doğduğu ve son nefesini verdiği evlerin müze olabilmesi için şimdiki sahipleri mağdur edilmeden satın alma yoluna gidilmeli ve o evler müze haline getirilmelidir. Doğduğu evin yıkılmışlığı düşünülürse bu noktada ayrıca bir zorluk olduğu da muhakkaktır.
Çarelerden ikincisi ve daha kolay uygulanabilecek olanı ise; -o evlerin satın alınamaması halinde- uygun görülecek bir semtte, -tercihân Fatih'te- uygun bir mekân tahsis edilmeli veya gerekiyorsa satın alınma yoluna gidilmeli ve "Mehmed Âkif Müzesi/ Kültür Merkezi" için tahsis edilmelidir. Bu yapılanma içinde Âkif'le ilgili her türlü bilgi-belgenin değerlendirileceği mekânların bulunması, araştırmacıların işini kolaylaştıracak bilgi hazinesinin kurulması da düşünülmelidir.
Avrupa'nın kültür başşehri olmaya hazırlanan İstanbul'un, kendi kültürünün baş temsilcisini gelecek misafirlerine de anlatması gerek!
Ama önce kendi insanlarının bu konudaki açlığını gidermek için İstanbul'a "Mehmed Âkif Müzesi" nin acilen kurulması şart. Hiçbir yetkili "kim yapacak?" diye sağa sola bakmasın!
Bu arada; Kültür ve Turizm Bakanımız sayın Ertuğrul Günay'ın acil himmetiyle, ilki bu 12 Mart'ta ilân edilmek üzere Mehmed Âkif adına edebî bir yarışma düzenlenmesi, İstiklâl Marşı şairimizin adına yakışır bir ödül verilmesi de uygun olur sanıyorum. İlköğretim öğrencilerinin "İstiklâl Marşı'nı güzel okuma" yarışmalarından ileriye gidelim artık, elbirliğiyle.
20.01.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
İslam YAŞAR |
Bir hânedânın serencâmı (2) |
|
Bir babadan, oğlunu istemek.
Hayatta, yapılması en zor şeylerden biriydi bu. O zorluklar göze alınarak yapılsa bile baba oğlunu vermek istemez ve gerektiğinde hayatı pahasına da olsa korumaya çalışırdı.
Said Nursî işte o zor işi yaptı Mehmed Çalışkan, oğlunu da yanına alarak ziyaretine gelip çocuğu çok zekî ve çalışkan olduğu için üniversiteye göndermek istediğini söyleyerek fikrini sorduğu zaman.
"Bak kardeşim, benim evlâdım yok. Bu oğlunu bana ver. Benden hem iman dersi alsın, hem de bana hizmet etsin. Üniversiteye sonra gönderirsin" diyerek ondan oğlunu istedi.
Çalışkanlar hânedânının diğer fertleri gibi her işini ona danışıp her sözünü emir telâkki eden Mehmed Efendi, ondan böyle bir cevap beklememekle birlikte ima yolu ile bile olsa itiraz etmedi ve talebini memnuniyetle kabul etti.
Böylece Ceylân, Said Nursî'nin mânevî evlâdı oldu.
***
Ceylân Çalışkan, Mehmed Efendinin ve Ayşe Hanımın ilk çocukları olarak 1929 yılında Emirdağ'da dünyaya geldi. Küçük yaşta annesi vefat edince de yetim kaldı.
Fakat kendisinden başka amcası Abdullah'ın yetim kalan üç çocuğuna da kendi evlâdı gibi baktığı için 'Yetimlerin annesi' diye vasıflandırdığı üvey annesinin şefkati sayesinde yetimliğin acısını pek hissetmedi.
Hanedan mensupları, çocukları birbirinden ayırmamakla birlikte Ceylân'ın küçük yaşta yetim kalması, aile büyüklerinin yanı sıra amcalarının, yengelerinin ve diğer akrabalarının da şefkatini celbettiğinden herkesten husûsî bir ihtimam gördü.
Aslında ona gösterilen sevgi ve itina normal şartlarda bir çocuğu şımartıp akranlarını kıskandıracak kadar fazlaydı. Ama o şahsiyetinin ve karakterinin de tesiriyle bu sevgiyi şımarıp kıskandırma bahanesinden ziyade kendisini yetiştirme vesilesi yaptı.
Bu sayede onun çevresinde teşekkül eden şefkat halkası, üstün zekâsı ve gelişmeye müsait istidatları ile de birleşince hânedân içinde, okulda ve çevrede hızla temayüz etti.
Said Nursî Emirdağ'a geldiğinde on sekiz, on dokuz yaşlarında olan Ceylan, hareketlerindeki olgun tavrı, zekâsı, sadakati, cesareti, metaneti ve nüktedanlığı sayesinde onun da dikkatini çekti.
"Ceylân! Sen bahtiyardın ki, bu acib zamanda Risâle-i Nur'un bir ehemmiyetli hizmeti ve onun mânevî hazinesinin bir anahtarını aldın. Gerçi çocuksun, fakat sende kuvvetli bir sadakat hissettiğimden küçülmüş kuvvetli bir ihtiyar nazarıyla bakıyorum. Sen de dikkat et. Çocukluk hevesâtına aldanma, kapılma. On adamın, şimdiki benim hizmetimde vazifeleri mecburiyetle sana yüklenmiş" diyerek onu hizmetine aldı.
Ceylân'ın ilk işi, Said Nursî'nin mektuplarını yazıp daktiloya çekmek ve tekrar kendisine okuyup tashih ettirdikten sonra postayla gideceği yere göndermekti. Hızlı ve güzel yazı yazdığından bunu başarı ile yapıyordu. Lâkin onun söylediklerini elle yazıp daktiloya çekerken fazla zaman kaybettiği için mektupları yetiştiremiyordu.
Bunu gören Bediüzzaman bir gün onu yanına çağırdı "Sana on beş gün müsaade. Bu zaman içinde İslâm yazısını öğreneceksin ve söylediklerimi burada yazıp hemen postaya atacaksın" dedi.
İlk dersini bizzat ondan alan Ceylân hummalı bir çalışmanın ardından on beş günde İslâm yazısını öğrendi ve mektupları Kur'ân hattı ile yazarak hem muhaberâtı hızlandırdı, hem de bir hayli zaman kazandı.
Fakat o bu zamanı da yine hizmette kullandı. Bazen Risâlelerin tashih ve istinsah çalışmalarına yardım etti, bazen onunla birlikte kırlara çıkıp tenezzüh, tefekkür gezilerine katıldı.
Bir yandan bu gibi hizmetlerle meşgul olurken diğer yandan değişik yerlerde çalışan arkadaşlarını ziyaret etti. İşten çıktıklarında onlarla oyunlar oynayıp geziler yaparken sohbet ederek Üstadı ve Risâle-i Nurları anlattı.
Anlattıklarına ilgi gösterenlerle fırsat buldukça Nur dersleri yaptı. Onlar Nurlara biraz âşinâ olduktan sonra da çeşitli vesilelerle Üstadın yanına götürüp teberrüken de olsa ondan ders almalarını sağladı.
Zaman zaman onları şevklendirmek için İman, Kur'ân dâvâsı ve Nur hareketi hakkında yazdığı şiirlerini muteber marşlarının makamlarına uyarlayıp koro hâlinde söyleyerek pek çoğunu hizmete kazandırdı.
Bunları yaparken, Üstadın sözlerini, nasihatlerini, sözlü, yazılı ve fiilî ikazlarını bir an bile aklından çıkarmadı. 'Az bir yanlışının büyük zararlar vereceğini' bildiğinden 'Çocukluk kulağıyla cin ve ins şeytanlarının vesveselerine kapılmamaya' azamî gayret gösterdi.
Bu arada 1947 yılında Eskişehir'e gitti ve Gençlik Rehberi'ni Sesışık Matbaasında kitap hâlinde bastırıp değişik yerlere göndererek neşriyat hizmetlerine de başladı.
Bediüzzaman'ı tarassut altında tutup yanına gelen herkesi takip eden resmî ve sivil memurlar onu sık sık karakola çağırıp tehdit ederek hizmetlerine mani olmaya çalıştılar.
Ceylân'ın bu tehditlere aldırmadığını görünce Afyon valisine şikâyet ettiler. Valinin, "Onu elde edin, kandırın, kendi tarafınıza çekin" şeklinde gizli talimat vermesi üzerine o yolları da denediler ama başarılı olamadılar.
Said Nursî 1948 yılında talebeleri ile birlikte tevkif edilip Afyon Hapishânesi'ne hapsedildiğinde, Çalışkanlar hânedânından gelen altı kişinin arasında o da vardı.
Lâkin onun hizmetlerine Afyon zindanları bile mani olamadı. Henüz çocuk sayılacak yaşta olmasının da tesiriyle bir yandan her fırsatta Üstadın yanına giderek ihtiyaçlarını görürken diğer yandan akranı sayılan çocuk mahkûmlarla ilgilendi.
