|
|
Hüseyin EREN |
Kalbinde Kur'ân taşıyan |
|
On bir aylık hasret vuslatla son buldu; geldi şehr-i Ramazan, şenlendi şehirler… Ruhlar rahatladı, gönüller güldü, duygular duruldu, bedenler hafifledi…
Şeytan şaşkın, nefis istifaya yatkın… “Anlam” anlamını buldu zihinlerde; Kur’ân, kalp, kâinat denkleminde hayat sorulur ve sorgulanır oldu... Varlık yokluğunu, yokluk varlığını hissettirdi hislerin derin ve keskin bakışlarında… Başlangıç ve bitiş birbirine yaklaştı, ayların ve yılların bölemediği yakınlıkta…
Sonluluğun sancıları sonsuzluk için olduğu düşünüldü dimağların derin deminde… Dilekler, duâlar yükseldi ubudiyetin engin semalarına… Yârân Kur’ân tilâvetiyle yürekler yaralarını kapadı, açılan melekût kapılarla mülkten öte yollar gözlendi, özlendi…
Köprüler kuruldu kalplerden kalplere, âlemlerden âlemlere… Berzahlar bir lâhzada toplandı: Hû… Zerreler seyyarelerle bir ân-ı seyyalede buluştu; Lâ ilâhe illâ Hû… Kehkeşanlar çağlayanı sustu; Sübhanallah, Allahüekber…
Arz vecd ile dönüyor, hikmetin izinde, nimetin hamdında… Denizler Yunusî duâ ile dalgalanıyor, dağlar Davudî zikirle coşmuş… Kuşlar kanaat kanatlarıyla uçuyor ümit bulutlarının üstünde… Kara toprak renkli çiçeklerle açmış, güzellikler destesi sunuyor… Yüzler ve yürekler, yıldız çiçekler tefekkürüyle mütebessim; aradığını bulmanın, bulduğunu ilân etmenin hazırane huzurunu yaşıyor…
Hayat hakikati kendini daha canlı hissettiriyor şehirlerin suskunluğunda… Suçlar azalıyor, yardımlaşmalar artıyor, hal hatır sormalar hatırlanıyor, açlık açlarla beraber yaşanıyor… Zekât köprüler kuruluyor zenginlerden fakirlere, duâ eller uzanıyor fakirlerden Ganiy-yü Kerîm’e…
Âlem kapılar açılıyor, içler ve şehirler şenleniyor şehr-i Ramazanın gelişiyle… On bir aylık gidişin dönüş sevinci yaşanıyor, gözlerde ve gönüllerde… Sahici sevinç sokakları dolduruyor, caddeleri coşturuyor, camileri taşırıyor…
Ramazan zamana düşen rahmet damlası, bereket rüzgârı, hikmet yağmuru, ubudiyet bahçesi, duâ mevsimi… Gönüllerin gülşeni, şehirlerin şehrâyini…
Ramazanın ruhunu ruhunda hisseden, âlemlerin şehrayinini seyreder, gönlü genişler, şehirleri şenlenmiş görür… Her harekete, her hadiseye hikmet penceresinden ubudiyet gözlerle bakar, istiğfar ve duâ dillerle mukabele eder… Bağışlanmayı bekler, rızaya erişmeyi diler...
Kerîm Kur’ân’ın kâinatı okuyuşunu dinler, kâinatın Kur’ân kıraatine kulak verir…
Hoş geldin… Kalbinde Kur’ân taşıyan, içinde zamanın kâbesi “Kadir Gecesi” barındıran, bütün ayları aydınlatan, ruhları rahatlatan Ramazan… Hoş geldin…
Kalbimizin kirlerini kazıyarak, dışımızı temizleyerek hoş gidersin inşaallah.
18.09.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Nimetullah AKAY |
“Acil Servis”in dindiremediği sancılar |
|
Bir günün sabahında Ezan-ı Muhammedî’yi büyük bir huşu ile dinlersiniz. Sonra kalkar abdestinizi alır ve caminin yolunu tutarsınız. Böylece gününüzün ilk saatlerini Allah’ın rızası dairesinde geçirmek istersiniz. Ancak o gün her zamankinden farklı bir rahatsızlık duyarsınız namazda iken. “Acaba abdestim mi daraldı?” dersiniz. Namazı zar zor bitirir ve hemen camiden çıkar evinizin yolunu tutarsınız.
Bakıyorsunuz ki karnınızda başlayan sancı bir türlü gitmek bilmiyor. Sağa dönüyorsunuz, sola dönüyorsunuz nafile. Sancıların ciddî bir hastalıktan haber verdiğini anlarsınız ve ilk anda aklınıza sizi hastanenin acil servisine yetiştirecek birini düşünürsünüz. O anda Sedat kardeşiniz aklınıza geliyor, telefona sarılıyorsunuz. “Sedat kardeşim, çok fenayım, beni acile yetiştirir misiniz?” diyorsunuz. Karşı taraftan “Tamam abi, hazırlan hemen geliyorum” sesini alıp sabırsızca bekliyorsunuz. Sancılar ve sancıların sebep olduğu kıvranmalar bu arada bütün hızıyla devam ediyor.
Bir anda kendinizi Araştırma hastanesinin acilinde buluyorsunuz. Herkeste hayatın devam ettiğini, ama kendinizin çok farklı bir durumda olduğunuzu görüyorsunuz. Çok aciz bir duruma düşmüşsünüz. Acil servistekilere “Aman ne olur şu sancıları durdurun” diye adeta yalvarıyorsunuz. Onlar ise gayet rahat. “Hele dur şu tahlilleri yapalım, flimleri çekelim, ona göre müdahelede bulunalım” demektedirler. Bir şeyler diyemiyorsunuz, çünkü onların kendilerine göre haklı olduklarını düşünüyorsunuz.
Neticede filimler çekiliyor, tahliller yapılıyor. Çok şükür her şey temiz. Ama sancılar oralı olmuyor, onlar görevlerini yapmaya, gafil kafaya tokmak vurmaya devam ediyorlar. Sonunda doktor “İdrarda kan var, böbrekte ya taş veya kum bulunmaktadır, ağrılarını kesip seni eve göndereceğiz” diyor. Damardan bir bir ağrı kesiciler veriliyor. Ama nafile, ağrılar kesilmiyor. En sonunda serumla morfin bile verilmesine rağmen ağrılar görevini yapmaya devam ediyor. Acilciler, ilâç yazıp sizi eve göndermekten başka yapabilecekleri bir şeyin olmadığını söylüyorlar.
