Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 25 Nisan 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Kazım GÜLEÇYÜZ

Nokta niye hedef oldu?



Erdoğan’a, yıllar önceki mağduriyet günlerinde destek veren çok az sayıdaki medya mensuplarından biri Alper Görmüş’tü. Aradan zaman geçti, köprülerin altından çok sular aktı, devran döndü. Erdoğan ikbalin zirvelerine çıkarken, Görmüş evvelce de yaşadığı mağduriyetlerin bir yenisiyle daha karşı karşıya kaldı.

Statükonun surlarında muazzam gedikler açan yayınları sebebiyle boy hedefi haline getirilen Nokta dergisinin başına gelenler mâlûm.

Evvelâ, basın tarihinde ihtilâl dönemlerinde dahi görülmemiş bir uygulama ile, günlerce süren bir polis baskısına maruz kalan ve bütün bilgisayarlarındaki dosyalarına—çalışanların özel ve mahrem yazışmaları dahil—el konulup kopyaları alınan Nokta dergisi, ardından, sahibini bunaltan derin baskılar neticesinde kapandı.

Peki, bütün bunlar olurken Erdoğan, vaktiyle kendi zor günlerinde yanında olduğu için teşekkür ve minnet duygularını ifade ettiği Alper Görmüş’e ve ekibine destek vermek için ne yaptı?

Takip edebildiğimiz kadarıyla, Erdoğan’dan bu konuda kamuoyuna yansıyan yegâne mesaj, Deniz Kuvvetleri eski Komutanına ait olduğu iddiasıyla dergide yayınlanan günlüklerle ilgili olarak savcıları göreve davet etmesi oldu.

Bu çağrıyı yaparken, Nokta’yı, açıkça adını söylemeden, “mâlûm dergi” diye andı.

Sonrasında ise, savcılara yaptığı çağrı yerini buldu! Önce dergi hakkında “halkı askerlikten soğutma” ve “askerleri itiaatsizliğe teşvik” suçlamalarıyla soruşturma açıldı. Ardından, askerî savcılığın talebiyle polis baskını gerçekleştirildi.

Sonra dergi, ağır ve derin tazyiklerle bezdirilen sahibine kapattırıldı. Zincirin son halkası ise, Görmüş hakkında “Örnek’e hakaret”den dâvâ açılmasıyla geldi.

Hadisenin bu noktaya geliş sürecinde, Nokta dergisinin bilhassa kilometre taşı mesabesindeki dört sayısından duyulan rahatsızlığın özellikle etkili ve belirleyici olduğunu tahmin ediyoruz.

Bunlardan biri, Nazım Hikmet’le birlikte Said Nursî’nin kapak yapıldığı ve Bediüzzaman’ın Ermeni meselesine ilişkin orijinal görüşlerinin geniş şekilde işlenerek detaylıca anlatıldığı sayı.

Bu sayı, Bediüzzaman’a karşı uygulanan karartmayı delerek, Dink suikastından sonra dikkatlerin Ermeni meselesine kilitlendiği bir ortamda Said Nursî’nin yapıcı yaklaşımlarından kamuoyunu haberdar etme noktasında son derece önemli ve tarihî bir hizmete vesile oldu.

Ardından andıç, darbe günlüğü ve “TSK’ya dost STK’lar” yayınları, demokrasimizi amansız bir cendere içinde tutmaya devam eden derin mahfillerin, perde gerisinin loş labirentlerindeki bazı icraatlarını deşifre edip gün ışığına çıkardı.

Burada dikkat çeken hususlardan biri, derginin “andıç” kapağı sonrası Görmüş’ün “sicil”ini teşhir babında, onun, “Risale-i Nur’u solcuların da okuyup Saidi Nursî’nin entelektüel birikiminden yararlanması gerektiğini savunan ‘birikimli‘ bir eski solcu” olduğuna dair bir kayıt düşülmesiydi (D. Som, Cumhuriyet, 11.3.07).

Anlaşılan, Görmüş’ün Yeni Asya’ya yaptığı o değerlendirme de birilerini çok rahatsız etmişti.

Bütün bunlar nazara alındığı zaman, Nokta’nın ve Görmüş’ün üzerine niye bu kadar hışımla gidildiğini anlamak nisbeten kolaylaşıyor.

Tabuları sarsmanın bedeli hâlâ ağır...

25.04.2007

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

12 Eylül’cü konuştu



Yazımıza önce Metehan Demir’den bir alıntı ile başlayalım: “Geçen hafta dünyanın tanınmış lider, siyasetçi, akademisyen ve uzmanlarını bir araya getiren Avrasya Medya Forumu’na konuşma yapmak amacıyla katıldım. NATO, CNN, Herald Tribune, CocaCola, Audi, Arcelor gibi devlerin desteklediği Avrasya Forumu dünya dev şirketleri ve en büyük medya kuruluşlarının gözünün üzerine çevrildiği bir aktiviteye dönüşmüş. Eski İran Cumhurbaşkanı ve hâlâ yönetimde söz sahibi olan Muhammed Hatemi, Amerikan siyasetinin iki efsane ismi Richard Holbrooke ve Richard Perle, eski Rusya Başbakanı Yevgeni Primakov ve Kazakistan lideri Nursultan Nazarbayev’e kadar birçok isim katılımcı olarak yer aldı. CNN International’ın eski sunucusu şimdi El Cezire’de anchorman olan Riz Khan, CNN Int’den Charles Hodson ve CNBC’den John Defterios’un sunumunu yaptığı toplantılarda dünya güvenliği ve enerji stratejileri tartışıldı. Üç gün boyunca bu tüm önemli isimlerin üzerinde uzlaştığı ve toplantı zabıtlarına da geçen unutulmaz cümle, ‘Turkey is not an option, it is a necessity’ oldu....”

Bu cümlenin konjonktürel açılımını da Richard Perle yapmış: “Türkiye’de Cumhurbaşkanlığı seçimi sadece bölge değil, dünya çapında dengeler açısından hayatî öneme sahip. Çünkü buradaki bir kayma bölgede kaymalara neden olur. Süreçteki en kritik nokta da, bu makama gelecek kişinin ülkeyi radikal dinci akımların rotasına kaptıracak bir politika izleyip izlemeyeceği...”

