|
|
İslam YAŞAR |
’Dostlaar... Doostlaaarr!..’ |
|
Sulh-u umumîyi temin etmek...
Ancak insanın yapabileceği bir hareketti bu. Fert ve cemiyet olarak yaratılışının gayesini yerine getiren insanın, yani Müslümanın.
Sulh-u umumî, İslâmı yaşayan insanların hâlleri ile dilleri arasında meydana gelen insicamın intizamı nisbetinde çabuk temin edilirdi. İslâmiyet de o nisbette ihya olur ve intişar ederdi.
Ne var ki, tezatlardan müteşekkil bir varlıktı insan. Bedeni ruhuna, maddesi mânâsına, aklı nefsine, kalbi hevesine; hasılı bütün hassaları uzuvlarına münakızdı.
Gerçi Bediüzzaman’ın tabiriyle “Beden ruhun hânesi ve libasıydı. Ceset ruhla mütelezzizdi, ruh da vicdanla.” Fakat bunlar ancak o insicam, intizamla işlediği zaman tezahür edebilirdi.
Üstelik bu tenakuzların tezahürünün muayyen bir zamanı ve mahdut şartları da yoktu. Çoğu zaman hiç beklenmedik bir anda vuku bulur ve insicamın bozulmasına sebep olurdu.
“Bazen olur, melekler bile
Kıskanır temizliğimizi.
Bazen şeytan bile kaçar bizden.
Şu durmadan düzülüp koşulan
İnsan şekli var ya hani,
O öyle bir şekil ki,
Gam tezgâhında çizilmiştir.
Kimi şeytan olur insan,
Kimi melek, kimi canavar.
Bu nasıl bir tılsımdır ki,
Hepsi bir araya getirilmiştir.”
İnsan fıtratını doğru okuyup insanı iyi anlamanın tezahürüydü bu mısralar. Mevlânâ, “câmî bir istidâda sahip olan” insana insanı anlatırken bütün yönleri ile gösterme gayreti içine girmişti.
Çünkü âdeta zaaflar ve meziyetler manzumesi olan insan kendine bakarken bütün yönleriyle görmeye çalışmaz, genellikle sadece hoşuna giden cihetini nazara alıp ona göre hareket ederdi. O anda taşıdığı hâlleri ve yaptığı hareketleri zıtları ile mukayese etme imkânı olmadığı için de her hareketi meziyet zannederek yapar ve hatalarını tekrarlar dururdu.
İnsanların ekseriyeti böyle beşerî zaaflarla muzaaf olduğundan Mevlânâ, insana hareketlerini, zıtları ile mukayese ederek yapma fırsatı vermek için zaafları ve meziyetleri birlikte işlemişti.
Bunu yaparken hitabına herhangi bir zaman hududu koymamış; insanlar arasında din, inanç, fikir, milliyet, fıtrat ayırımı yapmamış, kendisi de dahil herkese hitap etmişti.
O zamana kadar hiçbir fert, cemiyet ve millet zaaflardan âzâde olmadığı gibi ondan sonra da olmayacağı ve hayat devam ettiği sürece bu beşerî ahvâl devam edeceği için yalnız kendi zamanına ayna tutmakla kalmamış, gayb-âşîna bir nazarla geleceğe de bakarak hitap hududunu genişletmişti.
Zîra İnsan Sûresi’nin “Biz insanı karışık bir damla sudan yarattık. İmtihana çekmek için onu işitir ve görür hâle getirdik. Biz ona doğru yolu gösterdik. Artık ister şükreder, ister nankörlük eder” mealindeki âyetleri mucibince insan, şükürle nankörlük arasında bir tercih yapmakla mükellefti.
İnsanlar her zaman şeytanî telkinlerle ve nefsanî tahriklerle karşı karşıya kaldıklarından, nankörlük etmeyip tercihini şükürden yana kullanarak kendisine gösterilen doğru yolda gidebilmesi için iradesini haktan, hakikatten yana kullanmaları gerekirdi.
Bediüzzaman’ın “İnsan fıtraten mükerrem olduğundan, hakkı arıyor. Bazen batıl eline gelir, hak zannederek koynunda saklar. Hakikati kazanırken ihtiyarsız dalâlet başına düşer, hakikat zannederek kafasına giydiriyor” sözleri ile de ifade ettiği gibi insan gayri ihtiyarî de olsa bazen gaflete düşüp Rabbine nankörlük edebilirdi.
“Muhakkak ki insan Rabbine karşı çok nankördür” ifadeleri de bir başka âyetin hükmü olduğundan her insan, her zaman hakikati hatırlatan hitaplara ve ikazlara muhtaçtı.
“Beri gel, daha beri, daha beri.
Bu vurgunculuk nereye dek böyle?
Bu hır gür, bu savaş nereye dek?
Sen bensin işte, ben de senim.
Hepimiz bir tek inciyiz, bir tek.
Başımız da tek, aklımız da tek.
Ne diye biri iki görürüz hep.”
Mevlânâ, o zaman böyle seslenmişti hayatında madde ile mânânın, ruh ile bedenin dengesini kaybederek dünyaya dalan, vurgunculuk yapıp hır gür çıkararak insanların huzurunu kaçıran ve her türlü ikaza, ihtara müstahak olan insanlara.
İnsan olmaları cihetiyle fakirin zenginden, havasın avamdan, âlimin cahilden, yabancının yerliden, yârin ağyardan hiçbir farkının olmadığını söylemiş ve insanları birlik şuuru ile şekillendirerek beşeriyetin incisi hâline getirmek istemişti.
Fakat insanlar bazı hayat hâllerini bir süre yaşadıktan sonra kendilerini hadiselerin akışına kaptırırlar ve herkesin öyle yaşaması gerektiğini düşünürlerdi.
İnsanların çoğunda böyle zaaflar müşahede eden Mevlânâ onlara, cemiyette, kendilerinin yaşadıklarının dışında farklı hayat hâllerinin ve insan tiplerinin de olduğunu göstermek istemişti.
“Onlar gülzardan daha güzel,
Gülden daha güler yüzlüdürler.
Diken içindedirler ama gül gibidirler,
Zindandadırlar ama şarap gibidirler,
Balçık içindedirler ama gönül gibidirler,
Gece içindedirler ama sabah gibidirler.”
Bu manzumede de olduğu gibi o maksatla söylediği şiirlerinin çoğunda aynı mısra içinde birbirine zıt unsurlar kullanmış ve ‘onlar’ dediği kişileri güzel şeylere benzeterek zorluklar içinde de güzelliklerin yaşanabileceğini göstermeye çalışmıştı.
İnsanın, hayatın cefasına da sefasına da iç dünyasında haddinden fazla yer vermediği ve ‘Dünyayı ahiretin mezrası’ olarak görüp hayatına ona göre yön verdiği takdirde diken içinde gül, balçık içinde gönül, gece içinde sabah olabileceğini anlatmıştı.
Beşeriyeti, bir bakıma Asr-ı Saadete götürecek olan yolun üzerindeki en büyük tehlike, insanın ferdîleşmesi, şahsî tavır ve hareketler içine girerek kendini olduğundan çok daha büyük görme zaafı içine girmesiydi.
İnsanın yalnız kalıp ferdileşme temayülleri içine girdikçe zaaflarının arttığını, aksiliklerinin depreştiğini, buna mukabil meziyetlerinin zayıfladığını düşünen Mevlânâ, muhataplarının görünen âlemin dar kalıplarından çıkarak cemiyetin içine karışmalarını sağlamaya çalışmıştı.
“Şu beş duyudan, altı yönden
Varını, yoğunu birliğe çek, birliğe.
Kendine gel, benlikten uzak dur,
İnsanlara katıl, onlarla bir ol.
İnsanlarla bir oldun mu,
Değerli bir maden, ulu bir denizsin.
Fakat kendinle kaldın mı
Küçük bir damla, ufak bir danesin.”
Damlaların derya olmasının sırrı saklıydı bu mısralarda. Mevlânâ insanlara, her zaman iç içe oldukları tabiî hadiselerden ve sık sık yaptıkları hâllerden, hareketlerden örnekler vererek hakikati tesirli bir dille anlatma cihetine gitmiş ve başarılı olmuştu.
Bu manzumesinde de Bediüzzaman’ın, ‘temsil dürbünü’ diye tabir ettiği misallerle anlatma tarzını kullanmış ve insanı damlaya, cemaati, cemiyeti denize, milleti, devleti de deryaya benzetmişti.
Bu temsile göre damla da suydu, deniz de, derya da. Hepsi su olan bu unsurlar, nasıl birleşip kaynaşarak büyük kütleler meydana getirebilmişlerse; aslı da, nesli de insan olan beşerî unsurlar da bir araya geldikleri ve asıllarını bozmadan ortak hareket ettikleri takdirde çok büyük bir güç kaynağı olabilirlerdi.
Lâkin bunu yapabilmeleri için kendilerine gelmeleri, yani yaratılışlarının hikmetlerine uygun hareket etmeleri; benlik, enaniyet, kibir gibi beşerî zaaflardan uzak durmaları ve insanlarla bir olmak için harekete geçmeleri gerekirdi.
