|
|
Davut ŞAHİN |
Hoş geldin Ramazan ekranı! |
|
Ramazan sadece günlük hayatımızı değil, ekranları da değiştirdi. En azından televizyon izlenir hale geldi.
Hatta Ramazan münasebetiyle bazı dizi film yapımcıları, senaryolarını değiştirip, Ramazan’a uygun hale getirdi. Yapımcıları kutluyoruz.
TRT, her Ramazan olduğu gibi “Ramazan Sevinci”ni Karaköy Vapur İskelesi’nden izleyenlerine yaşatacak. İstanbul’un farklı mekânlarından Yusuf Özkan Özburun sunuculuğu üstlenirken, gemiden ise Halil Yıldırım mikrofon başında olacak. Anadolu çekimlerinde sunuculuğu ise Fehmi Atay yapacak.
Kanal 7, Şebnem Kısaparmak’la yola de vam ederken, CNN Türk Ramazan ayı boyunca “Ramazan Mönüsü” programını yapacak.
Dost TV’de Demirhan Kadıoğlu’nun hazırladığı “Ne var Ne yok,” Ali Oktay’ın “Hanende”si, Sonsuzluğa Yolculuk, Bab-ı Reyyan ve Lâhikalar yer alacak.
Ramazan Özel’in Vakt-i Muhabbeti’nde Betül Bozdoğan TV Net’ten seslenecek… Hilal TV’nin vazgeçilmezlerinden Mun’ib Engin Noyan “İftar Vakti” programı ile evlere konuk olacak. Sunay Akın önceki yıl Star’daydı, bu kez TV 8’de ekranda olacak. Pop şarkıcısı Ercan Saatçi ise, Kral TV’de otuz gün boyunca Ramazan programı yapacak. Dr. Senai Demirci “İftar Sevinci”ni Kanal A’da yaşatmaya çalışacak.
Görüldüğü gibi ekranda seçenekler çok. Seç seçebildiğin kadar…
DİN SAVAŞÇILARI
Önceki günkü yazımda CNN International Dünya Baş Muhabiri Christian Amanpour’un “Din savaşçıları belgeseli”nin ilk bölümünü aktarmıştım.
Malûm, bu bölümde “Musevi” dinciler ele a-lınmıştı.
İkinci bölümde de “Müslüman” dincileri(!) ele aldı. Ne gariptir ki, yayınlandığı tarih 11 Eylül… Yani ABD’nin en büyük provokasyonunun yapıldığı tarih… 11 Eylül’den sonra Amerika, dünyayı ateşe ve kana buladı. Elbette bu belgeselin yayınlandığı tarihin bir “rastlantı” olduğunu sanmıyorum.
Belgeselde, kimi yerde yapılan fail-i meçhul bombaların adresi hep “El-Kaide” gösterildi. Müslüman “köktendinciliğin(!)” fikir babası olarak Mısırlı düşünür “Seyyid Kutup” adres gösterildi.
Program yapımcısı ve sunucusu Amanpour, bizim çok satan gazetenin yazarlarını aratmıyor… İran ve Mısır’da yaptığı söyleşilerde “kanaat önderleri” ile fikir mücadelesine giriyor. İslâm’da kadın haklarını tartışıyor, güya sıkıştırıyor. Müslümanlarla söyleşi yaparken onları küçümsediği yüzünden okunuyor.
Yine aynı tarihte Show TV’de gösterilen Micheal Moore’nin ödüllü nefis belgeseli ise Amanpour’un tezini çürütüyordu.
Belgesel film Fahrenhait 9/11’de, Moore’un sorularına kaçamak cevap veren Amerikan yöneticileri, ABD Başkanı Baba Bush ve George W. Bush’un petrolcülerle işbirliğine kadar bir dizi anlaşma yaptığını anlattı ve belgeleri gösterdi.
Moore mesajını net veriyor. Ladin’le Bush düşman değil, tam tersine birbiriyle neredeyse “ikiz kardeş” kadar dayanışma içinde.
11 Eylül ise Bush’un kocaman bir yalanı…
14.09.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Tuhaf bir kongre |
|
Başbakanın son günlerde katılıp konuşma yaptığı toplantılardan biri, Ankara’daki Bilkent Otel’de gerçekleştirilen Uluslararası Asya ve Kuzey Afrika Çalışmaları Kongresiydi.
Barış konulu güzel mesajların verildiği konuşmasının son bölümünde şöyle dedi Erdoğan:
“Bilim, fikir ve sanat alanında çok önemli miras bırakmış olan ve Türkiye’nin tanıtımına katkı ve hizmetlerini takdirle andığımız 101 kişiyi belirlemek üzere bir çalışma yürütüyoruz.”
Aslında anlaşıldığı kadarıyla bu çalışmayı, ismindeki kelimelerin İngilizcelerinin ilk harflerinin kısaltılmasıyla ICANAS olarak anılan söz konusu kongrenin yürütme kurulu yürütüyor.
Ama nedense Erdoğan, hükümet olarak da sahiplenme üslûbuyla “Biz yapıyoruz” diyor.
Burada bir tuhaflık var. “ICANAS neyin nesidir?” diye küçük bir araştırma yapıldığında ise, tuhaflığın daha ileri boyutlara ulaştığı görülüyor.
Çünkü ICANAS yerli bir kurum değil, uluslararası bir organizasyon. 134 yıllık bir geçmişi var. 1873’te Paris’te ilk toplandığındaki adı Uluslararası Şarkiyatçılar Kongresi. Bu isim tam yüz yıl boyunca böyle devam etmiş ve 1973’te yine Paris’te yapılan toplantıda değiştirilmiş.
Kongre Türkiye'de bundan önce bir kez daha, 1951'de Ord. Prof. Dr. Zeki Velidi Togan’ın başkanlığında bir araya gelmiş (22. toplantı)
Moskova’da 2004’te yapılan 37. toplantıdan sonra 38.’nin Ankara’da gerçekleştirilmesine karar verilmiş. Hazırlıklar için Atatürk Yüksek Kurumu Başbakanlığa müracaatta bulunmuş. Başbakan, tanıtımdan sorumlu Devlet Bakanı Beşir Atalay’ı görevlendirirken, toplantının başarılı geçmesi için Tanıtım Fonu ve TİKA’nın imkânları da seferber edilmiş.
