|
|
ÂYET-İ KERİME MEÂLİ
Biz de onlara lâyık oldukları cezayı verdik. Şimdi bak, peygamberlerini yalanlayanların akıbeti nasıl oldu?
Zuhruf Sûresi: 25
|
20.05.2007
|
|
HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ
Güzelce giyinip kuşanınız; kılık kıyâfetinizi düzeltiniz. Tâ ki insanlar arasında siyah üzerindeki beyaz gibi görünesiniz..
Câmiü's-Sağîr, c: 1, no: 153
|
20.05.2007
|
|
Meşveret-i şer’iyeyle reylerinizi teşettütten muhafaza ediniz
Aziz, sıddık, kardeşlerim,
Bu defa, Hafız Ali’nin mektubunda büyük bir beşaret hissettik ki, Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyânımızı tab edilecek esbap var, mâniler yok. Madem mübarek Hüsrev geldi; en birinci hak, bu meselede onundur. Ve madem iki Ali ile Tahirî, Hafız Mustafa, harika tesanütleriyle ve şimdiye kadar bütün Risâle-i Nur talebelerini sevindiren ve ehl-i imanı memnun ve minnettar eden meydandaki hizmetleriyle ve kahraman Rüştü’nün layetezelzel sadakatiyle, Hüsrev’le beraber bu büyük ve ağır ve kıymettar hizmet-i Kur’âniyeye kemal-i tesanüdle çalışmak lâzımdır.
Sakın! Dikkat ediniz, ihtilâf-ı meşrebinizden ve zayıf damarlarınızdan ve derd-i maişet zaruretinizden ehl-i dalâlet istifade edip, birbirinizi tenkit ettirmeye meydan vermeyiniz. Meşveret-i şer’iyeyle reylerinizi teşettütten muhafaza ediniz. İhlâs Risâlesinin düsturlarını her vakit göz önünüzde bulundurunuz. Yoksa, az bir ihtilâf bu vakitte Risâle-i Nur’a büyük bir zarar verebilir. Hatta sizden saklamam, işte şimdi Feyzi de, Emin de biliyorlar ki, mabeyninizde gayet ehemmiyetsiz bir tenkit, bize burada zarar veriyor gibi, size, hiç bilmediğim halde, bu noktaya dair iki mektup yazdım ve ruhen çok endişe ediyordum. “Acaba yeni bir taarruz mu var?” diye muztarip idim.
Hem, o zarardandır ki, mübarek Hüsrev’in gelmesiyle yeni bir şevk ve sür’atle bize Hizb-i Nurînin arkasına ilhak edilen münacaat parçası on beş gün tehire uğradı. On beş gün evvel bize geleceğini tahmin ediyordum.
İnsan kusursuz olmaz ve rakipsiz de olmaz. Risâle-i Nur’un kahraman şakirtleri her müşkilâta galebe ettikleri gibi; inşaallah bu ehemmiyetli ve dehşetli mevsimde yine galebe ederler. Safvet ve ihlâslarını bozmayacaklar ve hizmetlerine fütur getirmeyecekler. Siz, tedbir-i maddiyeyi benden daha iyi bilirsiniz; fakat madem Hüsrev’le Rüştü, Risâle-i Nur’da çok ehemmiyetli rükünlerdir. Hem etraflarında, Risâle-i Nur’un çok ehemmiyetli şakirtleri var. Ve madem Hafız Ali, Tahirî, Hafız Mustafa, Küçük Ali Risâle-i Nur hizmetinde muvaffakiyetleriyle tam makbul oldukları tahakkuk etmiş; bu iki cereyan baştaki iki göz gibi olmalı. Tam bir tesânüd lâzım ki, bu ağır defineye omuzları dayanabilsin.
Umum kardeşlerimize birer birer selâm ederiz.
Kastamonu Lâhikası, s. 183
Lügatçe:
beşaret: Müjde.
derd-i maişet: Geçim derdi.
ehl-i dalâlet: Doğru ve hak yoldan sapanlar.
fütur: Ara, usanç, gevşeklik.
ihtilâf-ı meşreb: Huy, mizaç, meşrep farklılığı.
kemal-i tesanüd: Mükemmel dayanışma.
lâyetezelzel: Sarsılmaz.
mabeyn: Ara, iki şey arası.
meşveret-i şer’iye: Dine uygun olarak yapılan meşveret.
rükün: Temel, esas.
safvet: Safilik, temizlik, paklık.
tedbir-i maddiye: Maddeten alınan tedbir.
tesanüd: Dayanışma.
teşettüt: Dağınık olma, dallara ayrılma, perişaniyet.
|
Bediüzzaman Said NURSÎ
20.05.2007
|
|
Bediüzzaman'ın ümidi kimin ümidi?