Ne var ki, insanların çoğu bu hakikati bildikleri, yapılması gerektiğine de inandıkları hâlde kendi içlerindeki su ile iktifa ettikleri veya başkalarının kendi yanlarına gelmelerini bekledikleri için uhuvvete, muavenete, dayalı cemiyetler pek teşekkül etmiyordu.
“Sen kapları, testileri hele bir kır,
Sular nasıl bir yol tutar, gider.
Hele hır gürü bırak, birliğe ulaş,
Can nasıl koşup başka canlara karışır.”
Öyle insanlara bu gibi mısralarla seslenen Mevlânâ suların fıtratı gibi insanların mizacının da birleşip kaynaşmaya müheyya olduğunu, insanların; kaplar, testiler mesabesindeki hissi sınırları kaldırdıkları, menfaat kavgalarını bıraktıkları zaman istenen birliğin, beraberliğin çok çabuk bir şekilde tahakkuk edeceğini müjdelemişti.
Bediüzzaman Said Nursî’nin, “Zaman cemaat zamanıdır. Ferdî şahısların dehası ne kadar harika da olsalar, cemaatin şahs-ı mânevîsinden gelen dehasına karşı mağlûp düşebilir” sözleri ile ifade ettiği bu hakikat, bütün zamanlar için geçerli olmalı ki tarihin her devrinde insanlar çeşitli teşekküller kurarak birbirlerinden kuvvet almaya çalışmışlardı.
Onun için Mevlânâ “Birlikten kuvvet doğar” atasözünü de hatırlatırcasına, muhataplarına sık sık ‘İnsanlara katıl, insanlarla bir ol, birliğe ulaş’ diye seslenerek insanların cemaat ruhu ile canlanıp cemiyet disiplini içinde hareket ederek güçlü bir şahs-ı mânevî meydana getirmeleri gerektiğini hatırlatmıştı.
Çünkü insanlar, tarih boyunca hep birliğe, beraberliğe ihtiyaç hissettikleri kadar, ayrı kalma, müstakil olma, başkalarına hükmetme telkinlerinin de tesiri altında kalmışlar ve fert olarak da, cemiyet, devlet ve millet olarak da çok büyük zararlar görmüşlerdi.
Peygamber Efendimizin, “Sizden öncekileri aralarındaki ayrılıklar yok etti” Hadis-i şerifinde de görüldüğü gibi tarih bir bakıma bu beşerî zaafın tezahürlerinden ibaretti.
Onun için Mânevî değerlerden kuvvet alan devlet adamlarının yanı sıra kendini cemiyetin dünya ve ahiret saadetini temin etmekle vazifeli bilen bütün mürşidler, müçtehitler, mücedditler gibi Mevlânâ da her vesile ile insanları birlik ve beraberliğe dâvet etmişti:
“Dostlar, dostlar!..
Birbirinizden ayrılmayın.
Başınızdan kaçamak hevesleri atın.
Madem ki hepiniz birsiniz,
İkilik havası çalmayın.
Vefâ sultanı emrediyor.
Vefâsızlık etmeyin!..”
20.05.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
M. Ali KAYA |
Sosyal bilimler, toplum ve Bediüzzaman |
|
Fert ve toplum, parçaların bir araya gelerek oluşturdukları anlamlı birer oluşumdur. Fert dediğimiz birey, yüzlerce organ ve milyonlarca hücreden oluşan ve bir ruh bütünlüğü içinde çalışan bir bütündür. Aynı şekilde toplum da bir amaç ve amaçlar etrafında bir araya gelen bireylerin oluşturduğu bir bütündür. Bireye hükmeden ve yönlendiren ruh ve düşünce olduğu gibi, toplumları oluşturan da ortak değerlerdir. Sadece maddî menfaatler ve çıkarlar toplumu meydana getirmezler.
Sosyal hayat, farklılıklar arz etse de genelde bir bütünlük oluşturur. Aynı şekilde sosyal olaylar birbirinden farklı gibi görünse de birbirinden soyutlayamayız. Sosyal yapı içinde her unsur belli bir anlamı ifade eder. Anlamlar arasındaki uyum ve bütünleşme de sosyal sistemi meydana getirir. Bununla beraber nasıl ki sosyal grup insandan meydana geldiği halde, insandan farklı ise, sosyal sistem de sosyal unsurlardan farklıdır.
Toplumu ve sosyal olayları inceleyen bilimler pozitivisttir. Yani deney ve gözlemi temel olarak alır.
Tabiat bilimleri ile sosyal bilimler arasında önemli farklılıklar vardır. Bu farklardan en önemli olanı tabiat bilimlerinin “kavramaya”, sosyal bilimlerin ise “anlamaya” yönelik olmasıdır. Ama ne var ki sosyolog Prof. Dr. Şerif Mardin’e göre “Türkiye’de bilim, ‘Ben senden daha iyi bilirim’ demek için yapılmaktadır.”1 Gerçeği bulmaya ve ortaya çıkarmaya yönelik çalışmalar maalesef görülemeyecek kadar azdır.
Her şeyden önce toplumlar kendilerini meydana getiren kültürün ürünüdürler. Batı, Hıristiyan kültürün ürünüdür, doğu ise İslâm kültürünün ürünüdür. Aralarında İslâmiyet ile Hıristiyanlık kadar fark vardır. Bunun için tam olarak bir batılı olamayız. Değerlerimiz ve değer yargılarımız çok farklıdır. Ancak batılı doğudan, doğulu da batıdan etkilenir. Batılı doğunun fikir ve düşüncesinden etkilendiği gibi, doğulu da batının teknik ve teknolojisinden etkilenerek faydalanma cihetine gidebilir, gitmelidir de.
Sosyal değerler ahlâkî ve ilmî değerler gibi evrensel değildir. Çünkü sosyal değerler bulunduğu toplumun ve sosyal yapının izlerini taşırlar. Bununla beraber etkileşim içinde kabul ettiği değerleri de kendi dinamikleri içinde, kendine göre şekillendirmeye çalışır ve şekillendirir. Yani kendine benzetir. Buna “Kanun-u Fıtrat” denir. Toplumda yeni bir çığır açan bu fıtrat kanununa uygun davranmak zorundadır. Aksi takdirde bütün çalışmaları şer ve tahrip hesabına geçer.2 Çünkü toplumun değerleri ile oynamak ve onları tahrip etmek aslında toplumu bozmak ve tahrip etmek demektir.
Toplumda faaliyet yapanlar toplumun yapısına ve dinî/ahlâkî değerlerine uygun çalışmalar yaptıkları zaman devamlı destek görmüşlerdir. “Bediüzzaman Haftası” içerisinde yapılan faaliyetlerde salonların dolup taşması ve binlerce izleyici tarafından doldurulması bunun en açık delilidir. “Mevlânâ”, “Yunus Emre” ve “Hacı Bektaş-ı Veli” gibi toplumun manevî kültürel yapısını oluşturan değerlerin konuşulduğu her toplantı ve platformun büyük destek almasının sebebi de budur.
Bütün bu sebepler ve gerekçelerden dolayı “Madem ben bu vatanın evlâdıyım; bu vatanın saadetine çalışmak benim üzerime farzdır” diyen Bediüzzaman gibi vatanperver, dindar ve bütün ömrünü vatanın saadeti ve selâmeti için harcayan ve hiçbir dünyevî kazancı da bulunmayan bir değeri bu ülkenin milliyetperver ve vatansever gençlerine ve halkına tanıtmak bizim için büyük bir dinî ve millî vecibedir.
Dipnotlar:
1- Mardin, Şerif, Türkiye’de Toplum ve Siyaset-Makaleler 1, İstanbul, 1990, s. 133
2- Bediüzzaman Said Nursî, Lem’alar, İstanbul, 2005, s. 409
20.05.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Davut ŞAHİN |
İsimler ve resimler |
|
Yer Türkiye... Bazı il ve ilçelere bağlı köy isimlerini duyanlar kahkaha atmadan edemiyor...
Yöre halkının pek umursamadığı isimlerin ne zaman ve kim tarafından konulduğu ise bilinmiyor.
İnsanlara verilen sıfatları, meslekleri, karakterleri simgeleyen köy adları kültür zenginliği ve mizah anlayışı hakkında da bilgi veriyor.
Köy isimlerine bir göz atalım mı:
'Hamursuzlar,
Ekmekyemezler,
Beygirler,
Malaklar,
Yaramazlar,
Budalalar,
Civelekler,
Cansızlar,
Gebeşler,
Sofular,
Böcekler,
Pirceler,
Tokaşlar,
Yorgalar,
Mollalar,
Karasakallar,
Cicilli,
Kanlar,
Deliveli,
Keçioğlu,
Bitikoğlu,
Kumarlar,
Tekkeşinler,
Zurnacılar,
Bıçakçılar,
Terziler,
Horaşlar,
Yağcılar,
Tafralar,
İranlar,
Kayıplar,
Gaipler,
Tekerler,
Çaprazlar,
Solaklar,
Çiller,
Çakallar,
Dölekler,
Süllü,
Beşkeş,
Tokmaklı,
Dayaklar,
Kocakaymaz,
Hacımazlı.
Bitmedi... devamı da var:
'Bulduk,
Gırgırlar,
Şapşallar,
Kargaköy,
Boduroğlu,
Cıvcıvoğlu,
Arızlı,
Çulcular,
Arpalık İhsaniye.
Derince'ye bağlı Dümbüldeksuyu ve Kekler köy adları da duyanlarca komik bulunuyor.