Konuya dair bilgilerin yer aldığı www.icanas 38.org.tr adresinde Türkiye’nin kongreye yaklaşımı, “Bozkırdaki çekirdeğin Ankara’da nasıl büyük bir fidana dönüştüğünü görmek, eski adıyla orientalistleri, şimdiki söylenişleriyle ICANAS’cıları memnun edecektir” şeklinde ifade ediliyor.
Metinde, “6-7 Mayıs tarihlerinde Ankara’da yapılan Uluslararası Danışma Kurulunun ICANAS Merkez Yönetiminde bulunan yabancı üyeleri ile Ulusal Düzenleme Kurulu üyelerinin ortaklaşa yaptığı toplantıda, yaşları en az 80 olmak şartıyla, ülkelerin bilim ve sanat semasının 12 burcu olarak belirlenen kişilere saygı gösterilmesi yolundaki teklif, bir geleneğe dönüşmek üzere oybirliğiyle benimsenmiştir” deniliyor.
Bu 12 kişilik listede ilginç isimler var: “Sümerlerde hayat kadınları başörtüsü takardı” dediği için tepki çeken, hattâ yargılanan “Sümerolog” Muazzez İlmiye Çığ; “mürid”leri arasında Güven Erkaya’nın da yer aldığı “Baytaşîler tarikatı”nın “çağdaş, laik, Atatürkçü şeyh”i, 28 Şubat’ın perde gerisi önemli aktörlerinden ve bir süre önce kapatılan Gözcü gazetesindeki haftalık yazılarında AKP’yi irtica suçlamasıyla yerden yere vurmuş olan Kemal Baytaş; eski Köşk danışmanlarından Prof. Dr. Bozkurt Güvenç gibi.
Toplantıyla ilgili haberlerde “onurluk” ödülü aldıkları belirtilen kişilerin en azından bir kısmının isimleri masonik bağlantılarla zikrediliyor.
Erdoğan’ın bu esrarengiz toplantıya ev sahipliği yapması ve ödül sırası Çığ’a gelmeden salonu terk ettiyse de, listedeki ilk dört kişiye ödüllerini bizzat vermesi çok ilginç ve düşündürücü...
14.09.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Herkes ne yapıyorsa bıraksın! |
|
İslâmın ‘şeair’leri arasında olan ve insanları namaza/felaha/kurtuluşa çağıran Ezan-ı Muhammedî’nin kalpleri fethetmesiyle ilgili haberlere zaman zaman şahit oluyoruz. Geçmişte yaşanan ‘ezan fetihleri’ne yenileri de ekleniyor.
Geçmişte yaşanan hadiselere örnek olarak, 2002 yılında Bursa’ya gelen Rus müzik grubu Balalayka verilebilir. Bu müzik grubu, verdiği konser esnasında Ezan-ı Muhammedî okununca konserine ara vermiş ve bu tavrı büyük sempati toplamıştı.
Yine bir Türkle evlendikten sonra ülkemizde yaşamaya başlayan Çin vatandaşı Zheng Nan, bir röportajında şöyle demişti: “Meselâ ezan sesini çok seviyorum; Koreli arkadaşlarım var, onlar da çok seviyorlar. Binbir gece masalları gibi.” (The Gate, Nisan 2004, sayı: 48)
Haftalık bir dergide yazılar yazan Amerikan vatandaşı Mark Petrovich de şöyle yazmıştı: “Kahire’de artık şehirdeki bütün ezanlar tek bir yerden okunacak. Daha doğrusu tek bir kayıt bütün şehre verilecek. Bana hiç doğru gelmedi. Meselâ bana İstanbul’da olduğumu hatırlatan, çok farklı bir duygu yaşamama sebep olan hallerin başında aynı anda her yerde farklı bir müezzinin ezan okuması, bu çeşitlilik ve renklilik geliyor. Umarım İstanbul’da da böyle bir uygulamaya geçilmez. Çünkü bu hâl, İstanbul’un rengi!” (Aktüel, 5-11 Nisan 2007)
ABD’li tasarımcı Donna Karan da, Ezan-ı Muhammedî’nin etkilediği kişiler arasına katılmış. New York Moda Haftası’ndaki defilesinden sonra konuşan ABD’li tasarımcı Karan, İstanbul’da duyduğu ezan sesini çok beğendiğini söylemiş.
Donna Karan, ezan hayranlığını şöyle dile getirmiş: “İstanbul’da en çok sevdiğim ne biliyor musunuz? Camiden gelen ezan sesi. Bu ses insanlara ‘Tamam, herkes ne yapıyorsa bıraksın. Şimdi nefes alma zamanı’ diyor. Bence ezan sesi üniversal bir ses olmalı. Eğer dünyada insanlara yardım getirebilecek, bir arada tutabilecek, huzur verebilecek, barış sağlayacak bir şey varsa, onun da ezan sesi olduğuna inanıyorum. Çalıştığım başka organizasyonlarda da hissettiğim aynı ruh özgürlüğünü İstanbul’da ezan sesini duyduğum zaman hissettim.” (Sabah, 12 Eylül 2007)
Görüldüğü gibi, Ezan-ı Muhammedî, kalpleri ve gönülleri fethetmeye devam ediyor. Bu tesbitler, bir bakıma Ezan-ı Muhammedî’yi aslıyla okutmama tercihinin yanlışlığını da ortaya koymuş olmaz mı?
Modacı Karan’ın; “Bu ses insanlara ‘Tamam, herkes ne yapıyorsa bıraksın’” demek istediğini hatırlatması da, Ezan-ı Muhammedî okunurken dinlemenin çok önemli bir ‘sünnet’ olmasının bir hikmetini de ortaya koymuş oluyor.
Bilhassa Ramazan ayını idrak ettiğimiz şu günlerde, Ezan-ı Muhammedî okunurken daha bir can kulağıyla dinlemek temennisiyle...
14.09.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şükrü BULUT |
Hoş geldin ey şehr-i şeâir! |
|
Bu ay belki de susma zamanı... Tıpkı Meryem gibi... Sorulduğumuzda parmaklarımız konuşan mucizelere yönelecek. Bizim yerimize beşikteki İsa (a.s.) konuşacak. Biz konuşmayacağız, cevabımızı mucizeler verecek.
