|
|
ÂYET-İ KERİME MEÂLİ
Binâlar yapan ve denize dalarak cevherler çıkaran bütün şeytanları da onun (Süleyman'ın) emrine verdik.
Sâd Sûresi: 37
|
06.01.2008
|
|
HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ
Misvak kabuğu ile de olsa karnınızı doyurabilecekseniz insanlardan birşey istemeyin.
Câmiü's-Sağîr, c: 1, no: 570
|
06.01.2008
|
|
Saçlarım adedince başlarım bulunsa...
"Dinsiz bir millet yaşayamaz" dünyaca bir umumî düsturdur. Ve bilhassa küfr-ü mutlak olsa Cehennemden daha ziyade elîm bir azabı dünyada dahi verdiğini, Risale-i Nur'dan Gençlik Rehberi gayet kat'î bir surette ispat etmiş. O risale ise, şimdi resmen tab edildi.
Bir Müslüman el-iyâzü billâh, eğer irtidat etse, küfr-ü mutlaka düşer; bir derece yaşatan küfr-ü meşkûkte kalmaz. Ecnebî dinsizleri gibi de olmaz. Ve lezzet-i hayat noktasında, mâzi ve müstakbeli olmayan hayvandan yüz derece aşağı düşer. Çünkü, geçmiş ve gelecek mevcudatın ölümleri ve ebedî müfarakatları, onun dalâleti cihetiyle, onun kalbine mütemadiyen hadsiz firakları ve elemleri yağdırıyor. Eğer iman gelse, kalbe girse, birden o hadsiz dostlar diriliyorlar. "Biz ölmemişiz, mahvolmamışız" lisan-ı halleriyle diyerek, o Cehennemî hâlet, Cennet lezzetine çevrilir.
Madem hakikat budur. Size ihtar ediyorum: Kur'ân'a dayanan Risale-i Nur ile mübareze etmeyiniz. O mağlûp olmaz, bu memlekete yazık olur.HAŞİYE O başka yere gider, yine tenvir eder. Hem eğer başımdaki saçlarım adedince başlarım bulunsa, hergün biri kesilse, hakikat-i Kur'âniyeye feda olan bu başı zındıkaya ve küfr-ü mutlaka eğmem ve bu hizmet-i imaniye ve nuriyeden vazgeçmem ve geçemem.
Haşiye: Dört defa mübareze zamanında gelen dehşetli zelzeleler, Yazık olur hükmünü ispat ettiler.
Şuâlar, s. 308
***
Ey dinini dünyaya satan ve küfr-ü mutlaka düşen bedbahtlar! Elinizden ne gelirse yapınız. Dünyanız başınızı yesin ve yiyecek. Yüzer milyon kahraman başlar feda oldukları bir kudsî hakikate başımız dahi feda olsun! Her ceza ve idamınıza hazırız. Hapsin harici, bu vaziyette, yüz derece dahilinden daha fenadır. Bize karşı gelen böyle bir istibdad-ı mutlak altında hiçbir hürriyet-ne hürriyet-i ilmiye, ne hürriyet-i vicdan, ne hürriyet-i diniye-olmamasından, ehl-i namus ve diyanet ve tarafdar-ı hürriyet olanlara ya ölmek veya hapse girmekten başka bir çare kalmaz. Biz de; "Biz Allah'ın kullarıyız; sonunda yine Ona döneceğiz." (Bakara Sûresi, 2:156.) diyerek Rabbimize dayanıyoruz.
