|
|
Murat ÇETİN |
Hayalimdeki Ramazanlar |
|
Ben bu Ramazan, Ramazan’a dair yeni şeyler duymak, yeni şeyler okumak, yeni şeyler hissetmek, yaşamak istiyorum.
Eski Ramazan’ların ne kadar güzel olduğunu değil, bu Ramazan’ın geçen yılki Ramazan’dan daha güzel olduğunu, Ramazan’ların her geçen yıl daha bir güzelleştiğini duymak istiyorum.
Eskilerin Ramazan hatıralarını okumak yerine, yeni neslin Ramazan hayallerini dinlemek istiyorum. Bugünün gençlerinin çocuklarıyla, bugünün anne-babalarının torunlarıyla yaşayacağı gelecek Ramazan’larla ilgili düşlerini öğrenmek istiyorum.
Eskiden hazırlanan iftar sofraları yerine, gelecekte hazırlanacak sofraları, yaşanacak açlıkları merak ediyorum.
Şehrin ışıkları altında, gökdelenlerin soğukluğu arasında, insanı hayatın dışına iten modern zamanlarda bir nur gibi doğan iftarları okumak istiyorum.
Televizyonda alışıldık bir iftar programı eşliğinde, Akşam ezanına denk getirilmiş bir akşam yemeği gibi yaşanan iftarlar yerine, Ramazan’ı tüm iliklerime kadar hissedebileceğim iftarlar yaşamak istiyorum.
Daha çok doyacağım değil, kendimi daha aç, daha muhtaç, daha aciz, Allah’a daha yakın, dünyaya daha uzak hissedeceğim Ramazan’lar istiyorum.
Zengin iftar menülerinin değil, Allah için aç kalmanın lezzeti anlatılsın istiyorum.
“Ramazan’da beslenmeye dikkat” haberleri yerine, Ramazan açlıklarını, Ramazan’da dikkat edilecek, asla göz ardı edilemeyecek, görmezden gelinemeyecek inceliklere, güzelliklere dair haberler okumak istiyorum.
Ramazan eğlencelerini bu sene dinlemesem de olur, Ramazan sevinçlerini doyasıya yaşamak istiyorum.
Bir ritüel, bir gelenek, bir “böyle gelmiş, böyle gider”, bir alışılmışlık, tekdüzelik, bir ezber gibi değil, her yıl yenilenen, her yıl yeniden doğan, her yıl sanki ilk kez geliyormuş gibi gelen taptaze bir mevsim gibi yaşamak istiyorum.
Daha fazla Ramazan’la, Kur’ân’la, duayla baş başa kalmak, bu Ramazan’ı daha Ramazan yaşamak istiyorum.
13.09.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Kur’ân ayı |
|
Ramazan ayı denince ilk akla gelen hususların başında, onun “Kur’ân ayı” olma özelliği geliyor. Çünkü Rabbimizin insanlığa son ilâhî mesajı olan mukaddes kitabımız, Peygamber Efendimize bu mübarek ayda nâzil oldu.
Onun için, hayatının her ânı zaten Kur’ân’la iç içe olan Efendimizin, Kur’ân’la muhatabiyet ve meşguliyetini bu ayda daha fazla yoğunlaştırdığını, bu çerçevede her Ramazan’da kitabımızı baştan sona tekrar devrettiğini biliyoruz.
Sonraki asırlarda ümmetin mübarek ve mukaddes bir gelenek olarak sürdürdüğü mukabelelerin kaynağı Peygamberimizin bu sünneti.
Gerek ferdî olarak, gerek camilerde okunan Kur’ân’ı kendi kitabından takip ederek, gerekse Üstad Bediüzzaman’ın tarif ettiği tarzda cüz paylaşarak indirilen hatimler, sair zamanlara kıyasla Ramazan’da daha fazla yoğunlaşıyor.
Ve bu yönüyle Ramazan mukabeleleri, tıpkı oruç, teravih namazı ve uygulamada genellikle bu ayda verilmekte olan zekât gibi, Ramazan’a has manevî güzelliklerden birini oluşturuyor.
Mukabele ve hatim geleneğinin bu kadar benimsenip kökleşmesinde, hiç şüphe yok ki, okunan her bir Kur’ân harfine bu ayda verilen sevabın sair zamanlara kıyasla binler, hattâ on binlerce kat fazla olduğu yönündeki Nebevî teşviklerin çok önemli bir hissesi var.
Nitekim Üstad Bediüzzaman bu teşviklerden bahsettiği bir mektubunda, her bir hasene ve her bir Kur’ân harfi için verilen sevabın üç aylarda yüz ve bin hanelerine ulaşacağını; mübarek gecelerde on, yirmi, otuz binlere çıkacağını; otuz bin müjdesinin ise, Ramazan ayında saklı olan Kadir Gecesine tahsisli olduğunu ifade ediyor (Şualar, s. 433).
İşte bu ayda mukaddes bir heyecan halinde bütün imanlı gönülleri şevkle harekete geçiren Kur’ân’la haşır neşir olma seferberliğinin arkaplanında, bu teşviklerdeki mânâlardan olabildiğince fazla hisse alabilme gayreti yatıyor.
Ne mutlu bu heyecanı paylaşabilenlere...
Bu vesileyle belirtelim: Mukabele ve hatim yarışına katılırken, Kur’ân’ın nurlu ve kudsî mânâlarını yansıtan tefsirlerinden olabildiğince istifade hususunu da ihmal etmememiz lâzım.
Bunu da ifade ettikten sonra, sözü gazetemizin Kur’ân kampanyasına getirelim. Bilindiği gibi, Yeni Asya bu konuda öteden beri çok özel bir hassasiyet gösteriyor ve okurlarına hediye olarak sunduğu kitaplar arasında Kur’ân’a ve tefsiri olan Risale-i Nur’a ayrı bir yer veriyor.
Hatırlanacağı gibi, son olarak iki yıl önceki Ramazan ayında verdiğimiz hediye “cüz cüz Kur’ân” olmuş ve çok büyük alâka görmüştü.
Aynı şekilde, değişik tarihlerde Risale-i Nur Külliyatının da farklı ebatlarını hediye etmiştik.