Uzakdoğudan uzakbatıya karanlık coğrafyaların üzerine doğan Kur’ân nurunun konuştuğu şu mevsimde kısık seslerimizin, dolambaçlı cümlelerimizin ve ayakta durup durmama arasında mütereddit ibarelerimizin sözü mü olur?
Âdem babamızdan bu yana semada toplanan Nurun arzabirden bire vuruş mevsiminde konuşmaktan ziyade bakıp görmek mi gerekiyor acaba? Kur’ân’ın coğrafyaları nasıl şekillendirdiğini, insanları ve kültürleri hangi renklere boyadığını görmek... Bir asır çok mu uzun bir zaman? Dünyanın ömrüne göre belki de bir dakika... İşte Kur’ân bir dakikada Ganj kıyılarından Atlas sahillerine kadarki coğrafyayı nasıl aydınlattıysa, onun yeniyeni “aydınlatma” mucizelerini beklerken, seslerle değil, onun tavsiye ettiği “hal dili”yle konuşmak en güzeli olsa gerek.
Kur’ân konuşması, ideolojilerin, felsefenin, Kur’ân karşıtlarının taptığı teknolojik dilin ve sair dinlerin konuşmasına hiç benzemiyor. O herşeyi beraberinde konuşturuyor. Hz. Davud’un (a.s) dağa konuşması, belki bir örnek teşkil edebilir. Dağın üzerindeki bütün varlıklarla konuşması da Kur’ân’a yetişemez.
Birkaç gün önce... Gecenin tam ortasında... Uykunun en tatlı anında—bize göre—en uzakdoğunun bir yerinde bir ışık yandı. Dünya döndükçe bize doğru ışıklar yanarak çoğalmaya başladılar. Ortadoğuya gelince o mutlu gece, her yer eşya ile nurlara gark oldu. Gece Akdeniz sahilleriyle birlikte Kuzeydenizi’ni de kucaklayarak ta Atlanta’ya ulaştı. Sanki Cebeli Nurdan asırlar önce gelen emir bu gece tekrarlanmıştı: Allah için sahura kalkınız! Bu emrin şevkinden olacak ki, dünyamız cezbeye gelmiş mevlevî gibi tüm coğrafyalara bu ilâhî emri yirmi dört saat boyunca duyurup durdu.
Bu ayda hayalen veya fizikî olarak yükselip, yukardan dünyayı büyük gözlerle temaşa edenler; Kur’ân’ın peşi sıra herşeyi cazibesine takıp sürüklediğini göreceklerdir. Çocuklardan seksenlik dedelere kadar onunla yatıp onunla kalkıyorlar. Taze gelinlerle ak yaşmaklı annelerin örtüleri, sevinç gözyaşlarıyla yıkanıyor. Evler, kısa bir süre için de olsa materyalist kasırgaların titrettiği mekânlardan çıkıp, huzur dolu Erkamların evlerine dönüşüyor. Nurlanmadık, sekinet ve sükûnetin sinmediği bir köşe kalmıyor.
Âdem (a.s) babamıza öğretilen Esma’dan kıyamete kadar her kelimenin gıpta ile seyrettiği bu manzarayı, yani Kur’ân’ın yüz milyonlarca dilden döküldüğünü görenler, dünyayı yüz bin başlı ve her başında milyonlarca dili olan meleğe benzettiler. Üstadın muhteşem teşbihine hiçbir benzetme yanaşamıyor: “Ramazan-ı Şerifte güya âlemi İslâm bir mescit hükmüne geçiyor. Öyle bir mescit ki, milyonlarla hafızlar, o mescidi ekberin köşelerinde o Kur’ân’ı, o hitabı semavîyi arzlılara işittiriyorlar..” Mescittekilerin ibadet, taat ve güzel ahlâktan başka neyi olabilir ki...
Etrafımıza dikkat ettiğimizde Kur’ân’ın bakışlardaki şavkını da görüyoruz. Tablasına meyvelerini dizmiş satıcıya oruçlu olup olmadığını sordum. Cevap yerine şaşkınlığını görünce mahcup oldum: Nasıl oruç tutulmaz ağabey!
Bu ayda Kur’ân; hasis menfaatleri ve hasis zevkleri uğruna insanlığı dünyasıyla tahribe yönelenlerin kalplerine kalplerine vuruyor. Dünyanın her köşesinde görünmeye başlayan Kur’ân’ın nakış, ses, hareket ve kımıldayışları habis ruhluları paniğe düşürmüş. Bu Ramazan-ı Şerifin gelişini daha ziyade resmigeçit merasimlerine benzetirim. Ezanlı minareleriyle, mukabeleleri, nuranî evleri, ak sakallı dedeleri ve mütesettir kadınlarıyla... Veya fetrete düşmüş coğrafyaların da görebileceği bir tarzla bütün maabid ve şeairiyle Kur’ân, şu Ramazan-ı Şerifte resmigeçidini yapıyor.
Dünya Sağlık Örgütü ile Açlıkla Mücadele Teşkilâtı dünya kapitalinin yüzde seksenini pençelerine takmış dinozorların karşısında tarihlerinin en dehşetli halini yaşıyorlar. Bu teşkilâtların idarecileri, Kur’ân’ın bu sahaya bakan mucizelerini görebilselerdi, eminim ki programlarına alırlardı. Kur’ân’ı dinleyen coğrafyalara şu mevsimde birazcık dikkat edin. Sair zamanlarda başkasına bir çay içiremeyen insanların, şehir meydanlarında kurdurdukları “iftar çadırlarında” binlerce kişiye ikramda bulunmalarını ve katar katar erzak torbalarının doğudan batıya, batıdan doğuya sevk edildiğini gördüğümüzde Kur’ân’ın sosyal hayattaki ihtişamını da görüyoruz. Ramazan-ı Şerifin ruhlarda ve bedenlerdeki mucizevî tamiratını sağlık teşkilâtları görebilseler, mesaî ve masraflarını yarı yarıya tasarruf ederler. Bu gidişle göreceklerine olan ümidimiz artıyor.
