Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 06 Ocak 2008

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Abdurrahman ŞEN

"Yeni" şeyler söylemek lâzım da!



Malûm, yeni bir takvim yılına girdik.

Geride bıraktığımız yıl, UNESCO tarafından da bütün dünyada "Mevlânâ Yılı" olarak kutlandı. Tam "bizlik" bir yaklaşımla koca bir yılı devirdik.

Bilmeyenlerin ucundan kıyısından tanımasına vesile olabilen, az bilenlerden kimilerinin kafasının karışmasına sebep olan, az daha fazla biçimde Mevlânâ bilgisi olanları ise üzen yılın ardından, Mevlânâ'nın; "Düne ait ne varsa dünde bırak cancağızım. Bugün yeni bir gün ve yeni şeyler söylemek lâzım!" uyarısını hatırladım ister istemez. Her yeni günde, her yeni haftada, ayda, yılda olduğu gibi.

Az önce ifade ettiğim burukluğu düşünürken de; yeni şeyler söyleyebilmek için bazı mesafelerin kat edilmiş olması gerektiği gerçeğini hatırladım. O zaman da "yeni" şeyler söyleyebilecek ortamın oluşmasını sağlamak adına bazı hatırlatmaları tekrar tekrar yapmak gerektiğine kanaat getirdim.

İşte bu noktada, "yeni" şeyler söylemeden evvel yapmamız gereken hatırlatmaların başında, kültüre ve san'ata gereken ehemmiyeti vermemiz gerçeği yatıyor.

Merhum Fethi Gemuhluoğlu Ağabey; "Biz san'at yoluyla düşürüldük bu hâle, yine oradan kalkacağız." dermiş sık sık.

Bugün içinde bulunduğumuz kültürel erozyonun sonu yok. Tam anlamıyla dibe vurduğumuzu söylediğimize inanmayanların, toplumsal fotoğrafımız olan ekranlardaki "haber" kuşaklarını seyretmeleri bile yeterlidir. "Müzik" adına sunulan "ritimli gürültü" bu milletin müzik birikiminin hangi aşamasını yansıtmakta? Ya "magazin" olarak sunulanlarda gözümüze takılanlara ne demeli?

İşte bu şartlar ve manzaralar karşısında her fırsatta, her ortamda ve her geçen gün daha bir telâşla, ısrarla "kültür arıyorum" diyorum. Ortalığı saran "kültürcüler"den de "kültür"ün kurtarılması adına bu ısrarın ve dikkatin yayılması gerektiğine inanıyorum.

Her alandaki yabancı hayranlığımızın salgın bir hastalık gibi yayıldığını gördükçe.

Daha bir hırsla, daha ihtiyacımız olduğu inancıyla her alan ve ortamda kültür arıyorum. Çevreme de bu alandaki hatırlatmamı yapmaya özen gösteriyorum.

Karınca kararınca!

Kaç kültüre beşiklik etmiş Anadolu toprakları üzerinde, kültürsüzlükten öte umarsızlıkların eline terk edilmiş ülke insanımıza; "Durun kalabalıklar, bu cadde çıkmaz sokak!" diye - bir kere daha- haykırmaya çalışıyorum anlayacağınız. Durum daha da vahim olmadan!

Üstelik çarenin uzağımızda değil, yine bu toprakların kültür genlerinde olduğunu da vurgulamaya gayret ediyorum hep.

Bu vahim manzara, bu kültürel kuraklık daha ne kadar sürecek böyle?

Bu acıklı kültürsüzlük ortamından kurtuluş çok mu zor?

Bizi bu durumdan hangi siyasî güç kurtarabilir?

Elbette kültürsüzlükten kurtulmaktan bahsetmeye başlayınca, yukarıdaki sorularla sınırlı kalmak mümkün değil.

Çare eğitimde. Çare "kültür" kavramını hayatımızın nirengi noktasına oturtabilmekte. Bunu yapabilecek olanlar da kültür adamlarıdır. Yazılarıyla, konuşmalarıyla, kitaplarıyla ve yayınlayacakları dergilerle.

Yoksa. Ülke kurtuluşu asla -en iyi niyetlisi de olsa- herhangi bir siyasî partinin ve ekibinin 500 milletvekiliyle meclise girmesinde değil! İlköğretimini tamamlayan öğrencilerinin hiç yoksa dörtte birinin "kültürlü" yetişmiş olmasından geçiyor!

Yani; içinde bulunduğumuz çıkmazlarımızdan kurtuluşumuz asla "siyasal" değil, "kültürel" hamlelerle mümkün.

Öğrencisi olmakla övündüğüm sevgili hocalarımdan Prof. Dr. Kemal Eraslan'ın İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi'ndeki ilk dersinde söylediği şu sözleri bilmeye ve gereğine göre hareket etmeye aslında en başta yöneticilerimizin ihtiyacı var.

Hocamızın 30 yıl kadar önce bize söyledikleri, benim kelimelerimle şöyleydi: "Ülke olarak, çok modern binalar yapmak istediğinizde paranızın gücü nispetinde, dünyanın en başarılı mimarlarını getirtebilir ve istediğiniz biçimdeki binaları o mimarlara yaptırtabilirsiniz.

"Bir hastanız olduğunda, hangi din ve milletten olursa olsun bir doktora başvurabilir, teknik bir konuda başınız sıkıştığında ya da ihtiyaç duyduğunuzda ilgili alandan bir mühendise işinizi yaptırtabilirsiniz. Dini ve milliyeti ne olursa olsun.

"Ama kültür öyle değil.

"Kültürel bir konuda bilgiye ihtiyaç duyduğunuzda bir Amerikalıdan, bir İngiliz'den, bir Rus'tan ya da bir Hollandalıdan yardım isteyemezsiniz. Kültürünüzü kendiniz bilmeli, kültürünüze kendiniz sahip çıkmalısınız. Bir millet kendi kültürünü öğrenmek için yabancılara muhtaç durumlara düşmemeli. Eğer düşerse o milletin kültürü kalmaz, kendisi kalmaz!"

Muhterem hocamız daha sonra Türkoloji çalışmalarında Rusya, Hollanda gibi ülkelerin çalışmalarındaki zenginliklerden de örnekler vermişti. Hatta bir ara Türkoloji'nin merkezinin bile elimizden alınacağı noktalara geldiğimizi de ilerleyen yıllarda duyup, dinledik diğer hocalarımızdan da.

Bugün ülke olarak bulunduğumuz nokta birçok bakımdan-ne yazık ki-gurur verici değil.

Öncelikle, hâlâ bazı kimselerin sandığı gibi "kültür" kavramından, okuyup-yazmayı- diploma sahibi olmayı anlamadığımızı, asla öyle anlaşılmaması gerektiğini hatırlatayım.

Kültür bir bütün. O milletin tarih sahnesinde boy gösterdiği günlerden günümüze kadar uzanan ve geleceğe de uzanacağına inanılan uzunca ve kalınca bir zincir. Bu uzun zincirin halkaları ne kadar kalın/muhkem ve uzun ise o milletin kültürel kökleri de o kadar uzun ve sağlam demektir.

Türk milleti olarak, Sultan Alparslan'ın attığı adımla beraber girdiğimiz, yerleştiğimiz ve yurt edindiğimiz Anadolu'daki mevcut kültürleri, yanımızda getirdiklerimizle birlikte harmanlayarak, dünyaya mükemmel bir kültür aynası tutmuşuz. Asırlarca.

Sadece şu bir-iki gerçeği harekete geçirebilmek için de kültürümüzün temel kaynaklarına yönelmemiz yeterli aslında. Ahmet Yesevî'ye kulak verecek, Mevlânâ'yı, Hacı- Bektaş-ı Veli'yi, Hacı Bayram-ı Veli'yi ve Yunus Emre'yi iyi okuyacağız, doğru okuyacağız.

"İyi ve doğru okumak da ne ki?" diyenlere de derim ki. Başta bu gönül erleri olmak üzere, fikir büyüklerimizi, ustalarımızı, üstatlarımızı okurken, günümüzün siyasî yelpazelerinin rüzgârıyla, hele hele bağlı olunulan dinî veya siyasî oluşumların telkinleriyle, ".muhterem kesin böyle demek istemiştir!" çarpıtmasıyla değil. "Acaba bu muhterem ne demek istemiştir?" sorgusuyla, yaklaşımıyla okumalıyız, faydalanmalıyız. Aksi takdirde kendimize hiçbir kültürel fayda sağlayamadığımız gibi o değerli insanlara da zulmetmiş oluruz!

Bence. Faydalı ve doğru tespitler yapabilmek için 17. yüzyıldan sonraki askerî ve siyasî sapmalar öncesine daha sağlıklı bakmamız lâzım. Ve 12. yüzyıl aynalarından doğru biçimde faydalanmamız elbette!

Bu birlikteliğimizi de bir taleple, bu sütunlarda sıkça yaptığım bir teklifle noktalamak istiyorum.

Hangi ideolojiye inanıyorsanız inanın. Kafanızdaki her türlü güncel ve çoğu paslanmış siyasî kırıntılardan beslenen ayrılıkları önce kültür adamları olarak bizler bir kenara bırakalım ve uluslar arası arenada onurumuzla gerçekten ayakta kalmak istiyorsak kültürel seferberlik bayrağını açalım. Bir an önce hem de!

Yarın çok geç olmadan!

Var mısınız dostlar?

06.01.2008

E-Posta: [email protected]




İslam YAŞAR

'Bir ömr-ü heder'in hikâyesi (2)



"Bir ışık görüyorum. Bu zulüm ve tazyikler, İslâm'ın ufuklarını kaplayan bu siyah bulutları çarpıştıracak ve sonra da dağıtacak, bir nur doğacaktır."

Bediüzzaman Said Nursî bu ifadelerle müjdelemişti, Âkif'in şiirlerinde içli yalvarışlarla, yakarışlarla gönderilmesini istediği, 'âfâkı bunalan milletin' de hasretle beklediği nurun doğacağını.

Bu müjdeyi hisseden ve yalvarışlarını merkezî bir yerden yaparak âlem-i İslâmı harekete geçirmek isteyen Mehmed Âkif de, Ankara'ya gelip bir irşad yuvası olan Taceddin Dergâhı'na yerleşti ve çalışmalarına orada devam etti.

Büyük Millet Meclisi'nin teşekkül ettiği günlerde Mehmed Âkif, İzmir ve Biga'dan meb'us seçildi. Daha sonra herhangi bir talepte bulunmamasına rağmen Burdurluların isteği üzerine Burdur listesine alınmak istenince oraya gidip halkın tasvibini, tensibini aldıktan sonra milletvekilliğini kabul etti.