Günlerdir yayınlanan anonslarımızdan takip ettiğiniz üzere, bu Ramazan ayında da çok orijinal ve mükemmel bir Kur’ân hediyemiz var.
Son derece kolay okunuşlu bir bilgisayar hattıyla hazırlanan bu Kur’ân, bilhassa İslâm harflerini yeni öğrenenler başta olmak üzere, kitabımızı daha seri şekilde okuyup hatmetmek isteyenler için çok uygun ve tavsiyeye şâyan.
59 kupona edinilebilecek olan Kur’ân için ilk kupon bugün veriliyor. Ama bugünden sonra abone olacaklar da fırsatı kaçırmış sayılmazlar.
Kur’ân ayında bu Kur’ân’ı kaçırmayın...
13.09.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
Tarihî pazarlıklar |
|
27 Nisan sonrasında Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ile Genelkurmay Başkanı Büyükanıt arasında Çırağan Sarayı’nda mahiyeti bilinmeyen bir görüşme yapıldı. Bu görüşmenin mahiyeti açıklanmadı ve dolayısıyla üzerinde spekülasyonlar yapıldı. Hâlâ da yapılmaktadır. Sonraki gelişmelerin bir kısmı bu görüşmenin ışığında değerlendirildi ve yorumlandı. Hep, bu görüşmenin sonraki gelişmelere etki ettiği düşünüldü. Gerçekten de bu görüşmenin mahiyeti tarihî bir pazarlıktan ibaret miydi? Bu görüşmenin daha sonraki gelişmelere bir etkisi ve dahli oldu mu? Kimse net olarak bu sorulara cevap verebilecek durumda değil. Görüşmenin tarafları ise, ketumiyetlerini sürdürüyorlar. Ketumiyet sürdükçe de spekülasyonlar ve yorumların ardı arkası kesilmeyecektir. Bugün yaşandığı gibi…
Yakın tarih ve tarihimiz benzeri Çırağan Sarayı görüşmelerine sahne olmuştur. Zaman zaman pazarlıklar olmuş ve zaman zaman da mürur-ı zamana uğrayan pazarlıklar etkisini kaybetmiştir. Bazı pazarlıklar da gelişen ve değişen süreçler de kendiliğinden bozulmuştur. Bu tarihî pazarlıklara dair en somut gelişmelerden birisi Lübnan üzerinde ABD ile Suriye arasında kotarılan pazarlıklardır. Bu pazarlıkların mimarı Kissinger olmuştur. Suriye Golan Tepelerini kaybetmiştir ve gözü burasının yeniden geri alınmasında ve istirdadındadır. İsrail de hem stratejik, hem turistik, hem de tarım ve su kaynakları açısından buradan vazgeçmek istememektedir. Oldu bitti ile burasını yutmak ve topraklarına katmak niyetindedir. Bununla birlikte, Suriye ile İsrail arasında ne savaş, ne barış veya mütareke halinin devamı da zımnî mutabakata bağlıdır. İşte bunu sağlamak da Kissinger gibi siyaset dahilerine düşer. Kissinger, Hafız Esad’la defalarca görüşür ve Golan meselesinin telafisi için alternatif tekliflerde bulunur. Bu tekliflerden birisi de Lübnan’ın kontrolünün Suriye’ye bırakılmasıdır. Bunda Lübnanlılardan başka herkesin menfaati vardır. Suriye, Lübnan’ı her türlü ticarî ve kirli işlerinde kullanmaktadır. Lübnan Şam’a verilen bir ödüldür. Buna mukabil, Amerikalılar ve İsrailliler de durumdan memnundur. Zira Lübnan Suriye için bir oyalanma ve avunma mahallidir. Suriye buradaki varlığını korumak için İsrail ve ABD ile iyi geçirmek zorundadır, yoksa Beyrut Şam’a dar edilir. Şam, Beyrut üzerinden kontrol edilir. Şam, Beyrut’u kontrol ederken, ABD de Beyrut üzerinden Şam’ı kontrol etmektedir. Suriye’nin Lübnan hakimiyetinin detayları sürekli olarak ABD ile Suriye arasına teati edilir. Esad rejimi burada kalkışacağı büyük operasyonlar için ABD’den ön izin ve onay alır. Zaman zaman bu bağımlılık Şam’a giran gelse de durum bu minval üzerine seyreyler. Baba Bush döneminde ve Saddam Hüseyin’in Kuveyt’i işgali sırasında kimileri baba Esad’a Irak karşısındaki cepheye geçmemesi için yalvarırlar, ama baba Esad, Amerikalılar gibi gayet pragmatiktir. Karşı cepheye geçmenin kendisine bir şey kazandırmayacağını, hatta bedeli olacağını söyler. Dolayısıyla Nasır gibi ‘muhalif müttefik’ olan baba Esad ile baba Bush arasında ilişkiler Kissinger’in bıraktığı şartlar üzerinden tazelenerek devam eder. Ama bu pazarlık, oğullar döneminde sona erer. İttifakın devamı Bağdat üzerinden sağlanmıştır, ama oğullar döneminde ‘yanlış hesap Bağdat’tan döner’ misali yine Bağdat’tan dönmektedir.
***
Bunun kıssasını Lübnanlı Maruni Patrik Nasrullah Sufeyr aktarır. Baba Esad ve baba Bush döneminde kotarılan yeni pazarlık on yıl devam eder ve 2003 Irak işgaliyle birlikte miadını oldurur. Şam, bunu tamir etmeye kalkışsa bile, objektif şartlar değişmiştir. Şam’ın işgale muhalefeti, 1 Mart tezkeresinin reddi etkisi yapmıştır. Türkiye’nin PKK ve Kuzey Irak’taki fiilî devlet oluşumu üzerinden cezalandırılması gibi, Şam da artık Lübnan üzerinden cezalandırılmalıdır. İşte, bu galeyan ve gerilim günlerinde Refik Hariri bir suikasta kurban gider ve Şam’ın Lübnan’da ipinin çekilmesinin vakti gelmiştir. Hariri bağı Chirac Fransası’nı da Bush’un katarına ve saflarına dahil eder ve böylece 1559 sayılı karar neticesinde Saddam’ın Kuveyt’ten sürülmesine benzer bir şekilde Esad hanedanlığı da Lübnan’dan kovulur. Benzeri pazarlıklar oldukça fazla. Bu uluslararası pazarlıklardan birisinin de Radovan Kradziç adlı Sırp çete (Çetnik) lideri ve katiliyle ilgili olduğu anlaşılıyor. Karadziç’in yakalanmaması için Rusya, ABD ve Fransa arasında bir centilmenlik anlaşması yapılır ve bu anlaşma mucibince aranan Karadziç yer yarılır içine girer ve bir türlü bulunamaz. Bu pazarlıkta Chirac’ı ikna etmek de Clinton’a düşmüştür.
