|
|
Mustafa ÖZCAN |
Geri adım, atılımdır |
|
Aslında sürekli hamle yapmak, taktik açısından hatadır. Bazen taktik geri adımlar, stratejik olarak ileri hamledir. Bu itibarla, denilebilir ki, geri adım bazen atılım ve hamledir. Bunda kimsenin şüphesi olmasın. İkinci olarak, şahıslar üzerine hesap yapmak da ortak misyonu kaybetmektir. Maslahat-ı amme üzerine hesap yapmak ve tercihleri ona göre belirlemek en doğrusudur. Bu anlamda Abdullah Gül’ün AKP tarafından cumhurbaşkanlığına aday gösterilmesi, bu şartlar çerçevesinde en münasibi olmuştur. Elbette, AKP triumvirası karşısında bazı çekincelerim vardı. Hâlâ da var. Abdullah Gül de buna dahil. Bununla birlikte, burada şahısları aşan noktalar var. Bir de konjonktürün ve makamın vacibi var. Bazen kişinin eksiğini makam, makamın eksiğini kişi tamamlar. Bu hesaba en uygun düşen isim Abdullah Gül’dür. Ebu Dabi Kanalı’na da söylediğim gibi, Başbakan Tayyip Bey teşkilât ve hitabet adamı. Yerine göre bunlar üstün vasıflar. Kitleleri, ancak bu vasıflarla toplayabilir ve bir araya getirebilirsiniz. Bu açıdan Tayyip Bey olmasaydı, AKP olamazdı. Bunun tartışılacak bir tarafı yok. Bununla birlikte, bu vasıflar yerine göre artı değer taşırken, yerine göre eksi değere dönüşebilir. Türkiye’deki cumhurbaşkanlığı makamı bir uzlaşma makamı olduğundan dolayı, oraya Tayyip Bey gibi geçmişi keskin ve halen baskın tabiatlı birinin gelmesi belki de kutuplaşma ve gerilimi arttırma vesilesi olabilirdi. Bir de muhaliflerinin dediği gibi onda detaylara bile müdahale huyu var. Bu açıdan, Çankaya da kendisini sıkardı. Ayrıca, cumhurbaşkanlığına seçilmesi halinde iki ihtimal vardı. Ya geride bıraktığı partisi veya gemisi yerine gelecek kaptanın maharetinin onu tutmaması sonucu rotasından çıkacak ya da o sürekli olarak hükümete karışacak veya karışmak durumunda kalacaktı. Zira Gül başbakan olsaydı, Tayyip Bey’in kadrosu içinde tek kalacaktı. Dolayısıyla tablo karışacaktı. Çankaya’dan hükümet işlerine karışması da şık düşmeyecekti. Ayrıca orada, ‘kâh ulusalcı, kâh laik kesimler’ olarak tanımlanan gruplar kendisini çok sıkıştıracaklardı. Gül’le birlikte, cumhurbaşkanı adayının tayinindeki kendisine buyruk üslûba itiraz etseler bile, isme o kadar itiraz etmiyorlar. Bu da gerilimi düşürücü bir etkendir.
***
Ayrıca Tayyip Bey feragat ederek ve geri çekilerek ‘ihtiras’larını gemleyebildiğini ve manevra yapabildiğini göstermiştir. Bu tavrıyla, yine pragmatik ve gerektiğinde geri adım atan uzlaşmacı bir kimlik olma vasfını bir kez daha öne çıkarmıştır. Gül’ün tayininden herkes kârlı çıkmıştır. Tayyip Bey, ismi üzerinde değil de kadrosu üzerine odaklanarak hem CHP’nin gazını almış, gönlünü ferahlatmış ve ona bir zafer marjı açmış, hem de partisini ileriye taşımıştır. Böylece kendisinin geri adım atmasıyla partisinin önünü açmış ve yeni seçimler için hamle gücü kazandırmıştır. Bu adımıyla Türkiye’ye zaman, fırsat ve istikrar kazandırmıştır. Son günlerde rahat hareket etmesi de göstermiştir ki, önce Çankaya’ya çıkmak istese bile, kabaran karşı dalgaları dikkate almış ve geri manevra yapmıştır. Son günlerdeki rahatlığı onun adaylıktan feragat ettiğini ve Çankaya’yı kafasından çıkardığını ve kafasındaki alternatif formülü de çözdüğünü gösteriyordu. Aksi taktirde, bu kadar rahat davranması tabiatına bakınca söz konusu değildi. Abdullah Gül de mevcutlar içinde en iyi tercih olmuştur. Bunun nedeni sakin tabiatı, bütün kesimlerle diyalog kudreti ve pazarlığa yatkın kişiliğidir. Bu itibarla, fazla iyimser mi olur bilmem, ama onun Çankaya’sı hükümetle karşıtlarının buluşma ve uzlaşma ve kaynaşma noktası olabilir. Bununla birlikte, ideolojik azınlık tarafından Çankaya’nın hazmı kolay değildir. Bir de Çankaya rüzgârıyla birlikte gelecek seçimlerde yeniden güçlü bir şekilde iktidara gelecek olurlarsa, bu derin muhalefeti daha da kızıştırabilir. Maalesef böyle bir ihtimal giderek yükseliyor.
***
Bülent Arınç’ın Çankaya noktasında denklem dışı kalması isabetli olmuştur. Tayyip Bey gibi retoriği ve hissî tarafı kuvvetli olan Arınç’ın Tayyip Bey gibi toparlayıcılık vasfı da çok gelişmiş değildir. Belki onun gibi manevra kabiliyeti de yoktur. Ve seçimler öncesinde Çankaya’ya dindar bir cumhurbaşkanı çıkacağını söylemesi, hem malûmu îlâm kabili olması açısından zaid olduğu gibi, karşı tarafın tezini teyid, pekiştirme babından da çok yanlış olmuştur. Bu, bir yüreğini serinletme duygusundan başka bir şey değildir. ‘Yeni bir Türkiye’ hitabı iki Türkiye mukabelesini doğurmuştur. Tayyip Bey de ‘Tek Türkiye var’ diye bunu düzeltmeye çalışmıştır. Zira, Ertuğrul Özkök gibilerin de ilk günden itibaren söyledikleri gibi, bundan sonraki kutuplaşmanın nedeni Abdullah Gül ismi değil, Çankaya meselesi olacaktır. Tayyip Bey seçilseydi hem Çankaya, hem de ismi üzerinden bir kutuplaşma yaşanacaktı. En azından neden şimdilik teke düşmüş vaziyette. Zira kimilerine göre, Çankaya, ‘İslâmcıların’ devlet hiyerarşisi ve kademelerinde ele geçirdikleri son mansıp. Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanı adaylığının sistemin kalbine yürüyüşün son perdesi, merhalesi ve ulaşılması olarak değerlendirilmiştir. Buna göre, merkeze yürüyüş veya maraton tamamlanmıştır. Bu neyin merkezi? Türkiye’de milletten başka merkez mi var? Dolayısıyla Arınç’ın sözleri ne kadar yanlış ise, karşıtlarının ‘merkez ele geçirildi’ şeklindeki türrehatları veya tareneleri de aynı şekilde yanlıştır. Bu feragatından dolayı Tayyip Bey’i kutlamak ve Abdullah Gül için de hayırlı olsun demek gerekiyor sanırım.
26.04.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Kalp aynası |
|
Rum ve Çinli ressamlar birbirlerine karşı övünür, “Bizim kadar kimse resim yapamaz. Dünyada birinciyiz” derlerdi. Bunu öğrenen zamanın âdil hükümdarı onları sınava tabi tuttu.