Savaşta da hayat gibi sevinç ve hüzün iç içe yaşanıyordu. Bir yandan düzenli bir ordunun kurulması milletin sevincini ve ümidini arttırırken; diğer yandan Yunanlıların, Batı Anadolu'da yaptıkları katliâmlar, dehşetli hüzün dalgaları hâlinde yürekleri dağlıyordu.

Yunan Ordusunun Bursa'ya girip bin bir hezeyanla, milletin millî ve mânevî değerini çiğnemeye kalkması üzerine Bülbül şiirini yazan Âkif, Yunanlıların Ankara'ya doğru ilerlemesi karşısında, Mustafa Kemal'in de aralarında bulunduğu bazı devlet adamlarının meclisi Kayseri'ye taşıma kararlarına, "Cihan yıkılsa, emin ol bu cephe sarsılmaz" diyerek karşı çıktı.

Çok geçmeden Âkif'in söylediği hakikat tahakkuk etti ve Yunan Ordusunu bütün büyük devletler desteklemesine rağmen, o cephe sarsılmadı. Gönüllerdeki ümit ışığı gün geçtikçe daha gür parlayarak, istiklâl şafağını söktürmesini hazırlandırdı.

Şafağın bir an önce sökmesi ve memleketin âfâkı ile birlikte milletin dünyasını da aydınlatması için şafak rengiyle dalgalanacak bayrağa ses ve nefes olacak bir millî marşa ihtiyaç hissedildi.

Maarif Vekâletinin bu maksatla açtığı yarışmaya katılan 724 şiirde istiklâl duygusu hissedilmesine rağmen milletin imanını harekete geçirecek gücün olmaması yüzünden marşı yazması için Âkif'e müracaat edildi.

500 lira mükâfat konduğu için yarışmaya katılmayan Âkif'in, bu millî vazifenin kendisine tekabül ettiğini anlayınca Taceddin Dergâhı'na çekilerek yazdığı marş, 12 Mart 1337 Cumartesi günü saat 17:45'te milletvekilleri tarafından dört defa ayakta dinlenip alkışlanarak kabul edildi.

İstiklâl Marşı'nda en güzel ifadesini bulan bu müjdenin de gösterdiği gibi o nurun doğacağı, geceden belli olmaya başlamıştı. Zira ay yıldızlı bayrağı semâlarından inmeyen millet, gönlünü ona bağladığı müddetçe, onda yolunu gösteren işaretleri bulacaktı.

İstiklâl kazanılıp marşı da yazıldıktan sonra iş, devlet disiplini ile teşkilâtlanmaya kalınca Âkif hummalı bir çalışmanın içine girdi. Bir yandan Said Halim Paşanın 'İslâm'da Teşkilât-ı Siyasiye' eserini tercüme ederek yeni heveslere yön vermeye çalışırken, diğer yandan Ankara'da yeni kurulan Teşkilât ve Telifat-ı İslâmiye Hey'etinde mühim vazifeler ifa etmeye başladı.

Nihayet bu heyecan, ıztırap, savaş, ümit ve zafer dolu yıllardan sonra İstiklâl Savaşı'nın İstiklâl Marşı şairi Mehmed Âkif, 1923 yılında istiklâl madalyasını ve mavzerini yanına alarak Ankara'dan İstanbul'a döndü.

Mehmed Âkif'in İstanbul'a dönüşü, yeni bir gidişin başlangıcı oldu. Çünkü daha İstiklâl Savaşı sırasında hissedilen "Üst kademe yöneticilerin millî mücadelenin amaçlarından uzak, tamamen ters maksatlar" taşıdıkları yolundaki emareler Âkif'i endişelendirdi.

O günlerde Ankara'da hükümetin emriyle Kur'ân'ın tercüme ve tefsiri çalışmalarını başlatan Diyânet Riyâseti, tefsiri Elmalılı Hamdi (Yazır) Efendinin, tercümeyi de Mehmed Âkif'in yapmasını kararlaştırdı.

Âkif; Eşref Edip, Hasan Basri, Ahmed Hamdi gibi çok yakın dostlarının araya girmelerine rağmen 'liyakatsız' olduğunu söyleyerek teklifi kabul etmedi. Fakat Hamdi Efendi, tefsiri ancak Âkif'in tercümeyi yapması şartıyla yazabileceğini söyleyince ikisini görüştürdüler.

Elmalılı Hamdi, tercüme şeklinde olmasa bile Kur'ân'ın mealini yazma hususunda Âkif'i ikna edince, ikisi de Diyanet İşleri Başkanlığı ile mukavele imzalayarak avans aldılar ve çalışmaya başladılar.

Daha sonra Âkif, Mısır'a gitti ve kış boyu çalışmalarına orada devam etti. Döndüğünde "İlk devrim hareketleri başlatılmış; Cumhuriyet idarecileri ülkenin ve toplumun İslâmiyetle bağlarını tamamen koparmaya yönelik faaliyetlere girişmişlerdi." Bunun üzerine 1926 kışında tekrar Mısır'a giden Âkif, Kahire yakınlarındaki Hilvan'a yerleşti.

Kur'ân üzerindeki hürmetkâr, dikkatli ve hummalı çalışma, zaten her şeyi ile Kur'ân'a bağlı olan Âkif'i, o kudsî kitaba daha da meftun etti. Bütün zorluklara ve zaruretlere rağmen 'demir gibi hâfız olmasının' da tesiriyle mealde bir hayli merhale katetti.

Ankara'nın, yazdığı bölümleri ısrarla istemesi üzerine endişeleri daha da arttı. Aldığı bin lira avansı iade edip onlarla mukaveleyi feshetti ama çalışmalarını aynı hassasiyetle sürdürdü.

Mısır'ın sıcağı ile eski sağlamlığını kaybeden bünyesi bu kadar kesif bir çalışmaya tahammül edemeyince, değişik zamanlarda Lübnan'a, İskenderiyye'ye, Antakya'ya giderek dinlenen Âkif, bu zamanlarda da meal çalışmalarını aksatmadı.

1932 yılında Mısır'a gidip Âkif'i ziyaret eden Eşref Edip; tercümeyi baştan sonra okuduğunu belirttikten sonra, hayranlığını "O ne sadelik, o ne âhenk! Âyetler arasındaki irtibatı muhafaza hususunda öyle büyük kudret göstermiş ki, bir sûreyi okursunuz da hiçbir âyetin başında veya sonunda ufak bir irtibatsızlık göremezsiniz" cümleleri ile dile getirdi.

Eşref Edip bu kanaatini, "Artık Elhamdülillah tamam olmuş, avdetimde ben bunu İstanbul'a götüreyim" deyince "Onu tamam oldu mu zannediyorsun? Daha ne kadar noksanı var. Üzerinde bir hayli işlemek lâzım" diyerek başkalarını hayran bırakan bu muvaffakiyetin kendisini tatmin etmediğini ifade etti.

Aslında Mehmed Âkif'i tereddüde düşüren şey; Bediüzzaman Said Nursî'nin "Dehşetli ve muannid bir zındık, Kur'ân'a karşı suikastını tercümesiyle yapmaya başlamış ve demiş ki: 'Kur'ân tercüme edilsin, tâ ne mal olduğu bilinsin.' Yani lüzumsuz tekraratı herkes görsün ve tercümesi onun yerine okunsun, diye dehşetli bir plân çevirmiş" şeklinde ifşa ettiği gizli plânlardı.

Çünkü o da her vesile ile "Kur'ân'ın hakikî tercümesi kabil değil ve lisan-ı nahvî olan lisan-ı Arabî yerinde Kur'ân'ın meziyetlerini ve nüktelerini başka lisan muhafaza edemez" diyerek Kur'ân'ın tercüme edilemeyeceğini anlatmıştı.

Bu 'dehşetli plânı' fark edince "Meğer ben Rabbime karşı ne büyük hatâ işliyormuşum! Ne büyük isyanda bulunuyormuşum! Ben dinime hizmet için, Kur'ân'a hizmet için bu ağır işi üzerime almıştım. Kur'ân kalkacak, benim tercümem onun yerine kaim olacak, kıyamete kadar Müslümanlar bana lânet edecek! Bu nasıl olur? Âkif, sen bu oyuna, bu farmason dolabına nasıl âlet olursun?" sözleri ile de ifade ettiği gibi çok üzüldü.

Bu hal, Âkif'in hastalığını daha da arttırdı. Her şeye rağmen senelerini ve sıhhatini vererek hazırladığı Kur'ân tercümesini Mısır'da bulunan Yozgatlı İhsan Hocaya, 'kendisi dönmezse yakmasını' vasiyet ederek verdi ve 'memleketten uzakta ölmekten' korkup vatana döndü.

Ağır bir hastalığın halsizleştirdiği bitkin bir bedenle, fakat zinde ve her zaman parlak kalabilmiş temiz bir ruhla İstanbul'a gelen Âkif, hemen bir sağlık yurduna yatırılıp tedavi edilince iyileşmeye başladı.

Onu asıl iyileştiren şey, ardı arkası kesilmeyen ziyaretçileri oldu. Sağlık yurdu yalnız şair, yazar ve dostlarının değil; düşman bildiklerinin de aklına uğradı. Hepsi geliyor, onun seveceği şekilde davranarak âcil şifalar dileyip, bu solgun çehrenin nükte ve şakalarına muhatap oluyor, sürurla dönüyordu.

Bir müddet orada kaldıktan sonra Mısır Apartmanı'na nakledilen Âkif, burada da gül renkli mütebessim simaların ziyaretleri sayesinde; kendi elleri ile yetiştirdiği gül bahçesinde dolaşan bahçıvanın rahatlığı içinde edebiyat sohbetleri yaparak hastalığının ağırlığını kimseye hissettirmedi.

Bu sohbetler, ömürde ancak bir sefer tadılabilen lezzetler gibi her gün yeni katılan grupların ve gençlerin iştiraki ile genişledi. Âkif de yalnız gönüllerin sığabileceği bu dar odada ziyaretçilerine edebî hazlar yaşattı.

Hattâ bu heyecan onu o kadar sardı ki, hayatında her zorluğa 'hodri meydan' diyen pehlivan Âkif, kendisini yatağa düşüren hastalığa da meydan okumak istercesine, daha önce yazmayı düşünüp plânlarını yaptığı İkinci Âsım'ı, İstiklâl Savaşı'nı, Selâhaddin Eyyûbî piyesini ve Peygamberimizin veda hutbesinin nazmen terennümü olarak düşündüğü Haccetü'l-Veda'yı yazmaya karar verdi.