***
Benzeri bir pazarlığın da Pakistan’da da darbe lideri Müşerref ile devirdiği Nevaz Şerif arasında yaşandığı anlaşılıyor. Bu pazarlık da 10 yıllığına icra edilmiş. Ancak Amerikalıların da zorlamasıyla yeni hükümet teşkilinde ve Müşerref’in yeni bir cumhurbaşkanlığı devresi konusunda Benazir ile Müşerref’in pazarlıklar yapması, süre dolmadan ülkesine dönüşü konusunda Nevaz Şerif’i de cesaretlendirmiştir. Benazir’in dönüşünden istifade ile o da dönmek istemiştir. Gelişmeleri yeni bir dönem olarak algılamıştır. Maskeli baloya o da katılmak istemişse de yeni pazarlığın tarafları onu istenmeyen adam ilan etmiştir. Dönüşünde kendisine 10 yıllık anlaşma hatırlatılmış ve 4 saatlik gözaltından sonra yeniden geldiği yere geri gönderilmiştir. Gözünün yaşına bakılmamıştır. Ayrılırken de göz yaşlarını tutamamıştır. Bakalım, Çırağan Sarayı pazarlığının kokusu ne zaman çıkacak? Baykal ile yapılanın kokusu Zülfü Livaneli ve Yaşar Nuri Öztürk’ün faş etmesiyle kısmen ortaya çıktı. Günümüzde hiçbir şey gizli kapaklı kalamıyor. Nasıl olsa gizli kapaklı ilişkiler, geri kalanı da bir gün ortaya çıkacaktır.
13.09.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Barış, çeşitli şekillerde tasvir edilebilir.
“Barış”, küskün insanların “barışması” anlamına gelebileceği gibi; toplu halde yaşayan insanların, birbirine saygılı davranarak yaşaması anlamına da gelebilir.
“Yurtta sulh, cihanda sulh” derken, halkının bir bölümüne yan gözle bakan bir anlayışın barış ile ne ilgisi olabilir ki?
İşi tahkir ve tezyife götürmeyen tutum ve davranışları hoş karşılamak barışın kendisidir.
“Barışmak” muhatabın görüş ve kanaatlerini kabullenmek anlamına gelmiyor.
Dünyayı ateşe atan iki cihan savaşı, barışı insanlara çok pahalıya maletti.
Ve insanlar anladılar ki, kin ve nefretin insanlara hiçbir faydası olmadı.
Türkiye iki cihan savaşında yaşanan anlayışı bırakması gerekiyor.
Ülkemizin sıkıntısı sadece ekonomi değil. Birbirini anlamamak, muhatabını yok saymak olayıdır.
Başı örtülü ile örtülü olmayanın el ele dolaştığı, sakallı ile sakalsızın kucaklaştığı, farklı partilere mensup insanların tokalaştığı bir Türkiye’yi istiyoruz.
“Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur” dediğiniz zaman, diğer ülkeleri ve insanları düşman ilân etmiş oluyorsunuz.
Hani “cihanda sulhun” karşılığı?
“Yaratılanı severiz Yaratandan ötürü” diyen Yunus’un sesine kulak verelim.
“Dostlarına karşı mürüvvetkârâne (mertçe) muâşeret ve düşmanlarına sulhkârâne (barış içinde) muamele etmek” gerektiğini ifade ediyor Bediüzzaman.
13.09.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Eğitim ve dayanışma müessesesi: Cemaat |
|
Herkes acılardan kurtulup huzurlu, mutlu bir hayat sürdürmenin peşinde. Kimi bunun zenginlik, kimi şan-şöhret, kimi mal/mülk, mevki/makam, kimi evlad ü iyal ile elde edeceğini düşünür ve ona göre çalışır. Halbuki ve hiç şüphesiz ki, gerçek huzur, mutluluğun yolu iman; yani, Kur’ân ve Sünneti öğrenmek, anlamak ve yaşamaktan geçer.
Zira, üye olmayan, ne dünya, ne sonsuz mutluluk yurduna girebilir. Üye olmanın şartı da, imandır. Yani, ruh ve duygularımızı dizayn ediliş çizgisinde geliştirmektir. Şu halde, ebedî güzellikleri ferd, aile ve toplumun tüm katmanları olarak benimsemeli ve özümsemeliyiz. Doğru İslâmiyet, yani sağlam bir din/iman öğretimi ve eğitimiyle mümkün. Temel eğitim ile terbiye ailede alınır. Ne yazık ki, sarsılan bu en eski ve kudsî müessese de gerekli bilgi ve donanıma sahip değil…
Öte yandan, jakoben laik, seküler eğitim sistemi de gerekli eğitimi vermiyor, veremiyor. Zaten, verilen, “Din kültürü ve ahlâk bilgisi”nden ibarettir. Bilgi vermek ayrı bir şey, ruh, mânâ, şuur vermek ayrıdır.
Diğer taraftan teknolojik gelişmeler, iletişim ve ulaşımı hızlandırırken; aynı zamanda insanları birbirinden ayırıp ferdiyetçiliğe (bireyselliğe), yani, yalnızlığa itiyor. Bu da, ferdi alkol, uyuşturucu ve benzeri kötü alışkanlıkların pençesine atıyor; aileyi parçalıyor, toplumu huzursuz ediyor.