Onlardan biri de başka bir suçtan hüküm giyen Bayram Yüksel'di. Ceylân onunla arkadaşlık kurdu ve Risâle-i Nurları tanıtıp Said Nursî ile tanıştırarak onun hizmetine girmesine vesile oldu.
Aynı mahkemede tutuksuz yargılanan Zübeyir, bir duruşma sırasında kendisini tutuklatmanın çaresini aradığını söylemesi üzerine, ona sert bir müdafaa yapmasını tavsiye etti. Zübeyir de avukatları bile hayrete düşürüp mahkeme heyetini hiddete getiren kahramanca bir müdafaa yaparak tutuklandı ve onunla birlikte Üstadına orada da hizmet etti.
Hapisten çıktıktan bir süre sonra askerlik vazifesini yerine getirmek üzere Urfa'ya giden Ceylan, Bediüzzaman'ın, "Sen Risâle-i Nur'un esaslarını hareketlerinle yaşa" tavsiyesine uyarak hâl ve hareketleriyle çevresindeki insanlara örnek olmaya çalıştı.
Askerlik süresince, normal izninin yanı sıra gösterdiği başarılar ve yaptığı çalışmalar neticesinde aldığı mükâfat izinlerinde de dershanede kaldı ve birkaç sefer polis sorgusundan geçmesine rağmen dershaneden ayrılmadı.
Askerliği bitince Emirdağ'a dönen Ceylân, Said Nursî'nin isteği üzerine Zübeyir'le birlikte onun evine yerleşti ve onun, "Sen hem bir Hüsrev, hem bir Abdurrahman, hem bir Fuat'sın. Vazifeni tam yapmışsın ve mânen daima yanımdasın. Her nereye gitsen, benim ve Nur'un hizmetindesin" diyerek memnuniyetini dile getirdiği hizmetlerine sadakatle, metanetle devam etti.
Zübeyir, Bayram ve diğer talebeleri Bediüzzaman'ın karşısında azamî derecede ciddî hareket etmeye çalışırken o, Üstada verdiği nükteli cevapları, lâtif şakaları ve arkadaşlarına yazdığı taşlamaları ile neşe kaynağı oldu.
Ellili yıllarda Risâle-i Nurlar matbaalarda basılmaya başlanınca Ceylân'ın hizmet sahası, Ankara'yı ve İstanbul'u da içine alacak şekilde genişledi. Said Nursî'nin talimatıyla Tahirî ile birlikte Ankara'ya giderek Risâlelerin baskı ve tashih işlerine yardım etti.
O yıllarda bazı Risâleler İstanbul'da da teksir makinesi ile çoğaltılmaya çalışıldığı için arada bir İstanbul'a giderek daktilo edilen sayfalara Arapça âyet ve hadis metinlerini yazdı.
Bu zaman içinde, diğer Nur Talebeleri gibi onun da sık sık yolu karakollara, nezarethânelere ve hapishânelere düştü. 1958 yılında Nazilli Nur Talebelerinin tarikat âyini yaptıkları iddiasıyla tevkif edilmeleri üzerine, bunu yazan gazetelere verilen cevapta onun da imzası vardı.
O mektubun Ankara'da da dağıtılması üzerine açılan dâvâ yüzünden Emirdağ'da tevkif edilip çok zor şartlar altında Ankara'ya getirildiği hâlde hiç teessür ve tehevvür göstermedi. Yaptığı şakalar ve söylediği şiirlerle hapishanenin sıkletini dağıtmaya çalıştı.
1960 yılının Mart ayında Said Nursî Urfa'ya gittiğinde o Emirdağ'da kalmıştı. Vefat haberini alınca babası, amcaları ve bazı Nur Talebeleri ile birlikte bir araba tutarak hemen hareket etti ise de ancak cenazesine yetişebildi.
Bediüzzaman'ın vefatı, bütün Nur Talebeleri gibi onun da hayatının seyrini değiştirdi. Emirdağ'da, Isparta'da, Ankara'da devam eden hareketli bir intibak devresinin ardından İstanbul'a gitti.
Said Nursî kendisine "Ceylân benim vekilimdir. Nur'a ait işleri benim hesabıma yapar" ifadesinin yer aldığı imzalı bir vesika verdiği hâlde o Risâle-i Nurları sahiplenmek yerine cemaatin istişarî işleyişine tâbî olmayı tercih etti.
Nurların neşir faaliyetlerine yardım etmeye başlayınca hizmetlerle birlikte hayat seyri de düzene girdi ve neşesi yerine geldiği için ihtilâlcilerin takipleri, tacizleri, tehditleri neşesini söndüremedi.
Nitekim 1961 yılında bazı arkadaşları ile birlikte yakalanıp nezarete atılarak yirmi üç gün bekletildikleri sırada yaşadıkları zulmün şiddetini, yazdığı şiirde Yassıada'yı hatırlatarak hicvetti.
"Burası bir sivri adadır,
Yassıada'ya gitmeye hâcet kalmadı."
***
"Ceylân kabiliyetli bir genç. Dünya işini de yapar, ahiret işini de. Eğer dünyevî olsa pek azdır. Fakat onu dünyaya vermeyeceğim."
Ceylan Çalışkan için böyle demişti Said Nursî.
O hayatta iken dünyaya meyletmeyen ve her hâli ile uhrevî bir hayat yaşayan Ceylân, onun vefatından sonra İstanbul'a gelip bazı maddî sıkıntılarla karşılaşınca, kendisine tekabül eden Nur hizmetlerinden artan zamanlarında bazı dünyevî işler yapma ihtiyacı hissetti.
Bir bakıma, ilk defa kendisinin başlattığı hatlı dolmuş işletmeciliğinde başarılı olunca hayatın zorluklarını bir hayat arkadaşı ile paylaşarak aşma temayülü içine girdi ve bazı arkadaşlarının delâletiyle 1962 yılında Rizeli Morgül hânedânına mensup Tâlia Hanımla evlendi.
Ne var ki, bu mutlu yuvanın ilk 'Nuran'î meyvesini verdiği günlerde 22 Ağustos 1963 tarihinde, yolcu olarak bindiği minibüsün trafik kazası geçirmesi üzerine ahirete irtihal etti.
Böylece, kendisi gibi şair olan arkadaşı Osman Aydın'ın da terennüm ettiği gibi onu dünyaya vermek istemeyen ve şehit olacağını söyleyen Üstadının imalı tembihi de, tebşiri de tecellî etti:
"Vermem dedi Üstad seni dünyaya,
Zira yönelmiştin, yüce Mevlâ'ya,
Şehit olup çıktın evc-i balâya,
Orada Üstada çok selâm söyle..."
20.01.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
İşte laikçi "ahlâk" |
|
Fransa'nın Türkiye aleyhtarı Cumhurbaşkanı Sarkozy, son günlerde gayr-i ahlâkî gönül ilişkileriyle de gündemde. Eşinden ayrıldıktan sonra yeni sevgilisiyle tatil için gittiği Mısır gezisinde verdiği görüntüler hâlâ tartışılıyor.
Aslında bu tartışmanın bizi doğrudan ilgilendiren hiçbir tarafı yok. Ne hali varsa görsün.
Ancak bizdeki bazı yazar-çizer takımının bu görüntüler karşısında yaptığı yorumlar, "laikçi" zihniyetin ahlâkî değerler konusundaki çarpık yaklaşımını da görmemizi sağladığı için ilginç.
Bunlardan biri, Sarkozy'nin o utandırıcı görüntüleri üzerine kaleme aldığı yazıda "Böyle bir başkan istiyorum" diye iç geçirdi. Ona göre gerçek modernlik, çağdaşlık ve içtenlik buydu.
Aradan günler geçti, bir diğeri şunları yazdı:
"Sarkozy sempati duyduğum bir politikacı değil. Ama cesaretine, özel yaşamını yaşarken kimseye ödün vermeyen pervasızlığına hayranlık duymamak olanaksız. Nicolas ile Carla'nın sarmaş dolaş fotoğraflarını gördükçe, ister istemez bunun Türkiye'de mümkün olup olamayacağına takıldı kafam."
İsimlerini vermeyelim, ama her iki yazarın da, kendilerince "büyük gazete" olarak nitelenen mâlûm gazetede yazdıklarını belirtelim.
Aslında bunların hayranlık duydukları, özledikleri, bunu açık açık da yazdıkları ilişki biçiminin ayrıntıları, zerre kadar ahlâkî hassasiyet taşıyanlarca kabulü kesinlikle imkânsız iğrençlikleri içinde barındırıyor.
Nitekim yeni ayrıldığı eski eşi Cecilia'nın, yakınlarda çıkan kitabında Nicolas için yazdıkları, bunları özetler nitelikte.
Eski kocasına "Kendisinden başkasını, hattâ çocuklarını bile sevmeyen bir kişi. Başka erkeklerle düşüp kalkan kadınlarla birlikte olmaya meraklı" diyor.
Nitekim Sarkozy'nin yeni sevgilisinin, evvelce Fransa'nın eski sosyalist başbakanıyla da birlikte olduğu haberi, bu iddiayı teyid ediyor.