Acaba hangileri haklıydı? Hükümdar bir salonun ortasına perde gerdirip bir tarafını Çinli, diğer tarafını da Rum ressamlara ayırdı, “Haydi maharetlerinizi gösterin” dedi.
Her iki taraf da harıl harıl çalıştı. Çinli ressamlar hükümdardan ne kadar boya çeşidi varsa hepsini isteyip rengârenk nefis tablolar ortaya koydular. Görenler büyüleniyordu âdetâ.
Rum ressamlar ise duvarları cilalamak, parlatmaktan başka bir iş yapmadılar. Duvarda hiçbir resim yoktu, ancak öylesine cilalamışlardı ki ayna gibi parlıyordu.
Her iki taraf da yaptıklarının harika olduğuna inanıyor, ödülü hak ettiklerini düşünüyorlardı.
Nihayet hükümdarı davet ettiler, sergiyi gezebileceğini söylediler. Hükümdar geldi. Önce Çinlilerin hazırladıkları tablolara baktı. Gerçekten harikaydı, göz kamaştırıcıydı. Ayrıntılara varıncaya kadar bütün renk tonları kullanılmıştı. Hükümdar onları ödüllendirdi.
Sıra Rumların yaptığı tablolara geldi. Rum bir ressam hükümdar gelir gelmez hemen aradaki perdeyi çekti. Karşı duvardaki tablolar bütün ihtişamlarıyla cilalı duvarda boy gösterdi. Hem de o kadar parlak, o kadar cazip, anlamlı olarak… Hayran kalmamak mümkün değildi. Hükümdarın kendini manzaralar arasında görmesi onu daha da cezbetti. Bayıldı tablolara. “İşte tablo dediğin böyle olur!” dedi. Çinli ressamlara verdiğinden çok daha büyük ödül verdi onlara!
Bu hikâyeye Mesnevî-i Şerif’inde yer veren Mevlânâ bedenimizi ve dış dünyayı Çinli ressamların duvarlara çizdikleri tablolara benzetiyor. Kalbimiz ise Rumlu ressamların parlattığı cilalı duvar gibi. Beden ise dünya ile kalp arasındaki bir perdedir.
Çoğu insan kalbi ihmal edip vücudunu ve dış dünyayı süslemekle ömür tüketir. Kalbe yönelen, onu Cenâb-ı Hakkın kâinatta sergilediği güzel isim ve sıfatlarına ayna yapabilen insan ise işin sırrını yakalamış demektir.
Allah adaletlidir, merhametlidir, cömerttir, affedicidir… Adaletli, merhametli, affedici olan insan, Cenâb-ı Hakkın güzel isim ve sıfatlarını yansıtan parlak, cilalı bir duvar gibi olmuş olur.
İmtihan dünyası kapanıp aradan perde kalktığında kalbin, bu güzellikleri ne ölçüde yansıtabildiği ortaya çıkar. Kalbinde Allah’ın güzel isim ve sıfatlarını yansıtabilen insan kazanır.
26.04.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
M. Ali KAYA |
Hayırlı olanı istemek |
|
Bütün güzelliklerin kaynağı yüce Allah’ın Cemal isminin tecellîsidir. Güzeller güzeli olan yüce Allah’ın cemalinin tecellîsi ile bütün güzellikler vücut bulmaktadır. İnsan güzelliğe meftun olarak yaratılmıştır. Daima güzel şeyleri arar ve bulduğu zaman da memnun ve mahzuz olur.
İnsan kalbi, daima güzeli tercih eder. Her şey gönüle, gönül güzele meftundur. Bir de güzellik, niyet ve güzel düşünceler ile güzelliğini artırır. Zenginlik, mal ve makam sahibi olmak da güzeldir. Ama asıl güzel olan ise, ahiret zengini olabilmektedir. “Ahirette seni kurtaracak bir eserin olmadığı takdirde fani dünyada bıraktığın eserlere de kıymet verme” der Bediüzzaman.
Her şeyde bir güzellik vardır. Kalbi Allah’tan gelene razı olan, şikâyetçi olmayan, verilirse memnun olarak alan, verilmeyince göz dikmeyen, mal sahiplerine haset etmeyen, menfaat için zenginlere dalkavukluk etmeyen, yoksulluğundan utanmayan ve Allah’a karşı görevlerini yerine getirmekte ihmalkâr davranmayan edepli fakirlik de çok güzeldir. Onlar dünyada fakir olsa da, ahiret zenginidirler. Böylelerinin ölümleri güzel, hesapları kolay olur ve cennete zenginlerden beş yüz sene önce girerler.
Gönülleri sevgi dolu olan, herkesin hayrını ve iyiliğini isteyen ve herkese hayır duâ eden insanlara ne mutlu! Onlar Allah’ın sevgili kullarıdır. İyi niyet ve ihlâsları ile İlâhî rahmetin inmesine sebep olurlar. Bunların yanında bir de hem dünyasını, hem de ahiretlerini perişan eden fakirler vardır. Bunlar İlâhî takdire kızan, Allah’a isyan eden, günahkâr zenginlere özenen, dünya için dinini satan ve mal sevgisi ile kalpleri yanıp tuştan kimselerdir. Bu hallerden Allah’a sığınmak gerekir. Çünkü bunun sonu inkâr ve azaptır.
Allah insana sonsuz ve dünyaya sığmayan mükemmel duygular vermiştir. “Vermek istemeseydi elbette istemek vermezdi.” Allah elbette bu duyguları tatmin edecek ve memnun edecektir; ama bunlar bu dünyaya sığışmadığı için bunların yeri ahirettir. Bunun için dar ve sıkıntılı dünyada Allah’tan hayırlısı ne ise onu istemelidir.
Ahirete zarar verecek olan her şeyden Allah’a sığınmak ve korunmak gerekir ki ahiretteki ebedî mutluluğu ve saadeti kaçırmayalım. İnsanı saadete sevk eden ve ebedî saadeti netice veren her şey güzeldir. Ama ne var ki bütün güzelliklere giden yollar sıkıntı ve zahmetlerle doludur. Bunun için “Zahmette rahmet vardır” denilmiştir.
Ameller sonuçları ile değerlendirilirler. Sonucu güzelse o güzeldir. Sonucu felâket ve çirkin olan bir şeyin başının ve ortasının güzel görünmesine aldanmamak gerekir. Zaten bütün kötülüklere giden yol iyi bir başlangıçtan geçer. Bunun için işin başının sıkıntılı ve zahmetli olmasına bakılmadan Allah’tan hayırlısını istemek lâzımdır.
Kullarını en iyi bilen ve tanıyan yüce Allah elbette sevdiği ve saadetini istediği kulunun hakkında hayırlı ne ise onu kendisine verecektir. Fakat insan bunu bilmediği ve işin sonucunu göremediği için başındaki güzelliğe aldanarak ısrarla bunu talep etmekte, Allah’ın kendisi hakkında dilediği hayrı şerre çevirmektedir. Buna kendi isteği ve ısrarı ile sebep olmaktadır.
Yüce Allah bu gerçeği Kur’ân-ı Kerim’de “Eğer Allah bütün kullarına bol imkânlar verseydi şüphesiz onlar azgınlık ve taşkınlık yaparlardı. Bunun için Allah her şeyi dilediği bir ölçüye göre indirir. O Allah, kullarının halini en iyi bilen ve görendir”1 buyurur. Peygamberimiz (asm) bu sebepten dolayı “Az olup yeten mal, çok olup Allah’tan alıkoyan maldan daha hayırlıdır” buyurmuşlardır.