Dedik ya, belki de şu mevsim susma mevsimi... Ellerin, dillerin, gözlerin ve kalplerin cıvıl cıvıl, ışıl ışıl ve ihtizazlarla hareketlendiği bir zamanda susmayı tercih etmek... Tıpkı Hz. Zekeriyya (a.s) gibi... Müjdelenmiş vaadi İlâhîyi beklemek üzere mihraba yönelmek. Günahlarımızın çirkin, abus ve siyah suratlarından gecelerin koynuna kaçmış nurlu ve sürurlu sabahlarla karşılaşmak üzere doğum sancısı çeken gecelere yönelmek... Hep birlikte görüp yaşayacağımız mutlu fecirlere yönelirken, şimdilik payımıza susmak düştü. Hem de Kur’ân’ın şeairi tarrakalarla konuşturduğu bir mevsimde cılız seslerin ve kısık nefeslerin ne hükmü olabilir ki...
14.09.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Halil USLU |
Kur'ân ve infak |
|
Kur’ân-ı Hakim’in yalnız Ramazan ayı gelince akla gelmemesi lâzım. Çokları sanki Ramazan ayının kitab-ı mukaddesi olarak takdim etmektedirler. Halbuki Kur’ân bizim hayatımız ve hayatımızın ruhu, hayatımızın gıdası, yalnız sosyal hayata bakan 230’u aşkın âyet-i kerime var. Fakat uzak duranlar için, Ramazan ayı onlara bir basamak ve onların Kur’ân’ın kapısını çalmak için bir harekettir. Maalesef çoklarla karşılaştım, sordukları suallerden anladım ki; Kur’ân-ı Kerim’in tamamını okumamış, mânâsına bakmamış, sûrelerini cüzlerini ve harflerini incelememiş. Çokları rencide olur ve şevkimizi kırar diye yazmıyorum. Çünkü Kur’ân-ı Hakim her cihetle müjdelerle dolu ilahî bir mektub-u Rabbanî.
Asrımızın anlayışı ve asrımıza bakan veçhesiyle tefsire, kudret-i İlâhî tarafından mazhar olan Hz. Bediüzzaman, Sözler eserinin bir parçasında, “Kur’ân insana hem bir kitab-ı şeriat, hem bir kitab-ı duâ, hem bir kitab-ı hikmet, hem bir kitab-ı ubudiyet, hem bir kitab-ı emir ve dâvet, hem bir kitab-ı zikir, hem bir kitab-ı fikir, hem bütün insanın bütün hâcât-ı mâneviyesine merci olacak çok kitapları tazammun eden tek, câmi bir kitab-ı mukaddestir.”
İnfak meselesi, çağımızın anlayışında çok önemli bir unsur ve bir istinad duvarıdır. Bunun da istismar edildiği ve yanlış mânâlar verildiği âlem çarşısında irşatçıların ağızlarından dinlemekteyim. Cenâb-ı Allah, yalnız meal olarak “Kendilerine rızık olarak verdiklerimizden Allah yolunda bağışta bulunurlar” buyurmaktadır. Bu âyeti Hz. Bediüzzaman 5 şart ile tefsir edip mânâ vermektedir. En çok dikkatimi çeken ve yazımın ser levhası olan “infak” açıklamasında 5 şartta diyor ki, “..Şu şartlarla beraber, tevsi de vardır. Yani nasıl mal ile olur; ilim ile dahi olur, kavl ile, nasihat ile de oluyor…” Çok müjdelidir. Çünkü herkes para, madde cihetiyle zengin olamaz.
İşte burada çokların nazardan veya ülfetten kaçırdıkları var. Akıl, lisan, ses, dil, dinamik vücut ve emsali uzuvlar bize İlâhî bir zenginlik ve ikram değil mi? “Ömrünü ve nefesini nerede harcadın” diye sorulmayacak mı? Bu itibarla, elimizdeki bedenimizdeki bu İlâhî lütufların infakı nedir? İşte onların ikramı doğrudan doğruya Müslümanlara, insanlık âlemine her cihetle ve her zeminde hizmet etmek, yol göstermek, diğer bir mânâda “iyiliği söylemek kötülükten sakındırmaktır” Bunların da vasıtaları vardır ve çok renkli ve çeşitlidir. Konferanslar, seminerler, sohbetler, kitaplar, gazeteler, telefonlar, mektuplar, mesajlar, mailler ve emsali şeylerdir. Bunları da en fakir bir mü’min ve bir insan yapabilir. Böylelikle zenginleşir, İlâhî lütuflara gark olur. Görünüşte fakir mânâda gönül sultanı olur.
Bir maden mühendisine baktım, taşları rızık olarak kullanıyor ve onların cümlesinin kabiliyetini ve kalitesini biliyor. Hz. Allah ona o kabiliyeti ihsan etmiş. O kişi de madenleri taşları toprakları değerlendirmesi ile ortaya çıkan meblâğı infak ediyor ve etmelidir. Çünkü o da bir rızıktır. Can dostu bir maden mühendisine sordum, “Size bu zenginlik nereden geldi?” Cevap çok manidar, “Ben zekâtın zenginiyim, infakın zenginiyim. Uzun yıllar zekâtta kusur işlemedim ve ihtiyaç sahiplerini bulup verdim. Hiç gösteriş de yapmadım ve yapmam.”
Gazete de bir ikram-ı Rabbanîdir. Onun her satırı, kişinin her makalesi onun infakı ve ilminin, zekâsının zekâtıdır. Müspet neşriyat ve neşriyatında faydalı kitap ikramları vatan sathında bir manevî sadakadır. Üstümüzdeki arzî ve semavî afetleri kaldırmaya ve durdurmaya vesiledir. Acaba yazılı ve görsel basın bunun neresinde?
Bu babda Yeni Asya gazetemizin Ramazan için 59 kupon karşılığında Kur’ân-ı Kerim’i okuyucularına vermesi, gazetenin, ortakların, yazarların “infakıdır” ve hayra alâmettir. İnşallah, gerçek muhabbete, ihlâsa ve kuraklığın kalkmasına ve ülkemizin manevî birliğine vesile olacaktır. İşte Kur’ân ve infaka bu cihetlerle de bakılmalıdır kanaatindeyim. Ramazanınız mübarek olsun. Okuyanlara, soranlara selâm olsun..
14.09.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Her şey için Allah’a şükür borçluyuz |
|
İzmir’den okuyucumuz:
*“Ramazan’da oruç emrine uyarak oruç tutmak ile şükretmek arasında bir bağlantı var mıdır? Varsa nedir?”