Ama dediğimiz gibi, bunlar bizi doğrudan ilgilendiren konular değil. Olsa olsa, Sarkozy gibi, "siyasî ahlâk" düzeyi de mâlûm olan, hattâ Erdoğan tarafından "ikiyüzlülük"le suçlanan kaypak ve güvenilmez bir siyasetçinin, özel hayatındaki ahlâk kriterlerinin hangi derekelerde süründüğünü göstermesi açısından çok ibretli.
Peki, Sarkozy'nin bilerek, insanların gözünün içine baka baka, hem de tatil için seçtiği bir İslâm ülkesinde verdiği görüntüleri imrenerek ve hayranlıkla izleyen bizim laikçilere ne demeli?
Neymiş? "Özel yaşamındaki pervasızlık"mış!
Eğer öyle ise, eşleri örtülü olan cumhurbaşkanı, başbakan, bakanlar, bürokratlar karşısında durup durup açığa vurdukları hazımsızlığın, fırsat buldukça sergiledikleri saygısız tavırların ve küstahça aşağılamaların izahı ne? Baş örtmek de "özel yaşam"a giren bir tercih değil mi?
Türkiye düşmanı Sarkozy'nin gayri ahlâkî hayat tarzına duydukları hayranlığı inanılmaz bir aşağılık kompleksi içinde açığa vuran bu laikçi yazarlar, aslında kendi çifte standartlarını ve aynı zamanda ahlâk anlayışlarının çarpıklığını ve düzeysizliğini de ele vermiş oluyorlar.
Ama boşuna uğraşmasınlar. Türkiye, onların bütün çabalarına ve de herşeye rağmen korumayı başardığı sağlam aile ve ahlâk yapısıyla, "erkek düşkünü kadınlarla yatıp kalkan" bir cumhurbaşkanına hiçbir zaman geçit vermez.
20.01.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Hüseyin GÜLTEKİN |
Hasta asrın hasta insanları |
|
Dertli, sıkıntılı, stresli bir toplum haline geldik maalesef. "Bir dokun, bin dinle" misâli hangi insanımızı dinleseniz, gam dolu, hüzün dolu, ıztırap dolu söz ve serzenişleri işitebiliyorsunuz... "Adeta dert küpü olmuş" derler ya, işte aynen öyle...
Gençlerimiz adeta patlamaya hazır birer bomba misâli... Gayet normal bir sözünüze veya davranışınıza dahi hemen sert tepkilerle karşılık veriyorlar. Cevap hakkınızı kullanmaya kalktığınızda zaten kavga hazır demektir. İkaz ve nasihatlere karşı zaten karınları tok... En nazik, en yumuşak uyarılarınıza veya yönlendirmelerinize hiç mi hiç tahammülleri yok.
İhtiyarlarımızın iç dünyalarını ise, tamamen gam, hüzün, sitem ve karamsarlıklar istilâ etmiş. Ruh sağlıkları altüst olmuş bu pîr-i faniler, herkesten, her yerden ilgi, alâka, tesellî, şefkat ve merhamet bekliyorlar. Bunu da bulamayınca (ki çoğu maalesef bulamıyor) çareyi gözyaşında arıyorlar.
Bu asrın sıkıntı ve streslerinden en çok etkilenen diğer bir kesim, taife-i nisâ olsa gerek. Çok çabuk kırılmaya, incinmeye müsait olan hanımların dûçâr oldukları musibet ve belâlara karşı mukavemetleri zayıf olduğundan, bu konuda onların gam ve hüzünleri, sıkıntı ve üzüntüleri çok fazladır.
Giriftar oldukları dert ve sıkıntılardan, üzüntü ve kederlerinden kurtulmak için günümüz insanı çare arayışında. İnsanımız mutluluğu ve huzuru arıyor. Aradığını bulabilmek için belki de varını yoğunu vermeyi göze almış durumda. Çoğu, psikologların, psikiyatristlerin kapısını çalmakta, onların verdiği ilâçlarla tedavi olmaya çalışmakta. Kimisi türbe ziyaretlerinde veya kendince makbul gördüğü, itimat ettiği maneviyât büyüklerinin tavsiyelerinde çareyi aramakta.
Evet bu hasta asrın hasta insanları, çoğu zaman dertlerinin devasını yanlış yerlerde, huzur ve mutluluğu da bulunmayan yerlerde aramakta. Dert ve problemlerinin sebebini bilemediğinden, yanlış teşhis ve tesbitlerle hep yanlış zeminlerde aramaya devam etmekte.
Bu dünyaya gönderiliş sebebini ve hikmetini bilemeyen günümüz insanı, bu fani ve geçici mekânın, her türlü zevk-ü safanın, her çeşit keyf ve lezzetin yeri olduğunu zannediyor; bunları bulamayınca da hayal kırıklığı yaşayarak üzüntü ve sıkıntılara giriyor.
Halbuki bu dünya hayatının bir imtihan yeri olduğu, aynı zamanda gerçek hayatın sıkıntılarla, problemlerle, hastalıklarla, musibetlerle, belâlarla bir anlam kazandığı ve zâhiren hoşa gitmeyen bu hâllere karşı ancak sabır ve şükürle mukabele sonucunda imtihanın kazanılıp ahirette ebedî huzur ve mutluluğa kavuşulacağı bilinmesiyle, başa gelen gam ve kederlerden kurtulunup gerçek huzur bulunabilir.
Sıkıntı ve streslere dâvetiye çıkaran bir diğer sebebin de; çoğu insanın, sahip oldukları vücudun hakikat-ı hâlde yüce Yaratıcı tarafından kendilerine emanet olarak verildiğini; bu emanetin asıl sahibinin Malik-i Hakîkî olduğunu bilemeyişlerinden kaynaklandığını görüyoruz. Halbuki mülkün esas sahibi biz değil, Mâlik-i Hakikî olduğuna göre; O mülkünde istediği şekilde tasarruf edebilir. Yani isterse hasta eder, musibet ve belâlara maruz bırakır, şifayı verir veya vermez...
Diğer taraftan dertleri, belâları, hastalıkları veren Yüce Allah, bunlara karşı dayanabilme güç ve kuvvetini de kuluna vermiştir. En ağır hastalıklara, en çekilmez gam ve kederlere, musibet ve felâketlere karşı insanlara sabır kuvvetini ikram etmiş. Yerli yerinde ve zamanında kullanmak şartıyla Cenâb-ı Hakk'ın verdiği sabır kuvveti, her belâya, her sıkıntıya kâfî gelebilir.
Gam ve kederleri tetikleyen, sıkıntı ve streslere kapı aralayan en önemli bir sebep de, sanki sırf bu dünya için yaratılmışız gibi, hiç ahireti hatıra getirmeden dünyaya dört elle sarılmış olduğumuzdur. Şükür ve kanaati kulak ardı ederek, sınırsız bir hırs ve doyumsuzlukla dünyalık zevk ve lezzetlerin peşinden koşmak da, mutsuzlukların ve huzursuzlukların önemli sebepleridir. Halbuki dünya yükü ağırdır; onu sırtında taşımaya çalışanlar altında ezilmekten kurtulamazlar.
20.01.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
Asrımızın Sadi'si |
|
Dinin en önemli hususiyetlerinden birisi hikmettir. İmam Şafii gibi zatlar bundan dolayı Kur'ân'da geçen hikmeti açıklarken bunun bablarından veya boyutlarından birinin de Hazreti Peygamberin sözleri olduğunu söylemiştir. Bütün peygamberlerin sözleri de hikmettir. Büyük sözler büyüklerin sözleridir.
Hikmet, hadis-i şeriflerde ifade edildiği gibi mü'minin yitik malıdır. Neden? Zira, sahibi olmayan bütün yitik hikmetler miri malıdır. Çünkü, onların ilk kailleri/ söyleyenleri peygamberler veya onların tabileri hekiym zatlardır. Hekiym zatlar da yine sema ile irtibatlı kişilerdir. Dolayısıyla hikmetin kaynağı semadır. Hilâfını varsayamayız. Tokluk katılık iras ettiği gibi aynı zamanda dünyevileşme de hikmeti keser. Dünyevileşme ile birlikte hikmetin yerini 'cerbeze' alır. Öfke de yine öyledir.
Hikmet derinliktir ve derinlik gerektirdiğinden sığlığı reddeder. Öfke gibi duygular ise sığlığa dâvet ederler. Bundan dolayı öfke geldiğinde hikmet gider. Hazreti Peygamber öfkenin şeytandan geldiğini ve onu soğutmak ve yeniden derinlik kazanmak için de abdest almamızı salık verir. Bununla birlikte, kutsal öfke de vardır ve makbuldur. Bu Allah rızası için zulme ve kötülüklere duyulan öfkedir. İslâm tarihi de 'hekiym' zatlarla bezenmiştir. Onlar yıldızlar gibidir. Bunlardan birisi Gazali ve Mevlânâ'dır. Bir başkası da Sadi-i Şirazi'dir. Ahlâk veya davranışların niteliği duruma göre değiştiğinden bunlar arasındaki fark makamını keşfedenler yine o zatlardır. Davranışların kimyasını çözen ve izafiyat içinde ahlâkın kıstaslarını yakalayanlar yine onlardır.