Dünyada istenilecek ve imrenilecek olan mal ve makam gibi hususlar değil, gerçek manevî güzellik ve zenginliklerdir. Bunlar ise iman, ilim, ahlâk ve gönül zenginliği gibi hususlardır. Allah katında en değerli olan hususlar da, ebedî saadeti kazandıracak ameller de bunlardır.
Dipnotlar:
1- Şûrâ Sûresi: 27
26.04.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Tevhid ne demektir? (2) |
|
Tevhid delillerini okuyamayan bir inanç, gerçek imanı bulamaz ve batıla sapar. Bu, temiz gıda ve su bulamayanların, murdar et yemek ve kirli su içmek zorunda kalması gibidir. Haddizâtında iptidâî topluluklar da Allah’a inanmış, fakat, sıfatlarında yanılmışlardır.
Tabiata, atomlara ilâhlık verenlerin mantıksızlığı şudur:
Kâinata bakıldığında, bir şey her şeyle bağlıdır. Ve her şey moleküllerden oluşur. Dolayısıyla her molekülün, bütün varlıkların fizikî, kimyevî, biyolojik, psikolojik vs. yapılarını bilmesi lâzım! Meselâ, havadaki her bir zerre, her bir çiçeği, her bir meyveyi ziyâret edebilir, hem her çiçeğe, her meyveye girer, işleyebilir. Eğer her şeyi görür ve bilir bir Kadîr-i Mutlakın memur-u musahharı olmasa, o serseri zerre, bütün meyvelerin, çiçeklerin cihazâtını, yapısını, ayrı ayrı sanatlarını, onlara giydirilen sûretlerin terziliğini ve sanatın bütün mükemmelliklerini kapsayan terziliği bilmesi gerekir.1
İşte, hakiki tevhid, moleküllerden galaksilere kadar her şeyde Allah’ın varlık ve birliğini görmektir. Yani, Cenâb-ı Hakkın “ulûhiyet” (ilâhlık) damgasını, “rubûbiyet” (atomdan galaksilere kadar kâinatı terbiye etme) imzasını ve “kaleminin nakışlarını” görmek, okumaktır. Sayısız icraatında, yaratmasında hiçbir şekilde ortağı, yardımcısı olmadığını bilmek ve her şeyin dizgininin Onun elinde olduğuna inanmaktır. Böylece, herşeyin Onun birliğine (tevhide) şehadet ettiğine, her şey Onun kudret elinden çıktığına; ulûhiyetinde, rubûbiyetinde ve mülkünde hiçbir şekilde, hiçbir ortağı, yardımcısı olmadığını görme derecesinde kesin bir bilgiyle tasdik edip iman getirmektir.2
Gerçek mutluluk kaynağı da tevhid-i hakîkîdedir. Zira, her şey üstünde esmânın nakışlarını, cilvelerini, yansımalarını okumakla, her an huzur-u
İlâhî’de olmanın lezzet ve zevki yaşanır.
Dipnotlar:
1- Sözler, s. 267;
2- A.g.e., s. 263-264.
26.04.2007
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
Raşit YÜCEL |
Bitmeyen hafta |
|
Bir hafta acaba yeter mi? Hayır. Onu (asm) anlamak ve anlatmak için haftalar kâfî gelmez.
Ama bu hafta, bir başlangıç sayılabilir.
Çünkü o (asm), bizim ile alâkadardır.
Her bir salavatımızı işitir. Onu (asm) ziyaret etmek mi istiyorsunuz? Mesafesi sadece havayolu ile 3-4 saat. “Benim kabrimi ziyaret eden, beni hayattaki gibi ziyaret etmiş olur” buyuruyor.
Onun (asm) kabrini ziyaret ettiğinizde kolaylık hissedersiniz.
Mahşerî bir kalabalık... Uzak beldelerden onu (asm) ziyaret etmek için gelen, gönlü kırık, acısı büyük insanlar...
Hep ona (asm) koştular. Kim ne aradı ise aradığını onda (asm) buldu.
“Zaman değişmiş, asır başkalaşmış, herkes dünyaya dalmış” diyenler, onun (asm) getirdiği nur ile âlemlerini ışıklandırdılar ve asırlar bir bir o saadet düsturları ile süslendi.
Onun için bu haftalar bitmemeli.
Onun (asm) hayatını, yaşadığı zamanı, yaşadığı olayları, söylediği sözleri, emrettiği şeyleri, çekindirdiği tutum ve davranışları, bıraktığı vasiyetleri, “Yapın” dediği ibadetleri unutmayacağız.
Onun (asm) gibi güleceğiz.
Onun (asm) gibi ağlayacağız.
Onun (asm) gibi ibadet edeceğiz.
Onu (asm) herşeyden çok seveceğiz.
Kulağımızın biri değil, ikisi de onun (asm) söylediklerinde olacaktır.
Dünyayı istiyorsak, ona (asm) soracağız. Ahireti istiyorsak, ona (asm) soracağız.
Binlerce hadis, günümüze kadar ulaştı. Mesajları açık, eski değil, hâlâ yeni. Çünkü onun getirdikleri, sadece o günün ve o asrın ihtiyaçları değildi.
Kıyamete kadar devam edecek olan bir saadet halkası idi. Hafta bitmedi, devam ediyor.
26.04.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Nükleer patlama, kıyameti hatırlattı |
|
Bundan 21 sene evvel bugün (26 Nisan 1986), Ukrayna'da insanlık tarihinin en büyük felâketlerinden biri olan nükleer patlama hadisesi yaşandı.
O tarihte Rusya'ya bağlı bulunan bu ülkenin Kiev şehri yakınlarındaki Çernobil Nükleer Santralında yapılan bir deneyin başarısızlıkla sonuçlanması neticesinde, 4 no'lu reaktör infilâk etti.
Patlama sonucu etrafa yayılan radyasyon miktarı normalin 100 bin katına kadar çıktı.
İlk etapta, bölgeden 135 bin kişi tahliye edildi. (Bu sayı daha sonra 400 bine çıktı.)
Patlama bölgesi havadan kum ve toprakla örtülmeye çalışıldı. Ancak, yine de radyoaktif maddenin etrafa ve havaya yayılmasına engel olunamadı.
Kıyameti hatırlatan bu nükleer felâket, sadece Ukrayna’da 125 bin kişinin ölümüne ve sayısız insanın yaralanmasına, sakatlanmasına yol açtı.
Ayrıca, Hollanda’nın yüzölçümü büyüklüğündeki bir toprak parçası, belki kıyamete kadar hiç kullanılamayacak bir hale hale geldi.
* * *
Yapılan tesbitlere göre, Hiroşima ve Nagasaki'ye atılan (1945) atom bombalarının yaklaşık 200 katı kadar radyoaktif madde atmosfere yayılmış oldu.
Yapılan bir başka tesbite göre ise, 480 bini çocuk olmak üzere 1.8 milyon Ukraynalı insan bu patlamadan ciddi şekilde etkilendi.
Sonradan da, kanser ve lösemi hastalıklarıyla normal olmayan doğumlarda yüzde 400'e varan artışlar olduğu kaydedildi.
Nükleer fâciadan, Ukrayna dışındaki ülkeler de nasibini aldı. Radyoaktif maddenin bulutlara karışması ve yağmur bulutlarının rüzgâr sayesinde dünyayı dolaşması sebebiyle, pekçok ülke bu felâtten ektilendi.