Sancıların sebep olduğu kıvranmalarla birlikte ve hanım eşliğinde, Sedat kardeşin de kaptanlığında evin yolunu tutuyorsunuz. İlâçlar alındı, ama ilâç almak da kolay değil ki. Mide bulantısı var “Bol bol su iç” tavsiyelerini bile yerine getirmeye mecaliniz bulunmamaktadır. Aman Allah’ım ne kadar dayanılmaz acılar?.. Koskoca hastanenin bile çare bulamadığı acıları artık sizden kim giderebilir? Hangi insan size yardımcı olabilir? Dünyanın hangi imkânları sizleri o sancılardan kurtarabilir? Şüphesiz bunlardan hiçbiri sizin derdinize çare bulamaz.
O zaman aklınıza bütün kâinatın Hâlıkı, Rabb-i Rahim geliyor. Bütün zerrelere hâkim olan, vücudumuzun bütün zerrelerine söz geçirebilecek bir Allah olduğunu düşünüyorsunuz. Artık O’na yalvarıyorsunuz. Ağzınızdan “Ya Şâfî” yalvarması eksik olmuyor. Bildiğiniz bütün duâları okuyorsunuz. Ne kadar aciz, ne kadar zavallı bir mahlûk olduğunuzu anlıyorsunuz. O pis gururunuz ayaklar altına düşüyor. Tam mânâsıyla kendinize geliyorsunuz. “Sabır içinde şükür” etmekten başka çarenin olmadığını anlıyorsunuz.
O zaman bir nefes sıhhatın ne kadar değerli olduğunu anlıyorsunuz. “Halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi / Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi” beytini Sedat kardeşin mırıldadığını da duyuyorsunuz. Geçmiş gafletli yaşantınızdan dolayı nefsinizin size ne kadar düşman olduğunu düşünüyorsunuz. Gecelerin uykusu size haram oluyor. Yatacak yer bulamıyorsunuz. Ne uzanarak, ne oturarak, ne yürüyerek aradığınız rahatı bulamıyorsunuz. Allah’a yalvarmaktan ve sabır göstermekten başka çareniz kalmıyor. Nihayet o görevli kum parçacıkları görevini bitirip terk-i mevkî ediyor ve sizler de yeni dünyaya gelmiş gibi yavaş yavaş kendinize geliyorsunuz.
İnşallah nefis bu hâletten iyi bir ders çıkarır, kendi acizliğini unutmaz. İnşallah nefis bizleri tekrar gafletli hallere düşürmez. Her zaman bu yaşadığınız günleri, geceleri hatırlar, adımlarımızı dikkatli atarız.
Böyle durumlarda “Sultan Mustafa” da olsanız, dünyanın padişahı da olsanız beş para etmez. “Bu hayatın hastalığı böyleyse acaba ölümü nasıldır?..” diye düşünmeden edemiyorsunuz. Hâsılı, Allah size yaşatmasın, yaşatırsa da sabır versin ve Rabbin dergâhına samimane bir şekilde yönelmenize vesile olsun.
18.09.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Davut ŞAHİN |
Utandıran görüntü |
|
Bir fotoğraf:
Gözleri yaşlı bir anne… 6 yaşındaki oğlunun, kanlı ve cansız bedenine sarılırken çaresiz gözlerle bakıyor. Gözyaşları yanaklarından süzülüyor.
Çünkü, az önce Amerikan askeri birliği, Bakuba’dan dönen bir araca roketatarla saldırmış. Vahşi infaz sonucu, minik Ziya cennete uçmuş.
10 yaşındaki ağabeyi Kusay, bu saldırıda ağır yaralanmış.
Ziya, ağabeyi gibi şanslı değil!
Belki de şanslı! Şehit mertebesine çıkarak, cennete uçtuğu için.
Irak’taki çocuklar savaşın acımasız ve korkunç yüzünü tanıyarak okula merhaba diyor.
Biz büyükşehirlerde trafik derdine düşmüşken, oradaki çocuklar okula yürüyerek bile gidememenin derdinde.
Duâ edelim bu “işgal” ve eli kanlı insafsız “infaz” memurlarının zulmü son bulsun!
HAYVAN GİBİ YEMEK…
MTV’de geçen akşam gösterdi… Tekrarını önceki gece izledim. Yemek yarışmasına katılmak için üç genç, kıyasıya hazırlık içine giriyor.
Farklı eyaletlerde yaşayan iki Amerikalı genç ve Japonya’da yaşayan bir genç… Aralarında müthiş bir rekabet var. Hedef belli, büyük bir yemek yarışmasında “en fazla yiyen” olmak.
Bu yüzden önüne geleni silip süpürüyorlar. Şaka değil, yarışma hazırlıklarında bir oturuşta 20 kilodan fazlasını mideye yuvarlıyorlar.
Yemek yemek demek abartı olur. Resmen yutuyorlar. Hayvanlar gibi.
Bu dünyada aç insanların varlığı düşünülmeden, üstelik sanki aç insanlarla alay edercesine bu görüntülerin ekrana gelmesini yadırgıyorum.
Dünyanın neresinde olursa olsun, bu görüntüleri izleyen normal bir ülke vatandaşı Amerika ve Amerikalılardan nefret edecektir.
YENİ VE YEPYENİ DİZİLER
Rating savaşında hangi dizi daha fazla izlenecek, hangisi çöpe gidecek diye bekler olduk.
Nitekim; her kanalda her akşam en az iki dizi yayınlanınca izleyici bunları takip etmekte zorlandı. Hal böyle olunca, bazı diziler gözden kaçıyor fazla izlenmiyor. İzlenmeyen diziler ise apar topar yayından kaldırılıyor.
Düşünebiliyor musunuz bu sezon televizyonlarda 100’ün üzerinde dizi yayınlanıyor.
Bunların yarısı, atv Kanal D, Star ve Show TV’de ekrana geliyor. Bu kanallar ise 24 yeni diziyle rating savaşına giriyor.
“Pusat” adlı dizi de bunlardan biri… Show TV’nin yeni dizilerinden… Önceki akşam, iftarla birlikte dizinin tanıtımı vardı. Boksör bir gencin başından geçen olayları anlatıyor. Boks dünyasında dönen acımasız çark “Osman Sınav” yapımcılığında ekrana yansımış.