Bediüzzaman Said Nursî’nin hayatına bütünüyle baktığında onun bazı ölçüleri, prensipleri olduğunu görecektir insan. Bediüzzaman bu ölçüler konusunda çok net bir duruş göstermiştir. Hayatı pahasına bu ölçülerden dönmemiş, şartlar ne olursa olsun ölçülerinden vazgeçmemiştir.
İşte bu ölçülerden biri de “ümit”tir. Evet, Said Nursî hayatı boyunca hep ümitli yaşamıştır, ümitle yaşamıştır. Yaşadığını eserlerine de aktarmıştır. Risâle-i Nur’daki en temel prensiplerden birisi de ümitli olmaktır. Risâle-i Nur her vakit “Ümitvâr olunuz!” diye adeta gürleyecektir...
Bediüzzaman’ın, eserleri ve hayatı ışığında yeisi yani ümitsizliği de en büyük düşmanlarından biri olarak gördüğünü söyleyebiliriz. Bilhassa 1910’larda verdiği Hutbe-i Şamiye’de bu konu çok net ifade edilmiştir. Meselâ “Yeis en dehşetli bir hastalıktır ki, âlem-i İslâmın kalbine girmiş...” (Hutbe-i Şâmiye) ile başlayan paragraf tamamen bu ümitsizlik hakkındadır. Risâle-i Nur Külliyatının daha pek çok yerinde bu husus–imanla da bağlantılı olarak—işlenmiştir. (21. Sözün 2. Makamı, Lemeât, 13. Lema, Muhakemat, Lâhikalar...)
Aslında Bediüzzaman’dan tersini beklemek yanlıştır. Çünkü o “Âlemlere Rahmet” olarak gönderilen ve her zaman “Müjdeleyeci” olan ahirzaman Peygamberinin (asm) varisidir. Dolayısıyla ümit, Bediüzzaman’a Kur’ân vasıtasıyla Efendimiz’den (asm) miras kalmıştır.
Evet, Bediüzzaman her şeyinde olduğu gibi ümit konusunda da yine “Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın talimiyle ve Kur’ân-ı Hakîmin dersiyle” hareket etmiştir. Zaten, Kur’ân-ı Kerîm’de açık açık ümit emredilmektedir. Meâli “Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin.” (Zümer Sûresi, 39:53) olan âyet göz önündedir.
Aynı zamanda Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın talimi söz konusu olduğuna göre Bediüzzaman’ın hayatıyla Resûlullah’ın hayatı bir paralellik göstermeliydi. Hakikaten öyleydi, değil mi? Ümit konusundaki bu paralelliği dar zihnimin daha iyi anlayabilmesi için aralarında on üç asır olan iki değişik hadiseden bahsetmek yerinde olacaktı:
1) Vakit, Hendek Savaşı vaktidir. Nebî-i Zîşan (asm) bir şehirde, Medine’de kuşatma altındadır. Bir avuç sahabisi yanındadır. Düşman ise her taraftadır. Zor günlerdir velhâsıl...
Hendekler vasıtasıyla müdafaa yapılmaktadır. Fakat bir yerde hendek kazılırken büyük bir kaya ile karşılaşılır. Kaya bir türlü parçalanmaz. Bence o da tıpkı “kuru direk” gibi, ya da “mağaradaki yılan” gibi Kâinatın Efendisini (asm) beklemektedir. Nitekim Peygamberimiz gelir ve kaya Peygamber Efendimiz karşısında adeta paralanır, paramparça olur. Ama daha da ilginci Efendimiz’in kayayı kırarken söyledikleridir. Böyle şartlar altında o (asm), sahabilerine o zamanın en büyük devletlerinin hükmü altında olan Şam’ın, İran’ın fethedileceğini müjdeleyecektir. Hem ümit verecek, hem hedef göstermiş olacaktır.
2) Vakit 1920’lerdir. Din-i Mübînin yine zor zamanlarıdır. Dine karşı her türlü faaliyetin yoğunlaştığı, gücün dine karşı bütün hücumlarını sergilediği bir zamandır. Said Nursî de bir din âlimi olarak Anadolu’nun kuş uçmaz, kervan geçmez yerlerinden birinde sürgündür. Adeta ölüme terk edilmiştir. Yine zor günlerdir velhâsıl...