Köy sakinleri isimlerin kim tarafından ve ne zaman konulduğu konusunda bilgilerinin olmadığını ifade ediyor. Peki isimlerden rahatsızlık duyuyorlar mı?
Hayır, asla. Zaten bu isimler olmasa, kimse kimseyi tanımaz diyorlar.
BAYKAL, ÖZKAN VE VETO
Kanaltürk'ün meçhul sahibi Tuncay Özkan meydanlarda döktürüyordu.
Millet alkışladıkça o coştu.
Biz de bu sütundan ona "siyasete girmesi" noktasında coşku verdik.
Az kalsın dediğimizi yapıyordu. Ama birden vazgeçti.
Çünkü, CHP Lideri Baykal, Özkan'ı "veto" etmiş.
Özkan da bunun üzerine:
"Siyasete girmeyi düşünmüyorum!" demiş.
Nasreddin Hoca gibi:
"Düşmeseydim de zaten inecektim" hesabı...
Hani ne derler:
Çevir kazı yanmasın.
MİNİ-TEST
CHP/DSP'nin seçime birlikte girmesini nasıl yorumlamalı?
a) Birleşme,
b) Bütünleşme,
c) İttifak,
d) Birleşerek bölünme...
e) Nikâh,
f) Nikâhsız beraberlik,
g) Hiçbiri,
h) Hepsi...
Not: Bu testi doğru cevaplandıran ilk 10 okurumuza DSP'nin ruhani kurucusu Rahşan Ecevit'ten "Hakkımı helal ettim" beratı verilecektir!
20.05.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Ruhun ispatı yapılır mı? |
|
Hasan Bey: “Ruhun ispatı yapılabilir mi?”
Ruh, pozitif bir alanın objesi değildir. Elle tutulmaz, gözle görülmez. Laboratuarda deneyle tespit ve ispat imkânı yoktur. Ağırlığı, boyu, miktarı, hacmi, kütlesi vs. maddî değerlerden yoksundur. Ruhu madde plânına, görülür şeyler ortamına, şehâdet edilenler plâtformuna indirgeyerek görmek, işitmek, dokunmak, koklamak ve onunla konuşmak isteyenler veya madde ölçütüyle ispat arayanlar, ya da bunlardan yoksunluğu cihetiyle inkâra kalkışanlar, boşa kürek çekiyorlar.
Her şeyden önce, ruhun yokluğunu ispat etmek, varlığını ispat etmekten daha zordur; hattâ imkânsızdır. İnsan, bir çok varlık değerlerine gözünü yumarak “yoktur” diyebilir belki ama, bunun ispâtını yapamaz; yapmaya kalksa, kimseyi, hattâ eğer akl-ı selîm sahibiyse kendisini bile iknâ edemez. Zîrâ en ilkelinden, en medenîsine kadar bütün beşeriyet kendisini yalanlar. Başta İslâmiyet olmak üzere bütün dinler kendisini tekzip eder. Başta psikoloji olmak üzere bütün ruh bilimleri kendisine güler geçer. Dahası, ruhun varlığını pozitif ilimler de tanımak zorundalar. Söz gelişi biyoloji veya tıp ilimlerinin, ruhu devre dışı bırakarak ölümü îzah etmeleri mümkün mü?
Ruhun mevcudiyeti hakkında Kur’ân’da ve Kur’ân peygamberi Hazret-i Muhammed’in (asm) hadislerinde hiç şüphesiz deliller vardır. Kur’ân, rûhu şu âyetle bildirir: “Ey Muhammed! Sana ruhtan soruyorlar. De ki: ‘Rûh, Rabb’imin emrindendir. Bu hususta size pek az bir ilim verilmiştir.’”1
Peygamber Efendimiz de (asm) bir hadislerinde insanın yaratılış evresini ve bu esnada ruhun verilişini şöyle beyan eder: “Sizler yaratılış başlangıcında ana rahminde kırk günde toplanırsınız. Sonra ikinci kırk gün içinde katı bir kan pıhtısı olursunuz. Sonra bir diğer kırk gün içinde de mudga (bir tutam et parçası) olursunuz. Bundan sonra Allah bir melek gönderir ve ona dört kelimeyi yazmasını emreder. Meleğe, onun amelini, rızkını, ecelini, mutlu mu, mutsuz mu olacağını yaz, denilir. Sonra ona ruh üflenir.”2
Îman esaslarımız içinde yer alan “Meleklere îman” akîdesi, esasen ruhun varlığına inanmamızı da kapsar. Nitekim Kur’ân Cebrâil’i bazı âyetlerde “rûh” olarak niteler3; meleklerle rûhu aynı kefede tavsif eder: “Melâike ile rûh o gece içinde yer yüzüne inerler.”4
Bu verdiğimiz âyetleri rûhun, melâikenin ve Haşrin “bekâsına” tahsis ettiği Yirmi Dokuzuncu Söz’de tefsir eden Üstad Bedîüzzaman Saîd Nursî, konuyla ilgili olarak pozitif değerlere de bir hayli gönderme yapmaktadır. Melâike’nin ve rûhâniyâtın varlığını ispat ile başladığı Mukaddime’yi, melek ve rûh kavramının ne kadar mâkul ve lâzım olduğunu ispat ettiği Esas’lar takip etmekte; melekleri, cinleri ve ruhları kavram olarak aynı kategoride temellendirmektedir.
Meleklerin vücudu ve rûhânîlerin sübûtu ile ilgili bütün akıl ve nakil ehlinin ittifak ettiğini bildirdiği İkinci Esas’ta Bedîüzzaman Hazretleri, en maddeperest felsefecilerin dahî, varlıkların her bir nev’inde var olduğuna hükmetmek zorunda kaldıkları “mücerret rûhânî mâhiyet”in, gerçekte “melâike”den ibâret olduğunu; yalnız yanlış olarak “on akıl” veya “kuvve-i sâriye”, yani “cereyan eden kuvvetler” tarzında isimlendirdiklerini vurgular.5
İkinci Maksad’daki Esas’larda ise Üstad Hazretleri, cesedin gelip geçici, rûhun ise bâkî olduğunu herkesin kendi hayatıyla anlayacağını, yani herkesin hayatı müddetince defalarca cesed elbisesini değiştirdiği halde, rûhunun bâkî kaldığını hissettiğini kaydeder. Bedîüzzaman, ruhun esas olduğunu, cesedin ruh ile kâim olduğunu; ruhun cesetle kâim olmadığını, ruhun kendi kendine kâim ve hâkim olduğunu; cesedin dağılıp toplanmasının ruhun istiklâliyetine zarar vermediğini, ölüm esnasında ruhun ceset hânesini terk edip gideceğini, cesedinse cansız olarak yığılıp kalacağını belirtir.6
Binâenaleyh, bu kudsî kaynaklar incelenirse rûhânî âleme bir seyahat yapmak bile mümkün olabilmektedir.
Duâ
Ey gönlümüze huzur veren! Ey günümüzü güzel kılan! Ey canlıları şenlendiren! Ey insanların, cinlerin, hayvanatın ve meleklerin hayatında huzuru ve esenliği hakim kılan! Ey kötülerin, vahşilerin ve yırtıcıların tecavüzünden hayatı koruyan! Ey yedi kat gökleri ve yerleri salim kılan! Ey melekleri işlerinde hoşnut kılan! Ey Cenneti darü’s-Selam kılan! Ey Selam-ı Akdes! İlk Sensin! Senden önce hiçbir varlık yoktur! Son Sensin! Senden sonra hiçbir varlık yoktur! Beni, kendime, insanlara ve canlılara karşı esenlikli kıl! Nefsimin zararlarından beni, Müslümanları ve canlıları koru! Göz açıp kapayıncaya kadar beni nefsimle başbaşa bırakma! Âmin!
Dipnotlar:
1- İsrâ Sûresi, 17/85 2- Buhârî, Bed’il-Halk, 1324 3- Nebe’ Sûresi, 78/38 4- Kadir Sûresi, 97/4 5- Sözler, s. 470 6- Sözler, s. 477
20.05.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Gelecekte neler olacak? |
|
İnsanı en çok tahrik eden hususlardan biri meraktır. O duyguyla denizlerin dipleri, uzayların derinliklerinde kulaç atar insanoğlu. Ay’da hayatın olup olmadığını öğrenmek için az mı para harcamıştır?
On Dokuzuncu Söz’de denildiği gibi, “Yarı ömrünü, yarı malını versen Ay’dan, Jüpiter’den biri gelir, Ay’da, Jüpiter’de ne var ne yok sana özelliklerini söyleyecek. Hem doğru olarak istikbalini, başına gelecekleri haber verecek” denilse merakı olan herkes, imkânı varsa göz kırpmadan yarı malını verir.
Acaba dünyamızın, bizim sonumuz ne olacak? Nereye gideceğiz?
Bunlar Ay’da, Jüpiter’de hayatın olup olmadığını merak etmekten daha önemli. Hele istikbalimiz, dünyamızın sonu hepsinden çok daha merak edilmesi gereken bir husus.
Sonsuzluk yolculuğunun rehberi Efendimiz (asm) öyle bir Sultanın haberlerinden bahseder ki Ay, Jüpiter onun dünya denilen pervanesi etrafında dönen bir sinek gibi kalır.