İlk bakışta “Rocky” filmini andırıyor… Rocky, Philedelphia’nın arka sokaklarından geliyordu. İmajı ise “İtalyan Aygırı”ydı.
Bizim “Pusat” ise, Sivas’tan geliyor ve “Kangal Köpek” vurgusu dikkatlerden kaçmıyor.
Olsun, bizim olsun, yerli olsun.
18.09.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Kılamadığımız namazların telâfisi |
|
Selçuk Günal: “Ben; Allah’ın (c.c.) hidayeti ile yeni namaza başladım. Eskiden de namaz kılmama rağmen tam değil, günün beş vaktini kılamazdım. (Hiç namaz kılmadığım günler çok) Şimdi kılamadığım günlerin kazasını kılmaya çalışıyorum. Kendime bir plan geliştirmek istiyorum. Bu konuda yardımlarınızı bekliyorum. Sabah namazını evde edâ edebiliyorum. Öğle ve ikindi namazlarını kılmakta işim yüzünden zorlanıyorum. Fakat kılmaya çalışıyorum. Kılamasam da kaza ediyorum. İkindinin ardından bir günlük eskiye dayalı kaza namazlarını kılıyorum. Şimdi bu uygulamada vakit olarak hatam var mı? Kaza namazlarımı ne zaman kılmam uygun olur? Bir de arkadaşlarımla konuştuğumda ikindi namazından önce kaza namazı kılınmaz dediler; bu doğru mu?”
Öncelikle namaza başlamanızı tebrik ediyorum. Allah sizi ve bizi Kendisine kul olma ve kulluk yapma hususunda istikametten ayırmasın. Âmin.
Namaz kılma hususundaki zorluklarınızı inşallah, gayretiniz ve Allah’ın yardımı ile aşacağınıza inanıyorum.
Kaza namazı her zaman ve her şekilde kılınır. İkindinin önünden de kılınır, ardından da kılınır. Diğer vakitlerde de kılınır. Siz ne zaman kılmak isterseniz o zaman kılınır. Kaza namazı kılmanın özel bir vakti yoktur. Tek özel vakti sizin niyetlenmenizdir. Niyetlendiğiniz an, kaza namazı kılınacak en özel vakit olur.
Kaza namazlarını belirli bir plân çerçevesinde kılmak elbette en isabetli olanıdır. Böylece belirli bir süre içinde kaza namazını bitirme şansımız olur. Plânlama yaparsak zamana yayarak gözümüzde büyütmeden ve yorulmadan kılabilme fırsatı buluruz.
İkindinin ardından kaza kılınabileceği gibi, günün bizim için en geniş vaktini de kollayabiliriz. Meselâ akşam veya yatsının ardından eğer vaktimiz varsa bir günlük kaza namazı kılabileceğimiz gibi, her namazın ardından bir vakit kaza kılma programıyla belirli bir süre içinde kazalarımızdan kurtulmamız da mümkün olur.
Unutmayalım ki, kaza borçlarımız, günlük farzlarımızla “aynı ölçüde” eşsiz ve benzersiz sevap ve feyiz kaynaklarımızdır. Günlük farzlarımızla birlikte, bizim için “yine farz ölçüsünde” feyiz ve sevap kazandırmaya kabiliyeti ve istidadı bulunan bu ibadetleri, “uygulayabileceğimiz bir plânlama” ile yerine getirmeye bir an önce başlamalıyız.
Önce; “Bismillah” diyelim ve her gün sadık kalabileceğimiz, kendi şartlarımıza uygun uygulanır bir program yapalım. Sonra da, bu programı günlük takip etmeye başlayalım. Bir süre sonra kendimizin, “günlük farz” ve “kaza farz” olmak üzere “hepsini birden farzlarımızı” yerine getirmeye–inşaallah—uyum sağlamış olduğumuzu göreceğiz.
Geçirdiğimiz bir namazın yalnız farzının ve vacibinin kazası kılınır. Bunlar, sabah namazında iki rekat farz, öğle namazında dört rekat farz, ikindi namazında dört rekat farz, akşam namazında üç rekat farz, yatsı namazında dört rekat farz ile üç rekat vitir vacip olmak üzere her gün için toplam 20 rek’at namazdan ibârettir. Hepsini her gün bir arada kıldığımızda bile günlük sadece 20 dakikamızı alır. Düşünelim bir kere: Her gün yirmi dakika nerelere vermiyoruz ki?
Yapacağımız tek şey; farz için kamet etmek, “Niyet ettim Allah rızası için vaktinde kılamadığım en son (meselâ) sabah namazının farzını kaza etmeye” diye niyet etmek ve sabah namazının farzını nasıl kılıyorsak kazayı da aynı şekilde kılmaktır. Niyette zaman belirlemek için ya hep en son, ya da hep ilk dememiz yerinde olur.
Bu şekilde günlük beş vakit namazın kazasını; ya her vaktin arkasından birer vakit de kaza kılmak sûretiyle; ya da–buna vaktimiz müsait olmadığında—yatsı namazının ardından bir günlük de kaza namazı kılmak sûretiyle yapmaya niyet ettiğimizi düşünelim. (Şartlarımıza uygun başka çözümler bulmak da mümkün) Bu niyetimize sadık kalarak ibadetlerimize başladığımızda, belli bir süre sonra, yaklaşık olarak çıkardığımız kaza borçlarımızı–inşaallah—kolayca ödemiş oluruz.
Cenâb-ı Hak, “Kulum beni nasıl tanırsa, onunla öyle muamele ederim”1 buyuruyor. Allah Resûlü (asm) ise bir hadislerinde, “Ameller ancak niyetlere göredir”2; bir diğer hadislerinde de Cenâb-ı Hakk’ın meleklerine “Kulum bir iyilik yapmaya niyet eder, fakat yapmaya muktedir olamaz ise, ona bu güzel niyetine mükâfat olarak, tam bir iyilik yapmışçasına sevap yazın”3 diye emrettiğini beyan buyurmaktadır.
Plânladığımız kaza namazı kılma niyetini,—ölüm gibi zorunlu bir sebeple—yapmaya muktedir olamadığımızda, Cenâb-ı Hakk’ın, bunu yapmış gibi kabul buyurmasını, merhametinden ve mağfiretinden umarız. Cenâb-ı Hakk’ı böyle bir merhametle bilmek, bizim kulluğumuzun şe’nidir. Ancak bizim niyetteki sadakatimiz ve kararlılığımız, Allah’ın merhametine ve mağfiretine ermemiz için önemli bir faktördür.