O eserler, bu mısralarla ifade ettiği sessizliğin ölü sükûtunu bozup ebediyen rahmetle anılmasını sağlayacak güçlü bir ses olacaktı. Fakat bunun için de hayatı boyunca "Benim için yegâne arzu olunacak bir şey varsa o da, şehrin dağdağasından âzade bir mahallede, meselâ Boğaziçi'nin bir tepesinde, yahut Çamlıca'nın kenar bir tarafında şöyle dergâh gibi bir yerim olsun. Orada tabiat ile baş başa kalayım. Düşündüklerimi yazayım" diyerek hayal ettiği, ama bir türlü tahakkuk ettiremediği yeşil bir inziva yerine ihtiyacı vardı.

Sonunda o da oldu. Hastalık yükünü ancak bir hastabakıcının refakatinde taşımak zorunda kaldığı son zamanlarında, Prens Halim Paşanın Alemdağ'daki konağına giderek, hastalık onu bitirmeden o hayatının gayesi olan eserlerini bitirmeye azmetti.

Ne var ki, hâlden anlamayan, ulvî ideal tanımayan ve âlim, şair, avam, havas farkı gözetmeyen bu sârî illet, iyice takatsiz bıraktığı vücudu tamamen kavrayınca Alemdağ'da da duramaz oldu.

Neticede kendisini kaderin tecellîsine bıraktı. Her şeye rağmen mesrurdu. Çünkü Mısır'dan döndüğü gün, "Ne mutlu bana ki, Peygamberimin yaşında öleceğim" diye nidâ etmişti.

Ömür boyu hayatî bir haslet hâlinde zihninde taşıdığı ve zaman zaman terennüm ettiği anlaşılan o makbul duâ müstecap olmalı ki, Mehmed Âkif Ersoy 27 Aralık 1936 yılında 63 yaşında iken vefat etti.

Hayatını da, hayatının eserinde veciz bir şekilde yine kendisi anlattı:

"Safahatımda, evet şiir arayan hiç bulamaz;

Yalnız bir yeri hakkında 'Hazindir işte bu' der.

Küfe?

Yok.

Kahve?

Hayır.

Hasta?

Değil.

Hangisi ya?

Üç buçuk nazma gömülmüş koca bir ömr-ü heder."

06.01.2008

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Küresel dershane



Geçen yıl Mayıs sonunda Fransa'nın Normandiya sahillerine yakın bir dağ evinde, oradaki okurlarımızın organize ettiği ve Almanya ile Belçika'dan da katılımların olduğu bir programda Risale-i Nur dersleri yapmıştık.

Altı buçuk ay sonra ise, oradan 24 bin kilometre uzaktaki beşinci kıtada, Sydney ve Melbourne şehirlerinde nur sohbetlerine katıldık.

Arada İstanbul'da gerçekleşen 8. Bediüzzaman Sempozyumu da, Risale-i Nur'un Rusya'dan, ABD'den, Avrupa'nın çeşitli ülkelerinden, Afrika ve Uzakdoğu'dan, Orta Asya ve Ortadoğu'dan gelen yankılarını buluşturdu.

Normandiya ve Avustralya'da da söyledik:

Bu tür program ve yankılar bize hep, Üstadın önde gelen talebelerinden Bayram Yüksel'in Sıddık Süleyman Ağabeyden aktardığı çok ibretli ve düşündürücü bir anekdotu hatırlatıyor:

"Bir gün içimden dedim: 'Biz yazıyoruz, biz okuyoruz. Üstad bu kadar zahmeti niye çekiyor?' diye düşündüm. Böyle mülâhaza ediyordum. Üstad birden, 'Kardaşım, göreceksin, ben bunları bütün dünyaya okutturacağım' dedi." (N. Şahiner, Son Şahitler, cilt: 3, s. 74)

Bayram Ağabey diğer eski ağabeylerden de buna benzer çok şeyler işittiğini anlatıyor. Ki, nurun ilk talebe ve kâtiplerinden Şamlı Hafız Tevfik ve Hafız Halid Ağabeylerden de bu mânâda nakiller yapılıyor.

Ve yeryüzünün "küresel bir nur dershanesi"ne dönüştüğünü gösteren örnekler her geçen gün artarken, Risale-i Nur'un ilk telif edildiği yer olma imtiyazıyla nazarların çevrildiği Türkiye'nin de, bu eserlerin yazıldığı dil olarak Türkçe'nin de yıldızı giderek parlıyor.

Dikkatli tetkikler, başına musallat olan ceberut zihniyete rağmen medenî ve çağdaş değerlere İslâm namına sahiplenerek ve dinden hiçbir taviz vermeden "çağdaş" olunabileceğini ispatlama yolunda en güzel örneği teşkil etme yolunda ciddî mesafeler kat etmiş olan Türkiye modelinin bu niteliği kazanmasında Risale-i Nur'un rol ve katkısını mercek altına alıyorlar.

Bu eserlerin, Kur'ân'ın çağımız insanına mesajı ve dersi olarak iki cihan saadetinin formülünü sunduğu gerçeğini heyecanla keşfedenlerden, sırf Risale-i Nur'u aslından okuyabilmek için Türkçe öğrenmeye başlayanlar dahi var.

Dolayısıyla, başka ülkelerde olup da Risale-i Nur'la tanışma bahtiyarlığına erişenler, Türkiye'deki nur talebelerine gıpta ile bakıyorlar. "Ne mutlu size ki, bu eserlerin yazıldığı ülkede yaşıyorsunuz, bu eşsiz Kur'ân tefsirinin birinci derecedeki ilk muhataplarısınız ve eserleri orijinalinden okuma imkânına sahipsiniz" diyorlar.

Bu durumda bize düşen, bu özel mazhariyetin kadrini bilip, hakkını vermek için çok daha fazla gayret göstermek olmalı. Ve hizmetlerimizi, dar ve yerel ufukların ötesine uzanan bir bakışla, Üstadın 80 sene önce Barla'da ifade ettiği küresel perspektife oturtarak devam ettirmeliyiz.

Bunu yaparken, hizmetin orijinal prensip ve esaslarına sadakatle ve tavizsiz bağlılığın korunması; hariçten gelebilecek farklı telkin ve manipülasyon çabalarına karşı her zaman dikkatli ve müteyakkız olunması; hizmetin asliyetinin her hal ve şartta muhafazası çok büyük öneme sahip.

Üstad "Risale-i Nur kendi kendine intişar eder" diyor. Bize düşen, perde değil, ayna olmak.

Bu büyük sorumluluğun şuurunda mıyız?

06.01.2008

E-Posta: [email protected]




Cevat ÇAKIR

Köyümüzün kedileri



Bir aile ortamında; 20 gün önce dünyaya gelmiş bir bebek elden ele dolaştırılıyor ve resimler çekiliyordu. Bu sırada köyden İstanbul'a mecburen gelen annem; "Artık köyümüzde sevecek ne bebek var ne de kedi yavrusu" dedi.

Evet, köylerde kimseler kalmamış. Köyler yazlık ve piknik alanlarına dönmüş. Köyler terk edilince, insanların arkadaşları olan bir kısım hayvanlar da köylerden ayrılmış. O kedi ki, bereket kaynağı: "Belki insanlara arkadaş verilen ve rızıkları dahi insanların rızıkları içinde gönderilen kedi gibi bazı mahlûkların rızıkları dahi bereket suretinde geliyor."1

Geçmiş yıllarda, kış aylarında ve okul tatilinde dahi camisinde çocuk okutulan yerde, bugün ilk okullar kapalı durumda. Yollar genişlemiş, gaz lambaları gitmiş, yerine elektrik gelmiş, telefon gelmiş. Ama insanlar kaçmış, insanların arkasından kediler de kaçmış o köyden ve diğer köylerden.

Kızılderili büyük reis Seattle'nin dediği gibi; "Hayvanlar olmazsa, insanlar nedir ki? Tüm hayvanlar yok olsaydı, insan, ruhunun o büyük yalnızlığı içinde ölüp giderdi. Hayvanlara ne olursa hemen sonra insanlara da aynısı olur."2

İnsanlık bugün elleriyle işlediklerinin sonucunu çekiyor. Arkadaşlarını terk eden insan, ciddî bir yalnızlığı ve bereketsizliği beraber yaşamaktadır.

Nice bayramların yaşandığı, her çalışmanın imeceyle olduğu, arazilerin ekildiği, otların biçildiği, yaylaların hayvanlarla dolduğu köylerimizde; şimdilerde sadece bunların tatlı bir hatırası kalmış durumda. Bayramlarda köyde bütün evler dolaşılır, kesilen kurbanlar sıra ile ziyafet verilirdi. Bugün bayramlar en yakın akrabalardan dahi kaçış zamanı oldu maalesef.

Dün köyümüzde buzdolabı yoktu. Yılda bir defa et görülmesine rağmen tamamı dağıtılırken, bugün çoğu saklanıyor. Bütün işlerin beraber yardımlaşmayla yapıldığı köyde böylesine bir değişikliğin yaşanması insanları ciddî bir yalnızlığa itmiş durumda. Evet fıtrî bir yaşayışa geçmedikten sonra insanlar bu yalnızlığı her gün biraz daha fazla hissederek ömür sürecek.

Kaynak:

1- Lem'alar, 68. 2- Çevre ve Din, 85

06.01.2008

E-Posta: [email protected]




İsmail BERK

Güneş doğmadan doğmak



"Biraz uyuyalım mı, yoksa rızkımıza mı gidelim?"

"Rızkımıza gidelim. Uyumayalım."

"Hadi öyleyse" dediğimde, direk mutfağa yürümüştü Muhammed.

Sabahın, gafleti yarması ve yataktan uyandırması gereken ezan saatinde kalkmış, kemerbeste-i ubudiyeti geride bırakmış ve 11. Sözün verdiği mesajlar sonrası, yukarıdaki diyalog başlamıştı.

Güneş, henüz doğmuştu. Eşya ve kâinat siması, okunabilir aydınlıktaydı. Her varlık yüzünü gösterecek bir sorumluluk içinde günlük görevlerine başlamıştı bile. Biz de oldukça keyifli ve rahat bir şekilde, gönlümüzün sürûrunu ve kalbimizin tatminini sabah namazı ile yakalamış olmanın feyzi ve bereketiyle iç içeydik.

Bir hareket, koşuşturma ve tazelik var sabahın bu erken saatlerinde. Rızkına giden binlerce insan, şu an yola çıkmak üzere ya da yollara düşmüş. Özellikle hele büyük şehirlerde bu rızk yolculuğu, trafik hesaba katılarak daha erken başlıyor.