Şeyh Sadi, insanı insan yapan hasletleri bulmuş ve insanlığa sunmuştur. Her asrın Sadi'si var mıdır, bilinmez? Ama her asrın hikmet sahibi insanları vardır ve olmalıdır. Bunlardan birisi de badiyenin hikmet pınarı Aiz Karni'dir. Aiz Karni son sıralarda pıtrak gibi uydu kanallarında biten televaizlerden değildir. Her ne kadar La Tahzen/Üzülme gibi kitapları milyonlar satıyorsa da o zemininden kopmuş değil. 'La nüzekki alellah ehad' popülist yaklaşımlardan uzak duruyor. Badiyenin yani çölün kırsalının da hikmeti vardır. Bu hikmeti derinlerden çekip -denizin diplerinden inci mercan çıkarmak gibi- çıkaranlardan birisi de Esmai'dir. İmam Şafii'nin ders aldığı meşhur Hekiym zat.
İşte badiyenin son hekimlerinden birisi de asrımızın Sadi'si olarak isimlendirebileceğimiz Aiz el Karni'dir. Mümkün mertebe yazılarına bakıyorum. Son sıralarda birisi Türkiye diğeri İran olmak üzere iki hususta peş peşe yazı yazdı. Tahran günlerinde iki şeyi kovalamış. Tahran'da Sadi-i Şirazi'nin peşinden gitmiş ve onun Divan'ını elde etmeye çalışmış. Aslında biz Farsça yazılan şark hikemiyatına yakın olduğumuzdan dolayı Araplara nazaran ne kadar da şanslıyız. Zira bu hikemiyat kitapları ruhumuza saykal ve cila vuruyor. Damıtıyor ve inceltiyor. Halbuki Araplar bu kaynaklardan mahrum. Sözgelimi, Mevlânâ ve Mesnevî'si ile alâkalı olarak en az kaynak Arapça'dadır. İran ise varlık içinde yokluk çekmektedir. Hazinenin içinde müflis bir tüccar gibidir. Tarihî siyasî Şiî itizali onları o derin hikmetten uzaklaştırmıştır. İranlılar Mesnevî'yi bilirler ve çoğunluğun ezberinde Hafız veya Mesnevî'den kıt'a ve beyitler vardır. Ama derine inmek dediğim gibi kültür meselesidir. Halbuki insanın dinen olgunlaşması bir doğru yönteme ikinci olarak da Sadi-i Şirazi gibi kaynakları tanımaya bağlıdır. Veya onların terennüm ettikleri hikemiyatı bilmeye ve derinlerine ulaşmaya bağlıdır.
Dediğim nedenlerden dolayı hem Araplar hem de Acemler şark hikemiyatına yabancı düşmüşlerdir. Son sıralarda dünyevileşme ve kültürel körelme ile birlikte biz de bu hikemiyata yabancı düştük. Molla Cami'nin Baharistan gibi kitaplarından zevk almak için benzeri bir kimyaya sahip olmak ve ince ruhla bezenmiş olmak lâzımdır. Ama Aiz Karni'nin Sadi'nin kitaplarının peşinde Acem diyarını turlaması bir kez daha onu gözümde Sadi-i Şirazi'nin çağdaş makamına yükseltmiştir.
***
Çölün katılığını gideren şey ceylanlardır. Keza meşhur bir Arap yazarın da dediği gibi çölü, Arap erkeği için incelten, yumuşatan, yaşanılır ve dayanılır kılan cinsü'n naim/lâtif yani yumuşak cins olarak da tanımlanan kadındır. Kadın inceliği olmadan çölün katılığını aşmak ve ona tahammül etmek mümkün değildir. Belki de poligaminin çöl ikliminde yeşermesinin ve yaygınlık kesbetmesinin nedenlerinden birisi de bu olmalıdır. Belki de Mecnun'u Mecnun yapan hal yine budur. Kays'ı Leyla karşısında damıtan ve incelten şey belki de onun iklimidir. Leylâ'nın yumuşaklığıdır. Munisliğidir. Çöl adamını yumuşatan ve şair yapan ikinci husus ise semanın berraklığıdır. Sema adeta çölde bir gök çağlayanıdır.
Aiz Karni İran'dan pek iyi intibalarla dönmemiş. Onların taifi/mezhebi kin ve öfkelerinin hikmet damarlarını kuruttuğunu söylüyor. Normal olmayan ve tabiatı bozulan insan, hastalıktan dolayı ma-i zülâlın tadına varamayan kişi gibidir. O ilkbahara veya çağlayanların coşkusuna yabancıdır. Mizac bozulması da böyledir. Lâtif rüzgârların sesini ve pırlantaların ışıltısını algılayamazsınız. Aiz Karni İran'la ilgili intibalarını Sadi'nin Divan'ından bir aşk kasidesiyle bitiriyor. Bu kaside onlarca dile çevrilmiştir. Sadi burada ayıran ve birleştiren aşktan bahsediyor. Mecnun gibi aşk kaybedildiği yerde bulunur. Hattı aşk, sath-ı aşka dönüşür. Aşk bu durumda kemale ermiştir. Ayrılık vuslata dönüşmüştür. Veya Attar'ın Simurg'da söylediği gibi aşk karşı nesne olmaktan çıkmış hemzemin olmuştur. Sadi de kasidesinde bunlara değiniyor. Aşk, yokluktan varlık âlemine cıkışın çoşkusunu hissetmektir. Yokluktan sonra şükür makamıdır.
***
Aiz Karni'nin Türkiye ile alâkalı yazısı ise övgü yüklüdür. 'Siyasal İslâm çıkmazda' başlıklı yazısında Türkiye tecrübesinden bahsetmekte. Bundan önceki yazılarından birisinde Muhammed Abduh ve Bediüzzaman'a iktidaen siyasetten Allah'a sığındığını söylemiştir. Hazreti Ali'nin dünyayı üç talakla boşaması gibi o da siyaseti üç talakla boşadığını söyler. Üç defa Türkiye'yi ziyaret ettiğini söyleyen Aiz Karni, Türkiye'deki dindarlığın hikmet zeminine ilerlediğine tanıklık etmektedir. El Cezire'de Osman Osman'la konuşmasında ise rıfkdan bahsetti. Peygamberimizin hayatında rıfk sahnelerine temas etti. Bunlardan birisi de bir kuşun lisan-ı haliyle şikâyeti üzerine yavrularının salıverilmesini emretmesidir. Rahmeten lilalemin sırrının muktezasıdır. Özellikle de nasih ulema ile adil umeranın önemine dikkat çekti.
Onun hikmetli bir tesbitiyle sözümüzü bağlayalım: "Nasih âlim ve adil sultan ve yöneticinin olmadığı yerde ayak takımı hakim olur. Piramit tersine döner..."
20.01.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Kurtulmamız gereken 'ger'iciler |
|
Her halde birilerinin 'ah'ını almış olmalıyız ki, bir türlü 'ger'icilerden elimizi-ayağımızı kurtarıp ülkenin temel meselelerini tartışamıyoruz. Türkiye'yi felâketlere sürükleyen ihtilâlciler ve onlar gibi düşünen muhipleri; kabahati başkalarına atmak için mütedeyyin insanlara 'mürtecî' anlamında 'gerici' diyerek, onları suçlarlar. Oysa asıl gericiler, 'toplumu germek'le meşgul olan beyânâtçılardır.
Atılan ya da atılması düşünülen her müsbet adım karşısında, hazırda bekleyen mesajlar sökün ediyor. "Şöyle olursa böyle olur, şu adım atılırsa böyle yapılır" gibi açıklamalarla millet ve toplum 'gerilmiş' oluyor. İşte, Türkiye'nin yakasını kurtarması gereken asıl 'gericiler' bunlardır.
Toplumdaki müsbet havayı germeye çalışanlara karşı yapılması gereken bir davranış daha var: Doğru ve haklı olanlara sahip çıkmak gerekir.
Meselâ, geçen gün bir TV kanalı, İstanbul Haseki Hastahanesinde görev yapan bazı doktor ya da hemşirelerin başörtülü olarak iş başında olduklarını 'gizli kamera' ile tesbit etmiş ve bunu da büyük bir gazetecilik olayı gibi sunmuş. Şimdiden bir tahminde bulunmak gerekirse, bu 'olay' bazılarınca 2008'in 'gazetecilik başarı ödülleri'ne lâyık görülebilir! Bu haber ödüllendirilirse şaşmayız! Haberin ayrıntılarını hiç merak etmiyorum, ama 'gazeteci'lerin bu 'gizli kamera' işinde uzmanlardan da 'destek' almış olabileceği akla geliyor...
'Gizli kamera' ile tesbit edilen görüntüler TV'lerde yayınlanınca, hastahane başhekiminin tavrının ne olacağı merak konusu olmuştu. Böyle durumlarda-maalesef-alışılmış olan şey; yöneticilerin çalışanlarına sahip çıkmamasıdır. Ya 'haberin yok, bir araştıralım' ya da 'olmaması lâzım' gibi lâflar edilir.