Biz her şey için Yüce Allah’a karşı şükür borçluyuz. Öyle ki, her isteğimiz karşılanıyor. Her ihtiyacımız görülüyor. Her derdimiz derman buluyor. Her duâmız cevap buluyor. Her dileğimize bakılıyor. Her acımıza inayetle çare yetiştiriliyor. Gözümüz yollarda bırakılmıyor. Elimiz boş çevrilmiyor. Gönlümüz cevapsız terk edilmiyor. Hayatımız her saniye şefkatle ve ilgiyle kucaklanıyor.
Mübarek Ramazanın orucu ile Allah’ın nimetlerinden kısmen, yani belirli bir süre el etek çekmekle, Allah’ın nimetlerinin kıymetini çok iyi anlıyoruz. Allah’ın nimetlerine ne kadar muhtaç olduğumuzu çok iyi kavrıyoruz. Olmasaydı, olmayacaktık derecesinde! Verilmeseydi, yaşamayacaktık ölçüsünde! Ekmeksiz, susuz, midemizin isyanlarına bakılmadan, ciğerlerimizin yangınına cevap verilmeden hayatımızı düşünmek bile mümkün değil! O halde şükürsüz hayat nasıl mümkün olabiliyor? Bu insan kadir kıymet bilmez bir yaratık mı? Teşekkürsüz bir hayatı insanlar arasında düşünmek bile tek kelimeyle vahşet! Ya Allah’a karşı şükürsüz yaşamak, ne kadar vahşet, ne kadar kabalık, ne derece dehşet olduğu açık değil mi?
Ramazan Risâlesinin İkinci Nüktesinde Bedîüzzaman Hazretleri, Ramazan orucunun Cenâb-ı Hakkın nimetlerinin şükrüne baktığı cihetini nazara veriyor. Bedîüzzaman Saîd Nursî’ye göre, çok kıymettar olan o nimetleri elinden aldığımız tablacıya bir bahşiş verdiğimiz halde, asıl mal sahibini, asıl göndericisini, asıl yaratıcısını tanımamak, görmezden gelmek ve yok saymak sonsuz derece akılsızlıktan başka bir şey değildir! Nitekim Cenâb-ı Hak hadsiz nimetlerini, tam zevkimize göre cins cins, tür tür, çeşit çeşit, her mevsimde ayrı ayrı olacak şekilde yeryüzüne yaymış ve sermiştir. Tabiîdir ki, o nimetlerin karşılığında şükür istiyor. O nimetlerin görünen sebepleri ise, yani bize getiren aracılar ve eller ise tablacıdan başka bir şey değildir. Oysa tablacılara, bize getiren ellere, aracılara, üreticilere, bir fiyat vermeden, onlara minnettar olmadan, onlara teşekkür etmeden, onları yok sayarak almıyoruz! Hatta müstahak olmadıkları pek çok hürmeti ve saygıyı gösteriyoruz. Hâlbuki o nimetleri hakikî veren, yaratan, halk eden, sırf bizim için var eden, yokluk göstermeyen, darlık göstermeyen Allah (cc), o nimetler vasıtasıyla, o aracılardan ve sebeplerden hadsiz derece daha fazla şükre lâyıktır!
İşte Allah’a teşekkür etmek; o nimetleri doğrudan doğruya Allah’tan bilmek, o nimetlerin kıymetini takdir etmek ve o nimetlere kendi ihtiyacını tam hissetmekle mümkündür. Ramazan-ı Şerifteki oruç da bize bunu sağlıyor! Hakikî, halis, içten, riyasız, gölgesiz, gösterişsiz, samimî, kapsamlı ve geniş bir şükrün anahtarını bize veriyor.
Çünkü bu insanlar sâir vakitlerde mecburî olarak aç ve susuz bırakılmazlarsa, hiç aç kalmadıklarından, hiç susuzluk nedir bilmediklerinden, nimetlerin yüksek ve hayatî kıymetini bile fark etmiyorlar, anlamıyorlar! Onlarsız olur zannediyorlar! Olmadığını görmeleri gerekiyor! Meselâ bir parça kuru ekmek, daima tok olan zenginin gözünde nimetten bile sayılmıyor! Oysa onda yüksek bir nimet derecesi vardır. Bunu ona göstermek gerekiyor ve hissettirmek gerekiyor.
Hâlbuki o kuru ekmeğin bir mü’minin nazarında çok kıymettar bir nimet olduğuna iftar vaktinde dili şahitlik ediyor, midesi şahitlik ediyor, gözü şahitlik ediyor. İşte Ramazan-ı Şerifte padişahtan en fukaraya kadar herkes, o nimetlerin kıymetlerini anlamakla manevî bir şükre mazhar oluyor.
Sonra; Bedîüzzaman’a göre, gündüzde yemek ve içmekten alı konulması cihetiyle insan şunu tam anlıyor ki: “O nimetler benim mülküm değil! Çünkü ben onları yemek ve içmekte hür değilim! Demek, başkasının malıdır! Başkasının verdiği şeydir! Eğer gerçekten benim mülküm olsaydı kimse beni onları yemekten ve içmekten alı koymayacaktı! Kimse elimi tutmayacaktı! Şu baş döndüren açlığa karşı kimse beni onlardan vazgeçiremeyecekti! Oysa ben onları yemek için emir bekliyorum! Ferman bekliyorum! Onları, gerçek sahibi olan Allah’ın adıyla yiyebileceğime dair yüksek sesle yapılacak ilânı, Allah’tan gelecek izni ve müsaadeyi bekliyorum! Demek onlar Allah’ın mülküdür!”
İşte Ramazan-ı Şerifin orucu bu cihetiyle hakikî insanlık vazifesi olan şükrün anahtarı hükmüne geçmektedir.1
Dipnot: Mektûbât, s. 388
14.09.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Cevher İLHAN |
Fikirlerin yol göstericisi |
|
Köklü manevî kültürden mahrum medya, göz göre göre hakkı bâtıl, bâtılı hak gösteren tahrifatlarıyla insanlığın başına büyük gâileler açmakta...