Mevkuf Said Nursî
Tarihçe-i Hayat, s. 358
Lügatçe:
küfr-ü mutlak: Kesin ve tam bir inkâr.
irtidat: İslâm dininden çıkma.
küfr-ü meşkûk: Şüpheli inkâr.
müfarakat: Ayrılık.
mübareze: Kavga, dövüşme, çatışma.
hürriyet-i vicdan: Vicdan hürriyeti.
zındık: Dinsiz.
zındıka: Dizsizlik.
istibdad-ı mutlak: Mutlak baskı, diktatörlük.
|
06.01.2008
|
|
Nurun kahraman şehidi: Mehmet Oğuz (1929 - 7 Ocak 1961)
Maddî ve mânevî havanın adeta buz kestiği bir 5 Ocak akşamı, çevresinde "Terzi Mehmet" olarak tanınan Mehmet Oğuz'un evinde adeta sımsıcak bir bayram havası yaşanıyordu. Oğuz ailesi ve sevenleri bu sevinci fazlasıyla hak etmişti. Çünkü "Dört Mehmetler"*, 7 aydır suçsuz yere tutuldukları hapishaneden beraat ederek sevdiklerine yenice kavuşmuşlardı. Yedi aylık hasreti doyasıya gidermeye çalışıyorlardı. "Geçmiş olsun" ziyaretine gelen dostlardan Teyp Tahir'in ezberden yaptığı risâle sohbetlerini sıcak çay sohbetleri ve hatıralar takip ediyordu.
Yedi aylık "Medrese-i Yusufiye" hayatı süresince canlarından aziz bildikleri Üstadları Bediüzzaman Hazretlerinin kerâmetlerine de şahit olmuşlardı. Bir gün Nazilli Merkez Hapishanesinde tutuklu bulunan ve Nazilli'de yargılanmakta olan "Dört Mehmetler"e, Üstadlarından bir tebrik, tesellî ve teşvik mektubu ulaşır. Mektup, şu cümle ile son bulmaktadır: "Kardeşlerim! Korkmayınız ve üzülmeyiniz. Aydın Ağır Ceza Mahkemesi sizin dâvânızı beraatle nihayetlendirecektir." Bu son cümle hepsinin dikkatini çeker ve "Herhalde Üstadımız yanlış bilgilendirildi" diye yorumlarlar. Aradan bir hafta bile geçmeden "Dört Mehmetler"in dâvâsı Aydın Ağır Ceza Mahkemesi'ne kaldırılır ve Avukat Bekir Berk'in muhteşem savunmasından sonra yedi aydır devam eden mahkeme "Beraat ve Risâle-i Nur Eserlerinin İadesi" kararıyla son bulur. İşte Oğuz ailesi bu büyük sevinci bayram havasında kutlamaktaydı. Kim bilebilirdi ki bu sevinç kutlamalarının aynı zamanda adeta bir "veda toplantısı" olduğunu.
Genç Mehmet Oğuz, misafirlerini uğurlamış, ciğerpareleri küçük yavrularını tekrar tekrar öpüp koklayıp "iyi geceler" dileyerek ertesi günü karakoldan teslim alarak dükkânında sergilemeyi planladığı Nur Risâlelerine kavuşacak olmanın heyecanı ile yorucu bir günü sonlandırmıştı.
Mehmet Oğuz, terzi dükkânına ulaşır. Gerekli hazırlıkları ve temizliği yaptıktan sonra Nur Risâlelerinden iki-üç tanesini vitrine itinayla yerleştirdikten sonra diğer eserleri evine gönderir. Çok geçmeden dükkân sahibi "Halkçı Ekrem" kapıda belirir, asık bir surat ve öfkeli bir ses tonuyla kitapları derhal vitrinden indirmesini ister. Bu sert tavrın, kararlı muhatabında fayda etmeyeceğini anlayan Ekrem, hemen taktik değiştirir ve daha yumuşak bir ifadeyle rüşvet gibi bir teklifte bulunur: "Bu kitapları buradan kaldırman şartıyla bir yıl boyunca dükkân kirası almayacağım." Reddedilmesi imkânsız gibi görünen bu teklifin de kabul görmediğini fark eden Ekrem, öfkeden adeta çılgına döner, "Bunun hesabını senden sorarım" dercesine bir ifadeyle dükkânı terk eder.