Bu defa ise, hastahane başhekimi Haldun Ertürk, "Ben insanların giyimine, kuşamına değil; çalışmalarına bakarım" demek sûretiyle personeline sahip çıkmış. Doğru tavır da bu olsa gerek. Çünkü, başörtülü olmak 'hizmet vermeye' mani değildir. Hem, suları bulandırmak isteyenlere sormak lâzım: Hangi hasta, hangi hasta yakını, doktor ya da hemşirelerin başörtülü olmasından dolayı şikâyetçidir? Sadece azınlığın da azınlığı olan bir kesim şikâyetçi olabilir. Sağlık sektörünün bunca sıkıntısı varken, başörtülü doktorların peşine düşmek kime ne kazandırır? Hastahanelerdeki kuyruklar, ameliyat hataları ya da başka sıkıntılar bu şekilde mi çözülür?
Haseki Hastahanesinde yaşanan hadise gibi, 'haklı' olanlara 'yetkililer' de sahip çıkarsa; Türkiye bu haberleri bahane ederek ortamı 'ger'mek isteyenlerden kurtulur. Aynı şekilde, personeline sahip çıkan başhekime de, meselâ 'bakan' ya da diğer yetkililer de sahip çıkmalıdır. Aynı tavır, başka kurum ve kuruluşlarda da sergilenmelidir. Meselâ, hukukun gereğini yerine getiren, adaleti üstün tutmak için herhangi bir konuda adım atan bir savcıya, bir hakime, bir genel müdüre ya da bir milletvekiline; hükümet gerçekten sahip çıksa pek çok mesele halledilir, aşılmaz zannedilen yasaklar da aşılır.
Bu yapılmayıp, doğru söyleyenler 'Onuncu Köy'e kovalanmaya çalışılırsa, 'ger'icilere gün doğmuş olur. Buna imkân ve fırsat verilmesin...
20.01.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mikail YAPRAK |
Bu ses Avusturya'nın sesi değil |
|
Evet, Avusturya Cumhurbaşkanı Hans Fischer'in başlığa aldığım bu sözüne ben de katılıyor ve şahitllik ediyorum. Onyedi seneden beridir bu ülkenin eğitim birimlerinde görev yapan biri olarak ben de, Graz belediye başkan adayı Susanne Winter'in, İslâmiyet ve Peygamber Efendimiz hakkında savurduğu hakaret ve iftiradan ibaret olan herzelerinin, Avusturya'ya yakışmayan ve bu ülkeyi bağlamayan saçmalıklar olduğu kanaatindeyim. Demek ki bu kadın, peygamberliğin ve peygamber makamının ne anlama geldiğini bile bilmiyor. Eğer bilseydi, sıradan bir insana bile yakıştırılamayacak olan (altı yaşında bir kızla evlenmek, kabile ağası olmak vs.) gibi saçmasapan iddiaları diline dolayarak, dilini yılan dilinden daha zehirli bir hale sokmazdı..
Vah vah vah... Keşke hakikat bu kadının imdadına yetişse de nasıl vahşi bir hale girdiğini, kendi kalbiyle ve ruhuyla görebilse.. Bu sözlerim, acıma duygusundan gelen gerçek ifadelerdir. Bir tehdit falan değildir. Biz tehdide tenezzül bile etmeyiz. Gerçi internet dünyasından ona tehditler yağıyormuş.. Ölümle tehdit ediliyormuş.. Onun cesedi bir şey ifade etmez ki.. Asıl onun fikren ve manen ölüp ölüp yeniden dirilmeye ihtiyacı var. Bu kafayla bir de Graz gibi güzel bir şehrin belediye başkanlığı adaylığına soyunmuş.. Güzelleştirme ve imar etme işlemlerine kendi ruhundan ve kafasından başlarsa daha iyi yapmış olmaz mı?
Bu bayan ve bilhassa halet-i ruhiyesi hakkında söylenecek çok söz var da, şimdilik oralara girmeden, Peygamber Efendimizin umum insanlığı alakadar eden davası hakkında mucize olarak gelişen bazı hadiseleri derlenmiş şekliyle nazarlarınıza arz edelim ki, bu bahtsız kadının kime dil uzatma cür'etini gösterdiğine bakalım. Bakalım ki, dünyamız ve insanlık adına korkalım.. Korkalım ki, Allah'a sığınalım.
xxx
Ve bir gün sıra, diğer ülkelerin de İslâmiyete davet edilmesine geldi. Efendimiz, sahabilerin arasından seçtiği altı genci bir araya topladı ve gidecekleri ülkeleri söylemeden önce, onlara Hazreti İsa'nın aynı gaye ile görevlendirdiği havarilerini (yardımcılarını) anlattı. Bu havarilerden yakın ülkelere gönderileceklerin kendilerine verilen vazifeyi kabul ettiklerini, fakat uzak ülkelere gidecek olanların itirazda bulunduğunu söyleyerek, Hazreti İsa'nın da bu durumu Cenâb-ı Hakka şikayet ettiğini bildirdi.
Sahabeler, her zamanki teslimiyetleriyle: Ya Resulallah, dediler. Bizi dilediğin yere gönder, emrine amadeyiz (hazırız).
Büyük bir titizlikle seçilen bu altı kahraman insan, Doğu Roma'ya, İran'a, Habeşistan'a, Mısır'a, Yemen'e ve Gassan Emirliğin'e gitmek üzere yola çıktıklarında, o gece gerçekleşen bir mucizenin şevkiyle kuşlar gibi uçarak ülkeler aşıyorlardı.
Çünkü bir gece önce sadece kendi lisanlarını bilen bu hakikat yolcuları, o sabah yataklarından kalktıklarında, gidecekleri ülkelerin dillerini mükemmel olarak konuşabiliyorlardı.
xxx
Peygamberimizin en önemli vazifesi, (önceki peygamberler gibi) insanları Cennet'e çağırmaktı. Ama Cennet'e gitmek için Müslüman olup Allah'ı bilmek ve O'na olan kulluk vazifelerini yerine getirmek gerekiyordu. Bu yüzden Efendimiz, bir çok ülkeyi İslâmiyete davet etmiş ve daha önce de belirttiğimiz gibi, sahabilerini görevlendirerek o ülkelerin krallarına mektuplar göndermişti. O zamanlar son derece güçlü bir ülke olan İran'ın başındaki padişahlara "kisra" deniyordu. Bunlardan biri olan Perviz, Peygamberimizin mektubunu aldığında, onu parçalayarak yere attı.
Perviz, bu hareketiyle hem peygamberimize, hem de O'nun getirdiği dine büyük bir hakarette bulunmuş, üstelik İslâmiyeti kabul etmeye yanaşmadığı için, o zamanki İranlıların bu yüce dini tanımalarına ve belki de Cennet'e gitmelerine engel olmuştu.
Mektubun Perviz tarafından yırtıldığı haberi geldiğinde, Peygamberimiz büyük bir üzüntü duydu ve: "Ya Rabl. O benim mektubumu nasıl parçaladıysa, sen de onu ve mülkünü (ülkesini) parça parça et" diye dua etti.
Cenâb-ı Hak, yüce Peygamberinin mektubunu parçalayan o kralı çok ağır şekilde cezalandırdı. Ve Perviz, kısa bir süre sonra bizzat kendi oğlu tarafından hançerle parça parça edilerek öldürüldü, İslâm kumandanlarından Sa'd bin Ebu Vakkas da, onun saltanatını parçaladı. Böylelikle Sâsaniye Devleti yerle bir olup çöktü.
Perviz, kendi oğlu tarafından öldürülürken, onun elçilerinden biri peygamberimizin yanında bulunuyordu. Efendimiz, binlerce kilometre ötedeki bu hadiseyi o elçiye görür gibi anlattı ve: "Kisra, şu anda kendi oğlu Şirviye Perviz tarafından öldürüldü" diye haber verdi. O elçi hemen İran'a döndü ve Perviz'in, peygamberimizin haber verdiği gün ve saatte, üstelik de aynı şekilde öldürüldüğünü öğrenerek hayretler içinde kaldı.
Rabbimiz, Allah ve peygamber düşmanı olan Perviz'i kendi oğluna nasıl parçalatmışsa, bazı İslâm düşmanlarını da vahşi hayvanlara parçalatmıştır.
Bunlardan biri de, Kur'anda Cehennem'e gireceği bildirilen Ebu Leheb'in oğlu Utbe'dir.
Peygamberimiz, müslümanlara büyük zulümler yapan Utbe'ye beddua etmiş ve: "Ya Rabbi! Ona, bir itini (köpeğini veya köpek türündeki bir hayvanını) musallat et" demiştir.
Cenâb-ı Hak, (bütün dualarını olduğu gibi), Peygamberimizin bu duasını da kabul etmiş ve Utbe, Müslümanlarla harbetmek üzere bir savaşa giderken, bir aslan tarafından parça parça edilmiştir.
Aslan, Rabbimiz tarafından görevlendirildiği için, Utbe'nin bulunduğu yere gelmiş ve bir çok arkadaşı arasında saklanan Utbe'yi bulduktan sonra onu parçalamıştır. Aslan, Utbe'nin yanındaki insanlardan hiç birine dokunmamıştır.