Ama Bediüzzaman kendisine yardımcı olan bir iki kahraman talebesiyle Risâle-i Nurları telif etmektedir. Bir gün bu kahramanlardan biri aklından pek de ümitli olmayan düşünceler geçirir. Risâle-i Nurların kıymetini kimse görmemekte, Bediüzzaman bu dağ bayırda çürümektedir, Bediüzzaman da amma ümitlidir vs... Lâkin bu düşünceleri aklından geçirir geçirmez, Bediüzzaman “Kardeşim...” diye seslenecek ve “...Bir gün gelecek bu eserleri bütün dünya okuyacak!” müjdesini verecektir. Hem ümit verecek, hem hedef göstermiş olacaktır.
Paralellik dikkatinizi çekti mi? Siz bana bakmayın, bu konuda daha pek çok örnek verilebilir. Ancak, sadece bu iki hadisenin ışığında bile şunu rahatlıkla söyleyebiliriz:
Bediüzzaman’ın ümidi aslında Peygamber Efendimiz’in ümididir!
|
Ahmet Tahir UÇKUN
20.05.2007
|
|
Yıldız çiçekleri
Mânâ âlemlerinin yolcusu, kalbi şefkat yüklü bir zât. Gönlü nur, yüzü nur, adı nur, okuduğu nur, yazdığı nur... Çocuklar onu Nur dede diye bilirmiş. Çocuklar masumdur. Kalpleri safidir ki, kalbi safi ve şefkatli olanları hissedebilme yeteneğine de kısmen sahiptirler. Şefkat mıknatıs gibidir. Kalpleri kendi tarafına çeker. Çocuklar bu şefkatli zâtı gördükleri zaman sevinçle yanına koşarlar, etrafını sararlarmış. Sâfi kalpleri, Bediüzzaman’ın yanına götürürmüş onları. Nur dede ise bütün şefkatiyle başlarını okşar, duâ edermiş bu masum taifeye.
Mübarek eli ile başını okşadığı küçük çocuklardan birinin evi tam da Üstadın abdest aldığı yere bakıyormuş. Evlerinin bahçesinde yıldız çiçekleri varmış. Annesi bahçedeki bu yıldız çiçeklerinden kesip, Üstad’a yollarmış. Çiçekler, sevgi emaresi. Yıldız çiçekleri ile beliriverirmiş sevgileri bu âlim zâta. Yıldız çiçekleri de sevinirmiş bu işe… Fakat bir gün solmuş çiçekler. Işıkları sönmüş yıldızlarının. Sanki hissetmişçesine… Bediüzzaman’ın vefatının ardından bir daha büyümemişler.
Denilir ki bir çiçek dahi sevgiden anlar. Çiçekler şefkatli sözlere ihtiyaç duyarlar. Böyle güzel sözlerle daha güzel neşvü nemâ bulur çiçekler. Bu bir gerçektir. Yıldız çiçekleri de şefkatli bir kalple buluşmuştu. Ve o kalpteki sevginin hazzına varmıştı. Sonra hissetmişti herhalde o şefkatli zâtın dâr-ı bekaya göç ettiğini. Solmuştu çiçekleri, sönmüştü yıldızları. O da ebediyette bir mânâ bulmuştu. Her ne kadar solsa da hâlâ birilerinin zihinlerinde hem hayali hem de mânâsı mevcuttu. Öyle ki, bu anıyı anlatan bir saff-ı evvelin (o masum çocuğun) en güzel hatıraları arasında yer edinmişti.
Üstad, çiçeklerden çocuklara kadar her şeye karşı sevgi doluydu. Zira risâlelerinde çiçekler misâl olmuştur ona. Küçük bir çiçek basit gibi görünür ama; o kadar kıymetlidir ki. Adeta antika bir eser gibi. Çünkü üzerindeki Esmâ-i Hüsnâ’yı okutur. Nâdidedir, bu yüzden kıymetlidir. Kim bilir yıldız çiçekleri, Üstad’a Sâni-i Hakîm’in hangi güzel isimlerini okutturdu. Hangi tefekkür âlemlerinde gezindirdi. Allah bilir.
|
Fatma ALTUNER
20.05.2007
|
|
|
|