İkindi vaktine yakın işlerini tamamlayan Mehmet Oğuz, kapıda iki polis memuru belirdiğini fark eder. Sert bir ses tonuyla "Bizimle karakola kadar geleceksin, Komiser Bey sizi çağırıyor." Terzi Mehmet, bu davetin merakı içerisinde polis memurlarının önünde hızlı adımlarla karakolun yolunu tutar. Daha kapıdan içeri girer girmez: "Beni çağırmışsınız Komiser Bey."
- Sen misin o Nurcu?
"Evet benim" demeye kalmadan hışımla yerinden kalkan Komiser, şiddetli bir yumruk atar Oğuz'un yüzüne. Yumruğun etkisiyle yere yuvarlanan Mehmet Oğuz, toparlanmaya fırsat bulamadan diğer polisler devreye girer. En galiz küfürler eşliğinde tekmelerin, yumrukların, jopların ve tabanca kabzalarının en şiddetlisi defalarca iner masumun vücuduna. Kendinden geçmiş bir halde atarlar nezarete. Saatler sonra kendine geldiğinde vücudunun her bir zerresinin zonkladığını hisseder. Bütün dişleri kırılmış, gözleri darbelerin etkisiyle açılmaz bir haldedir. Kana karışmış gözyaşları damlamaya başlar yerlere. Geceyi bu halde geçiren Mehmet Oğuz'un çilesi henüz bitmemiştir. Ertesi gün kinini teskin edememiş olan Komiser Şükrü Gündoğmuş: "Herhalde aklın başına gelmiştir. Buradan kurtulmak istiyorsan o kitapları bize teslim et" diye kükrer. Mehmet, "Komiser Bey, o kitaplar bana mahkeme kararıyla teslim edildi, ölsem de onları size teslim etmem" şeklinde cevap verir. O kitapları ele geçirdiğinde baş komiserliğinin kesin olduğuna inanan Komiser:
-"Ben ihtilâl Komiseriyim, mahkeme kararı falan tanımam" diyerek hışımla Mehmet'in üzerine yürür ve başından tuttuğu gibi defalarca duvara vurur. Mehmet yarı baygın halde yere yığılır. Komiser, polis memurlarından ikisini görevlendirerek onu evine götürmelerini ve evini didik didik aramalarını emreder. İki polis memurunun kollarında sürüklercesine karakoldan çıkarılan Mehmet, tamamen bayılmış halde yere yığılınca polis memurları öldüğünü zannederek oraya bırakıp karakola kaçarlar. Olaya şahit olan kalabalık arasından fırlayan Mehmet'in ağabeyi kardeşini kucakladığı gibi soluk soluğa Nazilli devlet hastanesine yetiştirdiğinde "Artık yapılacak bir şeyin kalmadığı" cevabıyla karşılaşır. Çaresiz, evin yolunu tutarlar. Nur sevdalısı Mehmet Oğuz, 7 Ocak 1961 gecesi çok sevdiği Üstadının diyarına, berzah âlemine göç eder ve Nazilli Eğriboyun Kabristanına defnedilir. Olayın canlı şahidinden dinlemiştim. Kabristan bekçisi, merhumun kabrini ziyarete gelen bir kişiye ürkek ve tedirgin bakışlarla yaklaşarak şöyle diyor:
"Abi, burada yatan şahıs kimdir? Defin gününün akşamı çok önemli bir olaya şahit oldum, o günden beri çok da korkuyorum. O akşam bu kabrin üzerinde daha önce hiç görmediğim yeşil ve beyaz renkli binlerce kuş dakikalarca dönüp durdu."
Nurdan, ışıktan, aydınlıktan rahatsız olan yarasa ruhlular "Nur Aşığının" ebediyete irtihaline vesile olmakla kendilerince büyük bir zafer kazanmışlardı! Karşılığını da kısa süre sonra gördüler. Şükrü Gündoğmuş, başkomiser olarak Aydın Emniyet Müdürlüğü, diğer polis memurları da komiserlik rütbeleriyle ödüllendirilmişlerdi. Ancak daha sonra Merhum Avukat Bekir Berk'in gayretleriyle Şükrü Gündoğmuş, bir buçuk yıllık bir hapis cezasına çarptırılabilmişti.