İşte iman ve Kur’ân eğitimi, manevî hayattaki eksikliklerimizi tamamlamak; çağın en büyük hastalıklarından yalnızlığı aşmak için hemcinslerimizle iletişim, dayanışma ve yardımlaşmaya mecburuz. Bu da ancak gruplaşma/cemaatleşme ile mümkün.
Cemaat, sosyal hayatın zaruriyatlarındandır. Zira, insanlar aynı kalıp, aynı tornadan çıkmış, tek tip varlıklar değildir. Farklı mesleklerin bulunması gibi, farklı cemaatlerin bulunması da içtimâî hayatın tabiî bir sonucudur. Bu aynı zamanda, mânevî işlerde ve hizmetlerde iş bölümüdür. Buna esnaf ve pazarcılar örneğini verebiliriz. Kimi soğan, sebze, kimisi meyve, kimisi başka bir mahsül satar. Herkesin aynı şeyleri, aynı üslûpta satışa arzetmesi beklenmemeli.
Ana, üst kimlik imandır, İslâmiyettir. Bir alt kimlik mezheptir. Bunu da alt grubu, meşrep-meslek olabilir. Cemaat, meşrebden doğmuş olmalıdır. Tüm Müslümanlar bir cemaattir. Ancak, ayrı mezhepten olup aynı meşrepte olanlar cemaat oluşturabilir. Dolayısıyla farklı frekanslar, farklı grupları, cemaatleri oluşturur. Bu farklılıklar,—her zaman, herkesin söylediği gibi—zenginliktir, güzelliktir.
Cemaatleşme, sosyal bir ihtiyaçtır denilebilir. İnsanlar bir araya gelmek, dertlerini birbirine aktarmak, yekdiğerine teselli vermek ve sohbet etmek ister. Bu fıtrî bir meyildir. Bugünkü sefih medeniyet, bu boşluğu, meyhane, pavyon, kahvehane, eğlence ve sefahet merkezi klüplerle doldurmaya çalışıyor. Ne var ki, değil tesellî ve tedavi, maddî-manevî problemler katlanarak büyüyor, çoğalıyor…
Bu feyizli ve mübarek günlerde daha ziyade “cemaat, cemaatin işleyiş tarzı, cemaate mensup fertlerin görevleri, cemiyet, meşveret/danışma, ittihad, uhuvvet/kardeşlik, muhabbet/sevgi” gibi meseleleri etraflıca ele alacağız. Önce, ferdin (bireyin) kişilik, şahsiyet, huy, ahlâk ve mizacı, ardından da cemaatle iletişim ve ilişki boyutlarını değerlendirmeye; bu çerçevede şu soruların cevaplarını bulmaya çalışacağız:
Cemaat nedir? Bir cemaate dahil olmak şart mıdır? Şahs-ı mânevî nedir? Kaç çeşit cemaat yapılanması var; açık, kapalı cemaat nedir? Cemaate dahil olan fertlerin dikkat etmesi gereken hususlar nelerdir? Cemaat fertler hakkında kararlar verebilir mi?
Meşveret nedir? Meşveretin, yapısı, işleyişi nasıldır? Kimler meşverete seçilir; nasıl seçilir? Ehil olmayanlar meşverete seçilirse ne yapmalıdır? Meşveret kararları nasıl alınır? Meşveret kararları bağlayıcı mı? Kararlar çoğunluk ile alındığına göre; azınlıkta kalanlar nasıl davranmalı?
NOT: Mübarek Üç Aylar, geçmiş Regaib, Mi’rac, Berat Kandilinizi ve Ramazan-ı Şerifinizi tebrik eder; camiamız, milletimiz ve İslâm âlemi için hayırlara; insanlık için hidayete vesile olmasını Cenâb-ı Hak’tan niyaz ederim.
13.09.2007
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
14=13+simitçi |
|
Bir "12 Eylül" hatırası
Cemal Beyle komşu ve hemşehriyiz. Onunla zaman zaman sohbetlerimiz olur.
"12 Eylül darbesi" olduğu esnada (1980), DİSK'e bağlı bir sendikanın İstanbul şubesinde çalışıyordu.
Başından geçen ibretlik bir hadiseyi bize şöyle anlattı:
"Bir gün askerler geldiler. Birlikte çalıştığımız sendika yönetici arkadaşların hepsini topladılar. 'Sıkıyönetim Komutanlığı emridir. Sizi Selimi Kışlasına götüreceğiz' dediler.
"Bizi apar–topar askerî araca bindirdiler. Yolda giderken, telsizle kaç kişi olduğumuz soruldu. Başımızdaki komutan da, heyecan ve telaştan olacak, iyice sayamadan 'Komutanım,14 kişiler' diye cevap verdi. Halbuki, biz 13 kişiydik.
"Merkeze bilgi verildikten sonra, komutan tekrar saymaya başladı. Bir de baktı ki, toplam sayımız 13.
"Yeniden bir tedirginlik ve telaş başladı. Askerler, aralarında ne yapacaklarını konuştular.
"Kısa bir süre sonra, içinde bulunduğumuz araba durdu. Yolun kenarında simit satan bir adam vardı. Komutan, sert bir şekilde onu çağırdı. Adam da, yarı sevinç yarı ürkek bir vaziyette arabaya doğru koşarak geldi ve 'Buyrun abi, kaç simit istersiniz?' diye daha lâfını bile tamamlayamadan, kolundan tutup onu da aracın içine attılar.
"Bu vaziyette, yani 14 kişi olarak Selimiye Kışlasına götürüldük. Oradaki görevlilere teslim edildik. Derhal nezarete atıldık.
"Simitçiyle birlikte ifademiz ancak üç ay sonra alındı.
"O zamanki kànunlara göre, gözaltı süresi üç aydı. Üç ay sonra mahkemeye çıkarıldık. Kimimiz beraat ettik, kimimiz hapsi boyladık.
"Fakat, en çok üzüldüğümüz kişi simitçiydi. Zira, o tamamen bir yanlış sayı telaffuzunun kurbanı oldu. O an için, yolun kenarında simit satmaktan başka hiçbir suçu yoktu. Bir hiç uğruna, üç ay müddetle nezarette kaldı. Bundan ailesinin dahi haberi yoktu."