Daha önce daha geniş perspektiften 21’inci yüzyılın açılımını da Clinton yapmıştı: “20. yüzyılın sistemi Osmanlı’nın enkazı üzerine kuruldu. 21’inci yüzyılın şeklini ve mahiyetini de Türkiye’nin alacağı eğilimler belirleyecektir...” (Sabah gazetesi, 23 Nisan 2007)

***

Buradan başka bir bağlantıya geçelim. Senaryosunu Avni Özgürel’in yaptığı Zincirbozan filmi üzerinden iz sürelim. Özgürel’e göre 12 Eylül darbesi Kenan Evren’in eseri olmaktan ziyade Richard Perle’nin eseri. Arkasındaki isim odur. Filmin senaristi Avni Özgürel bir gazetede yer alan açıklamalarında şöyle söylüyor: “Turgut Özal, Richard Perle ile görüşüyordu. Perle’nin lâkabı ise ‘Karanlıklar Prensi’dir. Ancak Özal’ın Perle’nin darbeyi organize eden kişi olduğunu bildiğini söylemek ağır olur. Filmi izleyenler eğer Özal’ın ‘CIA’nın adamı’ olduğu şeklinde bir algıya kapılırsa buna karşı çıkarım. Ama ABD’nin Özal’ı istediği ve ANAP’ın kuruluşundaki desteği ortadadır...”

Benzeri tesbitler veya anekdotlar Ufuk Güldemir’in Malatya’dan Teksas’a kitabında da yeralıyor. Film tabiî ki medyada ve siyaset çevrelerinde büyük gürültü kopardı. Semra Özal senaryoyu beğenmedi ve bunun maksatlı olduğunu söyledi. Halbuki Amerikalıların Özal’a bakışıyla Brent Scowcroft’un Demirel’e bakışı arasında pek de bir fark yoktur. Esasen Özal veya Demirel konjonktürel tercihlerdir. Zaman zaman konjonktür onları ABD çizgisiyle biraraya getirmiş, zaman zaman da birbirinden koparmıştır. Ama olayların gerisindeki fikrî müdir aynıdır. Demirel filmi beğenirken Semra Özal haklı olarak beğenmediğini dile getirdi. Halbuki 28 Şubat süreciyle ilgili benzeri bir senaryo yazılsa ve filmi yapılsaydı bu defa da Semra Özal’ın yerinde Demirel’i görecektik. Dediğim gibi esasa müteallik değil konjonktürel tercihler. Özgürel’e göre, 12 Eylül CIA demek ve Perle demektir. CIA bağlantısıyla alâkalı da ilginç ayrıntılar var. Buna göre, Milliyet Gazetesi Başyazarı Abdi İpekçi, Türkiye’yi karıştıran CIA ajanlarının listesini ele geçirdiği için öldürülüyor. O zaman CIA’nın Anadolu’da cirit atmasını Ecevit’e şikâyet edenlerden birisi dönemin CHP Çorum İl Başkanıdır. Alexander Peck isimli bir ajandan ve Çorum’u karıştırmasından yakınıyor.

***

Gelelim 28 Şubat sürecine. Peki bu dönemde Richard Perle’nin etkisi yok mu? Taramalarda o isme pek rastlanmıyor, ama 11 Eylül gibi 28 Şubat simetrik sürecinin mimarlarından birisi Bernard Lewis’dir. Vural Savaş, RP için kapatma dâvâsını, Bernard Lewis’in ‘İslâm’ın Siyasi Dili’ kitabında yazdığı bir paragrafa dayandırarak açmıştır. Ali Bulaç’ın alıntısı üzerinden işlem yürüten Anayasa Mahkemesi bu suretle RP’ye ve Milli Görüş hareketine kilit vuruyor. Tarihin gerçekçi yorumları olduğu gibi sembolik yorumları da vardır. Bernard Lewis 28 Şubat sürecinde hem gerçekçi hem de sembolik bir rol ifa etmiştir. Bu da gösteriyor ki, Türkiye’deki en azından son iki darbenin gerisinde Neocon akım vardır. Neoconlar veya neo çılgınlar çağdaş İbni Sebe cemaatıdır.

25.04.2007

E-Posta: [email protected]




Vehbi HORASANLI

Tunus’ta Cuma namazı



Akdeniz’de bütün ülkelere gittiğim halde Tunus’a ilk defa geliyordum. Hazır Cuma günü yanaşmışken Cuma namazını da kılmak nasip oldu.

Bir ülkeyi yeterince tanıyabilmek için uzun bir süreye ihtiyaç vardır. Konteyner gemileri gibi sadece birkaç saat limanda kalan gemilerde çalışanların o ülkeyi kısmen dahi tanıması bile çok zordur. Bununla birlikte dinî yaşayış ve ibadetleri hakkında kısa bilgiler vererek izlenimlerimi aktarmak istiyorum.

Şehir merkezine uzak bir yere yanaştığımız için yakınlardaki küçük bir camiye gidebilmiştik. Mağrip stili dört köşeli minaresi olan üç katlı bir cami bulmuştuk.

Arapçayı bilmememe rağmen Risâle-i Nur sayesinde imam efendinin söylediklerinin neredeyse yarısını anlayabiliyordum.

Hutbeden önce Cuma vaazı yapıldı. Camide kürsü bulunmadığı için vaiz mihrabın önünde konuşabiliyordu. Hutbe için ise bizdekilerden biraz farklı bir minber kullanılıyordu.

Minber bir nev'î balkona veya bizdeki kürsülere benzemekle birlikte üzerinde bir koltuk bulunuyordu. İmam efendi asası ile caminin dış tarafından bu bölüme girerek hutbesini irad etti.

“Ben sizi kabile kabile yarattım ta ki birbirinizi tanıyasınız” mealindeki âyeti ve “Namaz dinin direğidir” hadisini okuduktan sonra Allah’ın emirlerini yapmak ve yasakladıklarından kaçınma konusunu işleyen imam efendi, sık sık sabır ile ilgili ve yumuşak bir üslûp kullanılması ile ilgili âyet ve hadisleri tekrarladı. İmam efendinin hitabeti gayet iyi idi. Zira cemaat hutbeyi gayet ilgi ile takip ediyordu. Zaten hutbenin Arapça okunması her bakımdan güzel olmaktadır.

Hutbeden sonra farz olan iki rekât namaz kılındı. Lâkin cemaatin büyük çoğunluğu sünnet olan namazları kılmadan camiyi boşaltmaya başladılar. Belki on-on beş kişi sünneti kılıyordu. Arapların sünnet namazlara karşı ilgisiz tavırları Tunus için de geçerliydi besbelli.

Arabistan Arapları da sünnetlere karşı ilgisiz kalmakla birlikte Cuma vaktinde bütün işyerlerini kapatıyorlardı. Fakat burada trafik durmamış işyerleri kapanmamıştı. Arabistan yarımadasından doğu ve batıya gittikçe dinî atmosfer yavaş yavaş azalıyordu.

Cuma vaktini beklerken Yasin okuma fırsatını buldum. İlginçtir elime tevafuklu Kur’ân geldi. Allah’ın güzel isimleri kırmızı renk ile yazılmıştı. Fakat Hafız Osman hattı ile yazılmadığı için tevafuk özelliği tam olarak görünmüyordu. Bununla birlikte harekeler bizdeki gibi olduğu için gayet rahatlıkla Kur’ân okuyabildim.