Türkiye'nin daha çok Karadeniz Bölgesinde tesbit edilen radyoaktif maddeler, Avrupa ülkeleri başta olmak üzere, dünyayın yaklaşık 45 ülkesinde de aynı tehlikenin izlerine rastlandı.
Çernobil kaynaklı radyoaktif serpinti, yer küresi üzerinde (kuzey yarımküre) yaklaşık 160 bin kilometrekare toprağı kirletmiş oldu.
Aradan 21 yıllık bir süre geçmesine rağmen, yeryüzü henüz bu nükleer kirlilikten temizlenmiş değil.
Deney yapılıyordu
Rus ilim adamları, patlama öncesi Çernobil nükleer santralında bir deney yapmayı planlıyordu.
Deneyin yapılacağı 25 Nisan 1986’da, önce reaktörün gücü yarıya düşürüldü. Ardından, âcil soğutma sistemi ile deney sırasında reaktörün kapanmasını önlemek için tehlike anında çalışmaya başlayan güvenlik sistemi devre dışı bırakıldı.
26 Nisan günü saat 01:00’i esnada, teknisyenler deneyin son hazırlıklarını tamamlamak üzere ek su pompalarını çalıştırdılar. Bunun sonucunda gücünün yüzde 7’siyle çalışmakta olan reaktörde buhar basıncı düştü ve buhar ayırma tamburlarındaki su düzeyi güvenlik sınırının altına indi. Normal olarak bu durumda reaktörün güvenlik sistemine ulaşması gereken sinyaller de teknisyenler tarafından engellendi. Su düzeyini yükseltmek için buhar sistemine daha fazla su aktarıldı ve saat 01:23’de deneyin fiilen başlatılması için şartların tamam olduğuna karar verildi.
Ne var ki, ortaya belki de hiç hesap edilmeyen bazı aksilikler çıktı. Dahası, bazı hesaplamalar da yanlış yapılmıştı. Dolayısıyla, planlanan deneyin seyri aksi yönde gelişmeya başladı.
Bu arada, aşırı derecede ısınmış bulunan santralde saat 01:24’te, yani deneye başlanmasından sadece bir dakika sonra, reaktörlerde iki büyük patlama oldu.
Üç–beş saniye sonra ise, reaktörün gücü %7’den %50’ye fırladı. Yakıt parçacıklarının soğutma suyuyla karşılaşması, suyun bir anda buhara dönüşmesine yol açtı. Meydana gelen aşırı buhar kütlesinde şiddetli basınç, reaktörün ve santral binasının tepesini (resimde görüldüğü gibi) havaya uçurdu.
Bu patlamanın ardından, reaktördeki zirkonyum ve grafitin, yüksek sıcaklıktaki buharla karşılaşması sonucu oluşan hidrojen, hızla yanmaya ve bütün santralı bir ateş topu haline getirmeye başladı.
* * *
Çok gariptir ki, bu ölüm kusan patlama hadisesi, ancak üç gün sonra dünyaya ilân edildi.
Uzun süre kapalı devre bir hayat süren komünist Rusya, insanlığın felâketine yol açan böylesi bir fâciayı bile zamanında duyurmuyordu.
Patlama duyulduktan sonra, bir de bakıldı ki, insanlık 'yüzyılın felâketi’ ile karşı karşıya gelmiş bulunuyor. Doğrudan ve dolaylı şekilde bu patlamadan ölüm, hastalık, sakatlık, muhacerek gibi sebeplerle etkilenen isnanların sayısı hesap edilemecek kadar çok.
Evet, bu fâcia cidden milyonların mukadderatına birinci derecede tesir etmesi bakımından, yüzyılın en önemli bir hadisesi olarak tarihe geçti.
26.04.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Murat ÇETİN |
Biz bu değiliz. Katil değiliz |
|
Biz bu değiliz. Katil değiliz. Belki bir anlık öfkeyle kalkıp zararla otururuz. Belki gözümüz kararıverip, sonradan çok pişman olacağımız şeyler yaparız. Belki sinirlenince ne dediğimizi bilmeyiz. Ama biz katil değiliz.
Öyle taammüden adam öldürmeyiz. Bir şehre gezmeye, görmeye, büyüklerin ellerinden, küçüklerin gözlerinden öpmeye geliriz. Ama kafamıza beyaz beremizi takıp, bizden farklı diye, hoşumuza gitmeyen şeyler söyledi diye, bir insanı vurmak üzere şehirler arası otobüse binmeyiz.
Bileyip bıçağımızı, boğazlamayız insanları.
İnancı farklı diye başka bir dinin din adamını öldürmeyiz.
Kendimizi katillerle aynı safta görüp sloganlarla atmayız. Aksine hep mağdurlar tarafında dururuz. Mağduriyet bu yüzden prim yapar bu memlekette. Katillerle aynı tarafta olmak bu yüzden kaybettirir insana.
Biz, evet çok çabuk dolduruşa geliriz, ama silahımız bizim kadar kolay dolmaz. Biz çok çabuk sinirleniriz, ama tetikteki elimiz sinirlerimiz kadar hızlı değildir. Çok bağırıp çağırırız, ama bir duvar bulup yumruklayarak, yutkunuruz öfkemizi.
Tamam, yenildiğimiz de olur öfkemize. Kurşun sıktığımız, bıçak çektiğimiz, hasmımızın boğazına sarıldığımız da olur. Ama kanlar akıverince yere, sıktığımız boğaz nefessiz kalıverince, o acı gerçekle karşılaşıp yığılır kalırız. “Ben ne yaptım Allah’ım” demeye başlarız. Derin bir pişmanlıkla başımızı öne eğer, kızarmış yüzümüzü herkesten saklamaya çalışırız.
Öyle gurur duymayız aldığımız canlarla. Geceleri başımızı yastığa öyle kolay koymayız. Nefsimizi müdafaa etmek için bile olsa, içimizi kemirip durur, verilen o son nefes. Çocuklarını düşünürüz, dul kalan eşini düşünürüz, ayakkabısının delik tabanını düşünürüz ve yerin dibine geçmek için yerin yarılmasını beklemeye koyuluruz.
Biz bu değiliz. Katil değiliz.
Aramızda öyleleri varsa bile, onlar biz değil, biz onlar değiliz. Karıncayı incitmekten çekiniriz. “Yazık o da bir can” deriz. Kimsenin ölümünden sevinç duymayız. Kimsenin cinayetiyle gururlanmayız.
Biz Rahip Santaro’nun, Hıran Dink’in ya da Malatya’daki vahşetin katilleri değiliz.
26.04.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Hasan YÜKSELTEN |
Tutamıyorum zamanı |
|
Hayatta gözlemlediğimiz bazı şeyler vardır. Mantık çerçevesinde çok açıklayamayız, bununla beraber nasıl olduğuna da hayret ederiz. Meselâ bereket gibi... Bazen çok büyük miktarlar bize yetmezken, gün gelir çok az bir miktarla çok fazla şey elde ettiğimizi görürüz.