Nurun aziz, fedakâr ve kahraman şehitlerine ve bütün şehitlerimize Rabbim sonsuz rahmet eylesin. Aziz ruhlarına binler fatihalar.
Şefaatlerine nâil olabilmek ümit ve niyazıyla.
Dipnot:
* "Dört Mehmetler"in isimleri şöyledir: Mehmet Büker, Mehmet Ali Özdin, Mehmet Tokyay, Mehmet Oğuz.
|
Mehmet Bilgen
06.01.2008
|
|
Nur Talebelerinin Kur'ân öğrenmeleri
Risâle-i Nurlar Kur'ân-ı Hakîm'in bu zamandaki mânevî bir mucizesidir. Nur Talebeleri ise, Risâle-i Nurların günümüzde yaşayan örnekleridir. Nur Risâleleri onların hayat tarzları olmuştur desek, herhalde mübalâğa yapmış olmayız. Hepsinde tevazuu, ihlâsı, samimiyeti, sadakatı, sebatı birlikte görmek mümkündür.
Said Nursî, bütün talebelerini kabiliyetlerine göre istihdam etmiş, onları hizmetin içinde tutmuştur. Aralarında zaman zaman ortaya çıkan kırgınlıkları gidermek için mektuplar yayınlayarak, olayların önünü almıştır. Meselâ, Üstad, Refet Ağabeye hitaben yazdığı bir mektubunda, "Sizi kasemle temin ederim ki, biriniz bana en büyük bir hakaret yapsa ve şahsımın haysiyetini bütün bütün kırsa, fakat hizmet-i Kur'âniye ve imaniye ve Nuriyeden vazgeçmezse, ben onu helâl ederim, barışırım, gücenmemeye çalışırım"1 diyerek şahsî kırgınlıklara değil, hizmetlere dikkat çekmiştir. Onları dışlama yoluna asla gitmemiştir.
Üstadın yakınında bulunmuş, ona hizmet etmiş Nur Talebelerinin en çok dile getirdikleri konular; Kur'ân, iman ve nur hizmetleri olmuştur. Ağabeylerin bazı özellikleri diğerlerine göre farklı olabiliyordu. Bu durum İhlâs Risâlesinde ifadesini bulan "bir fabrikanın çarkları"na benzemektedir.
Lâhika mektupları uzaktan eğitimin güzel örnekleridir. Meselâ, şu mektupla Refet Ağabeyi hem takdir ediyor, hem de yönlendiriyordu:
"Aziz, sıddık, sadık, çalışkan kardeşim, hizmet-i Kur'ân'da arkadaşım Refet Bey,
"Senin gördüğün vazife-i Kur'âniyenin hepsi mübarektir. Cenâb-ı Hak sizi muvaffak etsin, fütur vermesin, şevkinizi arttırsın. Senin vazifen yazıdan daha mühimdir. Yalnız, yazıyı terk etmeyiniz."2
Bir başka lâhika mektubunda da Nur Talebelerinin vazifelerine dikkat çekilmektedir: "Refet'in masumlara Kur'ân okutması ve kendisi Lem'alar ile, yazmak ve okumakla meşgul olması ve benim hastalığımın şifâsına o masumlarla duâ etmeleri, bir merhem gibi hastalığıma ferah ve hiffet verdi."3
Acaba Kur'ân'ı yeni harfle okusak olur mu? Yeni yazıyla hafız olunabilir mi?