Kamuoyunu yanlışa yönlendirmek maksadıyla, “özgür yayıncılık” maskesinde yapılan yayınların zihinleri ne tür çöküntülere ittiği ortada…
Yayınlarda, halkın dinî hissiyatının hafife alınması, haysiyet kırıcı jurnallerle edep ve ahlâkın bozulmasına uğraşılması, milletin ortak inanç değerlerine ve mukaddeslerine istihza ve saygısızlık; hep bu zihniyetin sonucu…
Toplumun manevî kırılma çizgisi üzerinde şiddet ve müstehcenlikle gençlerin ve çocukların sürüklendiği korkunç dejenerasyonun dehşeti, mâlum medyada bile “imdat!” çığlıklarına dönüşmüş…
Uluslararası sermaye ve küresel gücün elinde, ecnebî çıkar şebekelerinin parmağıyla ilka edilen tahribatın, İslâm dünyasında ve bu ülkede medya marifetiyle yapıldığı herkesin mâlumu…
Sinsî metodlarla, şeytanî saptırmalarla, yalan yaygara ve propagandaların saçtığı fitne, fesad ve tefrika tohumları milletin kalbinde derin yaralar açmakta…
* * *
Bunun içindir ki “İslâm ahlâkını sarsan,” “efkâr-ı umumîyeyi perişan eden” ve içtimâiyatı teşviş edip siyaseti saptıran tezvirâta karşı Bediüzzaman, “Ben de gazetelerde, onları reddeden makaleler neşrettim” der. (Divan-ı Harb-i Örfî, 25 )
“Hutebâ-i umumî (umumî hâtipler)” olarak nitelendirdiği gazetecilere esaslı düsturları ders verir:
“Ey gazeteciler! Edipler edepli olmalı. Ve onların sözleri, kalb-i umumî-i müşterek-i milletten bîtarafâne çıkmalı. Ve matbûat nizâmnâmesini, vicdanınızdaki hiss-i diyanet ve niyet-i hâlisa tanzim etmeli...”
Gazetelerin, dönemin devlet ve siyaset merkezi Osmanlı’nın başşehri İstanbul’un “havâ-i gıll-û gış” dediği gizli kin ve kötü niyetler olarak takbih ettiği süslenmiş yalan ve dolanları telkin ettikleri, müzevirlik ve koğuculuk yapıp arayı bozduklarını nazara verir. Buna karşı gazetelerin, “bedraka-i efkâr” diye tâbir ettiği fikirlerin delili, kılâvuzu, rehberi ve yol göstericisi olmalarını tavsiye eder. (a.g.e. 50-51)
Aksi halde gazetecilerin bazılarının bütün fenâlıkların başlatıcısı ve felâketlerin doğurucusu olduklarını haber verip, bunun ümitsizlikle milleti müteessir edeceğini belirtir.
Çünkü bu tür gazeteler, Bediüzzaman’ın ifâdesiyle, fitne ve fesad içinde ortalığı karıştıran “mücrif”likle, “efkârı (fikirleri) müşevveş”, karmakarışık ve anlaşılmaz bir hale getirmekte. Toplumu içtimaî âhenk ve istikâmetten ayırıp inhiraf uçurumuna düşürmekte…
Böylece milletin müşterek umumî kalbinden tarafsızca çıkan fikirler yerine, beynelmilel kandırışlarla kandırmakta, ifsad şebekelerinin oyununa gelinmekte.
Görüntüde bu aldatmalara “kapılan safdiller”den mürekkep bir “cereyan-ı umumî” oluşmakta. “Reel politik” perdesindeki konjonktürel kaymalar hep bu şaşırtmalar ve saptırmalarla istimal edilmekte. “Efkâr-ı amme, tehditlerle, korkularla, hîlelerle, başka bir mecrâya çevrilmekte.” Kalabalıklar, “te’siri cüz’î ve sathî de olsa muhâkeme-i aklîyeyi az bir zamanda kapatmakta;” akıl tutulmasına duçar edilmekte…(İşârât’ül İ’câz, 164)
Bu sebeple “bedraka-i efkâr” olması gereken gazeteler, ne yazık ki görevlerini yapmamakta. Esaslı ölçülere sahip olamayan kamuoyu, rüzgâr gülü gibi günübirlik heveslerle yön değiştirip sağa sola savrulmakta…
* * *
Bediüzzaman, Kur’ân’ın kuvvetli bir tefsiri Risâle-i Nur’un insanlığa ve bu vatana “mânevî halâskâr” olan imanî ve içtimaî mesâjının insanlığa iletilmesi için “matbûat ile tezâhüre başlaması ve ders vermesi”nin ehemmiyeti üzerinde durur.
Bunu “matbûat lisanıyla konuşmak” olarak târif eder.
“Bu zamanda, Kitâb-ı Mübîndeki âyetlerin âyetleri olan Risâle-i Nur”un mânevî ve fikrî istikâmetini öncelikle bu vatan ahâlisine, İslâm âlemine ve bütün insanlığa ulaştırmak ister. Dahası bu neşriyat hizmetini, “iki dehşetli mânevî belâyı defetmek için” gerekli görür ve ehemmiyet verir.
Bu iman ve kültür külliyatından aldığı ders ve istikâmetle Yeni Asya’nın, istikrarlı, istikâmetli tâvizsiz neşriyatıyla, içtimâiyatta “bedraka-i efkâr” olmasının önemi budur.
İşte çağın tefsiri Risâlelerin kaynağı ve mercii Kur’ân-ı Kerimi kudsî Kur’ân ayı mübârek Ramazan’da okuyucularına hediye etmesinin anlamı bu bakımdan büyüktür…
14.09.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mehmet KARA |
Anayasa millet için yapılmalı |
|
Meclis tatilde, milletvekillerinin büyük bir kısmı seçimin ardından memleketlerinde vatandaşlarla beraber. Siyaset Anadolu’ya yayılmış vaziyette. Cumhurbaşkanı Güneydoğu’da, Başbakan Denizli’de… Ankara bu yüzden siyasî anlamda hayli sessiz… Ramazan’ın bugün ikinci günü. Siyasî havadan kurtulan Ankara, manevî havayı doyasıya yaşıyor. Nisan ayından bu yana süren karışıklık yerini Ramazan’ın verdiği huzura bıraktı. İnsanlar teravihlerde camileri hınca hınç dolduruyor.
Bu manevî havanın yanında Ankara’da derinden derine “sivil anayasa” tartışmaları da yapılıyor. Önümüzdeki günlerin en önemli tartışma konusu anayasa değişikliği olacağı görülüyor. Bir taraftan 21 Ekim’de yapılacak olan Cumhurbaşkanını halkın seçmesinin de öngörüldüğü Anayasa değişiklik paketi için yapılacak referandum gümrük kapılarında oy verme işlemi ile başladı. Diğer yandan Ankara’da yeni anayasa taslağı tartışılıyor. AKP’nin Bilim Kurulu’na hazırlattığı taslak kamuoyuna açıklandı. Şimdi, değişik kesimlerin tepkileri ölçülmeye çalışılacak.