Dünya pervanesi ise Güneş lambası etrafında döner. Güneş denilen lamba da Onun binler menzilleri içinde binler lambasından bir tanesidir. Hem öyle acaip bir âlemden, hem öyle bir inkılâptan haber verir ki, binler yerküre bomba olup patlasa o kadar şaşırtıcı olmaz. İşte istikballe ilgili onun Kur’ân’dan okuduğu sûrelerden biri:
“Doğrusu insan, ömrünü günahla geçirmek ister.
“Kıyamet günü ne zamanmış?” diye sorar.
“Gözler kamaştığı, “Ay tutulduğu,
“Güneş ve Ay bir araya getirildiği zaman.
“İşte o gün insan ‘Kaçacak yer neresi?’ der.
“Hayır, sığınılacak hiçbir yer yoktur.
“O gün varılacak yer, ancak Rabbinin huzurudur.”1
Dünyanın sonu bu. Dünyamız ölecek, biz de öleceğiz. Sonra dirilip büyük bir mahkemede yaptıklarımızdan sorguya çekileceğiz. İyilik ve kötülüklerin tartıldığı Mizan’da sevap ve günahlarımız tartılacak, sevaplarımız ağır geliyorsa Cenneti, günahlarımız ağır geliyor ve şefaate de nâil olamıyorsak Cehennemi boylayacağız.
İşte insanoğlu merak gibi önemli, harika duygusunu incir kabuğunu dahi doldurmayan, kabirden öte beş kuruş faydası olmayan, boş, lüzumsuz şeylere sarf ederek asıl merak edilmesi gereken hususları göz ardı ederse, elmas değerindeki bu duygusunu cam parçası derecesine düşürür.
Ne kadar yazık değil mi?
Dipnotlar:
1- Kıyâmet Sûresi: 5-12.
20.05.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Hüseyin GÜLTEKİN |
Hoş olmayan hatıralar |
|
12 Eylül darbesi yapılalı yıllar olmuştu ama bulunduğum bölgede sıkıyönetim devam ediyordu. Ve buna bağlı olarak il ve ilçelerde, hatta buralara bağlı belde ve köylerde de askerî bir idare söz konusu idi.
Sıkıyönetimin kendi kurallarının bir gereği olarak, il veya ilçedeki sıkıyönetim komutanları oradaki bütün resmî kurumların da bir nev'î âmiri durumunda idiler. Yani sıkıyönetim komutanları veya komutan yardımcıları, istedikleri zaman resmî kurumları kontrol ve denetimden geçirirler, kendilerince tesbit ettikleri eksik ve aksaklıkların derhal giderilmesi için kurum âmirlerine bildirirler. Tabi bu nev'î muameleler, askerce yani sert bir şekilde uygulanırdı.
Meselâ ilçedeki kurum âmirleri ve memurlar evvelâ ilçe sıkıyönetim komutanına karşı sorumlu olurlardı, daha sonra kaymakama karşı sorumlu idiler.
Bu meyanda sıkıyönetim komutanları, hemen bütün amir ve memurların mesâiye uyup uymama durumlarını, çalışma performanslarını, hatta kılık kıyafetlerinin şekil ve biçimlerini kontrol eder, takip eder, gerekli emir ve telkinatları sözlü veya yazılı bir şekilde tebliğde bulunurlardı. Emir ve yasaklara uymayan veya uymakta geciken âmir ve memurları en sert şekilde uyarır, ikaz eder; buna rağmen emirleri çiğneyip hizaya gelmeyenleri, durumlarına göre ya sürgüne gönderir veya daha ağır cezalara çarptırırlardı.
Yalnız bir istisna olarak, kaymakamlar, valiler ve yargı mensupları olan hâkim ve savcılar bu çeşit uygulamaların dışında tutulurdu çoğu zaman.
Lâkin kanun ve yönetmelikler öyle de olsa askerî yetkililerin bir çok uygulamalarında çoğu zaman kanun ve yönetmelikler de hemencecik rafa kaldırılır; oradaki komutanın anlayışına göre hiç olmayacak gayr-ı kanunî, keyfî uygulamalar yapılırdı. Bu nev'î uygulamalardan valiler de, kaymakamlar da, hâkim ve savcılar da hisselerini alırlardı.
Meselâ bir defasında ilçe sıkıyönetim yetkilisi olan astsubay, hükümet binasında kendine göre gerekli kontrol ve denetimleri yaparken, adliye koridorunda âniden bir gürültü ve arbedenin olduğunu gören oradaki memurlar, astsubayın bir hâkimin yakasından tutup sürükleyerek “Ulan ne diye mesâiye uymuyorsun? Hâkim olduğuna mı güveniyorsun? Gösteririm sana..” diyerek hâkimi tartakladığını görüyorlar. Bağımsız bir yargı mensubu hâkime böyle davranma cesaretini gösterebilen bir astsubay, hiçbir özelliği olmayan diğer sıradan memurlara neler yapmaz ki...
Yine başka bir zaman, başka bir sıkıyönetim yetkilisi asteğmen, bir er ile kaymakamdan makam arabasını derhal göndermesini istedi. Kaymakam da haklı olarak bu emri yerine getirmeyip, makam aracını vermeyince, daha başka bahaneler ileri sürülerek, kışın ortasında başka bir ilin vali muâvinliğine tayini çıkartılarak sürgüne yollandı.
Evet şimdi bütün bunlar nereden aklıma geldi ve niçin bunları nazarlarınıza sunmak istedim? Elbette öylesine iç karartıcı darbe hatıralarını önünüze getirip moralleri bozmak değil niyetim.
Bir asra yaklaşan cumhuriyet tarihimizi bilen her vatandaşın malûmudur bu ve benzeri acı hatıralar. Hatta anlatmaya çalıştığım olayların daha garibini, daha dehşetlisini yaşamıştır bu ülkenin insanı...
Şu anlattıklarımın yaklaşık çeyrek yüzyıllık bir mazisi var. Bu gün itibarıyla dönüp arkama baktığımda Türkiye’de demokrasimiz adına ne gibi değişikliler oldu acaba? Müsbet mânâda, ümit verici hangi adımlar atıldı?
Elbette şimdi ülkemizde bir askerî idare yok ve sıkıyönetim de yok. Asteğmenler artık kaymakamlara emir yağdırmıyorlar, astsubaylar mahkeme koridorlarında hâkimleri, savcıları artık tartaklamıyorlar...
Velâkin ülkemizin hâlen bir darbe anayasasıyla yönetiliyor olması kabul edilebilir bir durum mudur? Bahsettiğim her darbe hatırasının o zamanki destekçileri ve müsebbiblerine bugüne kadar hiç bir kanunî uygulama yapılmadığı için, hâlen istedikleri konularda ahkâm kesmiyorlar mı?
Daha açık bir ifade ile, bu ülkede hâlen askerin açık ve örtülü yetki ve selâhiyetleri mi çok; yoksa tek başına iktidarı elinde bulunduran sivil hükümetin mi?
20.05.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Yasemin GÜLEÇYÜZ |
Talebe olabilmek… |
|
Sebepler dünyasında her şey iç içe yaşandığından hayatın bin bir türlü hallerine hazırlıklı olmamız gerekir. İmtihan olacağımızı biliriz, ama kimi zaman sorumuz umulmadık bir anda karşımıza çıkar ve süreci yaşarız…
Lise yıllarında ilginç öğretmenlerim vardı. Beklemediğiniz bir sabah “Çıkarın kâğıtları yazılı yoklama yapacağım!” diyenleri mi ararsınız, dersin ortasında not defterini açıp “Şimdi de biraz sözlü yapalım bakalım!” diyenleri mi ararsınız… Ya her öğrencisinin seviyesine uygun hazırladığı ayrı ayrı birer soruluk kâğıtlarıyla çoğu dersinin son on dakikasını deneme sınavına ayıran öğretmenimi unutmak mümkün mü?
Talebenin vazifesi her an, her şeye hazırlıklı olmaya çalışmak… Dünya imtihan dünyası, yaşımız ne olursa olsun, aslında halimiz de bir talebeden farklı değil… Hayat okulunda her dersin konusu ayrı, öğretmenleri ayrı, imtihanı ayrı, alacağınız notları ayrı. Sapla samanı, şapla şekeri karıştırmamak gerek…
Tıpkı Bediüzzaman Hazretlerinin dediği gibi:
“Madem öyledir; hazer et, dikkatle bas, batmaktan kork. Bir lokma, bir kelime, bir dane, bir lem’a, bir işarette, bir öpmekte batma. Dünyayı yutan büyük lâtifelerini onda batırma.” (Bediüzzaman Said Nursî, 17. Lem’a)
Müsebbibü’l-Esbâb’ı unutmadan, hayat okulunda tahkikî iman ilmini öğrenmeye devam diyoruz!
hazer: Zarar verebilecek şeylerden kaçınma.
Müsebbibü’l-esbab: Bütün sebepleri meydana getiren Allah.
“Oğlan çocuğunu seviniz,” ya kızlar?