Hayat sahiplerini rızka aşık ettiren bir sır var insanın eğilimlerinde ve arzularında. Dur durak bilmeden çalışır durur rızık peşinde. Kazandıkça kazanmaya ve kaybettikçe de telâfi etmeye çalışır rızk ihtiyacını.

Hayatın faaliyet lezzeti, şükür nimeti ve kazanma niyeti, birbirine kuvvet veren mânâlardır. Bu halkalarla, hayat daimîleşir. Ebed ülkesine bakî meyveler gönderir. Emek mahsulü, alınteri bir gayretin boşa gitmeyen ve neticesi görülen muvaffakiyetlerinden dolayı, çalışma azmi artar.

Elde edilen başarılar, beraberinde sorumluluk ve hakkaniyetle birlikte şükretmeyi de öğretir. Eldekinin kıymetini bilme, israftan korunma, başkasına daha fazla yardımcı olma ve faydalı yaşama gibi yeni sorumluluklar zincirini tesis eder.

Sabahın bereketi, günün hareketi bu düşüncelerle başlamıştı. Kâinat meşheri/sergisi içinde bir seyyar/seyyah gibiydik. Bal yapmak için peteğini arayan arılar gibi. Birbirine dayanışmada en yi örnek olan çalışkan hayvanlardan karıncalar gibi. Bazen uçarak konar, bazen sürünerek varırız menzilimize. Biri yerde, biri havada, ancak ikisi de faaliyet halinde.

Meleyen bahar kuzuları ve çıngıraklı seslerle sürüyü canlı tutan koyunlar; kışın ağır şartlarında sabahleyin toplayıp bir araya getiren, otlatan ve akşama doğru geri getirene kadar beraberliklerini emniyet altına alan köpekleri ile tam bir ekip ve takım çalışması sağlayarak rızkına yürüyen çobanı düşünün.

Erkenden uyanıp, sabah namazı sonrası yavrularını okula hazırlayan yatak odaları ile mutfak arasında onlar için mekik dokuyan anneleri canlandırın zihninizde.

Sabahın erkenin saatlerinde işyerini açıp, etrafı temizleyen, eşyaları yerine yerleştiren, çayını hazırlayan ve birazdan gelecek çalışanlara güler yüzle kapıyı açıp "hoş geldin" diyen yardımcı elemanı hatırlayın.

Akşamdan, sonraki günün çalışma çerçevesini çıkarmış, sabahın namaz feyzinden sonra tekrar günlük planını gözden geçirmiş ve kahvaltı sonrası işine koyulurken, çalışma heyecanıyla, günün iyi geçmesi için duâlarla rızkına rızk katmak için bekleyen yardımcısına yetişip işyerine koşan yöneticinin tebessümlü halini hayal edin.

Hepsi mutlu, çünkü bir işleri var. Hepsi canlı, çünkü erken saatte kalkıp mesaiye gidiyorlar. Günün bereketine koşuyorlar. Hepsi gayretli, çünkü severek çalışıyorlar. Hepsi yoğun, çünkü önlerinde bir hedef ve planları var. Hepsi dolu, çünkü öncelikli bir işleri var ve onunla meşguller. Zihinleri bir arada. Düşünceleri derli toplu. Görevleri tanımlı ve kendileri ona bağlı.

Hayat bir faaliyetse, bunu fark etmenin en iyi zamanı güneş öncesi kalkış, ibadet ve sonrası hazırlanıp sabah serinliğinde yola koyulmaktır. Eğer bir duraklama şansınız varsa yolda, bir tefekkür aralığı yakalayabilirsiniz. 10 dakika da olsa. Bir ağacın yaz gölgesi, kış sadeliği, sonbahar mahzunluğu ve bahar coşkusu görülmeye değer özel anlardır. Biraz seyredip onunla konuşmak, bizi rahatlatır.

Bu konuda zaman yoksa, odanızdaki her hangi bir çiçek veya anlamlı tablo size ciddi fikirler verir. Sizi rahatlatır.

06.01.2008

E-Posta: [email protected].




Şaban DÖĞEN

Şeytan nasıl bilinir?



Cenâb-ı Hak şeytanı ve şerleri imtihan sırrı gereği yaratmıştır. Kişi şeytanla mücadele sonucunda imtihanı kazanacak; melekleri dahi geçecek bir makama yükselecek, Cennete lâyık hale gelecektir. Şeytana uyanlar ise imtihanı kaybedecek, şeytanla birlikte Cehennemi boylayacaktır. Böylece kömür ruhlu kötü insanlarla elmas ruhlu iyi insanlar birbirlerinden ayrılmış olacaklardır.

Peki, nedir şeytanın özellikleri, onu nasıl tanıyabiliriz?

Şeytan, insanoğlunun apaçık düşmanıdır. Hem de en sinsi ve en büyük düşman. İnsanı her yerden rahatça görür. Kalbine, kan damarlarına kadar girip dolaşabilir. Zorlama gücü yoktur insanlar üzerinde. Hilekârdır, aldatıcıdır. Yalancıdır, yalan yere yemin etmekten çekinmez. Kötü arkadaştır, kötü insanların dostudur. Gösterişi sever; edebiyat ve felsefe yapmaktan hoşlanır. Kur'ân'dan, İslâmdan uzak insanlar en çok sevdiği kimselerdir.

Cenâb-ı Hak açıkça şeytanın bizim düşmanımız olduğunu bildirmiş, ona uymamamızı emretmiştir. "Ey insanlar!" buyurur. "Yeryüzündeki helâl ve temiz nimetlerden yiyin. Şeytanın izini takip etmeyin. Şüphesiz ki o, sizin için apaçık bir düşmandır."1

Şeytanın zorlama gücü yoktur. Melek iyiliği fısıldarken o kötülükleri fısıldar. Kul iradesiyle ya iyiliğe, ya da kötülüğe uyar. Kur'ân açıkca, "Şüphesiz ki Benim kullarımı zorla saptıracak bir gücün yoktur, ancak sana uyan azgınlar müstesna"2 buyararak onun bu özelliğine dikkat çeker.

Cenâb-ı Hak, "Sakın şeytan sizi de fitneye düşürmesin" diye gözümüzü açarken, şeytan ve güruhunun insanları göremedikleri taraflardan göreceklerini belirtir ve şeytanların iman etmeyenlerin dostu olduklarını bildirir.3 Bu dostluk, kişiyi o noktalara kadar götürür ki, kişi gerçeği bütün açıklığıyla gördüğünde pişmanlığını dile getirmekten kendini alamaz: "Şeytanlar onları yoldan çıkarır; onlar da kendilerini doğru yolda sanırlar. Nihayet huzurumuza geldiğinde, o şeytana 'Ne olaydı', der, 'Aramız doğu ile batı kadar uzak olsaydı! Sen ne kötü arkadaşmışsın!'"4

Şeytan yalancıdır ve yalan yere yemin etmekten çekinmez. Hz. Âdem'le Havva Anamızın, "Rabbiniz, ya melek olur veya ebedî olarak Cennette kalırsınız diye bu ağaçtan yemenizi yasakladı. Ve 'Sizin iyiliğiniz için öğüt veriyorum'5 diye yemin ederek Cennetten çıkmalarına vesile olmadı mı?

Şeytan yemin etmekle yetinmez, gerekiyorsa yaldızlı sözler de söyler.6

Peygamberimizin bildirdiği gibi insanların damarlarında kanın dolaştığı gibi dolaşan7 şeytanın en bariz özellikleri bunlar. Bunları bilip ona karşı uyanık olan imtihanı kazanır.

Dipnotlar:

1- Bakara Sûresi: 168. 2- Hicr Sûresi: 42. 3- A'raf Sûresi: 27. 4- Zuhruf Sûresi: 37-38. 5- A'raf Suresi: 20-21 6- En'am Sûresi: 112 7- Buharî, Halk: 11; Ahkâm: 21, Müslim, Selâm: 21-24

06.01.2008

E-Posta: [email protected]




Hüseyin GÜLTEKİN

Baba olmanın şuurunda olmak



Baba olmak artık ayağa düştü desem; bir çok babanın zoruna gitse de böyle bir ifadenin yadırganacak bir tarafının olmadığını zannediyorum. "Ayağa düştü" deyimini abartılı bulan babalar için, "Bu zamanda baba olmak artık kolaylaştı" dersek herhangi bir alınma veya gücenme olmaz herhalde.

Kabiliyeti, kariyeri, zekâsı, seviyesi ne olursa olsun evlenen hemen her erkek, çoluk-çocuk sahibi olunca "baba" ünvanını almaya hak kazandığına göre baba olmanın öyle çok da zor bir iş olmadığını söyleyebiliriz. Diğer bir ifadeyle, baba olmak için herhangi bir tahsile, makama, diplomaya gerek olmadığı gibi; fizikî yönden de belli bir kiloya, uzunca bir boya veya yakışıklı bir görünüme de gerek yok.

Hatta babalık ünvanını kazanmakta bir profesör ile bir çobanın, bir âlim ile bir cahilin, üstün zekâlı bir insan ile zihin özürlü bir insanın hiçbir farkları yoktur. Hepsi de aynı şanslara sahiptir. Hatta bazan ilimce, zekâca çok geride olan bazı insanlar daha erken, daha çok çocuğa sahip olarak baba olmakta nice makam-mevkî sahibi, nice zekâ ve istidada sahip insanlara fark atabiliyorlar.

Baba olmayı, hâne halkının maddî ihtiyaçlarını karşılama yönüyle değerlendirdiğimizde, bugünkü haliyle baba olabilmenin öyle çok da zor bir iş olmadığını görüyoruz. Zarûrî rızkı veren Rezzak-ı Hakîkî olduğuna göre, bu noktada da baba olmanın öyle çok da önemli bir rolünun olmadığını söyleyebiliriz. Açlıktan ölüm olmadığına göre, her canlının yaşayacağı kadar rızık ayağına kadar gönderildiğine göre; bu noktada da babaların, olmazsa olmaz bir konumlarının bulunmadığını söyleyebiliriz! Hatta hâne halkının iâşesini sağlamada, zarûrî ihtiyaçlarını karşılamada bazan çok çalışan, çok zekî, çok bilen babalara göre; az çalışan, hiçbir kabiliyeti olmayan, gabî bir çok babanın derd-i maişet noktasında çok daha bereket ve bolluk içinde olduğunu görüyoruz.