Biz başlayalım. İnşallah Cenâb-ı Hak imkân lütfeder.
Dipnotlar:
1- Buhârî, Tevhid, 15 (Bedîüzzaman’ın tercümesiyle- Sözler, s. 39) 2- Buhârî, 1/1 3- Buhârî, 12/2184
18.09.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Düşünce ve fiillerimizin kaynağı |
|
Ruh-beden, davranış, düşünce ve inançlarımız arasında temel bağlantılar olduğu kesin. Psikoloji düşünmeyi; “Hâdise ve nesne/eşya yerine onların alem/sembollerini kullanarak ve meselelere çâre aramak için yapılan zihnî faaliyet; olaylar ve nesneler, varlıklar arasında bağ kurma; müşahhastan mücerrede (somuttan soyuta) geçmektir” şeklinde tanımlar.
Meyil/tutum ise, müşâhede edilemeyen, fakat, gözlemlenebilen davranışlarımıza yol açan eğilimlerdir. Diğer bir tâbirle, bir kişi, durum, nesne, hâdise ile ilgili düzenli ve devamlı olan inanç ve duygularımızdır. Meyillerimiz gelip/geçici değildir. Bilgi, inanç ve duygulardan meydana gelen tutum ve meyillerimiz; kişi, nesne ve olaylara olumlu-olumsuz ve belirli bir şekilde davranmamıza sebep olur.
Davranış, fiil ve hareketlerimizin rûhî-psiko-fizyolojik temeli şudur: Fiillerimiz kalbin, hissin meyillerinden çıkar. O temayülât ruhun hassasiyetinden ve ihtiyaçlarından gelir. Rûh ise, imân nûru ile harekete gelir.1 Buna göre; bedenimizi rûhumuz; rûh ve duygularımızı düşüncelerimiz; düşüncelerimizi de imânımız yönlendirir, yönetir, şekillendirir, besler. Nasıl düşünürsek öyle oluruz. Nasıl inanırsak öyle yaşarız. İyi ve güzel, sıhhatli, becerikli olmayı arzularsak; gerçekten de buna nâil oluruz. Aksini düşünürsek; düşündüğümüz gibi oluruz.
Düşüncelerimizi inançlarımız/imanımız yönlendirdiğine göre; hayatımızı imânımıza göre dizayn eder; yaşantımızı duygularımıza göre ayarlarız. Bedenimizi çalıştıran rûhumuz, mâneviyatımızdır da diyebiliriz. “Her şey düşüncede başlar” tesbiti bunu açıklar. Dünyanın hiçbir gücü; hiç kimseye inanmadığı şeyi bilerek, severek ve kabul ettirerek yaptıramaz!
Davranış ve kanaatlerimizin kaynağını maddelere dökersek şöyle bir tablo ile karşılaşırız:
- Kâinatı, nesneleri, objeleri, hâdiseleri duyular vasıtasıyla algılar, duygularla yoğurarak çeşitli “bilgiler” elde ederiz.
- Sonra bilgilerimizi tefekkürle besler, sular; zihnin kademelerindeki teknelerde hamur gibi yoğurur, sentez yapar ve şekillendirerek “düşünce”lerimizi oluştururuz.
- Ardından bunları da geliştirerek “kanaat”lerimiz teşekkül eder.
- Kanaatlerimizi, bilgi-akıl, kalb, vicdan kapasitemize göre ölçer, biçer, tahlil eder ve “inanç”larımızı oluştururuz.
- Böylece imân duyulardan duygulara, oradan his ve lâtifelere, “tahayyül, tasavvur, taakkul, iz’an, iltizam”dan geçerek en nihayet bir senteze, ondan da kesin bilgiye ulaştığında da “itikad” hâline gelir.
İstidadlarımızı geliştirmek; kabiliyetlerimizi ortaya çıkarmak yaratılış sırrını çözmek; çalışmak, üretmek gibi fiiller düşünce ve irâdemizin eseridir. İrâde de karakterimizin mahsûlüdür. Karakter ile irâde de kabiliyetle istidadlarımızın neticesidir. İstidad ve kabiliyetlerimizi inkişâf ettiren de imânımızdır.
Ruh ve duygularımızı kontrol edebilmemiz için şuûr seviyemizi nasıl yükseltebiliriz? Meseleyi, modern psikolojinin verileriyle tahlil etmeye çalışalım.
Dipnot:
1- Hutbe-i Şâmiye, s. 82
18.09.2007
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Yassıada cehennemi (3) |
|
Yassıada duruşmaları esnasında yaşanan elim safhaları ve kahredici sahneleri kelimelerle anlatmak imkânsız.
Orada, bundan 46–47 sene evvel yaşananların, insanlık tarihinde ikinci bir benzeri yok; dünya durdukça, benzerî tabloların tekrarlanacağını da sanmıyoruz.
Ancak, yine de o günleri unutmamak ve o dönemde yaşananları bilmek lâzım.
Tâ ki, vahşî tabiatlı şahıslar yeniden meydan almasın, fikirleri hiçbir zaman revaç bulmasın.
Tâ ki, o zaman çekilen âhlar yerde kalmasın, çiğnenen insan hakları yeniden şâha kalksın, hukuk ve adâlet zulümkârlıktan temizlensin ve milletin hür iradesi yeniden itibar kazansın.
İşte bu maksatla, sizlerle birlikte o günleri hatırlayıp, ulaştığımız bir kısım mâlumatı paylaşmaya çalışıyoruz.
Son sözler, son bakışlar
Duruşmaların sona ermesiyle birlikte, bütün dikkatler verilecek cezalara odaklandı.
Mazlûm maznunlar, bir süreyle çekmiş oldukları eziyetlerin neticesinde, bitkin ve perişan bir vaziyette iken, cezalarının infaz edileceği günü bekliyorlardı.
Aynı sıkıntıları paylaşan Şair Faruk Nafiz, orada yaşadıklarını şu sözlerle mısralaştırıyordu:
Gece zindanda Yusuflar sıralanmış yatıyor
Yüzlerinden okudum sapsarı rüyâlarını
Kimi sehpada görür kendini çarmıhta kimi
Ve ararlar yine zindandaki dünyalarını
Zindandan sehpaya doğru giden bu kahramanların son duruşları, son bakışları gibi, son sözleri de şâyân–ı hayret ve takdirdir.