“Rivayet ediliyor ki: Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman etmiş ki, ‘Oğlan çocuğunu seviniz’. Demişler: ‘Kızları ne için istisna ettin?’ Ferman etmiş ki: ‘Kızlar kendi kendilerini sevdirirler, onlar fıtraten sevimlidirler.’ Evet, kızlar şefkat ve cemalin mazharı olduklarından erkek çocuğundan daha ziyade sevilir. Bahusus bu zamanda ebeveyn hakkında kızlar daha mübarektir. Çünkü tehlike-i dinîyeye çok maruz kalmıyorlar.”
Bu satırlar, Bediüzzaman Hazretlerinin kaleme aldığı Barla Lâhikası’ndan alınmıştır. Bunu hatırlamamızın sebebi Amerika’da yapılan bir araştırma.
Araştırma neticelerine göre görülen o ki, ana-baba duygusal yönden kız çocuklarına daha iltifatkâr. Aileler kız çocuklarına duygularını daha çok anlatıp tartışabiliyor, erkek çocuklara ise öfke hariç fazla açıklama getirmiyorlar. Çocuklara anlatılan küçük hikâyelerde de babalar duygu yüklü cümleleri kızlarına karşı daha çok kullanıyorlar; oğlan çocuklarında ise ancak öfke gibi duyguların sebep ve sonuçları açıklanıp, tartışılıyor. Amerikalı araştırmacı Leslie Brody ve Judith Hall, “Cinsiyetler arası duygu farklılıklarıyla” ilgili çalışmalarında kız çocuklarının dil yeteneklerinin daha önce gelişip, duygularını anlatmada daha ustalaştıklarını açıklarken, buna karşılık “Duygularını dile getirmek için teşvik görmeyen erkekler hem kendilerinin, hem de başkalarının duygusal durumları hakkında büyük ölçüde bilinçsiz olabilir” diyorlar.
Günışığı ilâcı
Güneşin iyiden iyiye kendini hissettirdiği şu günlerde bir haber de güneş ışığı ile ilgili.
Güneş ışığında da bulunan D vitamini kanser dahil bir çok hastalığın riskini yarı yarıya azaltıyormuş...
Doktorlara göre ihtiyacın yarısı, yeterli gün ışığı almakla karşılanabiliyor.
ABD’de Kaliforniya Üniversitesinde yapılan araştırmaya göre kandaki D vitamini seviyesiyle kanser riski arasındaki ilişkiyi inceleyen araştırmacılar, günde 1000 uluslararası birim (IU) veya 25 miligram D vitamini almanın, kolon kanseri riskini yüzde 50, meme ve yumurtalık kanseri riskini de yüzde 30 düşürebileceğini söylüyorlar. Ancak fazla D vitamini zararlı!
D vitamini ihtiyacı için açık havaya çıkmanın büyük yararı olduğunu vurgulayan araştırmacılar, derisi açık renkli olanların, koyu renkli olanların aksine güneşte fazla kalmamaya dikkat etmeleri gerektiğini ifade ediyorlar.
D vitamininin, önlemede etkili olduğu bazı hastalıklar şöyle: Kalp, akciğer, tip 1 diyabet, tansiyon, şizofreni, multiple skleroz (MS), raşitizm ve osteoporoz.
Hepsi de son derece ciddî hastalıklar, öyle değil mi?
Şâfî ismini güneş ışığıyla da aksettiren Rabbimize hamdolsun!
20.05.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Abdurrahman ŞEN |
Necip Fazıl’ı anlayabilmek-2 |
|
Şiirlerinde önemli bir yer tutan “ölüm”ü; “Ölüm güzel şey; budur perde ardından haber... / Hiç güzel olmasaydı ölür müydü Peygamber?” beytiyle taçlandırır ve daima “gideceği yer”in heyecanını duyarken; “…ilk gençliğimden beri yücelerin hasreti içinde kavruldum.
Büyük yıldızların avcısı, büyük rüzgârların nefesi olmaya çalıştım. Perde ardından haber bekledim, ‘Büyük randevu’ya hazırlandım.
Dudakları ölümsüzlük tasında, imzaları mavera yurdu haritasında olan büyüklere daima özendim. İnsanın dünya hayatı suda bir anlık surettir. Bense aşılmaz duvarları, süslenmiş gemilerin gittiği diyarı yaşadım.” sözleriyle bir nev'î hayatını özetler Necip Fazıl Kısakürek...
Genç yaşında “ölüm”den böylesine rahatlıkla söz eden Necip Fazıl vasiyetini de 1939’da, daha otuz dört yaşında iken şiirleştirmiştir; “Son gün olmasın dostum, çelengim, top arabam / Alıp götürsün beni, tam dört inanmış adam”
Edebiyat tarihçileri, yorumcuları; “Şairler yazalı beri ölüm bile güzelleşti!” derler… Oysa “Ölüm”ün kelimesi bile soğuk gelir birçok insana… Tıpkı “Tabut” gibi…
Ama Necip Fazıl’ın daha 1930’da yazdığı “Tabut” şiirinden şu iki kıtayı okuduğumuzda bile, bu soğukluk adeta yerini bir sıcaklığa bırakır, “tabut” sevimli bir araç olup çıkıverir sanki;
“Tahtadan yapılmış bir uzun kutu: / Baş tarafı geniş, ayak ucu dar. / Çakanlar bilir ki, bu boş tabutu, / Yarın kendileri dolduracaklar.
Her yandan küçülen bir oda gibi, / Duvarlar yanaşmış, tavan alçalmış. / Sanki bir taş bebek kutuda gibi, / Hayalim, içinde uzanmış kalmış.”
“Ölüm”den, “tabut”tan bahseder de “ölüm”ün dünyadaki özeti sayabileceğimiz mezarlıklardan dem vurmaz mı Necip Fazıl? İşte, “Karacaahmet” şiiri de görmek isteyenin mezarlıklardan bile ne dersler çıkarabileceğinin mısralarla örülmüş uyarısıdır bizlere; “Deryada sonsuzluğu fikretmeye ne zahmet! / Al sana, derya gibi sonsuz Karacaahmet!
Göbeğinde yalancı şehrin, sahici belde; / Ona sor, gidenlerden kalan şey neymiş elde?
Mezar, mezar, zıtların kenetlendiği nokta; / Mezar, mezar, varlığa yol veren geçit, yokta...
/…………/ Karacaahmet bana neler söylüyor, neler! / Diyor ki, viran olmaz tek bucak, viraneler.
/…………/ Onlar ki, sıfırlarda rakamları bulmuşlar; / Fikirden kurtularak, ölümden kurtulmuşlar.
Söyle Karacaahmet, bu ne acıklı talih!/ Taşlarına kapanmış, ağlıyor koca tarih!”
Farklı farklı imparatorluklarla, farklı farklı medeniyetlere ev sahipliği yapmış olan İstanbul için asırlar boyunca şairler mısralar dizmemiş mi?
Necip Fazıl da İstanbul için; “Canım İstanbul” şiirini yazmıştır. Şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki; Necip Fazıl’ın “Canım İstanbul” şiiri, İstanbul üzerine yazılmış şiirlerin en iyilerinden biridir: “Ruhumu eritip de kalıpta dondurmuşlar; / Onu İstanbul diye toprağa kondurmuşlar. / İçimde tüten bir şey; hava, renk, edâ, iklim; / O benim, zaman, mekân aşıp geçmiş sevgilim. / Çiçeği altın yaldız, suyu telli pulludur; / Ay ve güneş ezelden iki İstanbulludur. / Denizle toprak, yalnız onda ermiş visale; / Ve kavuşmuş rüyalar, onda, onda misale. / İstanbul benîm canım; / Vatanım da vatanım... / İstanbul, / İstanbul...”
Hemen hemen, Seyyid Abdülhâkim Arvasî’yle tanışmasından önceki döneme kadar yazdığı şiirlerini “artık onlar benim değil!” deyip atabilme cesareti gösteren, yazdığı “O ve Ben” kitabıyla kendi biyografisini kalıcı kılan, “Poetika” sahibi tek Türk şairi olan Necip Fazıl’ın mısralarında da zaman zaman kendini anlatışının samîmî dizelerini buluruz. Bu şiirlerden biri olan “Hâlim” samimiyet mısralarıyla örülmüştür; “Bilmem hangi âlemden bu toprağa düşeli; / Yataklara serildim, cam kırığı döşeli...
Kafam bir cenk meydanı, kokusu kan ve barut; / Elindeyse düşünme, gücün yeterse unut!
Takılıyor yerdeki gölgelere ayağım; / Sanki arz delinecek ve ben yutulacağım.
Bana yanmak düşüyor, yangın görsem resimde; / Yaşıyorum zamanın koptuğu bir kesimde”
Necip Fazıl’ın, büyük bir samimiyet ve içtenlikle kendini, ailesini anlattığı şiirlerinden biri de hiç şüphe yok ki “Muhasebe” isimli şiiridir… “Muhasebe”sinde o günlerin basın dünyasının fotoğrafını çeker, toplumun durumunu özetler ve aradığı gençliği de şöyle tarif eder Necip Fazıl;
“Ben artık ne şairim, ne fıkra muharriri! / Sadece, beyni zonk zonk sızlayanlardan biri!
Bakmayın tozduğuma meşhur Bâbıâlide! / Bulmuşum rahatımı ben de bir tesellide.
Fikrin ne fahişesi oldum, ne zamparası!/ Bir vicdanın, bilemem, kaçtır hava parası?”