Evet, ihtilâl tasarrufu kabilinden, bunun gibi daha başka hadiseler de var.
İhtilâlleri–iyi niyetle olsa bile–alkışlayarak tasvip edenlerin, işlenen bunca zulüm ve adâletsizliği düşünerek, herhalde nedamet duyarak tevbe etmesi gerekir.
Başkent'in en güçlü tarikatı
Milliyet'in başyazarı Güneri Cıvaoğlu'nun mükerrer yazdığına göre "Başkent'in en güçlü tarikatı, 'Baytaşiler'dir." (11 Eylül 2007)
"Aralarında başbakanların, bakanların, milletvekillerinin, yüksek yargı mensuplarının, büyük bürokratların, gazetecilerin (Bu arada Cıvaoğlu'nun), hekimlerin, avukatların, işadamlarının bulunduğu" bu tarikat, ismini liderinin soyisminden alıyor; yani Kemal BAYTAŞ'tan...
Geçenlerde Başbakan Erdoğan'dan ödül alanların arasında da bulunan Baytaş, aynı zamanda Türk Tanıtma Vakfı (TÜTAV) Yönetim Kurulu Başkanlığı görevini yürütüyor. Hem de, bu vakfın kuruluş tarihi olan 1982'den bu yana...
Bunların çoğu normal sayılabilecek bilgi kırıntıları.
Anlaşılması zor görünen noktalar ise şunlar:
1) Cıvaoğlu, yazısında "Tarikat dediğimize bakmayın. Alkol alanı da vardır, almayanı da... Kimsenin inançları ayrım konusu değildir. Tam laik ve Atatürkçü bir dostluk çemberi" diyor.
Böyle bir şey nasıl olur?
Bir kere, laiklik ve Atatürkçülük, tarikate tamamıyla karşı ve aykırı.
Ayrıca, tarikatler de, müritlerin alkol almasını uygun bulmuyor, kabul etmiyor.
Demek ki, ortada bir ucûbe, bir hilkat garibesi var.
2) Cıvaoğlu ve benzerleri, acaba kategorik olarak Baytaş'ın hangi türden mürididir?
Zira, sayın Baytaş, birçok vakıf ve kuruluşun başkanıdır. Hatta, başkanı olduğu vakıflardan biri kendi adıyla kurulmuştur: (KEBASAV), yani Kemal Baytaş Kültür ve Sanat Vakfı...
Sanırım, Cıvaoğlu'nun açtığı bu konunun detaylarını bizim gibi başkaları da merak etmişlerdir. Bakalım devamı gelecek mi?
GÜNÜN TARİHİ 13 Eylül 1921
Sakarya Meydanından yükselen moral
1921 yılı Temmuz'unda şiddetlenen Yunan taarruzu, Millî Kuvvetlerimizin Eskişehir–Afyon–Kütahya hattında bozguna uğramasıyla neticelendi.
Yeniden toparlanmak maksadıyla 100 km kadar geri çekilen Millî Kuvvetlerimiz, Sakarya Nehrinin doğusunda (Polatlı civarında) karargâh kurdu.
Yunan taarruzu aralıksız şekilde yine devam etti. Ancak, bir başarı sağlayamadılar.
Önceki muharebelerde yaşanan mağlubiyet, bilhassa subaylarımızın izzetini kırmış gururunu rencide etmişti.
Bunu telafisi gerekiyordu. 10 Eylül'de tam bir azim ve kararlılıkla harekete geçen ve düşman birliklerini geri püskürtmeye başlayan askerimiz, 13 Eylül gününe kadar Sakarya Nehrinin doğu kısmına tamamiyle hâkim oldu.
Düşman kuvvetleri, nehrin batı yakasına geçmek zorunda kaldı.
Bu büyük muharebede, çok sayıda subayımız şehit oldu. Öyle ki, subay kaybı er ve erbaş kaybını neredeyse ikiye–üçe katladı.
Bu savaşların neticesinde, taraflar on binlerce kayıp verirken, bir o kadar da yaralı asker sayısı ortaya çıktı.
Zafer sonrasında asker ve milletimizin kazanmış olduğu yüksek moral, bu hadisenin en önemli neticesi olmuştur.
Zira, düşman taarruzu artık durmuş ve savaş birlikleri geriç çekilmeye başlamıştır.
13.09.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Rahmetle uyanan dünyamız |
|
Zaman korkunç bir fırtına, dehşetli bir hortum. Her şeyi sürükleyip sonsuzluklar ülkesine götürmekte. Dünyamız, mahşer meydanı etrafında titiz bir daire çizerken, üzerinde yaşayanlara zaman zaman Mahkeme-i Kübrâ’yı, hesabı, büyük sorguyu hatırlatırcasına deprenmekte, her fırsatta sert mizacıyla celâl ve izzet Sahibi Rabb-i Zülcelâl’i zikretmekte.
Yuvarlanıp giden dünyamız içinde biz de varız. Biz de dünyamızla birlikte sür’atle, sağa sola sapmadan, ebediyete doğru hızla yol almaktayız. Dehşetli bir yolculuk, damarlarımızdaki kan gibi, hızla devam etmekte. Gidiyoruz. Aldanmakta çare yok.
Yolumuzu bazen rahmet ve mağfiret günleri de kesmese, nice olurdu hâlimiz Ya Rab? Günahlarımızla, isyanlarımızla, cürümlerimizle, hatalarımızla, kusurlarımızla, noksanlıklarımızla, hâlimiz ne olurdu? Zat-ı Zülcelâl’ine sonsuz şükürler olsun ki, rahmetin var! Cemal Sahibi Zat’ına sınırsız hamd ü senalar olsun ki mağfiretin var! Kemal Sahibi Zat’ına hesapsız minnettarız ki, bizimle günahlarımızla, kusurlarımızla, zaaflarımızla değil; affınla, bağışlamanla, muhabbetinle, lütfunla, merhametinle muamele buyuruyorsun.