Buradan çıkartacağımız bir derste şudur: Güneş, ay ve gezegenler Rabbimizin emrini nasıl dinliyorlar, bir saniye bile gecikmeden tam zamanında doğuyor ve batıyorlarsa, Allah'ın yarattığı Aslanlar veya diğer hayvanlar da, Allah'ın emirlerini öyle dinler ve hiç itiraz etmeden O'na hizmet ederler.
xxx
Peygamberimizin bir mucizesi de, Habeşistan kralı iken İslâmiyeti kabul eden Necaşî ile ilgiliydi. Bu kral, Efendimiz Medine'ye hicret ettikten yedi sene sonra vefat etti ve Peygamberimiz, onun vefatını aynı anda sahabilerine söyledi. Hatta onlarla birlikte Necaşî'nin cenaze namazını kıldı. Bir hafta sonra Habeşistan'dan gelen haberciler, Kralın Peygamberimizin söylediği günde vefat ettiğini belirttiler. Ve Necaşî'nin cenaze namazının aynı gün kılındığını öğrenerek hayret ettiler.
20.01.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Bir hakikat var |
|
Almanya'da bir Alman genci bir Türk kızına âşık olur. İş evlenme noktasına gelince Türk kızı der ki: "Bizim inancımıza göre bir Hıristiyanla evlenmemiz mümkün değil. Seninle evlenebilmek için Müslüman olman lâzım." Delikanlı sevgisinde o kadar samimîdir ki, "Tamam, Müslüman da olurum" der ve Müslüman olur.
Türk arkadaşları bir cemile olsun diye delikanlıya bir kurban kesip kızın ailesine götürmesinin iyi olacağını öğütlerler. Kurban kesmeyi de canla başla üstlenir genç. Ancak kurban kesmeyi bilmemektedir. Bir Alman kasaba gider, kurban kesivermesini ricâ eder. Alman kasap "Bizim kesimlerimiz sizinkine uymaz. Sen en iyisi bir Müslüman kişiye kestir" der. O an için kurbanı kesecek birini bulamaz. "Sen kes" derler. Alman, "Tamam, kesmesine keserim de yüzmesini beceremem" diye karşılık verir. "Kesmeye bir başla hele. Allah kerim, buluruz bir yüzecek kişi" derler. Hayvan getirilir, Alman bıçağı hayvanın boynuna çalar çalmayı, ama ayakları tam bağlanmayan hayvan çırpınınca Alman'ın üstü başı kan içinde kalır. Hayvanın çırpındığını görür görmez de kanlı bıçaklı halde hemen ilerde oturmakta olan Türklerin yanına koşar, hayvanı kesivermeleri maksadıyla "İçinizde bir Müslüman yok mu?" diye sorar. Kanlı bıçaklı genci gören Türklerin rengi kaçar, bıçakla üzerlerine saldıracağını zannedip herbiri, "Ben Müslüman değilim" der ve köşede oturmakta olan imam efendiyi gösterirler. "İşte bu imam, hayvan kesmeyi iyi bilir" derler. İmam da korkusundan, "Ben de Müslüman değilim" demez mi? Arkadaşları çıkışırlar: "Yani sen Müslüman değil misin şimdi?" İmam ileri atılır, "Kim söyledi benim Müslüman olduğumu size?" der. Korku belâsına hiçbiri Müslüman oldukları halde Müslüman olduklarını söyleyemezler.
Yaşanan bu olay bize Hacı Bayram-ı Veliyle ilgili bir hadiseyi hatırlattı. Zamanın hükümdarı Hacı Bayram-ı Velinin müritlerinin çokluğundan, gücünden korkar ve Hacı Bayram-ı Veliye, "Senin şu kadar müridin varmış" diye korkusunu dile getirir. "Korkmayın hükümdarım" der büyük veli. "Sandığınız gibi değil. Benim ancak bir buçuk müridim var, isterseniz deneyelim" der. Müritlerini bir meydanda toplar, bir çadır kurdurup bir de hayvan kestirir, kanını da meydana akıtır. Sonra da müritlerini bir bir çağırıp her gelene kanı gösterip kendisini seven müritlerini kurban ettiğini söyler. Yüzlerce, binlerce müritten bir erkekle bir kadın ortaya çıkar. "Efendimiz sizin için canımız fedâ olsun. Buyrun bizi de kesin" derler. Diğerleri ise kaçar. Hacı Bayram-ı Veli, "Gördünüz mü hükümdarım," der. "Demedim mi size benim bir buçuk müridim var" diye. "Korkmanıza gerek yok." Ve hükümdar rahatlar.
Ne dersiniz bu iki nefis örnek inandığımız hakikatlerde sebat etmemizin önemini göstermiyor mu? Üstad Bediüzzaman Hazretleri tesanüd, sebat, sadakat üzerinde dururken, "Bir hakikat var, hiçbir şeye fedâ edilmez, ehl-i dalâlete başını eğmez, mağlûp olmaz" dedirtmelerine dikkat çekmesi ne kadar anlamlı değil mi?
20.01.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Başörtüsü ibadet mi, simge mi? |
|
Şu garabete bakınız ki, "Kızlarınızı okutmuyorsunuz" diye mütedeyyin insanları suçlayan zihniyet, kız çocuklarının okumaması için elinden gelen çabayı harcıyor! Onları ya inancı, ya kanunlar, yâni ya ibadeti, ya iş, kariyer, okuma tercihiyle karşı karşıya bırakıyor!
Bilhassa 1980 darbesinden sonra katılaştırılarak sürdürülen keyfî, cebrî, küfrî ve dahi ayıp uygulama milyonlarca insanı mağdur etmektedir.
21. asrın bu büyük zulmü, haksızlığı, hattâ insanlık dışı muâmelesi ne ile izah edilebilir?
İleri sürdükleri argüman da, "Başörtüsü siyasî bir simgedir!"
Halbuki, siyasî bir simge değil, bir ibâdettir. Dayanak noktası da yalnızca Hadis-Sünnet değil, aynı zaman Kur'ân'dır:
"Mü'min kadınlara da söyle: Gözlerini haramdan korusunlar; nâmûs ve iffetlerini esirgesinler. Görünen kısımları müstesna olmak üzere, zinetlerini teşhir etmesinler. Baş örtülerini, yakalarının üzerine örtsünler."1
"Ey Peygamber! Hanımlarına, kızlarına ve mü'minlerin hanımlarına dış örtülerini üstlerine almalarını söyle. Onların tanınması ve incitilmemesi için en elverişli olan budur. Allah bağışlayandır, esirgeyendir."2
Âyetin metninde geçen "celâbîbihinne" çoğuldur, tekili "cilbab"tır ve dıştan, baştan ayağa giyilen elbise demektir. Bu, yüz bin müfessirce ve 15 asırdır hep böyle anlaşıla ve uygulana gelmiştir.
Başörtüsü aynı zamanda bir şeâir, aynı zamanda bir örftür. Türkiye kadınlarının % 64,2'si başını örtüyor. (Tarhan Erdem başkanlığında A&G Araştırma Şirketinin, Mayıs 2003'te Türkiye'nin 7 coğrafî bölgesinde, 38 il, 128 ilçede başörtüsü konusundaki araştırma sonuçları Milliyet'te yayınlanmıştı.)3
Başörtüsü aynı zamanda bir İslâm şeâiridir.
Bir örftür.
Bir gelenektir.
Kökü, tarihin derinliklerinde olan bir mirastır.
Sosyolojik bir gerçektir.
Bu gerçekler ortada iken, "Türban siyasî bir simgedir!" deyip işin içinden çıkabilir miyiz?
Ve bu hakikat ortada iken, "Haydi farzedelim ki bu bir simgedir, yasaklanması mı lâzım?" diye bir strateji gerçekçi midir, akılcı mıdır, siyasî bir ferâset midir; gaflet midir?
Dipnotlar:
1-Kur'an, Nûr, 31.;
2-A.g.e., Ahzab, 59.;
3-Nevzat Tarhan, Milliyet, Mayıs 2003.
20.01.2008
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
Yasemin GÜLEÇYÜZ |
Ahlâk terörü |
|
Terör bütün dünyada günümüzün en büyük güvenlik problemlerinden bir tanesi. Ülkemizde de Güneydoğu meselesi yüzünden, pek çok masum insanı bu belâ yüzünden kaybediyoruz.
Trafikte, savunmada, beslenmede, şehir plânlamasında. aklınıza gelen hemen her alanda tam bir kargaşa, anarşi söz konusu. Günlük hayat akışını problemler yumağı haline getiren bu karmaşık hallerden şikâyeti olmayan var mı?
Bir de ahlâkî alanda gün geçtikçe bulaşıcı bir hastalık gibi yayılan bir anarşi var ki, o zaten bütün kargaşanın baş sorumlusu hükmünde. İnsanı insan yapan değerlerden gün geçtikçe uzaklaşanlar, kendi hayvânî menfaatleri için dünyayı çevrelerine Cehennem eylemekte, neticede tutuşturdukları ateşin narında kendileri de kavrulmakta.