Öyle ise bu noktada da bir çok babanın; "Çoluk çocuğumun iâşesini ben temin ediyorum, onları ben besleyip büyütüyorum, ben olmasam onlar açlıktan ölürler" deyip, övünüp havalara girmesi doğru değil.

Evet bir çok babanın, aile efradının dünyevî ihtiyaçlarını karşılamaktan öteye bir sorumlulukları yok gibi bu zamanda. Dünya hayatından başka bir gayeleri bulunmayan, sırf bu dünyayı gündemlerine alan ve ona odaklanan çoğu babaların bu zamanda sergiledikleri hal ve tavırları bunu gösteriyor.

Baba olmanın beraberinde getirdiği bir başka önemli sorumluluğun da aile reisliği olduğunu, bunun da bütün hane halkının hem dünyevî, hem uhrevî ihtiyaçlarını karşılama zorunluluğunu icab ettirdiğini derk edemediklerindendir ki, babaların bir çoğu ahiret hayatına yönelik vazifelerini ve yükümlülüklerini kulak ardı ediyorlar bu zamanda. Hatta, hane halkının dünyaya bakan işlerine de bir çok babanın bakmadığını söylemek yanlış olmaz. Çünkü evin alış verişini çocukların annesi yapıyor; çocuklar hastalığında anne ilgileniyor; okul veli toplantılarına anne katılıyor; elektrik, su, telefon faturalarını anne yatırıyor; evin temizliği, yemek hazırlama gibi "önemli meseleler" de eklenince evin hanımı iyice yorgun ve bitkin düşüyor hâliyle.

Hergün gecenin geç saatlerinde eve uğrayan babanın nezdinde ev bir oteldir desek, yine bazı babaların bize sitemde bulunacaklarını biliyorum ama gelin görün ki çoğu babaların durumu böyle. Kendi işini, özel yaşantısını düşünmekten zaman bulamayan bir çok baba, kendi eliyle aile efradıyla arasına duvarlar örerek adeta yabancılaşıyor. Bunun acı faturası da, bütün aile fertlerine çıkıyor.

Bu arada baba olmanın, beraberinde aile reisliğini de getirdiğinin farkında olan ve bu yöndeki sorumluluklarını ve yükümlülüklerini bihakkın yerine getiren babaların da bulunduğunu söylemekte fayda var.

06.01.2008

E-Posta: [email protected]




Yasemin GÜLEÇYÜZ

Sınırları bilerek aşmak



Kadın kıyafeti geçmişte olduğu gibi bugün de gündemde, görünen o ki yarın da olacak.

Tanzimat döneminde kimi aydınlar tesettürün toplumu geri bıraktığını ifade ettiler. Yeni kurulan Türkiye Cumhuriyetinde de toplum hayatından silinmek istenen şeâirlerin başında kadının tesettürü geldi. Çünkü tesettürlü her hanım, unutturulmak istenen geçmişin, dinin ve ölümün hatırlatıcısı hükmünde idi. Oysa ki, modern toplumda bunlar "bir kenara bırakılması gereken" değerlerdi. Hâlen uygulanmakta olan kamusal alanda başörtüsü yasağının altında bu bakış açısı yatmakta.

İlginçtir ki, günümüzde kamusal alanın tesettürlü kadınlara yasaklanmasına yönelik uygulamalar "tesettür modası" altında ticârî kazanca dönüştürülmüş ve tesettür defileleriyle neticelenmiştir.

Kadınların başlarının örtülmesi konusundaki yasaktan kâr sağlama konusunda geçtiğimiz günlerde hayata veda eden Vitali Hakko en çarpıcı örnektir. Kendisinin de ifadesiyle servetinin oluşumunda "şapka ve başörtüsü" üretimi çekirdek rolünü oynamıştır.

Tesettür modasının ekonomik değeri.

Tesettür modasının ekonomik değeri modacıların iştahını kabartan bir tablo sergilemektedir!

Geçtiğimiz günlerde Uluslararası İnternational Herald Tribune gazetesi moda sayfasını "türban modası"na ayırdı. Orta Doğu ülkelerindeki modacıların görüşlerine de yer verilen gazetede türban modasının büyük bir pazar oluşturduğu görüşlerine yer verildi. İslâmî modanın yıllık küresel piyasa değeri en az 96 milyar dolar. Avrupa Birliği'nde yaşayan 16 milyon Müslüman bir yılda 960 milyon ile 4.8 milyar değerinde giyim piyasası oluşturuyor. (Sabah gazetesi, 20 Eylül 2007)

"Rotasını bilmeyen kaptana yol gösteren çok olur" misâli, başörtüsünü niçin tercih ettiğinin bilincinde olmayanlara da alternatifler sunanlar elbette olacaktır. "Neyi niçin yaptığının" şuurunda olmak, her konuda olduğu gibi bunda da önemlidir.

Hudutları severek ve bilerek aşmak

Tesettür sadece kadını değil, erkeği de muhatap alan Kur'ânî bir kavram. Ses tonu ve bakışlar, sürülen koku, takılar, giyilen kıyafetin dar ya da geniş olması, şeffaflığı bu kavram içinde sınırlandırılmaktadır. "Helâl daire keyfe kâfîdir" sırrıyla asırlardır ilmihal kitaplarında yer alan bu sınırlandırmalara uygun yaşayan kadın ve erkekler "rızâ-yı İlâhîyi" esas almışlardır.

Kusursuzluk Allah'a mahsustur. Tesettür konusunda "neyi niçin yaptığının" şuurunda olmayanların, öğrenerek bu eksiklerini tamamlamaları mümkündür.

Bu konuda asıl ilginç olan "neyi niçin yaptığının" bilincinde olanların sergiledikleri tavırdır. Kur'ân'ın tesettür emrinin, bu konudaki ölçü ve sınırların, İlâhî emre uymamanın getireceği neticelerin farkında olduğu halde, bilerek ve severek hudutları aşmak günümüzün mânevî bir hastalığıdır maalesef. Öyle bir hastalık ki, elması elmas bildiği halde "bir kenara bırakıp" bilerek ve severek cama müşteri olabilmektedir insan.

Kur'ân "Onlar dünya hayatını seve seve ahirete tercih ederler" (İbrahim Sûresi: 3.) diyerek bu mânevî hastalığın teşhisini koyar.

"Zarara rızası ile girene acınmaz" ama bu mânevî hastalığın tedavisi de yine Kur'ân'ın eczahanesindedir şüphesiz. Yeter ki, ihtiyaçla ve pişmanlıkla müracaat edilsin.

Not: Bizim Aile dergisinin "Tesettürün halleri" başlığını taşıyan Ocak kapak konularını bu çerçevede okumanızı tavsiye ederim.

06.01.2008

E-Posta: [email protected]




Raşit YÜCEL

Yeşilyurt



İnsanlar vardır, onları simalarından tanırsınız. Öyle bir insandı Selahattin Yeşilyurt. Sonbahar yapraklarından biri daha dalından düştü. Ehl-i iman için ölüm bir terhis teskeresi idi. Fani dünyadan bâkî bir âleme geçiş kapısıdır. Öyle, öyle ama gel sen şu hicrana söz anlat.

Onu ilk defa 1993 yılında hac vazifesi ile Medine'de görmüştüm. Tatlı, sıcak tebessümü ile Medine'nin taravettâr bir gülü idi. Medine-i Münevvere'de elektrik mühendisi idi. Aslen Ermenek yaylasının yiğit erenlerinden idi. Ortadoğu Teknik Üniversitesi'nden mezun olan Yeşilyurt, bülbül sesli kapı zillerinin mucidi idi. Ravza-i Mutahhara'nın dünya gözü ile aydınlatılmasını yapıyordu. Yeşil Medine'nin yeşilyurtlu bahtiyarlarındandı.

Merhum Ali Ulvi Kurucu ve Nimetullah Hoca ile hergün mülâki olurduk. O yıllarda merhum Hilmi Doğan Ağabeyle de aynı dönemde hac farizasını ifa etmiştik. Ali Ulvi Kurucu güzel hitabetiyle hakikatleri, Nimetullah Hoca gezmiş olduğu beldelerdeki hizmetlerini anlatıyordu.

Medine'ye yolu düşenler dershanede her akşam ikram edilen o taze hurmaları ve o güzelim fırın ekmekleri unutmaz.

İşte merhum Selahattin Yeşilyurt, bu güzel hizmetlerin organizesini yapıyordu. Dört yıl önce Barla Yeni Asya Dinlenme tesislerine ziyaretlerinde de karşılaşıp, teberrüken bir ders yapmasını istemiştik. O da mütevazi tavrı ile bu ricamızı yerine getirmişti. 2005 yılında ikinci hac vazifesini yerine getirmek için yine Medine'nin feyzinden istifade etmeyi Cenâb-ı Hak nasip etmişti. Onu arıyordum. Medine-i Münevvere'de Osmanlı saatinin altında buluşmak bir paroladır. Tam o istikamete giderken bir ara direğin altında oturan bir zatın telefon ile görüşmesine muttalî oldum. Bu ses, yabancı değildi. Sesin sahibi Selahattin Yeşilyurt idi. Döndüm. Telefonunu bitirdikten sonra, tebessümle ve nezih tavrı ile kucaklaştık.

O akşam dershanede dersler yapıldı. İkinci dersi benim yapmamı istedi Selahattin Yeşilyurt. "Yeni Asya gazetesi yazarı Raşit kardeş, hizmetlerden ve gazetenin çalışmalarından bahsedecek" diyerek ders kürsüsüne çağırdı.

Baktım, o nezih insan, Yeni Asya'nın hizmetlerini çok tatlı bir tebessüm ve ilgi ile dinledi. Biz ise, onlara hediye olarak meşhur Çorum leblebisinden ikram ettik.

Küçük masum yavrusu ile evine giderken beraber yola çıktık ve kucaklaşıp ayrıldık. Son buluşma böyle olmuştu.

Yıllarca Medine hizmetlerimizi deruhte etmişti. Mekke-i Mükerreme'de aziz ağabeyim Alâaddin Köseoğlu'na, Medine'de Selahattin Yeşilyurt'a gidenleri yönlendirdik.

Gazetede vefat haberini okuyunca can evimden vuruldum sanki. Bazen insanın gözünden ziyade kalbi ağlar. "Nerede samimî bir mü'min varsa göklerdedir" sözünün mânâsı hatırıma geldi. Ağabeyi Mustafa Yeşilyurt Ağabey ile Kırıkkale'den itibaren tanışıyorduk. Onun da çok kıymetli hizmetleri oluyor Medine'de. O da yıllarca kardeşi ile omuz omuza verdi. Yaz aylarında Türkiye'ye gelen Mustafa Ağabey telefon ile arayıp hâl-hatır sormuştular.