Rabb’im; bu kıymet biçilmez rahmet günlerine bizleri ulaştırdın; kadir ve kıymetini bilmeyi de nasip ve müyesser kıl. Bizleri “kıymet bilmeme” vahametinden koru! Bizleri “kadir bilmeme” körlüğünden muhafaza buyur! Bizleri nankörlük belâsından halâs eyle! Rabb’im, bizleri şükredenlerden eyle. Âmin.
Bu sabah uyandık ki, rahmetin gölgesi üzerimize düşmüş. Rahmet, yolumuzun üzerinde. Hani yolda sokakta yürürken, elimizi uzatsak ona ulaşacağız, gözümüzü ve gönlümüzü açsak ona ereceğiz, yüreğimizi yoklasak onu yüreğimizde bulacağız. Çünkü o bize canımız kadar yakın, ruhumuz kadar bizim içimizde, kalbimiz kadar bizim derinliğimizde. Biz onunla olabilirsek eğer!
Çünkü o Allah’ın kâinatı ihata eden, âlemleri kuşatan, dünyayı ve âhireti kabzası içine alan Rahman ve Rahîm isimlerinin eseri. Samed iminin eseri. Çünkü o Kur’ân ayı, Rahmet ayı, Ramazan ayı, Oruç ayı. Bizi ona, varlığımızı ibadetine, ruhumuzu rahmetine, duygularımızı muhabbetine eriştiren Rabb-i Rahîm’e kâinatın zerrâtı adedince hamd ü senalar olsun. Âmin.
Bu ayda Kur’ân arzımıza indi, aramıza indi, gönlümüze indi. Onun inişini farz oruçla kutlamak ve tebrik etmek ne büyük kadirşinaslık! Bu bir ayın içini gelin, Kur’ân’la dolduralım. Onu defalarca okuyalım; üzerinde düşünelim; âyetlerini tefekkür edelim; mesajlarını alalım; Sâni-i Zülcelâl ile bire bir muhatap olalım, konuşalım; O’na yönelelim, O’na müteveccih olalım; O’nun marziyâtının, razı olduğu şeylerin ve bizden istediklerinin ne olduğunu öğrenelim; O’nunla dolalım; O’nunla taşalım bu ay.
Bu ay Rahmet ayı. Rahmet bekleyen, rahmete muhtaç ve rahmete muntazır bizler, küçüklerimize, büyüklerimize, yaşlılarımıza, hastalarımıza, kimsesizlerimize, yetimlerimize birer “merhamet meleği” kesilmeyi ihmal etmeyelim. Ağlayan çocuktan, düşen yaşlıya kadar; inleyen hastadan, hüzünsüz günü geçmeyen garip ve kimsesizlere kadar her yürek sahibi, ilgi ve merhamet alanımıza muhakkak girsin. Onlara yüzümüz bir başka gülsün, gönlümüz bir başka eğilsin, kucağımız bir başka açılsın, ellerimiz bir başka uzansın, yüreğimiz bir başka çarpsın bu ay.
Yaklaşalım ki, Allah’ın yakınlığını kazanalım. Merhamet edelim ki, Allah’ın rahmetine nail olalım. Sevelim ki Allah’ın rızasına erelim. Verelim ki, Allah’ın sonsuz ikramlarına erişelim. Kucaklayalım ki, Allah’ın şefkatine ulaşalım. Allah’ın izni ile, inâyeti ile, lütfu ile, bereketi ile.
Rahmet ayının tüm İslâm âlemi ve tüm insanlık için hayra, muhabbete, sevgiye, dostluğa, barışa, kardeşliğe vesile olmasını Rabb-i Rahîm’den niyaz ederim. Bu ay hürmetine niyaz edelim ki, Müslümanların, masumların ve mazlumların üzerinde dönüp duran kara bulutlar dağılsın, savaşlar kalksın, vahşetler kalksın, katliâmlar bitsin, terör bitsin, kanlı eylemler sona ersin, hileler, tuzaklar nihayete ersin, adavetler son bulsun, husumetler bitsin, dargınlıklar ve kırgınlıklar gönül bahçemizden kovulsun.
Mübarek Ramazanınızı tebrik ederim. Farz orucunuzu tes’îd ederim. Her şey gönlünüzce olsun. Kalbinize, ruhunuza, evinize, barkınıza, yuvanıza, işinize, dünyanıza, âhiretinize nur ve bereket dolsun. Cümleniz, bu aydaki oruç vesilesiyle, Reyyan kapısından Cennete girenlerden olun. Âmin.
13.09.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
“Zam”lı Ramazan sevinci |
|
Bu yıl, Ramazan ayı öncesinde ‘fiyat artışları’ fazlaca tartışıldı. Nisbi olarak enflasyonun düşmesine rağmen, Ramazan ayındaki talebi fırsat bilen bazı üreticiler, ürünlerine keyfi zam yaptılar.
Bu davranışın özel sebepleri olsa da, temelde ‘ticarî ahlak’ı ilgilendiren bir yönü olduğu ortada. Fırsatçılık yapmak, hele bunu hayır ve bereket ayı Ramazan’da yapmak hiç de şık olmamıştır.
Ramazan öncesi, gıda sektöründe faaliyet gösteren bir pazarlama şirketinin üst düzey yöneticisiyle sohbet etme imkânı bulduk. “Bir dokun, bin ah işit” misali; dıştan bakılınca problemsiz görülen sektörün onlarca belki de yüzlerce problemi olduğunu anladık. Gıda sektöründe önemli bir yere sahip olan firmanın yöneticisine, “Üretici firmalar, Ramazan ayındaki talebi kâra çevirmek için fiyat artışı yaptılar mı?” diye sorduk. Cevap, “Maalesef bazı ürünlerde fiyat artışı oldu” şeklinde geldi.
“Ramazan zammı” gören kalemlerin başında yağ çeşitleri geliyormuş. Yağ tüketimi ciddî anlamda artığı için fiyatlar da yükselmiş. Bunun yanında gerek ‘küresel ısınma’ ve gerek başka bazı sebeplerden dolayı piyasada ‘yeşil mercimek’ kalmadığını da bu vesile ile öğrendik.