Trafikte yolun sadece kendisine ait olduğunu düşünenler, binler masumu tek bir cani yüzünden katledenler, gıda maddelerini imal ederken hile yapanlar. Kendi nefsimizden hatırlayalım yapılan her şey hiç umulmadık bir zamanda bumerang etkisiyle karşımıza çıkmaz mı bir gün?
Sosyal hayatın hemen her alanında devam eden anarşi, kısacık, dünya hayatımızı tehdit ediyor. Bununla birlikte ahlâkî alandaki terör hem dünya yaşantımızı, hem de ahiret hayatımızı tehdit etmekte.
Âyet ve hadisler ışığında dünya hayatı, ebedî hayata mukayese edildiğinde bir katre serap hükmünde olduğuna göre bütün hassasiyetin ahlâkî alandaki anarşiye çevrilmesi, bütün gayretlerin ahlâkî bozulmayı önlemeye yönelik olması gerekmez mi?
Ahlâkî alandaki çürümüş ve kokuşmuş bataklığı kurutmaya çalışanlara destek olunması gerekirken köstek olmaya çalışanlar şeytana yardımcı olmazlar mı? Siz karar verin.
Lut kavmi geri dönerken.
Hz. Lut'un (as) kavmi, peygamberler tarihinde cinsel tercihleriyle imtihan edilen bir kavimdir. Lut (as) olanca gayretiyle kavminin erkeklerini homoseksüellik illetinden kurtarmaya çalışsa da, kavmi onu dinlemez ve İlâhî bir ceza ile helâk edilir.
İşte Lut kavminin helâk sebebi olan bu sapkınlık, günümüzde hızla "normalleştirme" operasyonlarıyla, sıradanlaştırılmakta. Halkın zihin kodları yavaş yavaş değiştirilmeye çalışılmakta. Bu "normalleştirme operasyonları"nda medya ön safta vazife almakta. San'at dünyasında, eğlence sektöründe, sinemada, dizi filmlerde görünmez bir el, bu tipleri ön plana çıkarmakta, yaptıkları çirkin fiili de olağan göstermekte.
Bu normalleştirme operasyonunun bir de bilim dünyasından destekçileri var. Cinsel tercih konusundaki sapık eyleme bakış açısı konusunda bilim dünyası ikiye ayrılmış durumda.
Bilim adamlarının bir kısmı bu eylemi "tedavi edilmesi gereken bir hastalık" olarak tanımlayıp, özellikle baba ile iletişimde büyük problemler yaşayan erkek çocuklarda sıkça görüldüğünü ifade ediyorlar. Hassas, dikkatli bir bilimsel destekle problemin çözülebileceğini, insanın iradesi ile çok büyük bir oranda bu "davranış bozukluğunu" tamir edebileceğini anlatıyorlar.
Medyada sıkça yer alan haberlere göre bazı bilim adamları da cinsel tercihlerdeki bu sapkınlığın genlerden ve hormonlardan kaynaklandığını ifade ediyorlar. Laboratuvar çalışmalarında yaptıkları deneylerle hayvanlar dünyasından bu teorilerine destekler getirmeye çalışıyorlar. Dolayısıyla, homoseksüelliği hormon ve gen kaynaklı, iradenin müdahale edemediği bir hal olarak tanımlıyorlar. Olayın sebebini güya bilim maskesi altında sıradan bir genetik hadise olarak değerlendiriyorlar.
"Homoseksüellik bir davranış bozukluğudur, tedavi edilebilir" diyen bilim adamlarıyla, "Tabiattaki diğer canlılarda da görülebilen genetik ve hormonal doğal bir olaydır" diyen bilim adamları arasındaki tartışmalar bütün hızıyla devam etmekte.
Kimi Batı ülkelerinde bu mesele hukukî yollarla da meşrûlaştırılmaya çalışılmakta. Aynı cinsten kişilerin evlilikleri yasallaştırılmakta, sosyal güvenlik hakları verilmekte. Özellikle İspanya ve İtalya gibi ülkelerde Katoliklerin bu hukukî uygulamalara yoğun tepkileri söz konusu.
Aynı Allah'a inananlar Aids, Herpes gibi çeşit çeşit cinsel hastalıkları, boşanmaları, kürtajı, aşk cinayetlerini, gayri meşrû çocukların sayısındaki hızlı artışı ve ortaya çıkan toplumsal kokuşmayı "İlâhî ikazlar!" olarak değerlendiriyorlar.
Lut kavminin başına gelen helâk olayından, Allah'a sığınıyorlar! Ve bu konudaki bütün tartışmaları izlerken şöyle düşünüyorlar: "Homoseksüellik tedavi edilebilir bir davranış bozukluğudur. Aksi takdirde bir peygamber, kavmini bu konuda ıslâha çalışır mıydı?"
20.01.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Evlâtlık almak ve evlâtlık hukuku |
|
Fuat Bey:
*"Evlât edinmenin dînimizce hükmü nedir? Evlât edinilen şahıs erkekse büyüdüğünde hanıma; kız ise büyüdüğünde babaya nâmahrem olmaz mı?"
Evlât edinme, evlâtlık alma veya evlâtlık verme muhtelif toplumlarda günümüze kadar uygulana gelmiş çok eski bir âdettir. İslâmiyet geldiğinde cahiliyet devri Araplarınca da uygulanıyordu. Öyle ki evlâtlıklar öz evlât yerine sayılıyor, öz evlât ile kardeş kabul ediliyor ve mîrastan pay alıyorlardı. Câhiliyet devri Araplarının âdetlerinden meşrû olanlarını İslâmiyet kaldırmadı, meşrû olmayanları ise yasakladı. Evlât edinmek de bunlardan biridir.
Peygamber Efendimiz de (asm), peygamberlikten önce Zeyd b. Harise'yi evlât edinmişti. Zeyd b. Hârise Mekke'ye köle olarak getirilmiş ve Hazret-i Hatice'nin (ra) yeğeni tarafından satın alınmış bir çocuktu. Hazret-i Hatice (ra) bu çocuğu alıkoyarak, Peygamber Efendimize (asm) hediye etti. Zeki, sevimli ve saygılı bir çocuk olan Zeyd b. Hârise'yi, Peygamber Efendimiz (asm) evlâdı gibi sevdi. Fakat diğer yandan Zeyd'in babası yana yakıla evlâdını arıyor, evlâdını sağ-salim bulup getirene büyük ödüller vaad ediyordu. Evlâdının Mekke'de olduğunu öğrenir öğrenmez, kardeşi ile birlikte Mekke'nin yollarını tuttu ve henüz kendisine peygamberlik görevi verilmemiş bulunan Hazret-i Peygamber'in (asm) yanına geldi. Dedi ki:
"Ya Muhammed, Siz Allah'ın evinin komşususunuz! Esiri serbest bırakan ve ona yemekler yediren hayırsever kimselersiniz. Oğlum sendedir. O'nu bağışla ve bize iyilik et! Sen bu kavmin efendisinin oğlusun. O'nu bağışlarsan, sana ne istersen vereceğim!"
Peygamber Efendimiz (asm):
"Size daha iyisini veririm. Huzurunuzda onu serbest bırakıyorum! Arzu ederse hiçbir şey almadan onu size veririm!" buyurdu.
Zeyd'in babası çok memnun olmuştu. "Bize çok iyilik etmiş olursun! Allah sana büyük mükâfâtlar versin!" dedi. Zeyd'i çağırdılar. Hazret-i Peygamber (asm):
"Ey Zeyd! Bunları tanır mısın?" buyurdu. Zeyd:
"Evet, tanırım! Şu babam, şu da amcamdır!" dedi.
Hazret-i Peygamber (asm): "Şu baban, şu amcandır; beni de tanırsın! Şimdi kimi istiyorsan, onu seçmekte serbestsin!" buyurdu.
Zeyd hiç tereddüt etmeden:
"Asla senden başka kimseyi istemem! Sen benim hem babam, hem de amcam yerindesin!" dedi.
Babası, Zeyd'in bu sözünden hoşlanmamış, kırılmıştı.
"Sana yazıklar olsun!" dedi, "Köleliği nasıl hürriyetten üstün tutuyorsun?"
Zeyd de: "Ben bu adamdan öyle iyilik gördüm ki, onu terk etmem mümkün değildir. O'ndan başka hiç kimseyi istemem!" dedi.
Bu defa Hazret-i Peygamber (asm): "Şâhit olunuz; Zeyd benim oğlumdur! Ben onun vârisiyim! O da benim vârisimdir" buyurdu. Bu sözden Zeyd'in babası ve amcası hoşlanmışlardı. İçleri rahat bir şekilde Zeyd'i Hazret-i Peygamber'e (asm) bırakıp döndüler.