Mağrip ülkelerinde Kur’ân'ı kolayca okuyamazsınız. Zira harekeler yani esre ve üsreler biraz farklıdır. Bazı harfler de Osmanlıcada olduğu gibi değişik yazılmaktadır. Hafız Osman hattına alışkın olan bizler için Kur’ân okuma biraz zor bir iş olmaktadır.

Tunus kadınları da farz olmamasına rağmen camiyi doldurmuşlardı. Bu ülkede kadınlar bizdekinden daha fazla Cuma namazlarına ilgi gösteriyorlardı.

Ne yazık ki burada da tesettür sorunu vardı. Belki de dünyada sadece iki ülkede kadınlar başörtüsü yüzünden sıkıntı yaşıyorlar. Okullarda ve kamu binalarında yasak konulmuş. Bununla birlikte devlet televizyonunda örtülü spikerleri görmek de mümkün. Önceleri buradaki yasağın yanlış aktarıldığını düşünüyordum. Fakat kime sordum ise bazı yerlerde yasak olduğunu doğruladılar.

Dünyanın neresinde olursa olsun yasaklamalar daima tepki çeker. Burada da tepki yüksek. Bayrakları bize benzeyen Tunus’un maalesef yasakları da benziyor. İnşaallah kısa zamanda bu kısıtlamalar kalkar.

Devlet başkanının resmini her yerde görmek mümkün. Tek adam diktatörlüğü çok bariz biçimde belli oluyor. Batı ülkelerinde görülmeyen bu sanemperestlik ve suretperestlik hastalığı burada da yaygın. Bakalım hangi babayiğit bu yasakları ve baskı rejimlerini devirip gerçek demokrasi ve insan haklarını getirecek.

25.04.2007

E-Posta: [email protected]




Sami CEBECİ

Adana ve Antakya konferansları



Kâinatın Efendisi Sevgili Peygamberimiz Hazret-i Muhammed’in (asm) 1436. sene-i devriyesini idrâk ediyoruz.

Birkaç senedir Kutlu Doğum faaliyetleri ülkemizde bir gelenek hâline geldi. Sevgili Peygamberimizi (asm) her cihetle ele alan konferans ve paneller düzenleniyor. Bu güzel geleneğin kıyamete kadar devam ettirilmesini niyaz ediyorum.

Yeni Asya câmiası olarak bu faaliyetlere bizler de katkıda bulunuyoruz. Çeşitli il ve ilçelerde düzenlenen konferans programları toplumla paylaşılıyor ve anlatılan kudsî hakikatler ilgiyle takip ediliyor. Bu vesileyle ben de Adana ve Antakya illerinde birer konferans verdim.

Adana’nın çok amaçlı bir bina olarak inşâ ettikleri dokuz katlı hizmet merkezi, gerçekten Adana’ya yakışır ve ihtiyaca cevap verir ihtişamlı bir mekândı. En son katı geniş bir konferans salonu olarak tanzim etmişlerdi. Mekânın genişliği dışarıdan yeni insanları dâvet etmeye vesile oluyordu. Kapalı devre televizyon tesisatı ile asma katta bayanlar, yapılan programları rahatça izleyebiliyordu. Cuma akşamıydı. Salon tamamen dolmuştu. Soru cevap bölümü ile iki saate yaklaşan konferansı herkes ilgiyle takip etti.

Hazret-i Muhammed’i (asm) en güzel bir tarzda ve risâlet cephesiyle tanımak durumundaydık. Bediüzzaman Hazretleri, Sevgili Peygamberimizi (asm) beşeriyet cihetiyle değil, daha çok mânen erişilmez bir noktada olan mânevî şahsiyetiyle nazara veriyordu. Onun hayatını anlatan yazarlardan çok farklı bir noktaya nazarları çeviriyordu. Hazret-i Muhammed (a.s.m.), kâinat ağacının hem çekirdeği hem de en son ve en mükemmel meyvesiydi. Kâinat yokken Allah’ın yarattığı ilk varlık onun nûruydu. Ondan kâinatın ilk maddesi yaratılmış ve büyük bir patlamayla bu gördüğümüz kâinat, o maddeden meydana getirilmişti. O, Allah’ın habibi ve en sevgili kuluydu. O yaratılmayacak olsaydı, kâinat ve âhiret âlemleri de yaratılmayacaktı. Her şeyi ona borçluyduk. Onun peygamberliği bu imtihan meydanının açılmasına sebep olduğu gibi, ubûdiyeti ve duâsı dahi âhiret âlemlerinin îcadına vesileydi. Kâinatın yaratılışındaki İlâhî maksat ve gayeleri Kur’ân lisanıyla anlatarak, kâinatı anlamsız bir kitap olmaktan kurtaran o idi. “Ben neyim? Nereden geliyorum? Nereye gideceğim? Bu dünyada vazifem nedir? Ölümden sonra başımıza neler gelecek?” gibi soruların cevabını da o veriyordu. O, yüksek ahlâkı tamamlamak için gönderilmiş bir peygamberdi. Allah’ın, Kur’ân’da övdüğü bütün yüce hasletler en kemâl mertebede onun şahsında toplanmıştı. Onu, Allah terbiye etmiş ve en güzel bir tarzda edeplendirmişti. O (a.s.m.), rahmet peygamberiydi. Allah (c.c.), ona, “Seni, âlemlere rahmet olsun diye gönderdik” şeklinde hitap ediyor ve “Biz seni ancak bütün insanlara müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik. Fakat, insanların çoğu bilmezler” açıklamasını yapıyordu. Allah katındaki en yüksek ve en son makam olan Makam-ı Mahmud ona âitti. Ondan ileri makam yoktu. O, şefaat-ı uzma sahibiydi. Mahşer günü herkes, hattâ peygamberler bile “Nefsî nefsî” diyerek kendi derdine düşeceği o dehşetli günde “Ümmetî ümmetî” diyerek yine ümmetinin imdadına koşacak ve mü’minler şefaat edecekti. Onun şefaatine nâil olmanın yolu da, Onun Sünnet-i Seniyesine sımsıkı sarılmaktan ve yaşamaktan geçiyordu. Konferans bu minval üzere uzayıp gitti.

O gece, hizmet merkezinde kaldık. Ertesi gün, bir grup arkadaş, taksiyle Antakya iline ulaştık. Saat 14.00’teki konferans bir sinema salonunda gerçekleşti. Bayanların da katıldığı salon doluydu. Kur’ân-ı Kerim okunması ve açılış konuşmasının ardından küçük bir kız çocuğunun okuduğu Peygamberimizle (asm) ilgili şiir ve ondan sonra gelen iki kız çocuğunun düet şeklinde okudukları naat-ı şerif topluluğa duygulu anlar yaşattı. Arkadan bizim sunduğumuz konferans ve sinevizyon gösterisi Antakyalıların Resûlullah (asm) aşkını ve sevgisini daha da arttırmıştı. Feyizli bir program olmuştu.