Bazı insanların satırlar ile anlatılması zordur. Ancak onları görenler yeteri kadar anlayabilirler.

Allah mekânını Cennet eylesin. Mustafa Ağabeye ve mukaddes topraktakilere taziyetler diliyorum.

06.01.2008

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Allah korkusu



Hakan Bey:

* "Allah korkusu nedir? Allah korkusunun ruhumuzdaki yansımaları nelerdir? İbadetleri Allah korkusuyla mı, Allah sevgisiyle mi yapmalıyız?"

Allah korkusu, Cenâb-ı Allah'ın İzzeti, Celâli, Kahrı, Adaleti ve Gazabına karşı ruhumuzda ve vicdanımızda duyduğumuz haşyet, havf ve korkuyu ifade eden asil ve soyut bir kavramdır. Bir büyük âmir karşısında ruhumuzda meydana gelen haşyet ve heyecanı belki çoğumuz hissetmişizdir. Kâinatın Sahibi ve Sultanı olan Cenâb-ı Hak da, ubudiyetimizin ve kulluğumuzun bir gereği olarak, Kendisine haşyet, havf, korku ve heyecanla yaklaşmaya ve yönelmeye,-tâbir câizse-herkesten ve her şeyden daha çok hak sahibidir. Çünkü Allah en büyüktür!

Allah korkusu ruhumuza özgü bir basîretin, bir ferâsetin, bir duyarlılığın, bir inceliğin ve bir uyanıklılığın ifadesidir. Allah'ın her an, her yerde, her halinde ve her işinde hazır ve nâzır olduğunu bilen bir kul, hata ve kusurlara karşı daha duyarlı olmaz mı? "Hata yapmaz!" demiyorum, diyemem; çünkü hatasız kul olmaz. Ancak hata ve kusurlara karşı içimizde taşıdığımız "sakınma duygusu", kalbimizdeki Allah korkusunun belirtisinden başka bir şey değildir. Ruhunda Allah korkusu taşıyan bir kul hatalara karşı daha dikkatlidir, daha basiretlidir, iradesine daha çok sahiptir, haddini daha çok bilendir, kendisine daha çok hâkim olandır! Bir başka ifadeyle Allah korkusu, ruhumuzda güzel ahlâkın ve huy güzelliğinin sigortası ve güvencesidir!

Allah korkusu ruhumuzu her türlü günahlardan arındırır. Allah korkusuyla akıtılan gözyaşını Cehennemin yakmayacağı; Allah korkusundan ağlayan kimsenin, sağılan süt memeye dönmedikçe ateşe girmeyeceği1; Allah korkusundan tenha yerlerde gözyaşı döken gencin Kıyamet Günü Allah'ın hususî himayesinde barınacağı2 müjdelerinin özünde, böyle bir arınma olgusu vardır. Nefsimizin kötü istek ve meyillerine karşı Allah korkusu, eşsiz bir kalkandır.

Başta ibadetler olmak üzere, hayat akışımızın her diliminde ve her saniyesinde ideâl olan, Allah korkusu ile Allah sevgisini ruhumuzda birleştirmemizdir. Yüreğimizde her an havf ile recâyı, yani korku ile ümidi bir arada barındırmalıyız. İbadetlerimizi Allah korkusu için de yapsak, Allah sevgisi için de yapsak-inşaallah-makbuldür. Yeter ki Allah için yapalım! Allah'tan başkası adına yapmayalım.

Yüreğimizdeki Allah korkusunun bizi Allah'ın şefkatine ve merhametine ulaştıracağında-inşaallah-hiç şüphe yoktur. "Rabb'ine karşı gelmekten korkan kimseye iki Cennet vardır!"3 âyeti bunu müjdeler. İnsanın fıtratına korku ve sevgi olmak üzere iki duygu yerleştirildiğini beyan eden Bediüzzaman Hazretleri, herkesin bu duygularını ister istemez ya yaratılmışlara, ya da Yaradan'a çevireceğini; yaratılmışlara çevirmesi halinde korkunun elemli bir belâ; sevginin de belâlı bir musibetten ibaret kalacağını kaydeder. "Çünkü" der Saîd Nursî, "Sen öylelerden korkarsın ki, sana merhamet etmez ve senin ricânı kabul etmez! Bu durumda korku, elemli bir belâdan ibaret olur!" Sevgide de aynı engel ve çaresizlik vardır. Çok şey vardır ki, sevgisi yolunda her şeyini feda eden insana asla dönüp bakmaz, asla karşılık vermez, asla merhamet etmez; hatta Allah'a ısmarladık bile demeden çekip gider! Gençliğin, malın, hayatın ve dünyan gibi! Bedîüzzaman Hazretlerine göre, madem ki yaratılmışlar böylesine vurdumduymazdır; insan, yüreğindeki korkusunu ve sevgisini öyle birisine yönlendirmelidir ki, korkusu lezzetli bir secdeye dönüşsün; sevgisi zilletsiz bir saadet olsun! Korkusuna karşı eşsiz bir mağfiret bulsun, sevgisine karşı benzersiz bir merhamet görsün!

İşte Yaradan'dan korkmak, O'nun şefkatine karşı yol bulup sığınmaktan ibarettir! Allah korkusu bir kamçıdır; kişiyi doğrudan Allah'ın rahmet kucağına atar! Allah'tan korkan, başka şeylerin gamlı, kasavetli, sıkıntılı ve belâlı korkularından kurtulmuş olur!

Allah korkusunda böylesine hadsiz bir lezzetin bulunduğu düşünülürse, Allah sevgisinin ne derece eşsiz, sonsuz ve ebedî bir lezzet ve saadetin kaynağı olduğu hesap edilmelidir.4

Dipnotlar:

1- R. Sâlihîn, 447

2- R. Sâlihîn, 448

3- Rahmân Sûresi, 55/46

4- Sözler, s. 322

06.01.2008

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Bizdenciler!



Eskiden "Özdenciler" diye bir grup vardı. Zannederim Abdulkadir Duru'nun bağlıları idi ve Özden diye de bir periyodik gazete de neşrediyorlardı. Şimdi ise 'Özdenciler' kayboldu veya azaldılar. Ama İslâmî camiada dindarlık illet ve hastalıklarından birisi olan 'Bizdenciler' türedi. Artık aramızda bizdenciler dolaşıyor. Maalesef bu bizdencilik hastalığı Türkiye'de yap-boz ekonomisini türetmiştir. Bu bir eski hastalıktır, ama sonunda dindar kesimlere de bulaşmıştır.

Yap-boz ekonomisi, ahbab-çavuş ilişkisi, rant kardeşliğini intaç etmiştir. Kısaca bu kavramın tarifinde şunları söylemek mümkündür: "Ahlâkî bizdencilik yerine, çıkar bizdenciliğinin ikame edilmesi." Zümrecilik, yani başbakanın tercih ettiği tabirle, oligarşi iktidarı. Veya buna kısaca rant kardeşiliği diyoruz. İbni Haldun'un ifadesiyle "bu bir yeni asabiye" türüdür. Batılılar buna 'inner circle' diyorlar. Araplar da bunun karşlığında 'mahsubiyye' kavramını kullanıyorlar. Dindarlık, özünü kaybederse geride tortusu kalır. Bu tortu da mahsubiyye denilen kayırmacılıktır. Bunun farklı anlamlarından birisi de nepotizmdir. Dindarlık ruhunu ve özünü kaybettiği nisbette asabiyeye dönüşür ve rant kardeşliği halini alır. İbni Haldun'un da ifade ettiği gibi, dindarlıkta asabiyet vardır. Bu hadis-i şeriflerde ifade edilen müsbet ve pozitif taraftarlıktır. Bu negatif, yani meşrûiyat alanı dışında geliştiğinde, anlamını kaybeder. Mahzurlu alanda deveran eden asabiyet, cahiliyet asabiyetidir. İslâm ruhundan koptuğu oranda, bu asabiyet cahilîleşir. Dindarlıkta müsbet asabiyet vardır, ama asabiyette dindarlık yoktur. Öteden beri bilinen dindarlık hastalıkları vardır.

Gazali, İhya-u Ulum gibi kitaplarında bunlara teşhis koymuştur. Keza tasavvufun şatahatı veya hastalıkları vardır ki, İbni Cevzî gibiler de buna teşhis koymuşlardır. Keza diğer alanlarında kendilerine göre hastalıkları vardır. Kelâm da buna dahildir. Dolayısıyla her mesleğin illetleri olabilir. İşte bunlara karşı uyanık ve tedbirli olmak zorundayız. Bu anlamda, asrımızın illetlerinden birisi de yolsuzluktur ve bunun iç dairede yapılmasına rant asabiyeti veya kardeşliği diyoruz. Dindarlığınızı veya ideallerinizi kaybettiğinizde geriye kalacak tortu paylaşma güdüsüdür. Yani "yeşil kanunu"dur. Bu da yozlaşmayı tetikler ve kalkınmayı öteler. Bundan dolayı Türkiye'nin kalkınması idealist nesillere vabestedir. Ama artık siyaset idealizmi tükettiği gibi, tükenen idealizm toplumu dahi kemirmektedir. Bu açıdan 'AKP dindarların son şansıdır' diyenler, büyük bir yanılgı içindedirler. Bu bakış açısı sonumuzu getirebilir veya toplumun da sonu olabilir. Toplum ideallerini kaybederse çöker. Hedonizm belâsına müptelâ olur.

***

2007 sonlarında bir dost meclisinde bunları müzakere ederken, AKP'nin kuruluşuna dâvetli olan arkadaşlardan birisi, onlardan tanınmış birisinin sözlerini nakletti: "Abramowitz ile anlaştık. Artık bundan böyle dine vurguda bulunmayacağız..." Bu mücerret bir nakil; doğru da olabilir, yanlış da. Nakilin garazı da olabilir. Sağlaması icraatlardır. Bununla birlikte, mevcut yönetimin iyi niyetli olduğunu farzetsek bile, kayyumiyet sırrına mazhar olan ve dünyada şahitlik makamında son ümmet olan Müslümanların kendileri içinden de çıksa bünyelerinden de gelse, iktidarların yanlışlarını yapıcı tarzda eleştirmelidir.