Modernitenin insanlığa yaptığı en büyük kötülüklerden biri, bereket kavramını unutturmasıdır bence. Pozitivist anlayışın gereği, gözle görmediğine inanmayan, aklı gözüne inen insanlar için manevî kavramlar bir şey ifade etmiyor. Her şeyi maddede arayan gözler, bereketteki çoğalmayı idrak edemiyor. Bu anlayışın uzantısı olarak dindar kesimde de bereket neredeyse unutulmaya yüz tutmuş bir değer haline geliyor. Zira paraya tahvil edilemeyen herşeyin değersiz addedildiği günümüzde, mânâ âlemi ve onun kavramları da büyük bir değer kaybına uğramış durumdadır maalesef.
Bereketin unutulması, tüketim açlığı içinde olan ve bunda sınır tanımayan anlayışın sonuçlarından biridir aslında. Eskiden ihtiyacı kadar üreten insanlık artık üretebildiği kadar çok üretiyor. Modern insan bir taraftan tüketmek için üretirken diğer taraftan üretmek için tüketiyor. Ve bu üretim tüketim kısır döngüsü içerisinde her türlü insânî ve ekolojik tahribat göze alınırken, bereket buhar olup uçuyor. Zira israfın olduğu yerde bereket durmuyor. Bereketi elde edebilmek için iktisat etmek gerekiyor.
“Neyle yaşıyorsun?” suâline “Ben, iktisat ve bereketle yaşıyorum” diye cevap veren Bediüzzaman’ın hayatına baktığımızda da bereketin çok önemli bir yer kapladığını görürüz. Nitekim onun, talebelerine yazdığı mektuplarda ‘Aziz, sıddık ve mübarek kardeşlerim’ gibi tabirlere sıkça rastlanır. Mübarek kelimesiyle bereket kelimesinin aynı kökten türedikleri düşünülünce, bu hitabın anlamı daha bir derinleşiyor.
Bereket, sadece maddî değerlerle, hatta genel mânâda anlaşıldığı gibi sadece gıda maddeleri ile sınırlı birşey de değildir aslında. Bediüzzaman ‘Maddî ve mânevî rızkımıza bereket ihsan et!’ diye duâ ederken bereketin manevî rızıklarda da söz konusu olduğunu hatırlatır. Yani bereket, zamanda huzurda, mutlulukta, sevgide, kanaatte, ilimde, tefekkürde, kısacası hayatın maddî olmayan alanlarında da var olan bir durumdur.
Meselâ günümüzde insanlar vakit yokluğundan ve de yoğun olmaktan sıkça şikâyetçi olurlar. ‘Çok yoğunum’, ‘Hiç zamanım yok’, ‘Vakit bulamıyorum ki’, vb. cümleleri çok sık duyarız. Hatta yeri geldiğinde biz de kullanırız. Sahi, zaman farkında bile olmadan ne kadar da hızlı geçiyor değil mi? Sakın bunun sebebi zamanın bereketinin kalkması olmasın.
A’raf Sûresi’nde şöyle bir âyet geçer: ‘Eğer o ülkelerin ahalisi iman edip Allah’a karşı gelmekten sakınsalardı, gerçekten üzerlerine hem gökten, hem yerden bereketler açardık; ancak onlar yalanladılar, biz de onları kazanageldikleri nedeniyle cezaya çarptırdık.’1 Günümüzde de hızlı yaşayarak, koşturarak, hayat gayesini unutan insanlığa Allah zamanın bereketini kaldırarak ceza mı veriyor acaba? Nitekim bir hadiste şöyle buyrulur: ‘Zaman yakınlaşmadıkça kıyamet kopmaz. Bu yakınlaşma öyle olur ki, bir yıl bir ay gibi, ay bir hafta gibi, hafta da bir gün gibi, gün saat gibi, saat de bir çıra tutuşması gibi (kısa) olur.’2
Modern insan teknolojik gelişmeler ile belki çok zaman kazanıyor ama ürettiği bu boş zamanı, yine boş işler peşinde çılgın bir şekilde tüketerek anlamsızlaştırıyor. Boş zamanlar, boşa geçen zamanlara dönüşüyor. İnsan ömrünün süresi uzuyor ama ömrün bereketi azalıyor.
Antoine de Saint Exupéry “Küçük Prens” adlı eserinde Küçük Prens’in bir seyahatinden bahseder:
“Günaydın...” dedi Küçük Prens.
“Günaydın...” dedi satıcı.
Susuzluk giderici hapların satıcısıydı bu. Haftada bir hap alındı mı, susuzluk diye bir şey kalmıyordu geriye.
“Bunları neden satıyorsun?” diye sordu Küçük Prens.
“Vakitten kazanılsın diye...” dedi satıcı, uzmanlar ölçüp biçtiler. Haftada elli üç dakika kazanılıyor.
“Bu elli üç dakikada ne yapılır ki?”
“Gönlün ne çekerse...”
“Ben” dedi Küçük Prens kendi kendine “Gönlüm çektiğince harcayacak elli üç dakikam olsaydı, bir çeşmeye doğru ağır ağır yürürdüm...”
Hayatın sakin ve geniş aktığı zamanlar geride kaldı artık. Yakın zamanda çıkan haberlerden birinde insan ömrünün uzadığı müjdesini veriyordu tıp bilimi. Bir de ömrün bereketinin arttığının müjdesini verebilseydi keşke. Bu gidişle her şeyi hazır hap gibi tüketmeye alışan insanlar için günün birinde bereket üreten ilaçlar da bulunur belki (!)
Ömrümüzün bereketini artırmanın yolu, hayatımızı iman ile hayatlandırmaktan, farzları yerine getirerek zinetlendirmekten ve günahlardan kaçınmak sûretiyle muhafaza etmekten geçiyor. Modern hayatların bereketsiz zamanları ancak bu şekilde anlam kazanabiliyor. Zira dünya durmuyor geçiyor ve bereketli bir ömür uzun bir ömürden çok daha fazla anlam ifade ediyor.
Dipnotlar:
1- A’raf Sûresi, 96
2- Tirmizi, Zühd 24, (2333)
26.04.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Milletten korkan kaybeder |
|
Türkiye Büyük Millet Meclisi, 11. cumhurbaşkanını seçmeye hazırlanıyor. Tek başına cumhurbaşkanı seçme imkânına sahip olan AKP, adayını Genel Başkan ve Başbakan Tayyip Erdoğan aracılığıyla açıkladı. Olağan üstü bir mani çıkmazsa, şu ana kadar Dışişleri Bakanı ve Başbakan Yardımcılığı görevini yürüten Kayseri Milletvekili Abdullah Gül 11. cumhurbaşkanı seçilecek.
Demokrasi tam anlamıyla hayat bulamadığı için, şimdiye kadar yapılan bütün cumhurbaşkanlığı seçimleri tartışmalı olmuştur. Bu tartışmaların pek çok sebebi olmakla birlikte, temelinde ‘halktan/milletten korkmak’ vardır.
Ülkemizi uzun yıllar ‘tek parti’ ile yöneten ve bunu da sanki ‘demokrasi’ymiş gibi sunan anlayış sahipleri, 1950’deki ‘beyaz ihtilâl’le alaşağı olunca, o güne kadar ‘yarışmadan/ rekabet etmeden’ sahip oldukları mevki ve makamları ‘millet’e devretmek istememiştir. Seçim sandıklarında umduklarını bulamayanlar, bazı kavramların arkasına sığınmak suretiyle, milletin vermediği iktidarı ellerinden tutmaya çalıştılar.