Türkiye, başka pek çok sahada olduğu gibi tarım sahasında da gerekli planlama ve organizasyonu yapabilmiş değil. Çoğu zaman üretim miktarı dahi doğru tahmin edilemiyor. Böyle olunca, çiftçiler de plansız ekim yapıyor ve neticede uygun olmayan piyasa şartları ortaya çıkıyor. Bazı ürünler ‘az’ olduğu, bazı ürünler de ‘çok’ olduğu için hem çiftçilerimiz, hem de tüketicilerimiz zarar ediyor.
Mesela, fındık ve çaydaki ‘ihtiyaç fazlası üretim’ başımıza dert olabiliyor. Bilhassa çay konusunda ciddî sıkıntılar yaşanıyor. Çay üretimine geçildiği ilk yıllarda köylüler; devlet memurları tarafından sürekli ziyaret edilmiş ve ‘Bu ürün çok kârlı, mısır tarlalarını çay tarlalarına çevirin’ diye teşvik edilmişlerdir. Neticede vatandaş bu tavsiyeye uymuş ve tamamen çay üretimine geçmiştir. Gerçekte de çay ekimi yapanlar kâr etmiş, ancak gelinen noktada ‘üretim fazlası’ ortaya çıkmış ve bu defa çay üreticileri mağdur olmaya başlamıştır.
Bu noktada devreye girmesi gereken devlet ve ihracatçılar ise hazırlıksız yakalanmış, dünya piyasaları ile rekabet edilemez duruma düşülmüştür. Bu durum, sadece ‘çay’da değil; başka pek çok üründe de yaşanmaktadır.
AB üyeliği yolunda ilerleyen Türkiye, her işinde olduğu gibi tarım sektöründe de planlamayı esas almalıdır. Aksi halde, her Ramazan ayın öncesinde ‘zam fırsatçıları’yla ilgili tartışmalara şahit oluruz.
“Ramazan zamları” tartışmalarıyla girmiş olsak da, on bir ayın sultanı Ramazan ayına kavuşturduğu için Rabbimize hamd olsun, şükrolsun...
13.09.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
İsmail BERK |
Bugün Ramazan |
|
Bu gün, rahmet ayının hayatla buluşturduğu yeni bir huzur mevsimine girdik. Hayat olan imanla ibadetin şaha kalktığı bir bereket ayı. Bütün organların kendi dilleriyle oruçlandığı bir iklime girdik. Her yönüyle kendine has, akıl ve kalb buluşmasının en lezzetli ruhani hallerinin yaşandığı bir özel merasim ayı. Bütün mevcudatın, insanın bu ibadet gayretine ve kulluk şuuruna sevinçle mükabelede bulunduğu bir mağfiret ayı.
Kendimize döndüğümüz, acizliğimizi hissettiğimiz, teslimiyetle tecellilere mazhar olduğumuz çok istisnai ve rahman isminin mazhariyetine en yakın olduğumuz bir nurani atmosfer. Oruçluyken, yanlış bir davranış karşısında “Ben orucum”diyerek ibadet halini terk etmemek, sevap mevzisinden uzaklaşmamak ve şeytanı güçsüz kılan bir hususiyeti devam ettirmeye yönelik en büyük teyakkuz hali.
Konu komşu gözetmek, sosyal hayatın her kese şamil, ikram ve ilgi sofraları ile hayata canlılık ve mü’mince dayanışma imkânı vermektedir. Zekât dönemi aynı zamanda... Zenginden fakire bir emanet devri. Emanetlerin sahibi adına, onun veznecisi ve malın bekçisi olarak muhtaçların hakkını dağıtmak ve bunu rıza dairesinde ihlasla yapmak, gufran ayının ayrı bir merhamet göstergesi.
Oruçla, vücut dinlenirken, yenilenen organizma kendi sisteminde manevi aleme daha öncelik verir ve duyarlılığını ruh ve vicdan zemininde ubudiyetle çekirdekleri ahiret toprağına gönderir. Namaz vakitleri, daha ayrıcalıklı bir itina görür. Ezanlar ilk defa namazla tanışacakları teravihe farklı bir heyecanla davet eder. Cuma günleri, kendini çok müstesna bir dini merasimle hissettirir. Kalabalıklar cemaati sokağa, caddeye taşır.
Oruçlunun yüzü, hırstan ve kibirden uzaklaşan bir mülayemeti ifade eder. Duygular, kalbin tatminini temin edecek Allah’ın zikrine ve onun memnuniyetine yönelir. Akıl, okuduğu Kur’ân’ı anlamaya ve tefekküre gark olmaya namzettir. Nazil olduğu ayın kutsiyetiyle ilahi emrin en çok terennüm edildiği bir dua tesirlidir.
İnsanın kendi nefsinden ve şehevi hislerden arındığı bir fikir zenginliği kucaklar. İslâm alemi ile yakınlaştırır. Muhabbet sağanağı, kalbten kalbe mânâları kucaklaştırır. İnsanları birbirine karşı ısındırır. Barış ve sükunet her tarafı sarar.
Evlerde ayrı bir şenlik var. İlk teravihe hazırlanma coşkusu, yeni adaylarla eskilerin ortaklaşa programına vesile olur. Teravih sonrası cami çıkışı, yakın dostlar ayın önemine dair sohbet derinliğine dalarlar. Gece uyurken, yeni günün ilk planı çoktan yapılmıştır. Sahura kalkılacak, mide deposu gün boyu ibadetlenecek vücudu takate hazırlayacak. Ağzın nefes alma verme dışında bütün girişleri yasaklanacak. Girişleri kontrol eden bu nöbet hali, bütün uzuvları kapsayacak şekilde konuşmaya, duymaya, görmeye ve düşünmeye sirayet etmekte.
Mağdur, mazlum ve işgal altındaki Müslümanlara dua etmek, onların feklaketlerden kurtulmasına ve madi manevi huzurlarına iştiyakla niyazda bulunmak, ayrı bir şuur ve hassasyet olarak bütün zamanların üstünde devam edip gider.
İşyerleri, çarşı pazar, dostların görüşmeleri, çevre ve aile, toplum ve ülke, dünya ve insanlık, kısacası her şey Ramazanlaşır bu mevsimde. Herkes, Ramazandır. Hepimiz Ramazanız.