Habib-i Neccar ve Hazret-i İsa’nın (a.s.) iki havarisinin medfun bulunduğu camide kıldığımız akşam namazından sonra hizmet merkezimize geçtik. Yatsı namazını müteâkip yaptığımız risâle dersiyle özümüzü ve kimliğimizi oluşturan temel değerlerimize dikkat çektik. İman hizmetinin hiçbir zaman önemini kaybetmeyeceğine işâret ederek bunun için müstakil bir hizmet merkezinin inşâ edilmesini teşvik ettik. Âhirette iman lâzım ama, iman hizmeti için de uygun mekânları bu dünyada yapmamız lâzımdı.

Ertesi gün sür'atle Adana’ya döndük ve kalkan 11 otobüsünü otobana çıkmadan yakaladık. Güzel bir tevafuk olmuştu. Seyahat esnasında yan koltukta oturan genç bir yolcu ile bir hayli sohbetimiz oldu. Otobüs bizim için seyyar bir dershane olmuştu. Sonunda ona Âyetü’l-Kübrâ kitabını hediye ettim. Ankara terminalinde tekrar buluşmak dileğiyle ayrıldığımız zaman dolu dolu hizmetle geçen üç günün mutluluğunu yaşıyordum. Üç gün boyunca bizi yalnız bırakmayan ve emeği geçen bütün gönül dostlarımıza da buradan şükranlarımı sunuyorum. Rabbimizin, rızâsı dairesindeki daha nice hizmetleri birlikte yapmamızı nasip etmesini niyaz ediyorum.

25.04.2007

E-Posta: [email protected]




Davut ŞAHİN

23 Nisan'da



23 Nisan çocuk programları galiba “yardım” programlarına dönüştü.

Çocuk Bayramını fırsat bilen yapımcılar hemen “yardım sandığı”nı ortaya koyarak, vatandaşlardan “para” topluyor!

Bahane hazır: Okul yaptıracağız!

İyi de bunun için 23 Nisan’ı niye bekliyorsunuz?

Bu istismar değil de nedir?

Halit Kıvanç’ın sunuculuğunu yaptığı programda (NTV) Sezen Aksu konuk... Sohbet konusu “okul kampanyası.”... Geçmişi konuşurken, Aksu’nun uçak korkusunu yenebilmek için “Halit Ağbi” viski içirmiş. Sonra da ciddi ciddi “eğitim”in gerekliliğine vurgu yapıyorlar. Ben alkolle “eğitim”i bir arada düşünemiyorum. Sırf sohbet olsun diye de olsa söylenmez, anlatılmamalıydı.

Sonra, diğerine atlıyorsunuz.

Gözünüz “Yardım Arena”sına çarpıyor (Kanal D). Uğur Dündar, birçok ünlü ile bir arada, pamuk eller cebe diyor.

Ekrana bağlanan işadamı, vatandaş kim olursa olsun hatırı sayılır rakamlar söylüyor.

Allah daha da arttırsın.

Rakamlar dudak uçurtan cinsten. Akla şu soru geliyor, “Peki gerçekten bu yardımlar yerine ulaşıyor mu?”

Yoksa, bu rakamlar sadece ekranda, lâf olsun diye mi söyleniyor?

Bir diğer husus: Televizyon programcıları elbette yardım programları için ünlü birini konuk edecek. Bu en tabiî hak... Ancak “ünlü”lerden yardım eden var mı? Ben görmedim. Onlar sadece bacak bacak üstüne atıp, “Haydi, yardımlarınızı görelim” diyerek kolaycılığa kaçıyor.

Sonra da gazeteler bir gecede ne kadar kazandığını kocaman rakamlarla verir. Çuvallarla kazancına kazanç katanlar, hayırda çok cimri.

ÖZKAN’A DÂVÂ

Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı, gazeteci Tuncay Özkan hakkında Türk Ceza Kanunu’nun (TCK) 125/3. maddesince dâvâ açtı. Soruşturma başlattı.

Nedir bu madde?

“Kamu görevlisine hakaret” suçu...

Malûm, Özkan 14 Nisan’da Cumhuriyet Mitingi’nde konuşurken, ölçüyü biraz fazla kaçırdı.

Peki, ya CHP’nin Kanaltürk’e hibe ettiği 3 milyon dolar?

Galiba bunun üstü örtüldü.

Adalet bu “hibe”yi ıskalamamalı.

25.04.2007

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Ateşin yakmadığı çocuk



İlk bakışta ateş yakar, bıçak keser. Tabiî Allah ateşe “Yak!” dediği için yakar, bıçağa da “Kes!” dediği için keser. Çünkü kanununu böyle koymuştur.

Yeri ve zamanı gelince Allah bu kanununu değiştirir. Ateşe “Yakma!” der yakmaz. Hz. İbrahim’i yakmadığı gibi. Bıçağa “Kesme!” der, kesmez. Hz. İsmail’i kesmediği gibi.

İşte ateşin yakmadığı bir insan daha! Bir çocuk bu! Allah ibret olsun diye onu da yakmamıştır. Olay şöyle olur:

Zamanın birinde zalim bir hükümdar vardı. Puta tapar, taptırırdı. Tapmak istemeyenler için ise Nemrudun ateşi gibi bir ateş yaktırttı. Ateşin yanına da bir put koydurdu. Tapmayanları bir bir ateşe attırmaya başladı.

Sıra kucağında çocuk bulunan bir kadına gelmişti. Kadın direndi ve “Ben Allah’tan başkasına tapmam!” dedi.

Hükümdar çocuğun ateşe atılmasını emretti. Attılar ve kadına “Eğer tapmazsan işte böyle seni de ateşe atacağız” dediler.

Kadın bir an için tereddüt geçirdi. Korktu ve puta tapmaya yeltendi. Tam o esnada ateşe atılan çocuğu seslendi: “Anne, anne! Sakın korkma, puta tapmaya kalkma. Burası çok güzel bir yer. Güllük gülistanlık. Cennetten bir köşe. Hiç korkmadan kendini içine at.”

Kadın kendini toparladı ve hiç tereddüt göstermeden ateşe atladı. Onu puta tapmak istemeyen diğerleri takip etti. Bunu gören hükümdar korktu. Zorla birşeyi kabul ettirmenin yanlışlığını anladı ve insanları puta taptırmaktan vazgeçti.

Evet, yanlışlık insanları kabul etmedikleri herhangi bir inanca zorlamaktır. Onun için Kur’ân, dinde zorlama olmayacağını1 bildirir.