Ancak daha sonra gelen âyetler evlâtlık edinmeyi kaldırdı. Kur'ân, şöyle buyurdu: "Allah, evlâtlıklarınızı öz oğullarınız gibi saymanızı meşrû kılmamıştır. Bunlar sizin dillerinize doladığınız boş sözlerdir. Allah gerçeği söylemektedir. Doğru yola eriştiren de O'dur! Evlâtlıkları babalarına nispet edin; Allah katında en doğru olan budur. Eğer babalarının kim olduğunu bilmiyorsanız, bu takdirde onları din kardeşi veya dostlarınız olarak kabul edin! Kalplerinizin kasten yaptıkları dışında, hatâlarınızdan dolayı size bir günah yoktur. Allah bağışlar ve merhamet eder."1
Evlatlık meselesinde şu yollar izlenebilir:
1- Koruyucu ve yardımcı âile sıfatıyla kimsesiz ve yetim çocuklara ulaşılabilir ve bir evlât hassasiyeti içinde bakımı ve terbiyesi üstlenilebilir. Bu, dînen mümkündür ve bunda büyük hayır ve sevap da vardır. Çocuklara kucak açmak meşrûdur, hayırdır, rızâ-yı Bârî'yi kazanmaya vesîledir.
Bu konuda şu hadisleri hatırlamamızda yarar var:
* Resûlullah Efendimiz (asm) mübârek şehâdet parmağı ile orta parmağını biraz açarak işâret etti ve şöyle buyurdu: "Ben, yetimin her şeyine kefil olarak bakan kimse ile Cennette şöylece yan yanayız."2
* "Beni zayıfların arasında arayınız. Siz ancak zayıflarınız sebebiyle yardım görüyorsunuz ve rızıklandırılıyorsunuz."3
2- Barındırmak için alınan çocuklardan gerçek anne ve babasını saklamak doğru değildir ve nehyedilmiştir. Peygamber Efendimiz (asm) kişiye babasından başkasına nesep iddiâ etmesinin yalan ve iftira olduğunu beyan buyurmuştur.4
3- Çocuk ergenlik dönemine ulaştığında, nâmahremlik esaslarına riâyet edilmelidir. Çünkü çocukla çocuğun barındığı âile arasında bir nesep bağı yoktur.
4- Çocuk, barındığı ailenin malına vâris olmaz. Ancak aile çocuğun ihtiyaçları için yaptığı her harcamada sadaka sevabı alır.
Dipnotlar:
1- Ahzâb Sûresi, 33/4-5
2- Buhârî, 11/1838
3- R. Sâlihîn, 272
4- Buhârî, 9/1428
20.01.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mehmet KARA |
TRT Genel Müdürü ile. |
|
"Bu kadar personelle 40 kanal yönetilir" diyerek göreve başlamıştı TRT Genel Müdürü İbrahim Şahin. Sekiz bin kişilik devasa bir kuruluşun başına geçmesi iki sefer Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer tarafından veto edilen Şahin'in, Abdullah Gül cumhurbaşkanı olduktan sonra TRT Genel Müdürlüğü onaylandı. 21 Kasım'dan bu yana, yaklaşık iki aydır bu görevi yapıyor. Şu anda kurumu tanımaya, yeni stratejiler belirlemeye ve yardımcılarını belirlemeye çalışıyor.
"Tanışma yemeği" çerçevesinde gazetelerin Ankara Temsilcileri olarak Şahin'in dâvetlisiydik. Yirmiyi aşkın gazetenin temsilcisi ile, birçoğu off the record (yani yazılmamak üzere) olmak üzere, kurumun Ankara Oran'daki merkezinde iki saati yakın sohbet ettik. Bu yüzden sohbetle ilgili çok şey yazamayacağız. Şahin, anlattığı projelerin, hayata geçirdikten sonra yazılmasını istiyor. Ulaştırma Bakanlığı Müsteşarlığından bu göreve getirilen Şahin'le TRT'de yapacaklarını, hedeflerini konuştuk. Şahin ilk hedefini "İzlenebilir bir televizyon" olarak ortaya koymuş. Aktif habercilik yapacaklarını bildiriyor. TRT'nin alt yapısını yenilemek için 200-300 trilyona ihtiyaç olduğunu düşünüyor ve bunu yeni projelerle sağlayabileceklerini söylüyor.
* * *
Genel Müdür'le randevumuza giderken, "TRT kampüsü"nün giriş kapısında Haber-Sen'den bir yetkili tarafından karşılanıyoruz. Sendika yetkilileri, Genel Müdür'ün "işçi sayılmayan geçici personelle" ilgili yayınladığı bir genelge üzerine yaptıkları basın açıklamasını ziyarete gelen her gazeteciye verdiler. Genelgeye göre, geçici personelin yüzde 25'inin sözleşmesi yenilenmeyecek. Sendika, işte buna tepki gösteriyor, sözleşmelerin yenilenmesini istiyor. "İnsan, tasarruf edilecek bir malzeme değildir" diyorlar.
Konuyu daha sonra sorduğumuz Şahin, "Keşke böyle bir konuyu ilk önce benimle paylaşsalardı" dedikten sonra, geçici personelin durumunun henüz netleşmediğini, emekliliği gelen personele "Siz emekli olun, oğlunuzu-kızınızı göreve başlatalım" dediklerini aktarıyor ve bir rakam veriyor. TRT bildiğiniz gibi yayıncılık yapıyor. Genel Müdürü'nün verdiği rakamlara göre, yaklaşık 8 bin personelin yüzde 38'i yayıncı, yüzde 62' si de idarî personelmiş. Şahin, "Biz yayıncı istiyoruz" diye ilâve ediyor.
* * *
Sezer'den iki kez ataması geri dönen Şahin, "Hükümet niye sizi tercih etti" şeklindeki soruya "Niye tercih ettiklerini bilmiyorum" dedikten sonra, PTT'deki başarılarının sebebini açıklıyor. Yani, oradaki başarılı yönetiminden dolayı tercih edilmiş olabileceğini ima ediyor.
Kararnamesi çıkana kadar TRT ile çok ilgilenmediğini, ancak kendisini korkuttuklarını, bu yüzden büyük stres yaşadığını, yüzünde yara bereler çıktığını anlatıyor. "Ancak buraya gelince gördüm ki; işini bilen yığınlarca insan varmış" diye de ilâve ediyor. "Bu kadar personelle 40 kanal yönetilir" sözüne de şu açıklamayı getiriyor: "Şu anda TRT'de yaklaşık 8 bin kişi çalışıyor. Özel bir televizyon kanalında 400-500 kişi çalıştığına göre, demek ki bu personelle 40 kanal yönetilir."
Yayıncılık tecrübesinin açık yüreklilikle olmadığını söylüyor Şahin, "Ama ben profesyonel bir yöneticiyim. Bir hastanenin müdürü hastaneyi idare eder, ama ameliyat yapamaz. Keşke yayıncılık tecrübem de olsaydı. Bu artı değer olurdu, daha başarılı olurduk" diye de ilâve ediyor.
Şahin, Güneydoğu'da terörle mücadeleye "lojistik destek" için Irak, Suriye gibi bölgelerden seyredilebilecek bir Kürtçe yayın yapılmasının plânları arasında olduğunu söylüyor.
Şahin'in üzerinde durduğu başka bir konu da televizyonlar arasında yaşanan "reyting savaşları." Televizyonların reyting ölçümünü yapan şirketi eleştiriyor, bu rakamla gerçek izlenme oranlarının tesbit edilmeyeceğini dile getirirken, şirketin sadece ikibin ölçüm cihazının bulunduğu, bu sayının 20 bine çıkmaması ve Anadolu'ya yayılmaması durumunda AGB'den çıkacaklarını söylüyor. Şahin, "TRT'nin Anadolu'da en fazla izlenen televizyon olduğuna inanıyoruz. Reklâmlar da reyting ölçümlerine göre veriliyor. Bisküviyi sadece zenginler yemiyor, buzdolabını sadece zenginler kullanmıyor. Bunların reklâmları da reytinglere göre veriliyor" diyerek şikâyetini dile getiriyor.
Şahin'in cevaplamakta en çok zorlandığı konu da gazeteler arasındaki ayrım. Bu ayrım Yeni Asya, Vakit, Millî Gazete gibi gazetelerin sabah "basından seçmeler"de okunmaması. "Niye okunmadığı" sorulduğunda bir süre bekliyor Şahin. Belli ki bu konuda fazla bir bilgisi yok. "Bunun bir kriterinin olması lâzım. Tiraja göre mi, yoksa başka kıstas mı belirlenir, bunu hep beraber belirlemek lâzım. Ama ölçütün sana göresi, bana göresi olmaz. Bu durumu inceleyeceğiz" taahhüdünde bulunuyor.
Şahin'le daha çok şeyler konuştuk. Ancak "yazılmamak kaydıyla" olduğu için burada ancak bunları yazabildik.
TRT Genel Müdürü'nü çok gayretli, işinin en iyisini yapmak için çalışan, heyecanlı gördük.
Buradan söyleyeceğimiz, yayıncılık yaparken kamu yayıncılığının gereği olarak milletin millî ve manevî değerlerine saygı çerçevesinde yayınlar yapmasını isterken, yeni görevinde başarılar diliyoruz. Millet gibi, biz de Şahin'in bu mânâlarda TRT'de yapacağı değişiklikleri dikkatle tâkip ediyoruz.
20.01.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|