İzzetlerinden, vakarlarından zerrece taviz vermediler. Yiğitçe durdular ve ölüme de merdane bakarak gittiler.
Üç şehitten merhum Hasan Polatkan'ı hemen hiç konuşturmadılar, hatta onun 170 sayfayı aşan müdafaasını dahi yok saydılar. Feryadına karşılık ise, ‘Kısa kes, otur yerine!’ azarıyla mukabele ettiler. (Polatkan'ın savunması, Rasim Ekşi tarafından kitaplaştırıldı.)
Zorlu'nun son sözleri
Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu, abdest alarak idam sehpasına doğru yürüdü. Bu arada, bir mektup yazmak ve son sözlerini kâğıda dökmek istedi. Elleri kelepçeli olduğundan rahat yazamıyordu. Her nasılsa birileri merhamete geldi ve kelepçeyi çözdüler. İşte, ölüm sehpasına doğru giderken, Zorlu'nun kaleminden çıkan yazdığı sön sözleri:
Sevgili Anneciğim, Emelciğim (Hanımı) ve Abiciğim,
Şimdi, Cenâb-ı Hakk’ın huzuruna çıkıyorum. Sakinim, huzur içindeyim. Benim için üzülmeyin. Sizlerin de sakin ve huzur içinde yaşamanız beni daima müsterih edecektir.
Bir ve beraber olun. Allahın takdiratı böyleymiş. Hizmet ettim ve şerefimi daima muhafaza ettim.
Anne, siz sevdiklerimi muhafaza edin ve Allahın inayetiyle onların huzurunu temin edin.
Hepinizi Allaha emanet eder, tekrar üzülmenizi ve hayatta berdevam olarak beni huzur içinde bırakmanızı rica ederim. Allah memleketi korusun.
Menderes'in son mektubu
Son olarak, Adnan Menderes’in idam edilmeden önce zâlim cuntacılara hitaben yazmış olduğu mektubunu okuyalım:
"Sizlere dargın değilim. Sizin ve diğer zevatın iplerinin hangi efendiler tarafından idare edildiğini biliyorum. Onlara da dargın değilim. Kellemi onlara götürdüğünüzde deyiniz ki: Adnan Menderes hürriyet uğruna koyduğu başını 17 sene evvel almadığınız için sizlere müteşekkirdir.
"İdam edilmek için ortada hiçbir sebep yok. Ölüme kadar metanetle gittiğimi, silâhların gölgesinde yaşayan kahraman efendilerinize acaba söyleyebilecek misiniz?
"Şunu da söyleyeyim ki, milletçe kazanılacak hürriyet mücadelesinde sizi ve efendinizi yine de 1950’de olduğu gibi kurtarabilirdim. Dirimden korkmayacaktınız. Ama şimdi milletle el ele vererek Adnan Menderes’in ölüsü ebediyete kadar sizi takip edecek ve bir gün sizi silip süpürecektir. Buna rağmen duâm sizlerle beraberdir."
Kısa kısa notlar
Hayırsızada bombalandı
Yassıada'ya götürülen 600 kadar DP'li mâsumun aileleri (görüşçüler), belli bir sürenin ardından nihayet ziyaret imkânını buldular.
Görüşçülerin ilk kez ziyarete geldikleri gün, Bandırma'dan kaldırılan savaş uçaklarını adaların üzerinden uçurttular, hatta gözdağı vermek için, 400 metre mesafedeki Hayırsızada'yı da bombaladılar.
Tam bir çılgınlık hali. Orduda ast–üst dengesi de bozulmuş, her komutan aklına estiği gibi hareket eder bir hale gelmişti.
Dine hizmetin cezası
Mahkeme Başkanı Başol, bir gün duruşma salonuna şöyle bir baktı salona ve Menderes'e dönerek, şunu söyledi: 'Evet, evet Menderes! Sen dinî an'aneleri ayağa kaldırmaya çalıştın. Haydi, şimdi gelip o hizmet ettiğin kimseler seni kurtarsın bakalım."
"İslâm kahramanı" Menderes ise, Başol'a şu karşılığı verdi: "Başkan, başkan! İnşaallah dediğiniz doğru ise, yani din–i mübine hizmet etmişsem, ne mutlu bana."
Ağaoğlu susturuldu
Azerî asıllı DP'li Samet Ağaoğlu, Yassıada duruşmaları esnasında, bir gün mahkeme başkanı Salim Başol'un hukuk dışı muhâkeme tarzını tenkit eder. Sıkışan Başkan Başol, hiddet ve öfke içinde Ağaoğlu'na şu karşılığı verir: "Sus! Sizi buraya tıkan kuvvet böyle istiyor!"
Gülmek de yasak
Yassıada'da tebessüm etmek de yasaktı. Zira tebessüm, bir alay, bir hiçe sayış edası şeklinde görülüyordu. Derhal ikaz geliyordu.
Kaldı ki, traji–komik durumlar dışında, zaten orada kimsenin gülecek hali yoktu.
("Kısa kısa notlar"ın devamı yarın)
18.09.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
Mevlânâ’yı anlamak |
|
Mevlânâ yılında Mevlânâ muhiblerine düşen en önemli görev Mevlânâ’yı anlamak ve anlamlandırmaktır. Zira Mevlânâ’yı anlamak ve anlamlandırmak her asırda sorunlu olmuştur. Kimileri Mevlânâ’ya tercüman olacakları yerde Mevlânâ’yı kendilerine tercüman kılmaya çalışmışlardır. Onun seslendirdiği tezleri kabul etmek yerine kendi tezlerini onun üzerinden ispata kalkışmışlardır. Onu İslâm’dan kopararak hümanist takdim etmek isteyenler gibi. Dolayısıyla Mevlânâ sürekli olarak bir anlam kaymasına uğramıştır. Mevlânâ yılı armağanı olarak dostlarının ve muhiblerinin Mevlânâ mirasına iki borçları vardır. Bunlardan birisi, Mevlânâ Hazretlerini tarihî bağlamına oturtmaktır. Onun iki füyuzât kaynağı vardır. Şark hikemiyetinin merkezi Horasan ve bilâhare gittiği Halep ve Şam...