Bu Müslüman kitleler nezdinde bir farz-ı kifayedir. Aksi takdirde, eleştiri olmazsa bütün yapılanlar sevap kategorisinde görülür ve yozlaşmanın önünü alamayız. Bu bağlamda, Ahmet Akbaş adlı bir okurum da bu hususta yaptığımız eleştirilerin çok isabetli olduğunu söylemektedir. AKP'nin evrimleştirme çizgisinin, yavaş yavaş ısıtılan ve kızartılan kurbağa misaline benzediğini ve kurbağanın ısındıkça gevşediğini, ama sonunda bu gevşemenin sonunu da getirdiğini hatırlatıyor. Bu sonunu getirme, AKP ile sınırlı olmayıp, toplum katmanlarıyla da alâkalıdır. Bundan dolayı, muhtemel tehlikesi çok büyüktür. Ahmet Akbaş da yine dost meclisindeki arkadaşlar gibi, İslâmî camianın yanlışlar konusunda lâl-u ebkem kesilmesinin ve sessiz kalmasının, duvar kesilmesinin sırrını çözemediğini ve ilerideki nesillerin bizi bu yüzden muaheze edeceğini söylemektedir. Gerçekten de bu noktada, 'hamiyet erbabı kalmamıştır' diyemesek bile, azalmıştır. Bu da bir zaafiyettir ve dindarlık hastalığının sadece iktidar partilerini değil, müşahit sıfatındaki seyircileri de, yani toplumu da kavradığını görmekteyiz. Sözgelimi, Bush'un hatası tek başına Bush'un hatası değildir. Maliyeti bütün Amerikalılaradır. Bundan dolayı, profesyonel değil, ama sağlıklı bir muhalefet yapılmalıdır.

***

Ben 'Bizdencilik' hastalığını sadece bizimle kaim sanırdım. Şarku'l Avsat gazetesinde bir makaleyi okuyunca fikirlerim değişti, altüst oldu. "İran'ın karmaşık rejiminde şifre kelime 'hudi" başlıklı makale, bizim hastalığımızın İran dinî idaresinde de yaşadığını bütün çıplaklığıyla ortaya koyuyor. Hudi hastalığı 'bizden biri' hastalığıdır. 'O bizden biri' şarkısında olduğu gibi, 'bizden biri' ifadesi 'açıl susam açıl' gibi rant kardeşliğinin şifresidir. Kayırmacılık, yani Arapların deyimiyle mahsubiyye. Buru Daragahi adlı yazar, bu hastalığın Rehber Hamaney'in yetkilerini bile felç ettiğini söylüyor.

Sözgelimi, özellikle bizdenciliğin yaygın olduğu devlet kurumlarının (KİT'ler) özelleştirilmesi talimatı, bir iki yıldan beri aşağı kademeler (bürokrasi) tarafından savsaklanıyormuş. Bizde özelleştirme ile yandaşlara peşkeş çekme ile onlarda elde tutarak yandaşları kadrolara alma arasında pek bir fark bulunmuyor. Gerçekten de ilkesizlik nedeniyle yozlaşma arttıkça, ülkelerin yönetimi de zorlaşır. Talimatlar aşağılara inmez olur. Ara süzgeçlerde takılır. İç çekirdek ve iç dayanışma ağına takılır ve çıkar gruplarının süzgecinden geri döner. Böylece ülkenin kalkınması heba olur.

Keşke bu geniş makale, Şarku'l Avsat gazetesi sütunlarından çevrilse de içimize biraz daha ışık tutsa. Ama yanlış anlaşılmasın, bunlar din değil, dindarlık hastalıklarıdır. Dolayısıyla bu bizdencilik hastalığını derhal terk etmeli ve onun yerine keyfiyete ve ahlâka ve dürüstüğe dayalı yepyeni bir asabiyet/bağlılık şekli geliştirmeliyiz. Aksi takdirde, bu çığır hepimizin sonu olur. İşte İran'ın geldiği nokta. Yazar, "İran'ı kim yönetiyor?" sorusuna şu karşılığı veriyor: "Hem herkes, hem de hiç kimse"... Yani idarî kaos ortamı var. Ahlâkı ve hukuku üstün tutanlar her zaman bizdendir. Bizdencilerden olmasalar bile... Çıkar ortaklığına sapanlar ise, cahiliyet asabiyesinin üyeleridir. Adları ne olursa olsun...

06.01.2008

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

DP'de büyük kongre fırsatı...



AKP'nin Demokrat Parti misyonunu yüklenemediği, temelde böyle bir iddiasının da olmadığı, bizzat parti yönetimince de ikrar edilmekte.

"Din adına siyaset" çıkmazıyla muallel politik geçmişlerinin handikapından kurtulmak hesabıyla sürekli "yenilikçilik" ve siyasette "gömlek değiştirme" iddialarıyla Demokrat Parti, Adalet Partisi ve Doğru Yol Partisi iktidarlarını da kapsayan "eskiyi" suçlama psikozu bundan.

Başbakanın, DP ve AP dönemindeki yüzde beş enflasyonla yüzde 9 büyümeyi görmezden gelip, "hiçbir dönemde yüzde dokuz enflasyonla yüzde sekiz büyüme olmadığı" iddiası, bunun bir göstergesi.

Son beş yılın icraatları, ya da "icraatsızlığı"yla Demokrat Parti misyonunu karşılayamayan AKP, tıpkı Özal'ın Anavatan'ı gibi Bedüzzaman'ın tespitiyle gittikçe "bu vatandaki dört parti" temel tasnifinin dışında kalan "i'rabta mahalli olmayan" bir parti haline gelmekte.

İktidara geldiği günden bu yana sürekli geri adımlar atarak, "mayınlı arazi"den uzak duran, "ateşli kestanelere el sürmek istemeyen" AKP için de tehlike çanları çalmakta. Tutuk ve teslimiyetçi tavır da kurtaramamakta.

Gelinen noktada, "irtica tehlikesi" eksenli "laikçi tutum"la AKP'nin değirmenine su taşıyan CHP ve menfî milliyetçilik üzerine dışlayıcı ve aleyhe sevkedici politikalarla MHP'nin alternatif olamayacağı, son seçimler ve Meclis'teki çözümsüzlükten bir defa daha anlaşıldı.

Bundandır ki, milleti AKP ile CHP arasındaki tercih zorlamasından kurtaracak, millete hizmet istidâdı taşıyan, devleti milletiyle barıştırıp demokratik zeminde, insan hakları ve hürriyetleriyle hiçbir kırılma ve komplekse kapılmayan Kıratın şahlanması gerekmektedir.

Önemli olan, öncelikle Demokrat Parti'nin mevcut siyasî tablodaki yerini alması; tecrübe ve dinamizmi birleştirerek kuracağı kadroyla siyasî bir alternatif olarak, milletin beklentileri istikametinde iktidara ve muhalefete yol gösterici ve milletin değerlerine hizmette cesâretlendirici olmasıdır.

* * *

Aslında mâlum medya ve mihrakların, yüzde 5.5'luk DP'ye tahammülsüzlüğünün sebebi budur. Gece yarısı yazılan "e-muhtıralar"ın siyasî ranta dönüştürüldüğü, başta 28 Şubat sürecindeki antidemokratik dayatmalar olmak üzere, direnç gösterilmeyen her türlü antidemokratik dayatmanın siyasî ranta çevrildiği bir süreçle "mağdur" gösterilip iktidara getirilen AKP'nin, günün birinde tükeneceği, daha şimdiden birçok senaryonun konusu.

Bunun içindir ki, Türkiye'nin, bu iki partinin vatan ve millete serâpa zararlı politikalarına karşı "mesleklerince ve siyasetlerince muarız" Demokrat Parti, büyük bir fırsattır.

Demokrat Parti siyasî misyonunun yakın tarihte demokrasi, inanç özgürlüğü ve din eğitimi ve öğretimi hakkı adına verdiği demokratik mücâdele farkı, demokrasi, hak ve hürriyetlerdeki başarı irâdesi, siyasette hergün daha bâriz bir biçimde yokluğunu hissettiriyor.

Gerçek şu ki, küresel güç ve uluslararası sermayenin çıkarının bittiği anda, Özal'ın gözden çıkarıldığı gibi, bugünkü iktidarın da, "ekonomik kriz", "İran saldırısında bekleneni alamama", "Kerkük oldubittisi" yahut "Irak'ın bölünmesi ve Kuzey Irak'ta kukla bir devletin tesisi" benzerî nedenlerle günün birinde gözden çıkarılıp bir kenara atılacağıdır.

Bunun içindir ki, sağ siyaset alanında güçlü demokratik temellerle ve siyasî argümanlara sahip, milletin beklentilerini karşılayan, köklü bir misyon partisine ihtiyaç vardır. Bu parti ise, dün olduğu gibi, bugün de Demokrat Parti'dir.

Bu demokratik mücadele, hiçbir komplekse girmeden ve hiçbir kırılmaya uğramadan demokrasi, hukuk, insan hakları ve hürriyetleri gereği milletin hakkını ve hukukunu savunmaktır.

* * *

Genel başkanı kim olursa olsun, Demokratları kökleriyle buluşturacak ve uğruna demokrasi şehidleri verilmiş şerefli ve vakur geçmişiyle bağını kuracak, milletin mânevî değerlerine hizmeti esas alan Demokrat Parti mefkûresinin canlanması Türkiye için hayatî önem taşımaktadır.

Kongre, Demokrat Parti'nin köklü irâdesinin güçlü kadrolarını bir araya getirmeli; kim kazanırsa kazansın; "demokrat misyon"u gâye edinenler, Kırat bayrağı etrafında bütünleşmelidir. Kırmadan, dökmeden, küsmeden, ayrılmadan, gönül koymadan "demokratlık" ve millete hizmet mefkûresinin etrafında bir aksiyon teşkil etmelidir.

Olağanüstü kongre, DP'de teşkilâtların tabanla buluştuğu, partinin kökleriyle bütünleştiği, milletin değerlerini dayanak noktası yaparak yeniden şahlanma irâde ve azminin fırsatı olmalıdır.

Zira, dünya ve bölge barışı için dünyanın ve bölgenin güçlü demokratik bir Türkiye'ye, Türkiye'nin de içte ve dışta antidemokratik dayatmalara ve oldubittilere karşı milletin irâdesini hakkıyla temsil eden güçlü bir Demokrat Parti'ye ihtiyacı vardır.

06.01.2008

E-Posta: [email protected]




Mehmet KARA

2008'e girerken 2007'ye bakmak...



Yeni bir yıla girdik. 2007 siyasî alanda büyük çalkantılar, karışıklıklar, karmaşıklarla geçti. Cumhurbaşkanı seçiminde yaşanan krizlerin ardından yapılan seçim, peşinden 11. cumhurbaşkanı seçimi ve anayasa değişikliği için yapılan referandum siyasî alanda sayabileceğimiz gelişmelerden.