27 Mayıs 1960’ta yapılan ihtilâl; bir anlamda 1950’de sandıkta kazanılan ‘millet iktidarı’na son verme hareketiydi. O tarihten sonra seçim sandıklarında ‘millet’ iktidar olmuş olsa bile, maalesef ‘muktedir’ olamadı. Sonraki yıllarda yapılan cumhurbaşkanlığı seçimlerinde de’sürpriz’ isimlerin Çankaya’ya çıkması devam etti. 8’inci ve 9’uncu cumhurbaşkanlarının seçilmelerini, önceki seçimlerden ayrı düşünmek lâzım, ama bunlarda da milletin doğrudan söz hakkı olmadığı ortada.
Bu durumu, “Cumhurbaşkanı seçimi, milletvekili seçimi gibi değil; Anayasa gereği TBMM eliyle yapılıyor” diye izah etmek ‘teknik’ anlamda doğru. Zaten tartışılması gereken de bu değil midir? Niçin Türkiye’nin en tepe noktasındaki idareciyi millet doğrudan seçmesin, seçemesin?
İşte bu noktada ‘milletten korkanlar’ın tuzakları devreye giriyor. Çünkü onlara göre cumhurbaşkanını doğrudan ‘millet’ yapsa, şimdiye kadar kurdukları bütün tuzaklar boşa çıkacak! Çünkü ‘o kafa’ya göre, ‘millet dost değil’dir! ‘Milletin ne yapacağı belli olmaz, onlara güvenilmez’ kuralı ilk prensiptir!
Elbette, “Cumhurbaşkanını millet seçsin” konusu, sadece bu günün tartışma konusu değildir. Özellikle 1960 ihtilâlinden sonra bu tartışma çok yapılmış ve ‘Tek Parti’ alışkanlığını devam ettiren CHP Lideri İsmet İnönü, “Cumhurbaşkanını halk seçerse kendileri gibi birini seçer” anlamında görüş beyan etmiştir. Aradan yıllar geçtiği halde, maalesef aynı anlayış bugün de devam ediyor.
Bu süre zarfında CHP’nin sergilediği tavrın her halde seçim sandığına yansıması olacaktır. CHP, kendince yapılacak ilk seçimlerde ‘zafer’le çıkacağını düşünüyor olabilir. Ama tam aksine millete rağmen sergilediği tavırlarla sandıkta ‘milletin tokadı’nı yiyebileceğini unutmamalı.
Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanlığı adaylığını duyan bazı ‘vatandaş’lar, “Eyvah! Kendi istediklerini yaptılar” anlamında görüşler beyan ediyordu. (Kanal D, Mehmet Ali Birand’ın sunduğu akşam haberleri, 24 Nisan 2007) Böyle düşünenlerin olması, CHP’ye ‘güven’melerinden kaynaklanıyordu. Oysa cumhurbaşkanı adayını belirlemek zaten AKP’nin elindeydi. Türkiye ve dünya gerçeklerinden habersiz; sırf miting meydanlarındaki konuşmalara inananların tavrı şaşırtıcı.
Türkiye’de siyaset yapacak olanlar; önce milletle barışmalı, kaynaşmalı.
26.04.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Serdar MURAT |
Gül’ün cumhurbaşkanlığı |
|
Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’ü cumhurbaşkanı adayı olarak göstererek, Çankaya satrancında stratejik bir hamle yaptı Başbakan Erdoğan.
Kendisinin Çankaya’ya çıkması Gül’ün ise başbakanlığı üstlenmesi beklenirken, devletin zirvesini Gül’e icra makamı olan başbakanlık ve parti liderliğini ise kendine tahsis etti.
Her hamlenin artıları ve eksileri olduğu gibi bunun da getirileri ve götürüleri olacak elbette ki.
Her partinin kadroları arasında Abdullah Gül gibi stratejik bir ismin olması gerekiyor.
Erdoğan, parti içinde birliği sağlayacak Gül’den başka ikinci bir isim bulamazdı. Arınç dahi Abdullah Bey kadar bütünleştirici olamazdı.
“Kendisi Çankaya’ya çıktı, ama korktu, geri adım attı” dedirtmeyecek bir ismi aday gösterdi.
“Eşinin başındaki örtüden dolayı korktu” dedirtmedi, eşinin başı açık olduğu için üçüncü dereceden bir ismi Çankaya’ya çıkarmak suretiyle maruz kalacağı eleştirileri de böylece bertaraf etti.
Cumhurbaşkanlığı makamı içte ve dışta uyumu, devletin kurumları arasında işbirliğini gerektiren bir makam. Gül’ün devlet adamlığı kumaşı buna izin veriyor. Ayrıca milletin içinden çıkmış ve bu ülkede başbakanlık görevine kadar üstlenmiş birisi olarak devlet-millet kaynaşmasına da uygun bir isim.
Ancak uyumlu kimliğine rağmen kimse Abdullah Gül’den hükümetin noteri gibi hareket etmeyi beklemesin.
Bulunduğu her görevi yüksek profilli olarak götüren bir isim Abdullah Bey, Çankaya’da gölgede kalması ya da düşük profilli bir seyir izlemesi söz konusu olmaz.
O Kayseri’de bir torna tezgâhının sahibi Ahmet Hamdi Bey’in oğlu olduğunu unutmadan, ama Türkiye Cumhuriyetinin devlet başkanı olarak hareket edebilecek kapasite ve devlet deneyimine sahip.
Demokrasinin erdemi bu.
Paşa torunu, zadegân ya da eşraf değiller. Bülent Arınç emekli bir astsubayın çocuğu, Erdoğan bir gemi kaptanının oğlu, Abdullah Bey de Kayseri Sanayi Sitesinde hâlâ torna tezgahı çalıştıran bir babanın evladı.
Özellikle de çok geniş bir diplomasi tecrübesine sahip.
Böylesine onurlu bir görev ülkemizi 1 Mart tezkeresinin reddedilmesi ile birlikte savaşa sokmamanın mükâfatı olarak geldi diye düşünmeden de edemiyorum.
Ancak devlet adamlığı kariyerine rağmen, Tayyip Bey gibi kitleleri heyecana getirecek, peşinden sürükleyecek, partisini zaferden zafere koşturacak bir liderlik pırıltısına da sahip değil.
Cumhurbaşkanı adaylığının belirlenmesi sürecinde Tayyip Bey’in “feragat” etmesindeki en büyük sebeplerden biri de bu.
Geçen hafta yapılan MKYK toplantısına kadar Erdoğan Çankaya’yı hedeflemişti. Ancak kendisi Çankaya’ya çıktığı takdirde partisinin geleceğini tehlikede gördü.
“Partimize seçim kazandıracak, kitleleri heyecanlandıracak biri lâzım” diyordu. Onu bulamadı.
Partisinin geleceğini güvende göremediği için Çankaya’dan feragat etti.
Demokrasi adına güzel bir örnek bu.
Kışladan ya da parti liderliğinden Çankaya’ya uzanan yolda Gül’ün adaylığıyla birlikte bir ezber bozuldu.
Ancak bu her şeyin güllük-gülistanlık olacağı anlamına gelmiyor.
Ülkeye çakılı tek bir çivisi olmayan kriz müptelası zihniyetin belâlarından ne kadar uzak durulabilir bilinmez, ama bölgemizdeki gelişmeler nedeniyle bazı olaylara devlet başkanlığı düzeyinde ağırlık konulması gerekiyor.
Özal Ortadoğu politikasını, Demirel ise Avrasya stratejisini yöneten cumhurbaşkanlarıydı.
Dışişlerinden gelen birikimiyle Abdullah Gül’ün bu sorunlara, başbakanın ise daha çok ekonomi başta olmak üzere ülke yönetimine zaman ayırması beklenebilir.