İşin diğer bir yönü de insan doğru ve hak bildiği bir inanç uğruna sonu ölüm de olsa bunu göze alabilmeli, döneklik göstermemelidir.

Sonra batıl bir dâvâ uğruna hayatını veren insanları görüp de hak bir dâvâ uğruna çile ve ıztırabı göğüsleyememek dâvânın yüceliğiyle bağdaşmaz. Kur’ân-ı Kerim bize bu dersi verir: “Yoksa, sizden evvelkilerin başlarına gelenler, sizin de başınıza gelmeden Cennete girivereceğinizi mi sandınız? Onlara öyle sıkıntılar ve musibetler erişti, öyle sarsıntılara uğradılar ki, onlara gönderilen peygamber ve yanındaki mü’minler ‘Allah’ın yardımı ne zaman?’ diyecek hale geldiler. Haberiniz olsun, Allah’ın yardımı yakındır”2 buyurur.

Evet, insan inancında direnir, sebat gösterirse kazanır. Direnç gösteremeyen ise kaybeder.

Dipnotlar:

1- Bakara Sûresi: 256.

2- Bakara Sûresi: 214.

25.04.2007

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Tevhid ne demektir? (1)



Tevhîd sözcüğünü ve kelime-i tevhîdi—Lâ ilâhe illâllah (Allah’tan başka ilâh yoktur)—sıklıkla kullanılırız. Ne var ki, gerçek mânâsına nüfuz ettiğimiz, yani, kâinattaki tevhîd tecellilerini/yansımalarını ve mühürlerini yaşayarak okuyabildiğimiz söylenemez. Oysa, imanımızı kuvvetlendirip korumanın birinci şartı; İslâmın esası olan tevhidi anlamak, benimsemek ve özümsemektir.

Tevhîdin kelime anlamı, birlemek, Allah’tan başka ilâh olmadığına inanmaktır. Eğer kâinat bir saraya benzetilirse, “tevhîd” bu sarayın sultanının bir olduğuna, eşi, benzeri olmadığına; misli, misali, niddi, zıttı bulunmadığına inanmak ve Ona hiçbir şeyi ortak koşmamaktır. Yani, tevhid damgalarını sarayın bütününde olduğu gibi, bölümlerinde, parçalarında da okuyabilmektir.

Bir saray, nasıl kendi kendine olmaz, sebepler yapamaz, tabiat icat edemez, tesadüfen oluşamaz ve mutlaka bir mimara, ustaya ihtiyaç varsa; kâinat sarayının da mutlaka sonsuz kudret, ilim, irade gibi sıfatlar sahibi bir san'atkârı olmalıdır. O da, Kadir-i Mutlak olan Yaratıcıdır. Tevhid ise; bu kâinat sarayı kimin ise, avlusu, harem bölümü, mutfağı, tabanı, tavanı da onun olduğunu anlamaktır. Şayet kâinat bir ağaç farz edilirse, bu ağacın sahibi kim ise, kökleri, gövdesi, dalları, yaprakları, çiçekleri ve meyveleri de onundur. Dal başkasının, meyveler diğerinin olamaz! Kâinattaki tüm varlıklar, moleküllerle örülür, inşâ edilir. Yani hücre, uzuv, unsur, bitki, ağaç, hava, su, toprak, maden vs. aynı moleküllerden yaratılıp çoğaltılır. Hepsinde aynı kanun, aynı sistem, aynı düzen geçerli. İşte, tevhid, kâinat sarayını tek bir zatın yaratıp terbiye ettiğini bilmektir. Yoksa, “Allah vardır” veya “Ben Allah’a inanıyorum!” deyip araştırmadan, çeşitli şüphe ve vesveseler anaforunda bocalayanlar gerçek muvahhid olamaz.

Kelime-i tevhidin bir anlamı, “Allah’tan başka hak mabud (ibadete lâyık) yoktur” mânâsında olmakla birlikte; burada geçen Allah ismi, bütün İlâhî isim ve sıfatları kapsar. Çünkü, Lâfza-i Celâl, yani Allah lafzı, Vâcibü’l-Vücûd, tek, sonsuz isim ve sıfatlara sahip ve bütün isimleri içine alan demektir. “Allah’tan başka Muhyî (Hayat verici) yoktur, Allah’tan başka Halık (Yaratıcı) yoktur, Allah’tan başka Malik (Sahip) yoktur, Allah’tan başka Rezzak (Rızık verici) yoktur...” gibi mânâları da içinde barındırır. Dolayısıyla, tevhid kelâmının içinde İlâhî isim ve sıfatlar adedince tevhid hakikatleri iç içedir. Ve bunlar müşahade edildiğinde gerçek tevhide ulaşılır.

25.04.2007

E-Posta: [email protected] [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Demokratik sistemin işleyişi



Geçmiş dönemlerde, Türkiye özellikle Çankaya seçimleri sebebiyle büyük gerilimlere sahne oldu.

Demokrasi dışı zorlamalarla, antidemokratik müdahalelerle veyahut çok çetin geçen zıtlaşmalar ve kutuplaşmalarla, ağız tadıyla bir türlü Cumhurbaşkanlığı seçimi yapılamıyordu.

Hatta öyle ki, pekçok kişi bu seçimi "Çankaya savaşları" şeklinde görmüş ve öyle de yâdeder hale gelmişti.

Nitekim, açıkça silâhların konuştuğu, zorakî dayatmaların kol gezdiği zamanlar da oldu.

Ümit ve temenni ederiz ki, o sıkıntılı dönemler artık geride kalmış olsun.

1950–60 yıllarındaki DP dönemini hariç tutacak olursak, ne yazık ki, değil sadece Çankaya seçimi, belediye ve Meclis seçimleri bile çoğu zaman yüksek gerilim atmosferi içinde geçti.

1946–50 yılları arasındaki seçimlerde, vatandaş dipçiklerin gölgesinde sandık başına gitmiştir.

1960'ta, 1971'de ve 1980'de yapılan askerî ihtilâl ve muhtıralar sebebiyle, vatandaş gönül huzuruyla sandık başına gidememiştir.

Bu dönemlerde yapılan Cumhurbaşkanı seçimleri ise, genel seçimlerden çok daha ağır ve bunaltıcı şartlar altında yapılageldi.

Meselâ, 1961'de ikinci aday ve Gürsel Paşanın rakibi olarak ortaya çıkan Prof. Başgil'e silâhlı tehditlerde bulunulduğu gibi, 1973'teki seçimlerde ise Çankaya Köşkü ve Meclis binası üstünden ses duvarını aşan gürültüleriyle savaş jetleri uçuruldu.

Evet, Türkiye yakın geçmişte bu ve benzeri hadiselere şahit oldu.

Bu bakımdan, alınan mesafeyi ve gelinen seviyeyi sevindirici ve gelecek adına ümit verici bulmaktayız.