Şems-i Tebrizi ile buluşması ise bütün bunlara cila olmuş ve saykal vurmuştur. Mevlânâ’nın şahsiyetini ve hamurunu yoğuran ve ikmâl eden bu üç boyuttur. Tasavvuf neşvesini Horasan erenlerinden tevarüs etmiş, şer’i bilgileri ise Halep ve Şam’da tahsil etmiştir. Şems ise bu birikimi simyası ile iksir haline getirmiştir. Mevlânâ’yı tarihi bağlamına oturtmak onu su-i tefsirlerden ve istismarlardan da korumaktır. Kendisi aramızda olsaydı bunu bizzat kendisi yapardı. Aramızda olmadığına göre bilvekale görev bizim omuzlarımıza düşüyor. Bu itibarla, önce Mevlânâ’yı anlamalı ve ardından da onu anlamlandırmalıyız. Bunu yapamazsak kendisinden istifade etmek bir tarafa Mevlânâ’yı istismar etmiş ve harcamış oluruz. Bunu yapanlar ne de çok! Özellikle de Mevlânâ uzmanı geçinenler arasında. Bundan dolayı bu görev daha da zor ve meşakkatli hâle gelmiştir. Bu mürekkep yanlışı düzeltmek basit insanların harcı değil. Piyasadaki Mevlânâ imajlarını Mevlânâ ile yakından veya uzaktan pek de bir alâkası yoktur.
Onu tahrif edenler ekseriye yorumcuları olduğuna göre onun imajı etrafında birikmiş ve kümelenmiş olan yanlış yorumları, sis bulutlarını izale edip yerine doğrusunu ikame etmek bir kat daha zorlaşmıştır. Evvelemirde Mevlânâ’yı anlayıp anlatmak bağrında yattığı ve ebedî mirasını tevdi ettiği Türkiye’ye düşer. Ancak Osmanlı sonrasında kasrî ve icbarî değişimin sonucu Mevlânâ’yı anlamaya yarayacak teknik donanım veya mekanizma sıfırlanmış oldu. Sonraki yıllarda imam hatip veya ilâhiyat fakültelerinde yine Mevlânâ ile buluşmayı sağlayacak olan altyapı ve bu meyanda Farsça eğitimi zamanla tedrisattan kaldırılmıştır. Halbuki bazı dersler azaltılarak Farsça ve Urduca gibi diller en azından seçmeli hale getirilmeli ve tabiî bu meyanda üniversitelerde Mevlânâ kürsüleri veya mustakil Mevlânâ enstitüleri kurulmalıydı. Bu hususta çok geç kalındı. Mevlânâ bizi Batı ile ve dünya kültürleriyle buluşturacak önemli manevî köprülerden birisiydi. Sami Yusuf bile sesiyle ve imajıyla şark ile garp arasında bir köprü olduğunu söylerken ve bu münasebetle zımnî olarak bu ihtiyaca vurguda bulunurken Mevlânâ’nın ihmali büyük bir kayıptır. İhmale gelmeyecek bir ihmaldir.
***
Mevlânâ yılında yapılacak armağanlardan birisi Mevlânâ’yı tarihî bağlamına oturtmak ise ikincisi de çağa göre konumlandırmak ve çağdaş mevkiini tesbit etmektir. Mevlânâ bugün yaşasaydı çağımız sorunları karşısında ne derdi? Bu bağlamda, Mevlânâ’dan aktüel yorumlar çıkarmak her zaman mümkündür. Sözgelimi pozitivizm konusunda Mevlânâ ne diyor? Mevlânâ yaşasaydı Türkiye-AB münasebetlerimiz konusunda ne derdi? Saklı Mevlânâ’dan gerçekten de bu yönlerde aktüel yorumlar çıkarmak hem mümkün, hem de gerekli. İşte Mevlânâ’nın bu yönlerini eşeleyip ortaya çıkaracak araştırmacılara acilen ihtiyaç var. Aksi takdirde, Mevlânâ furyası Mevlânâ’yı tüketme furyası haline gelecektir ve gelmiştir de. Buna karşı acilen tedbir alınmalıdır. Tedbiri de Mevlânâ’yı anlamak ve anlamlandırmaktır.
***
Mevlânâ Batılıların ilgisine mazhar olduğu için büyük değildir. Mevlânâ büyük olduğu için Batılılar ilgi gösteriyor. Ama bizim de görevimiz Mevlânâ’ya tellallık yapmak ve gerçek suretiyle onu dünyaya takdim edebilmektir. Mevlânâ diğer büyükler gibi göz kamaştıran İslâm’ın güneşleri arasındadır. İşte tam burada kimileri Mevlânâ ile İslâmın arasına perde koymak istmektedir. Halbuki Mevlânâ bizzat kendini Kur’ân ve İslâm bendeliğinin dışına bir konuma oturtmak isteyenlerden müşteki oluyor. İslâm Mevlânâ’nın kaynağıdır ve velinimetidir ve bunu derk etmek istemeyenler İslâm’dan mahrum oldukları gibi Mevlânâ’dan da mahrumdurlar. İslâm’ı çekip aldığınızda Mevlânâ’dan geriye sadece bir posa kalır. Yani hiçbir şey kalmaz. Bediüzzaman’ın Şah Geylani gibiler için söylediği Mevlânâ için de geçerlidir. Mevlânâ gibi zevat İslâm’ın canlı bürhanlarıdır. Onların kemâlâtı İslâmın kemâlâtındandır. Onlar İslâmiyetin reşahatıdır.
Ebu’l Hasan en Nedevi de ‘İslâmın inhitatıyla insanlık/dünya neler kaybetti?’ kitabında İslâmın ispatı olarak onun bir nev'î mucizesi olan bu mucizevî zevattan bahseder. Bunları görüp de İslâmı görmek istemeyen mucizeyi gördüğü halde inkâr eden bedbahtlar gibidir. Mevlânâ bizim zenginlik kaynağımızdır. Üzerinde ne kadar titresek de azdır.
18.09.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
‘Bunu bir kenara yazın!’ |
|
İnsanların, ‘bilmedikleri şey’lere düşman olmasının en açık örnekleri maalesef ülkemizde yaşanıyor. Hangi konu tartışılırsa tartışılsın, gerçekler bilinmediği için; ‘düşman’lıklar ortaya çıkıyor. Bu konuda en çarpıcı örnek de ‘başörtüsü’ne karşı gösterilen hazımsızlık.