Başbakanın Meclisteki makamının kapısı açıldığında içeriden Erdoğan ile Gül birlikte çıkmışlardı. Yüzlerinde tarihî bir karar almanın verdiği bir ağırlık vardı. Adaylığının açıklandığı salona girildiğinde ise Gül’ün heyecanlı hali gözlerden kaçmıyordu. Ellerini koyacak yer bulamıyor, sık sık önündeki sudan yudum alıyordu.
Genç yaşında bir politikacının ulaşacağı en üst makama ulaşıyordu. Tabiî ki heyecanlı olacaktı.
26.04.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Gül ve Çankaya |
|
Uzun, bıktırıcı ve sancılı bir süreç nihayet sonuçlandı. Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanı adaylığının açıklanması, hem belirsizliği sona erdirdi, hem de tıkanan gündemi rahatlattı.
Bilindiği gibi, son günlere kadar hakim beklenti Erdoğan’ın adaylığıydı. Uzunca bir süre kendisinin verdiği mesajlar da bu beklentiyi destekler nitelikteydi. Ancak son anda durum değişti ve Erdoğan değil, Gül aday gösterildi.
Bu manevrada, Erdoğan’ın adaylığına yönelik tepkilerin ne derece payı var, bilemiyoruz.
Ancak olayın bu cihetinin, son günlerde gerek parti içinden verilen, gerekse halk arasında kameralar eşliğinde yapılan nabız yoklamaları ile seslendirilen “Başbakan kal” mesajlarıyla, son derece ustaca kamufle edildiği söylenebilir.
Oluşan tablo, CHP başta olmak üzere kimi çevre ve odakların “Tepkimiz üzerine vazgeçti” demesine pek fırsat verecek gibi görünmüyor.
Buna rağmen, böyle diyecekler çıkabilir. Ama içeride ve dışarıda ciddîye alınmaları hayli zor.
Erdoğan son andaki Çankaya manevrasıyla, gerek dış faktörlerin, gerekse parti içi dengelerin önüne koyduğu en gerçekçi formülü, örnek bir fedakârlık ve feragat ambalajıyla süsleyerek, partisinin, Meclisin ve milletin önüne koydu
Bu manevrayla kaybettiği birşey yok. İcraat makamı olan başbakanlığı da, parti liderliği de devam edecek. Çankaya’ya çıksaydı mâlûm cenahtan gelmesi çok kuvvetle muhtemel olan sert tepkileri ise Gül’e göğüslettirecek.
Mâlûm, dört buçuk yıl önce, 3 Kasım sonrasında da, seçimi AKP’nin kazanmasından tedirgin olan bazı çevrelerin tepkisini yatıştırma işi, Erdoğan’ın yasaklı olması sebebiyle seçime sokulmadığı için Meclise dahi giremediği bir ortamda başbakanlığı üstlenmek durumunda kalan Gül’e düşmüştü.
Şimdi Gül, benzer bir rolü Köşkte üstlenecek. Ve özellikle yıllardır “Çankaya’da başörtülü first lady” kâbusuyla yatıp kalkanlardan gelebilecek tepkilere Gül ve eşi dalgakıranlık yapacaklar.
Sonrasında, başkanlık sistemini gündeme getirerek, devletin tepesindeki cumhurbaşkanıbaşbakan ikibaşlılığını ortadan kaldırmaya yönelik esaslı bir reformla, Erdoğan’ı daha üst bir pozisyona taşıma planı da var mı, bilemiyoruz.
Olabilir. Ama bunun için AKP’nin, bu kez anayasayı da değiştirecek bir çoğunlukla tekrar iktidara gelmesi gibi bir ön şart var. Erdoğan’ın son anda parti liderliği ve başbakanlık konumunda kalmayı tercih etmesinin altında, bu şartı gerçekleştirme niyetinin yattığı söyleniyor.
Ve burada önemli bir problem söz konusu.
Bahsi geçen planlar, hep bir kişiyi belirlenen birtakım noktalara taşıma esası üzerine kurulu. Sistem ve yapıyı prensipler bazında dönüştürmeye yönelik kapsamlı projelerin esamesi yok.
Dört buçuk yıl önce Erdoğan’a milletvekili seçilme ve başbakanlık yolunu açan düzenlemelerde de aynı yaklaşım sergilenmiş; ilgili kanunda yapılan iyileştirme sadece Erdoğan’a getireceği fayda ile sınırlı tutulmuş; buna karşılık mağduriyet noktasında Erdoğan’la benzer konumda bulunan diğer kişiler gözardı edilmişti.
Meselelere böyle yaklaşılınca, sistemden kaynaklanan yapısal ve kronik sorunlar çözülmüyor, mağduriyetler sürüyor, umutlar sönüyor.
Umarız, bu tavır yeni dönemde de sürmez.
26.04.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
İsmail BERK |
11. Cumhurbaşkanı ile yeni dönem |
|
AKP’nin cumhurbaşkanı adayı Abdullah Gül, Mecliste grubu ve üyesi bulunan parti liderleri, milletvekilleri ve bağımsızlarla görüşmeye başladı. Türkiye, 11. Cumhurbaşkanına hazırlanırken tamamen farklı ve yeni bir strateji ile tanıştı.
Birikmiş ve ertelenmiş bir çok sosyal ve siyasî meselenin kapağı açılmış oldu. Çankaya, sürekli rejimin emniyet sübabı olarak görüldüğünden dolayı sorumluluk taşımayan bir yetki ile siyasî iradeyi frenleyecek konum olarak yapılandırılmış.
Özal ve Demirel gibi daha merkezde olan cumhurbaşkanlarını hazmetmeyen cârî yapı, 28 Şubat süreci ile siyaseti daralttıkça merkez sağ sıkışma yaşadı. Tanzim edilen koalisyonlar, özellikle Ecevit döneminde siyasete getirilen vesayet ve gittikçe muhafazakârları bunaltan kıskaç, 2002 seçiminde tepki oylarıyla ve yeni bir parti imajıyla AKP’yi tek başına iktidara taşıdı.
Sağlanan siyasî istikrar, beraberinde birtakım olumlu gelişmeleri yakaladığı gibi hâlâ çözülemeyen ve demokrasinin bariyerleri ile birlikte birçok problemle de yüzleştirmektedir.
AKP, siyasî rüşt için iktidar olmanın yetmediğini, Çankaya direncini gördükçe daha derinden hissetti. CHP ile zaman zaman yürüttükleri işbirliğinin yürümediğini ve AB sürecinde demokrasiyi güçlendirerek kritik eşiği aşabileceklerini gördüler.
Açılımlar her adımı olumlu yapmadı. AB ile tren kazası yaşanmadı, ancak hızı düştü. Ekonomi, rakamlarda bahar havası verse de, sokakta ve işyerlerinde daralma yaşanıyor. Demokratikleşme ile yaşanan gelişmeler ve yasal düzenlemeler, toplumun talepleri karşısında yeterli olmadı.
AKP, tek parti hakimiyetini topluma yansıttı. İktidar gücünü sonuna kadar kullandı. Fazla uzlaşma zeminleri aramadı. Öte yandan Şemdinli olayından, Sauna çetesine ve darbe günlüğüne kadar yaşanan dramatik sıkıntıları görmezlikten geldi. Bu süreçlerde, demokrasi cephesine açık desteğe girmedi.
YÖK ve başörtüsü hâlâ problem. Yoksulluk ve yolsuzluk, ciddi bir gündem. Vatandaşın iki yakası bir araya gelecek kadar rahatlayamadı.