/……/ Cemiyet, ah cemiyet, yok edilen ruhiyle; / Ve cemiyet, cemiyet, yok eden güruhiyle
/……/ İşte bütün meselem, her meselenin başı, / Ben bir genç arıyorum, gençlikle köprübaşı!
Tırnağı, en yırtıcı hayvanın pençesinden, / Daha keskin eliyle, başını ensesinden,
Ayırıp o genç adam, uzansa yatağına; / Yerleştirse başını, iki diz kapağına,
Soruverse: Ben neyim ve bu hal neyin nesi? / Yetiş, yetiş, hey sonsuz varlık muhasebesi?”
/……/ Rahminde cemiyetin, ben doğum sancısıyım! / Mukaddes emanetin dönmez dâvâcısıyım!
Zamanı kokutanlar mürteci diyor bana; / Yükseldik sanıyorlar, alçaldıkça tabana.
/ ……/ Yeni çirkine mahkûm, eskisi güzellerin; / Allah kuluna hâkim, kulları heykellerin!
Buluştururlar bizi, elbet bir gün hesapta; / Lâfını çok dinledik, şimdi iş inkılâpta!
Bekleyin, görecektir, duranlar yürüyeni; / Sabredin, gelecektir, solmaz, pörsümez Yeni!
Karayel, bir kıvılcım; simsiyah oldu ocak! / Gün doğmakta, anneler ne zaman doğuracak?”
İçinde yaşadığı toplumun gidişatını, durumunu beğenmeyen birçok şair gözlemlerini mısralara dökmüştür tarih boyu… Daha çok kenardan gözlemler olan bu şiirlerden, Necip Fazıl’ın toplumsal şiirleri belirgin biçimde ayrılır… Necip Fazıl, toplumsal duyarlıklı şiirlerinde yazmış olmakla yetinmez bizzat tavır koyar, “iyi” ve “doğru”dan yana yönlendirmeye çalışır toplumu… “Destan” şiiri de bu bakımdan anlamlı ve dikkat çekici: “Durun kalabalıklar, bu cadde çıkmaz sokak! / Haykırsam, kollarımı makas gibi açarak:
Durun, durun, bir dünya iniyor tepemizden, / Çatırdılar geliyor karanlık kubbemizden
/……/ Allah’ın on pulunu bekleye dursun on kul; / Bir kişiye tam dokuz, dokuz kişiye bir pul.
Bu taksimi kurt yapmaz kuzulara şah olsa; / Yaşasın, kefenimin kefili karaborsa!
Kubur faresi hayat, meselesiz, gerçeksiz; / Heykel destek üstünde, benim ruhum desteksiz.
Siyaset kavas, ilim köle, san'at ihtilâç; / Serbest, verem ve sıtma; mahpus, gümrükte ilâç.
Bülbüllere emir var: Lisan öğren vakvaktan;/ Bahset tarih, balığın tırmandığı kavaktan!
Bak, arslan hakikate, ispinoz kafesinde; / Tartılan vatana bak, dalkavuk kefesinde!
Mezarda kan terliyor babamın iskeleti; / Ne yaptık, ne yaptılar mukaddes emaneti?
Ah, küçük hokkabazlık, sefil aynalı dolap; / Bir şapka, bir eldiven, bir maymun ve inkılâp.”
20.05.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Türkiye hızla seçime gidiyor. Seçim takvimi işlerken, adayların ortaya çıkmasından sonra meydanlar yavaş yavaş hareketlenmeye başlayacak. Şimdi aday adayları partilerin kapılarında sıraya girerken, partiler “flaş” isim peşine düştüler.
Adaylar arasında öyle ilginç kişilerin isimleri havada uçuşuyor ki, hayretler içinde kalıyoruz. Geçen dönem, DSP’de bakanlık yapan birisi bu dönem MHP’den aday adayı olabiliyor. Yine, geçmişte MHP’li olan birisi CHP’den aday adaylığı için başvuruyor. Ya da CHP’li birisi AKP’den aday olabiliyor. Bunları anlamak hayli zor, Türkiye’nin son aylarda yaşadığı süreçteki gibi, her şey bu konuda da birbirine girmiş durumda.
Artistlerden mankenlere, STK temsilcilerinden bürokratlara, futbolculardan haltercilere, gazetelerin Ankara temsilcilerinden yazarlarına kadar “aday” olabilmek için sıraya girip nabız yokluyorlar. Geçmişte kanlı-bıçaklı olanlar, bu dönem birlikte hareket ediyorlar. Emekli ya da görevde olup da istifa eden askerlerin, hatta görevde olan askerlerin eşlerinin de aday adayı olmaları bu seçimdeki adayları farklı kılan bir özellik oluyor. Sadece AKP, CHP, DYP, ANAP gibi partilere aday adayı olmak için başvuranların sayısı 15-20 binleri çoktan geçti.
21 partinin seçimlere katılacağı düşünüldüğünde, bu aday adayları seçimlerde yarışacak 10 binin üzerinde milletvekilliği adayları arasına girmek için değişik yollara başvuruyorlar. Kimisi genel merkezden tanıdık arıyor, kimileri genel başkana tesir edecek kişileri bulma telâşında, kimileri başka kaynaklarını devreye sokuyor.
“Aday adayı oldum. Aday olamasam da partim iktidar olursa bürokraside iyi bir yere gelirim” deyip de aday adayı olanlarda küçümsenmeyecek sayıda çok.
Bu süreçte “yıldızı parlayanlar!” da oldu tabiî. Ankara, İzmir, İstanbul, Manisa’da yapılan “solu birleştirme mitingleri”nde meşhur olan ve İstanbul Üniversitesinde ikna odaları kurarak tarihe geçen (!) ve 28 Şubat aktörlerinden Nur Serter ile Necla Arat’a CHP’den adaylık teklif edildiği söyleniyor. Tabiî bu isimler arasında, son günlerde meşhur olan Yargıtay eski Başsavcısı Sabih Kanadoğlu, Şener Eruygur ve Tuncay Özkan’a adaylık teklif edildi mi, bilemiyoruz. Teklif edilmezse, CHP için büyük kayıp olur!
Seçim takvimi sıkıştığı için, partiler önseçim yapamıyor. Bu durum bazı liderleri rahatlatsa da, teşkilâtının sesini dinlemek isteyen genel başkanları üzüyor. Aday belirlemede genel başkan ve başkanlık divanının işi hayli zor. Çünkü, “halkın sesini duyurabilecek aday”ları merkezden tesbit etmek hayli zor. Bu durumu DYP Genel Başkanı Mehmet Ağar şöyle izah ediyor: “Yapabilseydik, en az 60 ilde önseçim düşünüyordum. Genel Başkan olarak ben de dahil, herkes önseçime girsin…”
Şimdi gelinen nokta da, milletvekili aday adayı olmak için partilere müracaatlar bazı partilerde bitti, bazılarında da bugün-yarın bitiyor. Aday adayları matbaalarda tişört, kalem, şapka yaptırmak için sıraya girmiş durumdalar. Tabiî seçim sürecinin kısa olması ve bir an önce çalışmalarına başlamak için matbaacıların başında bekliyorlar. Bu durum matbaacı esnafına da nefes aldırdı.
Adaylar belirlenirken halkı tanıyan, anlayan, onun dertlerini iyi bilenler seçilmezse geçmişte yaşanan sıkıntılar her partinin başına gelebilir. Öncelikle adaylar halkta güven uyandırmalı. Yani her durumda olduğu gibi, aday belirlemede de halkın sesine kulak veren kazanır. Adaylar belirlendikten sonra da seçim meydanlarındaki mesajlar ön plâna çıkacak. Artık milletin boş lâflara, kuru gürültülere, boş vaatlere karnı tok. Ayakları yere basan, yapılabilecek sözlerin verilmesini bekliyor. Çünkü bundan önce verilen “namus sözleri”nin tutulmadığını gördü.
Yani önümüzdeki seçim çok şeylerin rövanşı olacak nitelikte. Halkın bütün bunlara cevabı sandıkta olacak…
* * *
Küçük bir not
Gazetelerde, internet sitelerinde anketler yayınlanıyor. Bu anketler birbirini tutmuyor. Geçmiş seçimler bu anketlerin büyük çoğunluğunun tutmadığı da görülmüştü. Birçoğu yönlendirme özelliği taşıyor. Ancak, anketlerde dikkatimizi çeken bir şey oldu. Halk, cumhurbaşkanı seçim sürecinde hükümetin, Genelkurmay Başkanlığını, üniversitelerin ve muhalefetin tavrını olumlu bulmuyor. Halk, kurumlararası çatışma istemediği gibi, kavramlar üzerine yürütülen bu çatışmaya da olumlu bakmıyor. İlgililere duyurulur…
20.05.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Fedakârlık geçer akçe olacak |
|
Fransa’nın eski cumhurbaşkanı François Mitterrand’ın özel danışmanı, ekonomist ve düşünür Prof. Jacques Attali, “Geleceğin Kısa Tarihi” adlı bir eser kaleme almış. Geleceğin dünyası ile ilgili tahminlerini sıralayan Attali, Türkiye ile ilgili yorumlar da yapmış.