Sivil Anayasa taslağı üzerindeki ön çalışmasını tamamlayan Dengir Mir Mehmet Fırat başkanlığındaki AKP Komisyonu ile taslağı hazırlayan Bilim Kurulu üyeleri dün üç günlük “anayasa değişikliği kampı”na girdi. Burada taslağa son şeklinin verilmesi plânlanıyor. Toplantının son bölümüne Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın da katılması plânlanıyor.
* * *
Hükümetin “yeni anayasa taslağı Meclis’te kabul edilse bile referanduma sunulacağı” kararı yerinde bir karardır. Zira, anayasa sadece bir kesimi değil, bütün milleti ilgilendirdiğinden millete mal etmek, onun oyuna başvurmak en geçerli yoldur. Bunun içinde öncelikle toplumun bütün kesimlerini içine alacak bir çalışmanın içine girmek gereklidir. Çünkü, bu çalışma ne kadar geniş kesimle tartışılırsa o kadar “eksiksiz” olacaktır. 12 Eylül Anayasasının içinde “millet” olmadığı için 25 senedir “ihtilâl anayasası” diye hatırlandığı gibi hazırlanacak anayasada “AKP’nin anayasası” diye hatırlanır. Bundan kaçınmak gereklidir.
Burada şunu da söylemekte fayda var. Uzlaşma derken, bunu hem sivil toplum kuruluşları ile hem de parlamentoda bulunan partilerle -CHP de dahil- yapmak gerekir. Zira, CHP’nin 2002 seçimleri öncesinde hazırlanan parti programında 1982 Anayasası’nın yasakları temel aldığı belirtilmiş, toplumsal barışın sağlanması için yeni bir anayasa yapılması gerektiğine işaret edilmişti. “1982 Anayasası bir uzlaşma anayasası değildir. Seçeneksizlik yaratarak topluma dayatılmış, eskimiş değerleri ve yasakları temel alan bir anayasadır…” denilmişti.
Yani, hiçbir kesim çalışmanın dışına itilmeden, ne kadar geniş kesimle diyalog ve uzlaşmaya girilirse yeni anayasa da o kadar millete mal edilmiş olacaktır. Her kesiminde önyargılardan kurtulup yeni anayasa taslağına katkı sağlaması gerekir. Herkes yapıcı tenkitlerle bulunmalıdır. Çünkü, bu anayasa herkesin anayasası olacaktır. Bunu hem hazırlayanlar, hem de katkı sağlayacaklar dikkate almalıdır.
Anayasa da 12 Eylül darbesini gerçekleştirenlere yargı yasağı getiren geçici 15. maddenin kaldırılması ve yıllardır bir çok mağduriyetlere yol açan Yüksek Askerî Şûrâ ve HSYK kararlarının yargı denetimine açılacağı önerilerinin olması da anayasanın “sivil” olması için önem arz etmektedir. Tabi bunlardan geri atılmadığı sürece…
* * *
1982 Anayasası, millete karşı devleti güçlendirme ve korumayı hedeflemiştir. Bu yüzden kabul edildiği 7 Kasım 1982 tarihinden bugüne -bu süreçte Anayasanın üçte biri değişmiş olmasına rağmen- toplumun hemen her kesimi tarafından eleştirildi. Çünkü, anayasanın ruhu 12 Eylül ihtilâlini taşıyordu.
Özetle, yeni anayasa hürriyetleri genişleten, demokrasinin bütün kurallarının sağlıklı işleyeceği, gerçekten sivil unsurlar taşıyan bir anayasa olmalıdır. İşte o zaman adı “sivil anayasa” olur.
14.09.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Fedâiye ceza, geride kaldı |
|
Said Nursî ile bağlantılı bir haber, dünkü Radikal ve Hürriyet (internet) gazetelerinde, iki farklı sunum ile yer aldı.
DHA kaynaklı bu haber, Radikal'de "Said-i Nursi'yi öven müdüre hava değişimi" başlığıyla yer alırken, Hürriyet'te ise, aynı haber için şu başlık kullanıldı: "Said-i Nursi propagandasına çifte ceza"
Bilmeyenler için konuyu özetleyelim.
Bu yeni haber, aylar önceki (Mayıs) bir hadiseye dayanıyor.
Konya'nın Ilgın İlçesindeki bir ilköğretim okulunun Web sitesinde, ('Rehberlik öyküleri' bölümünde) Bediüzzaman Said Nursî ve talebelerini takdirle öven Osman Yüksel ve Eşref Edib Fergan'ın bazı sözleri iktibasen yer almıştı.
Bunun üzerine şikâyet vaki oldu ve okul müdürü hakkında soruşturma başlatıldı.
Dünkü habere göre, soruşturma tamamlanmış ve okul müdürüne, idarî olarak ‘yer değiştirme’, disiplin yönünden ise ‘ihtar’ cezası verilmiş.
Ne var ki, haberin detayında da anlaşıldığı gibi, konuyu tahkik eden müfettişler, bazılarını rahatsız eden Said Nursî ile ilgili o takdirkâr sözlerde herhangi bir suç unsuru bulunmuş değil. İnceleme raporunda, sadece o sözlerin "Öğrencilerin seviyesinin üzerinde olduğu" kanaatine varıldığı belirtiliyor ki, bunu da üzücü değil, ama hayli düşündürücü bir gelişme olarak kayda geçmek gerekiyor.
Bu vesileyle, şikâyet konusu olan o sözlerin bir kısmını buraya da alarak, haber–yorumun unsurlarını tamamlamaya çalışalım.
Gazeteci Eşref Edib ile Osman Yüksel'in Tarihçe–i Hayat isimli eserde yer alan ve şimdilerde soruşturma konusu olan Said Nursî'yle ilgili sözlerinin bir bölümü şöyledir:
"..Hârikulâde fıtrî bir zekâ, İlâhi bir mevhîbe. Dâimâ işleyen ve düşünen bir kafa... Fazîlet ve şehâmetle geçen bir ömür. Harb meydanlarında, mücâhidlerin önünde, kılınç elinde, dimdik ayakta düşmana saldıran bir kahraman. Esârette, düşman kumandanına karşı koyan bir kahraman. Îdam sehpasında, düşman kumandanını düşündüren, insafa getiren bir kahraman... Millet ve memleket için canını vermekten zerre kadar çekinmeyen bir fedâi. Fitnenin, bozgunculuğun en müthiş düşmanı. Milletin menfaati için, her türlü zulme, işkenceye tahammül ediyor. Ona zulmedenlere bedduâ bile etmez. Onu zindanlara atanlara, ancak salâh ve îman temennî eder."