2007 yılındaki siyasî karışıklıklara neden olan 11. cumhurbaşkanı seçimi oldu. Bu karışıklıkta, hem iktidarın, hem de muhalefetin rolü oldu. O dönemde iktidar partisi ile anamuhalefet arasında yaşanan kör düğüşü krizleri beraberinde getirdi.

* * *

Başbakan Tayyip Erdoğan, 24 Nisan'da partisinin grup toplantında Dışişleri Bakanı Abdullah Gül'ün Cumhurbaşkanlığına aday göstereceklerini açıkladı. Ardından, Gül, TBMM başkanlığına adaylık başvurusunu yaptı. Üç gün sonra TBMM Genel Kurulu cumhurbaşkanının seçiminin ilk turu için toplandı. Meclis Başkanı Bülent Arınç, CHP'nin itirazlarına rağmen, "yeterli çoğunluk vardır" diyerek birleşimi açtı. Gül, bu tur da Anayasa'nın öngördüğü 367 oyu sağlayamadı. Ardından, Anayasa Mahkemesi, şimdiye kadar uygulanmayan bir şey yaparak, "Cumhurbaşkanı seçimi için 367 şartı"nı getirdi. Anayasa Mahkemesi'nin 367 kararı çokça tartışıldı.

Genel Kurul, Anayasa Mahkemesinin cumhurbaşkanı seçimine ilişkin verdiği iptal kararını takiben, 1. tur oylamayı tekrar yapmak üzere toplandı. Toplantı yeter sayısı (367), yapılan iki yoklamada da bulunamadı. Bunun üzerine Gül, cumhurbaşkanı adaylığından çekilmek zorunda kaldı. Bundan sonraki süreç sancılı geçti.

Cumhurbaşkanlığı süreci yarıda kesilerek genel seçime gidildi. Görev sürecince yaptığı icraatlarla hep tartışma konusu olan Ahmet Necdet Sezer'in cumhurbaşkanlığı görev süresi, böylece üç aydan fazla uzamış oldu.

Seçimlerin hemen ardından Köksal Toptan Meclis Başkanı seçildi. Daha sonra, Gül 14 Ağustos'ta cumhurbaşkanlığına aday olduğuna ilişkin ikinci dilekçeyi TBMM Başkanlığı'na sundu. İlk iki turda yeterli oyu alamayan Abdullah Gül, üçüncü turda 339 oy alarak Türkiye'nin 11. cumhurbaşkanı seçildi.

Bütün bu süreçte demokrasi tarihimizde çokça tartışılacak kararlara imza atıldı.

* * *

Şimdi gelinen nokta, herkesin şapkasını önüne koyup muhasebe yapacağı bir dönem.

Hem 4.5 yıllık birinci Erdoğan hükümeti, hem de 160 günlük yeni hükümet, bugüne kadar yapamadıklarını (yeni Anayasa, ekonomi, başörtüsü yasağı, TCK 301, AB, YÖK, eğitimin sorunları gibi konuları) önüne koyup muhasebesini yapmalı...

CHP, Cumhurbaşkanlığı seçimindeki demokratik olmayan tutumlarından tutun da, dindarlara yönelik tavırları başta olmak üzere, 2007 yılındaki icraatlarının hepsini muhasebe etmeli.

Meclis'te grubu bulunan hem MHP, hem de DTP de 160 günde yaptıklarını gözden geçirip, yapamadıklarının, eksiklerinin, hatalarının muhasebesini yapmalı...

Demokrat Parti'nin bugün 4. olağanüstü kongresi yapılacak. 16 genel başkan adayının yarışacağı kongrede Mehmet Ağar, gündemle ilgili konuşmasını yapacak. Genel Başkanlığı döneminin bir muhasebesini yapacak. Keza, 16 genel başkan adayı da yapacaklarını anlatırken, bir nevi muhasebelerini açıklayacaklar.

İktidarıyla, muhalefetiyle, askeriyle, gazetecisiyle, sivil toplum örgütleriyle herkesin kendisini muhasebeye tabi tutup, 2007 yılında yapmadıklarını, yapamadıklarını, yanlışlarını, hatalarını, sevaplarını, günahlarını muhasebe etmelidir. Çünkü, geçmişindeki yanlışlardan ders almayanlar, gelecekte aynı hataları yapmaya devam ederler.

Bunun için de, 2007'nin bir muhasebesini yaparak, bu yıl yapılacakların, hedeflerin ortaya konulup, geçmişten de ders çıkararak daha iyi şeyler yapmanın gayreti içinde olunmalı.

* * *

'Ankara'nın muhasebesi

Yeni yılla birlikte geçmiş yılda yaşanan ekonomik, siyasette yaşanan gelişmeler gazete sütunlarında televizyon ekranlarında yer aldı. Herkesten muhasebe yapmasını isterken çuvaldızı kendimize de batırmak lâzım. Öyleyse, biz de kendi açımızdan bir yılı değerlendirdiğimizde, bu köşemizin bir muhasebesini yapalım, biraz "özeleştiri" yapalım.

Haftada 2-3 yazı yazdığımız bu köşemizde, bazen gündemi yakalamakta zorlandık, bazen de gündemin gerisinde kaldık. Özellikle Nisan-Ağustos ayları arasındaki baş döndürücü gelişmelerden dolayı gündemin bazen günlük, bazen de günde birkaç kez değiştiği oldu. Gazeteciliğin gereği olarak 15.00-16.00 arasında yazdığımız yazılar, ertesi gün bayatlamış veya "terse yattığımız" günler de oldu.

Ancak hep şuna dikkat ettik. Bir gelişmeyi eleştirirken, tekliflerimizi de peşinden ilave ettik. Kırıcı olmamaya, hep yapıcı olmaya gayret ettik, müsbet hareketi düstur edindik.

"Ankara"da 2007 yılında yazdığımız yazılarımızda haftanın gündemini, hafta içinde olan hadiselerin arka yüzünü hafta sonu yazmaya, çözümler getirmeye gayret ettik.

Bundan sonra da böyle yazılar yazma gayreti içinde olacağımızı taahhüt eder, 2008'in herkes için hayırlar getirmesini dileriz. Bu arada tenkitleriniz ve tebrikleriniz olursa bekleriz.

06.01.2008

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Sigara öldürür de, alkol güldürür mü?



Sigaraya karşı başlatılan kampanyalar başarıya ulaştı ve pek çok yerde sigara içilmesini yasaklayan kanun TBMM'de kabul edildi. Kanunun kabul edilmesi toplumun her kesiminden destek gördü ve görüyor. Hatta, sigara tiryakileri bile "Ah, keşke bu vesileyle biz de bu tiryakilikten kurtulabilsek" diye dua ediyorlar.

Maksadımız sigararın zararlarını anlatmak değil. Zaten bu konuda umumî bir uzlaşma, görüş birliği var: Sigara baştan sona sağlığa zararlıdır ve insanları öldürme noktasında 'terör'den de daha tehlikelidir!

Peki, sigara sadece kanun maddesi kabul edilerek önlenebilir mi? İşte bu konuda ihtilaf var. Çünkü sigara içilmesini önlemek için geçmiş yıllarda başlatılan 'para cezası'nın bir işe yaramadığı görüldü. "Burada sigara içmek yasaktır, cezası şu kadardır" yazan levhalar altında sigara tüttürenler görüldüğü gibi, bu ikazlar sigara içme nisbetini de azaltmadı. Kâğıt üzerindeki cezalar uygulanmayınca bu levhalar birer 'karikatür' fonksiyonu icra etti.

Kabul edilen kanuna göre, yasağın çerçevesi çok geniş. Kanuna göre, 4 ay sonra 'kahvehane'lerde bile sigara içilemeyecek. Bu madde ne ölçüde uygulanabilecek, bunu ancak zamanla göreceğiz. Ancak sigara ve benzeri bütün kötülükleri 'kökten' önlemek için yapılması gereken basit bir iş var ve nedense bu yol pek de akıllara gelmiyor: İnsanları genç, hatta çocuk denilecek yaşta eğitmek, ikâz etmek ve bu kötülükleri teşvik etmemek!

Nasıl ki, kendisi sigara içen bir baba, çocuğuna, 'sigara içme, ölürsün' dese bir işe yaramaz; Türkiye'yi idare edenlerin de bir yandan bu kötülükleri teşvik edip, öte yandan kanunla yasaklaması netice vermez. Sözkonusu teşvik illa da 'sigara için, kötülükleri de yapın' demek değil. Sigara içenlerin 'ideal kişiler' olarak gösterildiği her türlü faaliyet kınanmalıdır. Meselâ bir çocuk, izlediği bir dizi filmdeki başrol oyuncusunu sigara içerken görse, kendisi de sigara içmeye teşebbüs etmez mi?

Çok daha önemli bir konu da, sigara konusunda gösterilen hassasiyetin 'alkollü içkiler' konusunda gösterilmemesidir. Sigaraya hayat tanımayan yöneticiler, aynı hassasiyeti, aynı kararlılığı alkollü içkiler için de göstermesi gerekmez mi? Mevcut duruma bakılınca, 'sigara kötü, alkol iyi' diye düşünüldüğü akla geliyor.

Gerek medya ve gerekse Türkiye'yi idare edenler, bu çelişkiye bir son vermelidir. Sigara öldürür de, alkol güldürür mü? Bir yönüyle doğru, alkol güldürür, ama insanı 'deli' ettiği için güldürür! Sigara için her türlü yasaklamayı akla getirenler, alkollü içkilerden neden bu karar ürküyor?

Tekrarlayalım: Sigara gibi alkollü içkiler de mümkün olduğu kadar engellenmeli, yasaklanmalı, en azından teşvik ve reklam edilmemelidir. Ama bu kötülüklerle sadece kanun yoluyla mücadele etmek netice vermez. Daha ziyade, eğitimle, ikna ile, 'kalplere yasakçı koyarak' bu belâ ve felâketlerle mücadele edilebilir.

TBMM'nin sigara ile ilgili olarak kabul ettiği kanunla sevinenler, alkollü içki konusundaki vurdumduymazlığı da lütfen görsün. Sokağa sigara izmariti atanların ceza aldığı/alacağı bir ülkede, alkollü içki şişesi atanlar ceza almazsa 'adalet' tecelli etmiş olur mu?

Alkollü içkilerin sigaradan daha öldürücü olduğunu lütfen idrak edelim ve 'sinek'le mücadele ederken; 'yılan'la mücadeleyi unutmayalım...

06.01.2008

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Nurettin HUYUT

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT


 Son Dakika Haberleri