Başörtüsüne ‘başörtüsü’ demeyi bile çok gören bir grup, akılları karıştırmak için ‘türban’ deyip duruyor. Başörtüsünü iki ayrı isimle isimlendirdikten sonra da, “Biz başörtüsüne değil, ‘türban’a karşıyız” demek suretiyle güya insanları kandırdıklarını zannediyorlar. Bunları söyleyenler tesbitlerinde samimî iseler; ‘türban’ ile ‘başörtüsü’nün farkını ortaya koyarlar ve ‘başörtüsü’ diye tarif ettikleri şekilde örtünen öğrencileri okullara alırlar.
Bilenler biliyor ki, bu tarif ve tabirler sadece milletin aklını karıştırmayı hedef alan davranışlardır. Kanunsuz ve keyfi olan yasağın ‘haksız’ olduklarını onlar da biliyor ki, uyguladıkları yasağı cesaretle savunmaktan bile aciz kalıyorlar.
Bilmemekten kaynaklanan tarihî yanılgının biri de, “Başı örtülülerin, başı açıklara hayat hakkı tanımayacağı” şeklindeki kabuldür.
Kökten yanlış olan bu düşünceyi, ne yazık ki ‘hukukçu’lar da dillendiriyor. Son olarak, Anayasa Mahkemesi eski Başkanı Mustafa Bumin, üniversitede türbanı serbest bırakan anayasa taslağı ile ilgili konuşmuş ve “Türkiye gerçeklerini bilmiyorlar, göremiyorlar. Anayasada kıyafet serbest olursa, türbanlı öğrenciler başı açıkları üniversiteden içeriye almayacaklar. Bunu bir kenara yazın” demiş. (Hürriyet, 17 Eylül 2007)
Ortada bir “Türkiye gerçeklerini bilmeme” var, ama acaba kimler bu gerçeklerden habersiz? “Başörtüsü yasağı kalkarsa, başı örtülüler, başı açık olanları okullara almazlar” şeklindeki bir kanaat, değil Türkiye, dünya gerçeklerine de uymuyor. Çünkü, geçmişte başı örtülü olanlar başı açık olanlarla aynı üniversitelerde, aynı sınıflarda ve hatta aynı sıralarda okuyabiliyordu. Bazılarının dillendirdiği endişelere hak verecek bir tek hadise kaydedilmiş midir? Kıyıda, köşede bu şekilde anlaşılabilecek bir hadise olmuş olsa bile, bunu genelleştirmek mümkün müdür?
Türkiye gerçekleri şudur: Başı açık olanlar da, başı kapalı olanlar da aynı okulda, aynı sınıfta ve aynı sırada; kavgasız, gürültüsüz okuyabilir ve okumuştur. Çünkü başı açık olmak da, başı kapalı olmak da Türkiye gerçeğidir. Hali hazırda, başı açık olanlarla, başı kapalı olanlar da pek çok ortak mekânı zaten problemsiz olarak kullanıyorlar. Başı açık olanla, başı kapalı olanlar aynı anne-babanın çocukları da olabiliyor. Asıl bunlar Türkiye’nin gerçekleridir. Bunu görmek için ‘hukukçu’ olmaya da gerek yok. Sadece İstanbul’un sokaklarına bakmak bile yeter. Aksini iddia etmek ise Türkiye ve dünya gerçeklerine göz yummaktan ibarettir.
Asıl şunu bir kenara yazın: Yasakçılar, kendilerini bile ikna edemiyorlar!
18.09.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Cevher İLHAN |
Eğitimde terbiye tedbiri... |
|
Okullar açıldı. Onbeş milyon ilköğretim ve lise öğrencisi sınıfları doldurdu…
İlgililer ve medya, trafiğin rahatlatılması, uluorta satılan gıda zehirlenmelerine karşı denetimleri, servis ücretleri, yasaklanmış(!) “zorunlu bağışlar” gibi konuları bol bol tartışmakta; lâkin zihinleri zehirleyen manevî ve ahlâkî tahribata karşı manevî terbiyeden söz eden yok.
Oysa bu ülkede sâdece kalabalık çarşılara değil, şehirlere, mahallelere, sokaklara, okullara ve evlere de bombalar düşmekte. Yalnız yollara, karakollara, kırlara değil, okullara, sokaklara ve evlere de mayınlar döşenmekte. Gençlerin ve çocukların üzerine bombalar atılmakta.
Ve bu dehşetli tahrip kalıpları daha da tahripkâr…
İman ve manevî terbiye eksikliği ve âhiret inancının zâfiyetiyle gençler ve çocuklar korkunç uçuruma itiliyor; ahlâkî çöküşün tehlike zilleri çalıyor.
Zira bu sessiz ve içten yıkıcı bombalar, manevî değerleri, saygı ve vefa duygularının dumura uğratıyor…
İfsad şebekeleri, özellikle kalabalık şehirlerde, okulların çevresinde ve sokaklarda tuzaklar kuruyor. Manevî terbiye eksikliğiyle kalpleri ve kafaları boş ve boşlukta kalan gençleri ve çocukları avlayıp şiddet ve sefahete çekiyor; “suç unsuru” ve “âleti” olarak kullanıyor..
* * *
Hâriçten pompalanan yayınlarla, mâlum medyanın da sansasyonuyla sürekli şiddet, sefahet, eğlence kültürü enjekte edilmekte.
Dünyevîleşmeye bataklığına teşne edilen arayış içindeki gençler ve çocuklar, gözleri kapalı yakıcı ateşe atılmakta. Her şeyi boşveren “hippi”liğin yeni versiyonu kültürsüz “i-pod gençliği” türetilmekte.