GÜL: Parti içinden en uygun aday

Başbakan Erdoğan, partilerinin yeni cumhurbaşkanı adayını açıkladı: Dışişleri Bakanı Abdullah Gül.

Ülkeye, millete hayırlı olsun.

Abdullah Gül'ün 11. Cumhurbaşkanı olarak Çankaya'ya çıkması önünde, görünürde herhangi bir engel bulunmuyor.

Dolayısıyla, bu iş tamam denilebilir ve Gül'ün seçileceğine de kesin gözüyle bakılabilir.

Bu arada, hemen herkesin aklına gelen ilk suâl şu olmalı: Acaba, yapılan tercih doğru mu? Ya da en doğru seçim, en mâkul tercih bu muydu?

Bize göre, Erdoğan, partisi adına en doğru tercihi yaptı ve partisi içinden en uygun adayı belirlemiş oldu.

Zira, Abdullah Gül, gerek parti içinde ve gerekse parti dışı çevrelerde "nisbeten yumuşak, ağırbaşlı ve uyumlu adam" nazarıyla bakılan bir siyasî kişilik olarak, diğer potansiyel adayların önünde yer alıyor.

Üstelik, siyasî tecrübesi ve diplomatik birikimi açısından da, kendini iyi yetiştirmiş olup AKP içinde rakipsiz bir konumda bulunuyor.

Dolayısıyla, muhtemel iç ve dış tepkiler, Gül'ün adaylığı karşısında şiddetini önemli ölçüde kaybedecek gibi görünüyor. Tabiî, "gül"ün dikensiz olamayacağını da, daima hatırda tutmak gerekiyor.

Bütün bunlar hesaba katıldığında, yine de Gül'ün iktidar partisinin içinden çıkarabileceği en uygun aday olduğu kanaatine varmak mümkün.

GÜNÜN TARİHİ 25 Nisan 1915

Çanakkale'de kara savaşları...

Haftalardır bütün güçleriyle yüklendikleri Çanakkale Boğazını geçemeyen düşman birliği kuvvetleri, bölgeyi terk etmediler ve 25 Nisan günü Gelibolu yarımadasına asker çıkararak kara harekâtını başlattılar.

Gerek deniz ve gerekse kara savaşlarında yurdumuza karşı taarruza geçen düşman birliklerinin başını İngilizler çekiyordu. Bundan dolayı denilebilir ki, Çanakkale Cephesindeki savaş, İngilizler'in Çanakkale'ye gelmesiyle başlar ve yine İngilizler'in Çanakkale'den ayrılmasıyla sona erer.

Gariptir ki, Birinci Dünya Savaşının sona erdiği 1918 yılı Kasım'ında güvenlik maksadıyla Çanakkale Boğazını geçen ve hemen ardından İstanbul Boğazını kontrol altına alan ve bu bahane ile İstanbul'u işgal eden müttefik kuvvetlerin başında yine İngiliz askeri ve donanması bulunuyordu.

* * *

1915 Mart'ında Çanakkale Boğazını geçemeyen ve geçemeyeceğini anlayan İngiltere liderliğindeki müttefik kuvvetleri, asıl hedefleri olan İstanbul üzerindeki emellerinden vazgeçmediler. Şanslarını bu kez karada denemeye giriştiler. Karaya 70 bin kişilik bir karma (İngiliz, Fransız, Anzak...) askerî kuvvet çıkarttılar.

25 Nisan günü başlayan Gelibolu kara savaşlarında, taraflar arasında çok şiddetli çarpışmalar yaşandı.

Osmanlı tarafı, 18 Mart’ta kazandığı zaferden dolayı yüksek bir moral gücü elde etmişti.

Düşman taarruzu karşısında, Çanakkale'de 5. Ordu teşkil edilmiş ve başına da Alman asıllı general Liman Von Sanders getirilmişti.

Bu "küçücük kara parçası"nda, zaman zaman göğüs göğüse çarpışmalar yaşanıyordu. Taarruzlar, Ağustos ayında had safhaya çıktı. Kasım ayına gelindiğinde ise, düşman taarruzu gevşemeye ve gerilemeye başladı.

1916 yılı Ocak ayında, düşman askerinin hemen tamamı Gelibolu mıntıkasından ayrılarak, mağlubiyet içinde yurdumuzu terk etti.

Çanakkale Savaşındaki kayıplar: Aşağıdaki rakamlar kesin olmamakla birlikte, şimdiye kadar yapılan araştırmalar neticesinde ortaya çıkan kesine en yakın rakamları ifade ediyor.

Ulke Ölü Yaralı Toplam

İngiltere: 21.255 52.230 73.485

Fransa : 10.000 17.000 27.000

Avstraly: 8.709 19.441 28.150

Y. Zellnd: 2.721 4.852 7.553

Hindistn: 1.358 3.421 4.779

Toplam : 44.072 97.037 141.109

.................................................

Osmanlı: 86.692 164.617 251.309

25.04.2007

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Anne babamız hatalı da olsa...



İzmir/Urla’dan Volkan Bey:

*“Ben babamı hayatta hiç görmedim. Ben küçük iken annemden ayrılmış, beni annem yetiştirmiş. Şimdi evliyim. Ve hâlâ babamı görmedim. Fakat babamın yerini tesbit ettim. Ama içimde ona karşı hiç sıcaklık yok. Gitmem gerekir mi? Üzerimde hiçbir hakkı yok iken, bu bir borç mudur? Eğer borç ise gideceğim; borç değilse, gitmeyeceğim. Çünkü o hiç arayıp sormuyor.”

Annemiz ve babamız melek değildirler, beşerdirler. Beşer, şaşar demiş atalarımız. Annemiz ve babamız da hata yapabilirler. Onları hatasız bilmek zaten eşyanın tabiatına zıttır. Hatta meşhur bir atasözümüzü—ne kadar uyarsa—biz şöyle çevirelim: “Hatasız anne baba arayan, anne babasız kalır.” Onlar da insandırlar çünkü. Onların imtihanlarının bir boyutu da, çocuklarına karşı tavır ve tutumları olacaktır. Yarın mahşerde bundan dolayı hesaba çekilirler. Allah Âdildir, Hâkimdir, Hakîmdir. Kimsenin hakkını kimsede bırakmaz.

Öyleyse unutamayacağımız, ihmal edemeyeceğimiz, anne ve babanın hiçbir olumsuz tavrıyla gölgeleyemeyeceğimiz bir hak, evlat üstünde durmaktadır: Anne ve baba hakkı! Anne ve baba çocuklarını arayıp sormasa da mı, haksızlık yapsa da mı, eşit davranmasa da mı, diğer çocuklarını kayırsa da mı? Evet, evet, evet!