Ordunun bile ilerleyen yıllarda özelleştirileceği tahmininde bulunan Attali’nin ‘öngörüleri’nin bir kısmını şöyle sıralamak mümkün:
* Teknoloji sayesinde bugün düşünülemeyen silâhlarla; devletler, şirketlerle; şirketler şirketlerle çatışacak ve tabiî başka gruplar da bu çatışmaya dâhil olacak. Bu çatışmanın sonucunda yeni bir düzen kurulacak ve hiperdemokrasi olarak adlandırdığım bu dönemde ‘altruizm’in (fedakârlık) hâkim değer olarak dünya çapında yaygınlaşması için mekanizmalar oluşturulacak.
* (Batı dünyasındaki İslâm aleyhtarlığının geleceğiyle ilgili olarak) Bu büyük oranda Müslüman ülkelerin Türkiye’nin yolundan gitmesi, yani dini (İslâmı) özel yaşam alanında tutmasına bağlı. Buna karşın, teokratik bir yönetim, dini (İslâmı) laik devletin üzerinde tutarsa, dünyanın geri kalanında İslâmın özgürlükler ve gelişme karşısında bir ‘düşman’ olarak görülme riski var. Ben bu konuda kendimi ‘iyimser’ olarak tanımlıyorum. Avrupa’daki ve Türkiye’deki İslâm, olumlu yönde ilerleme konusunda güçlü bir eğilime sahip.
* (‘Medeniyetler çatışması’ hakkında) İnanmıyorum. Çünkü bu Batıyı ve İslâmı bir blok olarak görmek anlamına geliyor. Oysa durum çok daha komplike, düzensiz ve kaotik.
* “Avrupa bir Hıristiyan birliğidir” görüşünün her zaman karşısında durdum. Çünkü İslâm, Avrupa’nın kurucu unsurlarından biri. Yunan kültürürün önemli bir bölümü İstanbul’dan geldi. İspanya’da da Müslümanlık uzun süre var oldu.
* Türkiye büyük güç olacak. Avrupa içinde, Avrupa ile özellikle Müslüman dünya arasında köprü olan bir güç. Geleceğin önemli aktörlerinden biri dikkate değer gücüyle Türkiye olacak.
* (Türkiye’nin demokrasi geleceği konusunda) Türkiye’deki demokrasinin geleceği konusunda iyimserim. (Yeni Aktüel dergisi, 18-24 Ocak 2007)
Avrupa ve Afrika’nın geleceğiyle ilgili değerlendirmeler de yapan Cezayir doğumlu Prof. Attali, (gelecekte) “Afrika Avrupa’ya değil; Avrupa, Afrika’ya benzeyecek” demek sûretiyle de korkutuyor.
Hiperdemokrasi olarak tarif ettiği ‘yönetim dönemi’nde insanların sürekli ‘Başkaları için ne yapabilirim?’ sorusunu soracağı ‘müjdesi’ni de veren Attali, 2025-2030’larda Amerika’nın yorgun düşeceğini ve 2035’e doğru dünyayı yönetmekten vazgeçeceğini öngörmüş.
Gelecekle ilgili tahminlerde bulunan Prof. Attali’nin önümüzdeki yıllarda ‘fedakârlığın’ hâkim değer olacağını beyan etmesi her halde dikkat çekicidir. Attali’nin aynı zamanda, ‘medeniyetler çatışması’nın olmayacağı ve İslâmın hem Türkiye, hem de Avrupa’da ‘iyi yönde ilerlediğini’ beyan etmesi de önemli. Türkiye’nin, ‘geleceğin önemli aktörlerinden olacağı’ şeklindeki tahmin de; ümitvâr olanlara ‘destek’ sayılabilir.
Netice olarak, akıl için yol birdir: Doğru İslâmı ve İslâmiyete lâyık doğruluğu iyi bir şekilde ortaya koyabilirsek; ümitsizlik dalgaları ‘gemi’lerimizi batıramaz...
20.05.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Bediüzzaman ve gazete |
|
Bediüzzaman, Van Valisinin konağında misafir olarak kaldığı yıllarda gazeteyle tanışmıştı ve Valinin İstanbul’dan getirttiği gazetelerde bilhassa Müslümanları alâkadar eden önemli haberleri büyük bir dikkatle takip ediyordu.
İngiliz Sömürgeler Bakanının parlamento kürsüsünde Kur’ân’ı eline alarak “Bu kitap Müslümanların elinde kaldıkça onlara hakim olamayız. Ya Kur’ân’ı onların elinden almalıyız ya da Müslümanları bu kitaptan soğutmalıyız” dediğini bildiren haberi de gazetede okumuştu.
Said Nursî’yi Risale-i Nur’u yazmaya sevk eden “Kur’ân’ın sönmez ve söndürülemez bir manevî güneş olduğunu bütün dünyaya ispat edeceğim” kararının gerisinde bu haber vardı.
Bediüzzaman kısa bir süre sonra İstanbul’a geldi. Ve gazetelerle ilişkisini, aktif okuyuculuğun ötesinde makale yazarlığı boyutuna taşıdı.
İkdam’dan Tanin’e, Mizan’dan Serbesti ve Volkan’a, devrin önde gelen çeşitli gazetelerinde çıkan makalelerinde, Doğuda kurulmasını istediği üniversiteye dair düşünceleri başta olmak üzere birçok konuyu işledi. O günlerin en sıcak gündemini oluşturan meşrutiyet ve hürriyet tartışmalarına katıldı, fikirlerini dile getirdi.
O dönemde basınla böylesine aktif şekilde meşgul olan Said Nursî, araya giren harp ve esaret yıllarıyla ikinci İstanbul döneminin ardından, 1923’de Ankara merkezli olarak kurulan tek parti döneminde gazetelerle irtibatını tamamen kesti.
Çünkü tek parti basınının, hem takibe değer hiçbir özelliği yoktu, hem de gazeteleri hizmet için bir vasıta olarak kullanabilme imkânı tümüyle ortadan kalkmıştı.
Bu sebeple Bediüzzaman bütün mesaisini eser yazmaya ve onları neşretmeye vakfetti. Kitapları elle yazılarak çoğaltıldı. Bu yolla yayılan kitapların sayısı 600 bine erişti. Matbaa imkânının olmayışı, imanın tekniğe meydan okuduğu bu yöntemle aşıldı.
Said Nursî’nin gazetelerle tekrar ilgilenmeye başlaması, 1950’de Türkiye çok partili demokrasiye geçtikten sonra oldu. O dönemde bilhassa Risale-i Nur’u ilgilendiren haberleri, yakın talebesi Zübeyir Gündüzalp’e takip ettirdi.
Aleyhteki neşriyata karşı tekzip ve cevap hakkını kullanırken, müsbet yayınlardan duyduğu memnuniyeti de mükerreren dile getirdi.
Bunun örneklerinden biri, bir mektubunda geçen şu ifadeler: “Bu sırada hem Ehl-i Sünnet gazetesi, hem buranın gazetesi, hem Zübeyir’in hararetli mukabelesi, Nurlarla iştigalleri güzel bir ilânat hükmüne geçti. Benim bedelime, benim hoşuma giden bize dair bahislerine bakınız, bana bildiriniz.” (Şuâlar, s. 454)
Hemen aynı sayfadaki bir başka mektupta ise şöyle deniliyor: “Hem Ehl-i Sünnet, hem Sebilürreşad’ın lehimizdeki yazıları herhalde aleyhimizdeki kıskançları ve gizli düşman zındıkları şaşırtmış. Bunlar o dostları susturmak için çalışmak ihtimali beni meraklandırdı...”
Bu, “dostları susturma” tehlikesi o günden bugüne maalesef hep geçerli oldu. Risale-i Nur aleyhindeki iftira dolu karalayıcı yayınlar dolu dizgin sürerken, lehteki müsbet neşriyat ise hep baltalanmak ve cezalandırılmak istendi.
Son örneği, Nokta’nın başına gelenler.
Sırf Risale-i Nur’a hizmet için yola çıkan Yeni Asya’nın 37 yıldır çektiği sıkıntılar da mâlûm.
20.05.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
İsmail BERK |
Dün gençlik bayramıydı |
|
Her 19 Mayıs, Gençlik ve Spor Bayramı olarak kutlanıyor. Hipodromlarda, büyük stadlarda görkemli törenler, folklorik, renkli görüntüler, resmî zevatın klasik demeçleri ve ezberlenmiş rutin konuşmalar… Hepsi gençlik için.
“Ey Türk Gençliği” deyip görev vermek yetiyor mu? Gençlerle övünmek yanlışlarına dövünmek kâfi mi?
“Aslanlarım” deyip, sözde motive edip, arkasını getirememek “size güveniyoruz” sözünü etkisiz kılmaz mı?
Gençlik gerçekten ne yaşıyor, ne istiyor, en çok neyi merak ediyor, irdeliyor, sorguluyor? İçindeki hüzünlü rüzgâr, coşkulu heyecan ve buruk denemeler neyi hatırlatıyor?
Sahi, gençliğin önemi sadece bayram günüyle mi anlaşılır?
Şüphesiz delikanlılıklarını, enerjilerini ve risk alma cesaretlerini anlamak gerek. Bayram tadında kucaklamak gerek. Ama bunlar kâfi mi? Elbette değil.
Genç, bazen abidir küçüğü için. Bazen de kardeştir. Sözünü dinlediği kişi için.
Genç evlâttır. Anne babanın donuk düşüncelerinin umut ve endişe kaynağıdır.