Gerçekten, okumayan, dinlemeyen, saygılı olmayan, benliği besleyip azdıran, yalnızca his, heves ve nefsin süflî arzuların peşinde koşan kuşakların varacağı varta çok korkunç…
Geçtiğimiz dönem yapılan bir Meclis araştırmasında, çocukların sokağa itilmesinin temel sebepleri arasında, göç, yoksulluk, eğitim eksikliği, parçalanmış aileler ve sosyal yapı gösterilse de, en büyük etkenin aile terbiyesi noksanlığı olduğu açıkça rapor edilmiş. Ülkedeki “sokak çocukları” gerçeği bunun bir versiyonu…
Bizzat ilgili Bakanın ifâdesiyle, Türkiye’de en az 40 bin çocuk sokakta yaşıyor. Daha da vâhimi en az 650 binden fazla çocuk sokağa düşme tuzağıyla karşı karşıya. Bu çocukların büyük bir bölümü, sigaradan başlayıp kötü madde bağımlılığı ve uyuşturucu uçurumunun eşiğinde…
BM Uyuşturucu ve Suç Ofisi ile Türkiye’deki araştırmalara göre, gençler arasında sigara kullanma oranı yüzde 57’ye varmış. Uyuşturucu ve uçucu madde yaygınlaşması tehlikeli boyutlara ulaşmış. Okullarda uyuşturucu kullanımı ürkütücü oranda artmış ve kullanma yaşı ilkokul dörde kadar düşmüş…
Keza çocukları ve gençleri dejenere eden çoğu ithal mâlı ahlâk bozucu zehirli müstehcen filmler ve mâneviyattan bîbehre yabancı kültürlere özendirici diziler, dış kaynaklı tahribatın bir başka boyutu…
* * *
Ne var ki dejenere edici müstehcenlik ve şiddeti reklâm eden yayınlara hâlâ ciddî bir kanunî sınırlama getirilmiş değil. Sadece sigara paketleri üzerindeki “Sigara zararlıdır” göstermelik ibaresinin ötesinde, uyuşturucu ve kötü madde bağımlılığını önleyici esaslı müeyyide ve tedbirler alınmış değil…
Bu bakımdan yeni dönemde hükümetin, anayasal bir görev de olan, toplumu, aileyi, gençliği ve çocukları bu tehlikeden koruma tedbiri, her şeyden önce âciliyet kesbetmiş. Gerekli yasaları vakit geçirmeden Meclise sevk etmesi gerekiyor. Zira gençliğin ve toplumun gidişâtı, “alarm işâretleri” veriyor.
Orman yangınlarına karşı tedbirleri düşünen siyasî iktidar, topyekûn gençliği ve çocukları yakan, toplumu ateşe veren bu yangına karşı da ertelemeden ciddî tedbirler almalıdır.
Millî Eğitim, bu vâhim tehlikeye karşı eğitimde öncelikle mânevî terbiyeye önem vermelidir. Zira, eğitim ve öğretim terbiye ile olur; terbiyesiz olmaz…
Ve bu mânevî terbiye tedbiri, hükûmetin yıllardır peşine düştüğü “2-B orman yasası”ndan daha önemsiz değil…
18.09.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Dağ fare doğurmasın |
|
Anayasa meselesini halletmeden hiçbir sağlam ve kalıcı adım atamayacağını geçen iktidar döneminde bizzat yaşayarak gören AKP, 22 Temmuz’da seçmenden aldığı güçlendirilmiş yetkiye dayanarak bu konuyu gündeminin ilk sırasına koymuş ve önce bu işi çözerek yola devam etme kararı vermiş gibi görünüyor.
Meclis Başkanı ve Cumhurbaşkanı seçimleriyle yeni kabinenin teşkili sonrasında başka hiçbir konu gündeme getirilmezken, dikkatlerin anayasa taslağına çevrilmesi bunu gösteriyor.
Gerçi bu hükümette de sözcülük makamını üstlenen Çiçek, taslağın kesinleşmeden tartışmaya açılmasından rahatsızlık duyduklarını belirten ifadeler kullandı, ama süreç tam tersine, tartışmaları daha da kızıştıracak şekilde gelişti.
Bunda, Başbakanın taslağı hazırlamakla görevlendirdiği komisyonun başkanı Prof. Dr. Ergun Özbudun’un, taslak metnini medyaya vermesi ve kendisinin de TV ekranlarında ve gazete sayfalarında açıklamalar yapması etkili oldu.
Ne var ki, maddelerin üçlü dörtlü alternatifler halinde yazıldığı ham bir taslağın bu şekilde kamuoyuna sunulmasıyla neyin amaçlandığı pek anlaşılamadı. Muhtemelen hazırlıkların gizli yürütüldüğü eleştirilerini geçersiz kılma niyetiyle böyle hareket edilmiş olabilir, ama eleştirilerin ardındaki asıl saikin üzüm yemek değil, bağcıyı dövmek olduğu galiba anlaşılamamış gibi görünüyor.
Çünkü taslak açığa çıktı, bu defa tepki cephesi farklı telden çalmaya başladı: “Laiklik elden gidiyor, Atatürkçülük ve devrimler tırpanlanıyor, başörtüsü yasağı anayasa üzerinden delinmeye çalışılıyor” yaygaraları koparıldı.
Bilâhare iş, “Anayasa ancak kurucu Meclisler tarafından yapılabilir, bu Meclis anayasa yapamaz” gibi son derece abuk bir noktaya taşındı. Ardından “Değiştirilemeyecek maddelere dokunulursa, bu anayasanın başlangıcında her vatandaşa ve kuruma yüklenen ’anayasayı koruma’ görevinin gereği yapılır” tehditleri savrulmaya başlandı.
Aslında bunların hiçbir geçerliliği ve samimiyeti yok. Çünkü herşeyden önce AKP Mecliste anayasayı tek başına değiştirecek çoğunluğa sahip değil. Gerçi teorik olarak, anayasa değişikliği için yeterli asgarî sayı olan 330’dan 10 fazlası var ve bu sayı ile yapacağı düzenlemeler 367’nin altında olduğu için zorunlu olarak götürüleceği referandumda çok büyük ihtimalle kabul edilir. Ama böyle bir anayasa, şimdiden yapıldığı gibi “AKP anayasası” olarak görülür.
Ve böyle bir damga ve görüntü ise en başta AKP’nin işini zorlaştırır. İcraatını daha rahat yapabilmek için gerçekleştireceği anayasa değişiklikleri, maruz bırakılacağı amansız tecrit kampanyası sebebiyle ayak bağına dönüşebilir.
Onun için AKP diğer partilerin, en azından MHP’nin de desteğini alma arayışına girebilir.
Aradığı desteği bulup bulamayacağı ve bulmasının ne gibi şartlara bağlanacağı meçhul.
Destek alma adına kendi yaklaşımından vereceği tavizler yeni anayasa girişimini zaafa uğratır. Taviz vermeyip anayasayı kendi öngördüğü biçimde değiştirme kararlılığının tercihi ise, AKP’yi “tek başına anayasa yapma” eleştirilerinin getireceği sıkıntılarla karşı karşıya bırakır.
Bakalım, AKP bu ikilemden nasıl çıkacak?
Ve umalım, dağ fare doğurmasın.
18.09.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|