Evlât üzerindeki anne ve baba hakkı Allah hakkından sonra gelir ve şarta bağlı değildir. Kur’ân çok açık, “Biz insana, önce Bana, sonra da anne ve babana şükret diye tavsiye ettik” buyuruyor.1

Evlât olarak—Allah hakkı için—dünyada en nazik olacağımız insanların birincisi annemiz, ikincisi babamızdır. Onlar bize hangi tür haksızlık yapmış olurlarsa olsunlar; bizi ne tür bir muameleye tâbi tutmuş olurlarsa olsunlar; onlar tarafından en horlanan, en hakir görülen, en sevilmeyen, en çok dışlanan ne kadar biz olursak olalım; onlara saygıda kusur etmeyeceğiz.

Biz haklı da olsak, haksızlığa da uğramış olsak, anne ve babamızla ilişkilerimizi koparmayacağız. Eğer uzaktaysak, telefonlaşmaktan çekinmeyeceğiz. Telefon da dâhil her türlü haberleşme araçlarıyla görüşmeye, aramaya, hâl ve hatırlarını sormaya, bir ihtiyaçları varsa elimizden geldiğince ilgilenmeye ve yardımcı olmaya çalışacağız; sırf Allah için, yalnız, yalnız ve yalnız Allah için.

Üstad Bedîüzzaman Hazretlerinin ifadesiyle, dünyayı da isteyen, âhireti de isteyen, annesini ve babasını memnun etmelidir. Çünkü onları memnun ve razı etmek dünyada rızıkta bolluk ve bereket sebebidir; âhirette ise Allah’ın rızasına ermeye ve Cennete girmeye vesiledir. Onları kırmak ve rencide etmek ise, tek kelimeyle,—Allah muhafaza—dünyada ve âhirette hüsran ve felâket demektir! Allah’ın rahmetini ve merhametini isteyen, rahmetin birer hediyesi olan anne ve babasına ulaşabildiği ölçüde ulaşmalı ve onlara merhametli davranmalıdır.2

O halde onların varsa bize karşı meselâ bizi yok saymalarını kesinlikle sinemize çekelim, yok sayalım, görmeyelim; onları affedelim, geçelim. Allah hakkı için. Onlara duâ edelim. Hallerini ve hatırlarını arayalım, soralım. Onların bize olumlu cevap vermesini beklemeyelim. (Belki onların da kalbi bize karşı kırıktır! Belki bizim de hatalarımız vardır!) diye düşünelim. Kendimizi denetleyelim. Kendimizi sorgulayalım. Ama onları denetlemeyelim. Onlara hesap sormak bize ait değildir çünkü.

Hatamız varsa da, yoksa da, onların gönlünü almaya ve helâlleşmeye bakacağız; hak dâvâ etmeden! Eğer bizi kabul etmiyorsa, bizi yok sayıyorsa, biz nezaketimizi ve saygımızı asla bozmayacağız. Suçumuz olmasa da, gönlünü almaya, gönlüne girmeye devam edeceğiz. Başarıncaya kadar! Usanmak, geri çekilmek, sabırsızlık göstermek yok! Uzaktaysak, telefonu yüzümüze kapasalar bile; biz hiç bozulmadan, yeniden açıp; “Anneciğim, babacığım! Ellerinizden öperim. Allah’a emanet olun” diyeceğiz ve telefonu nazikâne kapatacağız. Annemize ve babamıza karşı âdeta melekleşeceğiz. Şartsız olarak.

İnanın bunu başaran, dünyada da, ahirette de umduklarına ulaşır, korktuklarından emin olur.

Son söz olarak diyebiliriz ki, anne ve babaya ulaşmak ve onlara iyilik yapmak evlât üzerine borçtur. Bu borcu yukarıda zikrettiğimiz âyet evlâtlara yüklüyor. Allah’ın merhametini bu borcu ödememize bağlı olarak üzerimize celp etmiş oluruz.

Dipnotlar:

1- Lokman Sûresi, 31/14

2- Mektûbât, s. 252

25.04.2007

E-Posta: [email protected]




Saadet Bayri FİDAN

Kişi kendini kusurlu görmeli



İnsan kendine aşırı derecede o kadar güvenir ki bazen... Hatasız sanır aynalarda gördüğü çehresini; ak pak, tertemiz… Tıpkı beyaz bir kâğıt ve süt gibi… Katıksız, karışıksız ve bütün renklerin birleştiği tek renk: Beyaz. İlk yanılgı buradan başlar işte. Çünkü insan yanılabilir. En çok da kendi hakkında olur bu yanılgı. “Bildim, anladım, öğrendim, yaptım…” Yani kendisi hakkında saydığı ve sahiplendiği ne çok şey varsa, o kadar yanıp söner hâle gelebilir. Doğrusu, insan “ben” nakaratıyla başlayan cümleleri kibrin mızraklarına taktıkça, söndürür tevazu mumlarını…

En büyük yanılgıya kendimiz hakkında sahip değil miyiz? Zira o kadar yakınken, kendimize o kadar uzak olabileceğimizi düşünmüyoruz. “Ben” denilen nefsi “tanıyorum” derken, bu tanımanın bir ömür devam eden süreklilik içinde pek de mantıklı bir önerme olmadığını düşünemiyoruz. Ve, “Biliyorum, tanıyorum, öğrendim” gibi ifadelerle sabitlerken hayatımızı; yüzümüze, yüzümüze değen ele, konuşan dile ve düşünen aklımıza yabancılaştığımızın farkında bile olmuyoruz çoğu zaman. Zira her gün, hayat denen tecrübe, neler öğretir bize ve “Bir daha mı?” deyip yeniden tekrarlarız, bu cümlelerimizi. Hiç uslanmaz ve hiç bilmeden yürür gideriz.

Düşünüyorum da kendimizi gerçekten tanısaydık, bu kadar çok hata yapar mıydık? Kızdığımız davranışlarımız, sevmediğimiz huylarımız ve “Ben bunu nasıl söyledim, nasıl yaptım?” diye kızgınlıklarımız olur muydu? Demek ki ne yaparsak yapalım, hatalardan kurtulmak mümkün değil. Yalnız mümkün olduğu kadar hata etmemeye çalışmaktır esas olan. Ancak hâl böyleyken öğrendikçe, tecrübe edindikçe “biliyor” havalarına girerek, muhataplarımız hakkında yargılayıcı sonuçlara varmak konusunda üstümüze yok. Böyle davranarak her gün yeni ve bir o kadar farklı sürprizlerle bitiriyoruz ki günlerimizi… Her gün “Biraz daha büyüyüp olgunlaştık” diyerek, bakıyoruz kendimize dev aynasında. Ve aynada masum aramayı hiç terk etmeyip suçlarken başkalarını, suçsuzluğumuzun tasdik edildiğini sanıyoruz.