Özelleştirmeler, yabancı sermaye girişi, kişi başına artan gelir, sokaktaki yangını ve tenceredeki ateşi söndüremedi. Eğitimin aşılmayı bekleyen devasa yükü, çok yoğun çözümlere rağmen eşitliği ve başarı yolunu adil bir düzleme çekemedi.
Sosyal güvenlik, ciddi dönüşüm yaşanmasına rağmen açıklarını kapatmaya yetmedi.
Dış politikada; ABD baskısı, evrensel sıkışmalar, Irak savaşı, Ortadoğu’da kaynayan kazan, Ermeni meselesi, AB ile yaşanan müzakere süreci ve Kuzey Irak’taki yapılanma; karmaşık ve zor bir sürecin diplomasi ve siyaset ayaklarını güçlü tutmayı gerektirmektedir.
Devletin içinde uyum ve duruş zaafiyetleri, uluslar arası ilişkilerde strateji birliğini sağlayamadı. Asker-sivil dengesi, cumhurbaşkanının içine kapanık ve statükocu tutumu, bu belirsizlikleri gün ışığına çıkardı.
Şimdi yeni bir dönemin ayak sesleri var. AKP “tam takım” olma yolunda. Çankaya mazeretleri ortadan kalkıyor. Askerin “direnişi” de kısmen aşılmış görünüyor. Partinin genel başkanı ve başbakan değişmediğine göre, sorumluluklarını ve halka taahhütlerini yerine getirmeye mani hiçbir engelleri kalmadı.
AKP’nin görünen ve görünmeyen handikapları ve riskleri kabullenerek, çıkmaya hazırlandığı cumhurbaşkanlığı makamı, yeni dönemle birlikte sorumluluk listesini hatırlatmaktadır:
1- Siyasî tansiyonu düşürüp uzlaşma alanlarını çoğaltmaya,
2- Başörtü meselesini çözmeye,
3- AB sürecine hız vermeye,
4- Katılımcı ve bir sonraki cumhurbaşkanını halkın seçeceği düzenlemeler yapmaya,
5- Yüksek öğrenimi yaygınlaştıracak şekilde özel sektörün yatırım yapacağı düzenlemeler yapmaya,
6- Sivil Toplum Kuruluşlarının gönüllülük esaslı gerçek sivil damarlarını öne çıkaracak desteği sağlamaya ve sivilleşmeyi güçlendirmeye,
7- Sosyal devletin daha etkin çözümler üretip vatandaşı eğitim, sağlık ve geçim konusunda ciddi anlamda rahatlatmaya,
8- En önemlisi siyasette, ticarette, düşünce ve inanç özgürlüğünde, bilimde ve kurumsal kültürde adil ve rekabete dayalı güçlü bir sistemin ana arterlerini açmaya, tarihin huzurunda, gecikmeden ve mevcut fırsatı emanet bilip yapmakla karşı karşıyadır.
Şimdi, cesaretlendirici çözüm noktasındalar.
26.04.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Davut ŞAHİN |
Gül'ün adı |
|
Abdullah Gül Adalet ve Kalkınma Partisi’nin Cumhurbaşkanı adayı. Hayırlı olsun.
Televizyon ekranları, Gül’ün aday gösterildiği “an”a odaklanmıştı. Ne zamanki Başbakan R. Tayyip Erdoğan adayını açıkladı, kameralar çalıştı, flaşlar patlattı.
Doğrusu, birçok televizyon kanalı iyi çalıştı. Yeni aday Abdullah Gül’ün seçileceği tahmin ediliyormuş gibi, hazırlıklıydı. Özellikle CNN Türk, Gül’ün hayatını belgesel halinde verdi.
Sky Türk, gecenin ilerleyen saatine kadar Cumhurbaşkanlığı konusunu tartıştı. Çeşitli fikir sahipleriyle görüştü. NTV’de Can Dündar, “Neden”de Cumhurbaşkanlığı meselesini masaya yatırdı.
Gündemin Nabzı’nda (Bizim Radyo) ise biz önceki gün Meclis’e, gazetemiz Ankara Temsilcisi Mehmet Kara ile telefon bağlantısı gerçekleştirdik. Kara, sıcağı sıcağına o günkü heyecanı ve coşkuyu yansıttı. Dün ise gazetemiz Ankara Haber Müdürü Kemal Benek’le görüştük, bize “belirsizliğin” giderildiğini söyledi.
AKP Ankara Milletvekillerinden Ersönmez Yarbay’ı hatırladınız... Cumhurbaşkanlığı seçim sürecinin daha 6’ıncı gününde adaylığını açıklayan bir milletvekili.
Kendisiyle yaptığımız görüşmede, “Gül’ün adaylığına şaşırmadığını” söyledi.
Cumhurbaşkanlığına ilk resmi aday olduğunu bu “tavrın” kime ne mesaj verdiğini sorduğumda şöyle dedi:
“İktidar partisinin ve muhalefetin tutumuna cevap vermeye çalıştım. Tek adaylık demokrasilerde görülmüş değil. Demokrasinin işlerliği bakımından adaylığımı koydum!” dedi.
Doğrusu Yarbay’ın bu cesur çıkışı “bireysel” olarak yadırganmamalı. Hatta tebrik edilse yeridir.
Yarbay ekliyor:
“Muhalefet aday gösterene kadar adayım.”
Hayırlı olsun.
*
Doğrusu medya kalemşörleri, yani meslektaşlarımız “aday”lık konusunda yanıldı. Türkiye’ye kalemleriyle yön tayin etmeye çalışanlar, Başbakan Erdoğan’ın taktiği karşısında neye uğradığını şaşırdı.
Oktay Ekşi’den tutun, Ahmet Hakan’a... Cüneyt Ülsever’den tutun, Ege Cansen’e... Emin Çölaşan’dan tutun, M. Ali Birand’a kadar bir dizi yazar ters köşe oldu.
Ama siyaset bu... Türkiye’de her an herşey olabilir.
TELEVİZYONU KAPAT, HAYATI AÇ
Sorumluluk en güzel hasletlerden biri...
Sorumluluğunu bilen bir baba aradı geçenlerde...
Televizyonu kaldırdığını söyledi.
Diyor ki:
“İnanın anne baba sohbetlerini özlemiştim. Şimdi çocuklarımla o sohbet heyecanını yaşıyorum.”
Bir de slogan bulmuş:
“TV’yi kapatalım, kitapları okuyalım.”
Diyor ki:
“Sadece bir kez deneyin, faydasını göreceksiniz.”
İşi zor, ama gerçekten tebrik ediyorum.
Ya “sorumluluk” sahibi olacağız, ya da “sorun.”
Tercih hakkı bizde.
KİMSE YOK MU?
Kimse Yok Mu Derneği Basın Sözcüsü Kemal Dadaşoğlu, vatandaşları, derneğin adını kullanarak çeşitli ev aletleri satmak isteyen kişilere karşı uyarıyor.
Dadaşoğlu;
‘’Derneğimizin kamuoyundaki güvenini kullanıp, dernek adına çeşitli ev aletleri satarak bunların gelirlerinin derneğimize bağışlandığını söyleyen art niyetli kişiler olduğunu duyuyoruz. Halkımızın bu tür insanlara karşı duyarlı olmasını istiyoruz’’ diyor.
Dolandırıcıların vicdanına seslenmek istiyorum:
“Kimse yok mu?”
26.04.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|
|