"...Hiçbir Nur talebesi yoktur ki sınıfının en faziletlisi, en çalışkanı olmasın. Memleketin her tarafında bulunan bu yüz binlerce Risâle-i Nur talebesinden hiçbirinin, hiçbir yerde asayişi muhil (ihlâl eden) hiçbir hareketi, hiçbir vak'ası yoktur." (Bkz: Tarihçe-i Hayat, s. 542–544)
* * *
Zaman ne kadar değişti, değil mi? Şeflik devrinde olsaydı, Said Nursî'yi takdirle yâd eden bu tür yazıları neşredenler, en ağır cezaya çarptırılırdı: Hapis, zindan, sürgün, vazifeden atma, vesâire...
Şimdi ise, şükür ki adlî herhangi bir cezâ söz konusu olmadığı gibi, konu mahkemeye dahi taşınamıyor.
Hoş, taşınsa ne olacak? Acaba, tarihe geçmiş bir zât hakkında, dini, vatanı, milleti için her türlü fedâkârrlığa katlandığına dair sözlerin muhakeme edilecek, yahut cezayı mucip olacak bir tarafı olabilir mi?
Ama, gelin görün ki, yukarıda da naklettiğimiz bu tür sözlerden hâlâ rahatsızlık duyanlar var.
Ne yapalım; olacak elbet. Onlar da kendilerine göre bir iş görüyor; bir vazifeleri var herhalde...
GÜNÜN TARİHİ 14 Eylül 1966
219 günlük derin koma
27 Mayıs 1960 gününde yapılan askerî darbenin lideri olarak kabul edilen Org. Cemal Gürsel, 219 gündür içinde bulunduğu "derin koma" halinden kurtulamayarak, hayata vedâ etti.
* * *
Gürsel Paşa, 1958'de Kara Kuvvetleri Komutanlığına atandığı halde, ihtilalden kısa bir süre önce (3 Mayıs) erken emekliye sevk edildi. Hemen ardından "zorunlu izin"le İzmir'e gönderildi.
Paşa, Ankara'dan ayrılmadan evvel, Millî Savunma Bakanı Ethem Menderes'le vedâ görüşmesinde bulundu. Bu esnada, Menderes'e tarihî önem taşıyan bir mektub sundu. Mektubunda, ordunun siyasete karışmaması yönünde bir takım uyarı ve tavsiyelerde bulunduğu ifade edildi.
* * *
Bir ay önceden şiddetli gerginliği hisseden ve bu sebeple ordunun siyasete karışmasını doğru bulmadığını söyleyen Gürsel Paşa, ne yazık ki, 27 Mayıs (1960) Darbesinin lideri konumuna getirtildi.
Cuntanın harekete geçmesinden, iktidarı devirmesinden hemen sonra kurulan Millî Birlik Komitesi tarafından liderliğe dâvet edilen emekli Org. Gürsel, bu dâvete icabet etti ve darbe lideri olarak arz–ı endâm etmek zorunda kaldı.
* * *
Cemal Gürsel, 10 Ekim 1961'e kadar MBK Başkanı vazifesinde bulundu. Ardından Cumhurbaşkanı seçildi.
Bu süre zarfında Demokratlar yargılandı, cezaları infaz edildi. Yeni partiler kuruldu. Anayasa oylandı. Seçimler yapıldı ve Yeni Meclis Gürsel'i Cumhurbaşkanı seçti.
* * *
1966 yılına gelindiğinde, Gürsel Paşa ağır hasta olduğu anlaşıldı.
2 Şubat'a tedâvi için ABD Başkanı Johnson'un özel uçağıyla ABD'ye götürüldü. Orada iken, 9 Şubat komaya girdi. (Koma halinin uzun sürmesi üzerine espriler bile üretildi: "Adamcağız arada kaldı. Kalksa, karşısında İsmet Paşayı, ölse Menderes'i görecek...")
Nihayet, 24 Mart'ta toplanan Bakanlar Kurulu, Gürsel'in Türkiye'ye getirilmesine karar verdi. 26 Mart Türkiye'ye getirilerek, Gülhane Askerî Tıbba kaldırıldı.
Aynı gün 37 kişilik Müşterek Sağlık Kurulu, Gürsel'in cumhurbaşkanlığı görevine devam edemeyeceğini belirten bir rapor hazırlayarak Başbakanlığa sundu. Bunun üzerine, anayasa gereği cumhurbaşkanlığı görevi Meclis kararıyla sona erdirildi ve yeni cumhurbaşkanlığı seçimi sürecine girilmiş oldu.
Gürsel Paşa, 14 Eylül sabahı bu fâni âlemden ebedî âleme göçtü.
Teziç ve Gürsel
Bu vesileyle, önemli gördüğümüz bir ayrıntıyı da sunmak istiyoruz.
27 Mayıs Darbesinin olduğu aynı gün içinde, hukukçuları temsil eden bir akademisyen grubu, ihtilâl lideri Gürsel Paşaya tebrik ve bağlılık ziyaretinde bulundu.
Aralarında şimdiki YÖK Başkanı Prof. Erdoğan Teziç'in (o tarihte asistan) de bulunduğu bu hukukçu heyetindeki şahıslar şunlar: Sıddık Sami Onar, Hıfzı Veldet Velidedeoğlu, Ragıp Sarıca, Naci Şensoy, Hüseyin Nail Kubalı, Tarık Zafer Tunaya, İsmet Giritli, İlhan Arsel, Bahri Savcı ve Muammer Aksoy.
Gürsel, bu heyete yeni bir anayasa hazırlaması tavsiyesinde bulundu.
1936 İstanbul doğumlu olan Teziç, Galatasaray Lisesi ve İÜ Hukuk Fak. (1959) mezunudur. Galatasaray Üniversitesi Rektörü iken, 10. Cumhurbaşkanı Sezer tarafından YÖK Başkanlığına atandı.
14.09.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|