Bu gibi sorular da cevapsız bırakılmamış: "Kur'ân'ı öğrenmek için ders almaya çalışıyorsunuz. Sizin bildiğiniz yeni harfte noksanlar olduğu için, mümkün oldukça yeni harften okunmamak lâzım gelir. Hem Kur'ân'ı okumanın faydası, yalnız hafız olmak ve dünyada onunla bir makam kazanmak, bir maaş almak değil; belki her bir harfi, hiç olmazsa on hayrından tâ yüze, tâ binlere kadar Cennet meyvelerini, ahiret faydalarını vermesini düşünüp ve ebedî hayatın rahatını ve saadetini temin etmek niyetiyle okumak lâzımdır.
"Evet, mekteplerde, dünya maişeti, ya rütbeleri için fenleri ders okumak, bu kısacık dünyevî hayatta derecesi, faydası bir ise, ebedî hayatta Kur'ân ve Kur'ân'ın kudsî kelimelerini ve nurlu ve imanî mânâlarını öğrenmek binler derece daha kıymetlidir. Onlar şişe hükmünde, bunlar elmas hükmündedir."4
Hazret-i Üstad, Allah'ın yardımıyla ağır şartlar altında Risâle-i Nur'u yazıp çoğunu Kur'ân harfleriyle ve el yazısıyla neşretmiştir. Böylelikle-aynı zamanda-Kur'ân hattını da muhâfaza etmiş ve milyonlarla Müslüman Türk gençleri Risâle-i Nur'u okuyabilmek için mukaddes kitabımız olan Kur'ân'ın yazısını öğrenmek nîmet ve şerefine nâil olmuşlardır. Üstad, sahip olduğu kuvvet-i îman ve ihlâs-ı tâmme ile hakaik-ı Kur'âniye ve îmâniyeyi avâm ve havas talebelerinin umûmunun istifade edebileceği ve asrın anlayışına uygun yepyeni bir beyân tarzıyla ifade ve izhar etmiştir. Böylece Risâle-i Nur gibi tap taze, parlak ve yüksek bir Kur'ân tefsirini Allah'ın inâyetiyle meydana getirmiştir.
Kaldığım dershane, Refet Ağabeyin kaldığı eve yakındı. Ağabeyi evinde sık sık ziyaret etme fırsatım olurdu. Bazen elinden tutup kaldığım dershaneye de getirirdim.
Bir gün Kur'ân-ı Kerim'i nasıl öğrendiğini sordum. Kur'ân hocasını rahmetle anarak Sübhaneke duâsını öğrenmek için üç ay devam ettiğini söyledi:
"Her gün Sübhaneke'ye çalışırdım. Hocama okurdum. Bana 'Aferiiin! Çalıııış' derdi. Başka şey demezdi. Ben de çalışırdım. Üç ayda Sübhaneke'yi ancak geçebildim."
Merhum Refet Ağabey Silâhlı Kuvvetlerden emekli olduktan sonra, İstanbul'un bir camiinde uzun süre imamlık da yapmıştır. İlerlemiş yaşına rağmen, pek çok kimseye Kur'ân okumayı öğretmiştir. Onun bu özelliğini gerek risâlelerde, gerekse hatıralarda görmek mümkündür. Çok tatlı bir üslubu vardı. Ben de fırsat buldukça ondan talim-i Kur'ân ettim.
Tatillerde yaz okuluna gidip Kur'ân-ı Kerîm'i öğrenemeyenleri hatırlarım. Ama Risâle-i Nurlarla tanışıp Kur'ân-ı Kerim'i öğrenen nice kimseleri bilirim. Çünkü Nurları okuyanlar, Kur'ân'ı öğrenme ihtiyacını daha çok duyarlar.
İhtiyaç ilmin hocasıdır.
Dipnotlar:
1- Şuâlar, s. 440, 2- Barla Lâhikası, s. 87,
3- Emirdağ Lâhikası, s. 126 4- Emirdağ Lâhikası, s. 207
|
Ahmet Özdemir
06.01.2008
|
|
|
|
Son Dakika Haberleri
|
|
|
|
|