Bir de Resulullah’ı ziyaret varsa bu kutsi ayın randevusunda, şükür secdesine kapanmanın en mukaddes süruruna en yakın noktadayız demektir. Risaledeki Ramazan dili, “Ramazan’a dairdir.” Mevzuu, zihnin şuurlanmasına verdiği fikir ikramı ile ayrıca Ramazan’a bakışımız kiymet ve ehemmiyetini tattırır.
Bu gün, yarın ve sonrası hep Ramazan tadında olsun inşallah. Ramazanlaşmak duasıyla.
13.09.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Cevher İLHAN |
Bismillah... |
|
“Bismillah”la başlayıp, “geldiğimiz yerden devam” edeceğiz.
Başkent yazılarımızda, dâvânın vefâkâr mânevî mirâsı ile hürmetkâr istikbâlin inkişâf ve ihtişamına köprü olacağız; geçmişten geleceğe hâfızaları tâzeleyeceğiz.
“Hakkı ve sabrı tavsiye” eden istikâmetli hizmet emânetinde emin olmaya çalışacağız.
Esasen, fâni olan bu kubbede hoş bir sadâ, kalıcı bir iz bırakmak adına tarihe not düşeceğiz. İnanç değerlerimizin mânevî dinamiklerine “hizmete ve hizmette devam” diyeceğiz.
Mutlak hakikatten muktebes şanlı mâzinin şeref levhalarını, muhteşem mânânın kudsiyetini karınca kararınca bugüne aktaracağız; göz kamaştırıcı istikbâli istikbâl edeceğiz. İnancımızdan, mukaddeslerimizden, tarihimizden yoğrulan edebli geleneği geleceğe taşıyacağız…
Ama hiçbir zaman günübirlik ve harc-ı âlem olmayacağız; ucuz hesapların peşine düşmeyeceğiz. Haktan, hukuktan, adâletten yana olacağız. Hep “hakkın hâtırını üstün tutacak, hakkın hâtırını hiçbir hatıra fedâ etmeyeceğiz.”
* * *
Hakkın ve hakikatin bayraktarı Yeni Asya’da, kalemimiz hep hayrı yazacak…
İnsanlığın mânevî çöküşüne karşı mânevî esasları… Küresel yıkılışa cihânşümul çâreleri… Çevre tahribatına tedbirleri… Milletin, gençliğin, âilenin, çocukların geleceğini… Âyetin işâretiyle, toplumun, tohumların, zürriyetlerin, nesillerin, lisânın, kelimelerin değiştirilip dejenere edilmesindeki ifsad ve fitneyi açığa çıkaracağız…
Elimizle, dilimizle, kalbimizle ve kalemimizle bozgunculuğa karşı koyacağız. Zâlime ve zulme karşı duracak, mazlumların sesi olacak; feryadlarını sütunlarımızda duyuracağız. Oynanan oyunlara dikkat çekip, zındıka komitelerinin aldatıcı propagandalarını boşa çıkarmaya çabalayacağız.
Asya’nın bahtını, İslâm âleminin taliini tahlil edeceğiz. İslâm coğrafyasında, mazlum dünyada, mâsum ve mazlumların aleyhinde döndürülen dolapları deşifre edeceğiz.
Zâlimlerin kılıçlarından medet ummayacağız. Gaddarâne çıkar projelerinin ipliğini pazara çıkaracağız. Bunlardan menfaat uman politikaları fark edip fark ettireceğiz.
Dünden bugüne mânâ ikliminden pencereler açacağız. Araştırmalarımızı paylaşacağız; gördüklerimizi, duyduklarımızı, haberdar olduklarımızı usulünce haberdar edeceğiz…
Türkiye’nin ve İslâm dünyasının çeşitli hîle ve desîselerle “kutuplaşma ve kamplaşma” tuzağına çekildiği, yeniden bâdirelere sürüklendiği süreçte, emrivâkilerin içyüzünü su yüzüne çıkaracağız.
Ankara’nın arka plânında olup bitenleri aralayacağız. Dünden bugüne, bugünden yarınlara içtimaî ve siyasî mâcerânın mecrâsını haber vereceğiz.
Doğruda kalmak, hakkın yanında yer almak ve Kur’ânî kriterlerin bahşettiği isâbete ulaşmak için “mutlak hakikat”i esas alacağız; istikâmetimizi hep bu hakîkat tespit edecek…
Kısacası, hâdiselerin mâveralarını doğru okuyup anlamaya ve izâha çalışacağız…
* * *
“Bir dakikada, bulutlarla dolmuş cevv-i havayı (hava âlemini) süpürüp temizleyerek semânın berrak yüzünde ziyâdar güneşi gösteren Kadir-i Külli Şey”den, İslâm dünyası ve bu Anadolu memleketi üzerindeki “zulümatlı ve rahmetsiz bulutları da izâle etmesini” rahmetinden bekleyeceğiz. (Lem’alar, 156)
Bugün başlayan Kur’ân ayı ve mânevî bahar iklimi Ramazanın hürmetine, içindeki Leyle-i Kadrin kadrine, gelen arife ve kutlu bayramla birlikte, insanlığın, her türlü kafa karıştıran ve kalp katılığına sebebiyet veren dünyevî ve felsefî dağınıklıktan kurtulmasına duâcı olacağız. Karanlık hasîs hislerden, maddî ve mânevî kirlerden arınmasına duâ edeceğiz. Kuddüs isminin tecellisiyle, bütün nurlu bahar ve bayram temizliklerini yapmasını, hâl-ı âlemin düzelmesini dileyeceğiz.
Ve “Birgün olur elbette doğar şems-i hakikat / Hiç böyle müebbet mi kalır zulmet-i âlem” müjdesinin tam tahakkukunu bütün samîmiyetimizle niyâz edeceğiz.
“Ümitvâr olunuz!” çağrısına “Lebbeyk!” diyeceğiz. “Ümitvâr” olacağız; “âlem-i İslâmiyetin ikbâl ve istikbâline yol açan sırat-ı müstakîmde kemâl-i ümid-î zaferle çalışmak” dersini düstur edineceğiz. (Muhâkemat, 18)
İnşâallah…
13.09.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|