Genç, arkadaştır. Yaşıtı için, anlayanı, dinleyeni ve seveni için.
Duygusaldır. Duygusunun merkezinden akla ve tepkiye hükmeder. Sonuçları peşinen katlanır. Cesaretin kırılmaz bileği olur. Zaman zaman işsizdir, bunalımlarını yaşar, ikilemlerin cenderesindedir. Cebinde harçlığı yoktur. Ailesinden bile para istemeyecek kadar, minnetsiz olmak ister.
Kendini rahat hissetmediğinde, yüreğine dokunan beklenmedik gelişmeler karşısında sarsılır, irkilir.
Eğitimini tamamlayamamak, ayrı bir sıkıntı verir ideallerine, kariyer planlarına ve inşa etmeyi düşündüğü geleceğine….
Milyonlarca gencin üniversite kapısında yığıldığı ve içeri giremediği bir trajedinin yaşandığı ülkenin genciyseniz, sonuçlar daha vahimdir, inciticidir, hırs ve tahrik sebebidir.
Başarısızlığın tekrarlandığı zamanlarda/dönemlerde ise, kendini uçurumun kenarında hisseden bir iç yalnızlıktadır.
Genç, sevgiyi yudum yudum öğrenir ailelerinden. Kontrolü zorlayan heyecanlar kendini fark etme ile beraber sevgi kaynakları yönetmekte zorlanır. Çelişkiler, tutkular, geçici yaz yağmurları, sonbahar dökülmeleri, kışın kar beyazlığı, yazın ferah ve taşkınlık hali hep onun beş mevsimidir adeta.
En çok anlaşılmayı bekler. Şefkat ve ilgi ister. “Seni anlıyorum” diyen yumuşatıcı bir giriş ifadesine tutunmak ister.
Aykırılık, “hayır” demek, direnç göstermek, alınganlık ve yaşayarak öğrenme süreçleri hep onun yol güzergâhında pusulu anlardır.
Takdir ister, övgü bekler ve şanlı bir beyan tatmak arzusundadır.
Tinerciler, bilim olimpiyatına katılanlar, travma geçirenler, dengeli yürüyenler, kendini aşamayanlar, yol bulamayanlar, kendini günah denizinde akıntıya bırakanlar ve iman tazeliğini kalbinden aklına aktaranlar… Hepsi bizim gençliğimiz.
Sivil toplum kuruluşları, kamu, aileler, kurumlar, gençlik merkezleri, gelişim uzmanları, din adamları ve şefkatini akıtacak alan arayanlar…
Ne olur, biraz daha gençlerimize itina ve özel ilgi gösterelim.
İstatistikler, genç nüfusa sahip ülkemizde çok sempatik göstergeler vermiyor.
Yeni yüzyılın, iletişim yoğunluğunda, elektronik hakimiyet alanlarında dijital yönetimlere emanet gençliğimiz oldukça yalnız ve arayışlı.
Evet, her gün gençliğin olmalı.
Maddî ve manevî donanımları ikmal edilmeli.
Ölçülü riske alıştırılmalı ve güvenle desteklenmeli.
Gençleri anlama sorumluluğumuz, aynı zamanda geleceğimizi idrak zorunluluğumuzdur.
Dünkü gençlik bayramını, bir de bu yaklaşımla yorumlayalım.
Eminim, vicdanına akıl duygusu ve duygularını makul teşvik yapılmış bir gençlik, geleceğini daha pozitif hisseder.
Daha huzurlu yoluna devam eder.
20.05.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
Duble felâket |
|
Filistin’de yaşananlar duble bir felâketi ortaya koyuyor. Filistinliler İsrail’in kuruluş gününü ‘nakba’ yani felâket olarak anıyorlar. İsrail’in kuruluş günü onlar için felâket. Bu yıl felâket, Filistinlilerin iç çatışmalarıyla birlikte çiftleşmiş oldu. Filistinlilerin ‘kırmızı çizgi’ olarak gördükleri ama sürekli olarak ihlâl ettikleri iç çatışmayla alâkalı olarak basında çıkan haberlere bakmak veya yorumlara göz atmak Filistin’in dostlarını utandıracak ve düşmanlarını da güldürecek nitelikte.
Kur’ân’da ifade edildiği gibi Cenâb-ı Hakk kimseyi düşmanlarının maskarası yapmasın. Filistinliler bu yaptıklarıyla dostlarını utandırıyor ve düşmanlarını sevindiriyorlar. Bu kendilerinin yaptığını düşmanları yapamazdı. Filistin dâvâsına ve imajına büyük bir zarar verdiler. Bu zararın boyutları tasavvur edilemez. İsrail de fırsatı hemen değerlendirdi, kendisi açısından ganimete çevirdi.
Geçmişte Şimon Peres gibi İsrailli liderler ellerini oğuşturarak ‘nasıl olsa Filistinliler bizim yapacağımızı yapıyorlar, ilişmeyelim’ havasındaydılar. Bu defa şirretlikleri arttı. Kendilerine göre aktif tarafsızlık ilkesini benimsemişlerdi. Şimdi ise Filistinlilerin bu hâlinden sonra aktif seyirciliği bırakarak aktif müdahale pozisyonunu benimsediler. Hemen Gazze’deki HAMAS mevzilerine saldırdılar. O yetmiyormuş gibi çapsızlığını iyice ortaya koyarak Filistin halkını ateşe atan Mahmud Abbas sayesinde Gazze’ye Fetihle birlikte müdahale etmeye başladılar.
HAMAS’la mücadele etmek ve savaşmak üzere resmen Fetih askerleri Gazze’ye İsrail’in yardımıyla girmiş bulunuyor (Washington Post, 18 Mayıs 2007). Bu neyi gösterir? Gösterse gösterse Filistinlilerin basiretsizliğini; İsrail’in de uyanıklığını. Ama bu basiretsizliğin affedilebilir yanı yok. Hamakatin suçu uyanıklıktan geri değil. HAMAS’a karşı çeper ve siper olmak için Mısır’da Amerikalıların yardımıyla yetiştirilen yüzlerce Fetih askeri Gazze’ye sevkedilmiş bulunuyor.
***
Burada bir değil birçok suçlu taraf var. Bunlardan birisi Mısır. Mısır İhvan’la mücadelesini artık sınır ötesine yaymış bulunuyor. Müslüman Kardeşlerle temas kurarlar diye Mısır Lideri Mübarek, HAMAS lider kadrosunun Mısır’a geçişlerini yasakladı. Daha önce de Kahire’deki bürolarına baskın düzenletmiş ve içeridekileri yaka paça dışarı attırmıştı. Mübarek, HAMAS’ın elimine edilmesi için İsrail’den daha fazla istekli. Mısır, Fetih, İsrail’in değirmenine su taşıyor. Ve Haaretz gazetesine göre, ‘HAMAS’la yola gidilmez ve HAMAS’ın barış diye bir kaygısı yoktur’ demiş. Sanki İsrail’in var. Tzibi Livni’nin ziyaretinden sonra ne olduysa oldu ve HAMAS’ı bitirmek için Mısır da çok yönlü komplonun içinde yerini aldı. Burada asıl suçlu elbetteki Arafat’ın yerine geçen Mahmud Abbas’dır. Filistin halkına liderlik yapamadığı için onları çatışmaya sürüklemiştir. Deliliniz ne sorusuna verilecek karşılık şudur. HAMAS yanlısı İçişleri Bakanını bypass ederek Filistin güvenlik güçlerini kendisine bağlaması ve bunun ötesinde HAMAS’ın hasmı olan ve Haniye’nin Gazze’ye girişini geçmişte önlemeye kalkışan Muhammed Dahlan’ı da güvenlikten sorumlu danışmanı olarak atamasıdır. Güvenlik güçlerini de fiilen onun yani HAMAS’ın hasmının yönetimine vermiştir. Eski güvenlikçi Cibril Racup bile bunu kıyasıya eleştirmiştir. Dahlan’ı Abbas’a empoze eden de ABD ve İsrail ikilisidir. HAMAS’ı cepheden yıkamayanlar onu şimdi desise ile kalleşlikle ve iç kavga ile yıkmaya kalkışıyorlar. Filistin’in sigortası hükmünde olan Arafat ile Şeyh Ahmed Yasin bu tarz gerginlikleri çatışma noktasına gelmeden engelliyorlardı. Galiba niçin İsrail’in Mahmut Abbas’ı tercih ettiği bugün itibarıyla daha iyi anlaşılmış oluyor.
***
Bununla birlikte elbetteki içte ve dışta böyle bir tablo ile karşılaşacağını bilen HAMAS’ın, seçimlere bu kadar asılması doğru olmamıştır. Bunu bilerek yaptıysa yanlıştır, bilmeyerek yaptıysa da siyasî basiretsizliktir. İsrail bugün Filistin Özerk yönetiminin yıkılmasına ve Mahmud Abbas’ın tahtının sallanmasına izin vermeyeceğiz’ diyor. ‘Nejad, Nasrallah’dan sonra yanıbaşımızda bir de HAMAS sivrilmesin’ havasındalar. Bütün bunların ötesinde Filistinliler ve İslâm âlemi için olan biten Gazze’de duble ‘nakbe’nin yani felâketin yaşanmış olmasıdır. Felâket üzerine felâket.
20.05.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|