İmam-ı Azam Ebu Hanife, “Bilmediklerimi ayağımın altına alsaydım, başım göğe ererdi” diyor. Oysa biz, bir iki malûmatla daha gözümüzü yeni açmışken, kendimizi bilmiş yanılgısına sürükleyip yargılamalarla başlıyoruz hayata. Böyleyken, kendimizi bırakıp başkalarının peşine düşüyoruz. Başka yanılgıların, başka hataların, başka unutulmuşların... Kızdıkça kızıyoruz, bizden farklı olan kişilere. Kendini unutmanın adını “güven koyup” emin olduklarımıza saldırıyoruz. “Bunlar da kendini ne zannediyor? Böyle yaşantı mı olur? Böyle çehre, böyle söz ve böyle bilme?” sözleriyle ortalığa düşerek, verip veriştiriyoruz. Emin olduğumuzu sanarak, her konuda kendimizi üstün sayarız, her zaman nefsimizi kusurlu bilmenin gerekliliğini hatırımızda tutmak gerekirken. Ne kadar acı ki, “öğrendim” zannıyla, etrafa avazı çıktığı kadar bağırmak. Bir hiç olan haykırışları “konuştum” sanmak… Oysa en emin olduğumuz yanımızdır bizi ilk terk eden. Çünkü kişi öğrendikçe eğilmeyi öğrenir. Susmayı, tanımayı ve yanlış gördükçe benliğine dönmeyi…

Ben her zaman için yanılabilme hakkına sahip olduğumuzu düşünürüm... Hata yapabilme özgürlüğümüz olmalı. Şaşırabilmeliyiz ya da sıfır vermeli hayat bize, tercihlerimiz yüzünden. Kaç kişi mükemmel olduğunu söyleyebilir? Kaç kişi insan-ı kâmil olduğunu savunabilir? Eminim ki yok denecek kadar azdır bu sorulara olumlu cevap verecek kişiler.

Mükemmellik, ancak süreklilik isteyen bir hayat boyu öğrendiklerimizle son nefesimize kadar süregelen yolculuğun adıysa, o hâlde muhatabımıza veryansın ederek hatalarını sayarken, kendimizi sütten çıkmış ak kaşık gibi göstermek ne kadar doğru? “Oldum, bitti” deyip mükemmelliğe sahiplik dâvâ etmek ne kadar mantıklı?

Bence, “Sahip oldukça susmayı öğrenmek, ancak son nefesimize kadar sürecek mükemmelliğin ilk adımıdır” gibi bir düşünceyle söz konusu soruları biraz düşünmekte fayda var.

Başta kendini kusurlu görüp doğrusu neyse etrafınla paylaşmak, Müslüman âdâbının gereklerindendir. Zira bu biliş hâl ve hareketlerimize yansırken, insanlar ancak bu şekilde bizi takdir eder ve peşimizden gelir. Bediüzzaman’ın “Biz lisan-ı hâlimizle İslâmiyet’i lâyıkıyla yaşayabilseydik, insanlar dalga dalga İslâm’a girerdi” meâlindeki sözü, bu hakikati belirtiyor.

Yabancıyken kişi kendine, kalkıp başkası hakkında yorum yapıp, konuşabilir, hesap sorup, dâvâ edebilir mi hiç? Sözlerini, halini, duruşunu yargılayabilir mi?

Kendimize bile bu hakkı vermiyorken başkasına nasıl yapabiliyoruz bunu.

Hayat sona yaklaşırken acayip şeyler oluyor en yakınlarımızda…

25.04.2007

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Fransa aynasında Türkiye



Fransa’daki cumhurbaşkanlığı seçiminde Sarkozy ile yarışan Segolene Royal, ilk turda yüzde 25 oy alarak ikinci oldu. Royal, sonuçların açıklanmasından sonra yaptığı konuşmada şöyle demiş: “Sevgili halkım... Bir tek şey istiyorum, o da sizi yeni bir Fransız rüyası etrafında bir araya getirebilmek. Bana güvendiğiniz için teşekkürler. Bu kişisel bir zafer değil. Bana Fransa’nın tekrar ayağa kalkmasını sağlama sorumluluğunu verdiğiniz için teşekkürler. İki hafta içinde Fransa’nın kaderini belirleyeceksiniz. İki farklı dünya arasında tercih yapacaksınız. İnsânî değerlerin, borsa değerlerinin önüne geçtiği bir sistem kuralım. Sizi yeni bir Fransa oluşturmaya çağırıyorum. Arkamda finansal destek yok, bir değerin ya da kurumun rehinesi değilim. Bağımsız bir cumhurbaşkanı olacağım.”

Royal’in ne ölçüde doğruyu söyleyip söylemediğini bilemiyoruz, ama “İnsânî değerlerin, borsa değerlerinin önüne geçtiği bir sistem kuralım” beyanı çok önemsenmelidir. İnsanlık; artık maddî değerlerle ölçülen bir dünyadan ziyade, ‘insanî/mânevî’ değerlerin dikkate alındığı bir dünya istiyor. Bu Fransa’da ‘prim’ yaptığı gibi dünyada ve Türkiye’de de yapıyor ve bundan sonra daha da yapacak.

Türkiye’de de siyasetçilerin meydanlara çıkınca böyle insanî hedefler ortaya koyması ve ‘bağımsız’lıklarına önem vermesini arzu ederiz...

Gençliğin sırrı namazda

Türkiye’nin önde gelen armatörlerinden İhsan Kalkavan, 59 yaşında olmasına rağmen ‘genç ve dinç’ kalmasını şöyle açıklıyor: “Sürekli spor yaparım. Günde beş vakit namaz kılıyorum. Her namazdan sonra da özellikle öğle, ikindi ve akşam 50’şer mekik ve 20 de şınav çekerim. Ofisimde mescidim vardır. İbadet de bir spordur bana göre, boyun hareketleri var, günde 40 rekât sünnetleriyle beraber kılarım. Uykudan da çok ciddî fedakârlık yaparım. Çok geç yatar, çok erken kalkarım. Sabah, namazdan sonra yürüyüşe çıkarım.” (Bugün, 20 Nisan 2007)

Bir işadamının “Ofisimde mescidim vardır” açıklaması tebriği hak eder...

Önce umre, sonra hac

San'at müziği san'atçısı Emel Sayın, ‘uzun yıllardır yapmayı istiyordum’ dediği şeyi yapmış ve ‘umre’ye gitmiş. Daha sonra da ‘hac’ca gitmek istediğini açıklayan Sayın, “Çok mutluyum” şeklinde konuşmuş. (Sabah, 20 Nisan 2007)

San’atçıların dünyasındaki kıpırdanmaya örnek olan bu ve benzeri haberler, ‘ümitvar olmak gerektiğini’ bir defa daha hatırlatıyor. Darısı diğer san'atçılarımızın başına.

25.04.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004