|
|
Faruk ÇAKIR |
Vazgeçin bu inattan |
|
Türkiye’de bir vakıa var: Başı örtülü hanımlar, ‘kamusal alan’ denilmek suretiyle pek çok haklarından men ediliyorlar, eğitimleri engelleniyor. Üstelik bu, kanunsuz bir şekilde yapılıyor. Yasakçıların da bildiği üzere, başörtüsünü yasaklayan herhangi bir kanun yok; ‘kanaat’ var. Hemen ifade edelim; başörtüsü en temel insan ve inanç haklarından olduğu için, böyle bir kanun olsa ona da itiraz etmek lâzım.
Medyanın başörtüsü ve başörtülülere tavrı nedense değişmiyor. Türkiye’de bir ‘bahane’ bulamayınca yurt dışından bahane aramaya çalışıyorlar. Salı günkü gazetelerde bu şekilde yorumlanabilecek iki haber/yazı vardı. Biri, Kuveyt’in yeni bakanlarından Nuriye el Şubai ile ilgili olandı. Habere göre, El Şubai, mecliste başörtüsünü çıkararak yemin etmiş ve diğer bakan ve milletvekillerinden tepki görmüş, engellenmek istenmişti. Bir diğer bayan bakan olan El Mübarek ise başörtüsü ile yemin etmiş. (Vatan, 3 Nisan 2007)
Haberi veren gazete, “Kuveyt’in Merve Kavakçısı!” başlığını kullanmış ve Türkiye’de yaşanan hadiseye gönderme yapmış. İyi de arada büyük bir fark var: Türkiye’de milletvekili seçilen Merve Kavakçı, başörtüsünü çıkarıp atmadığı için yemin ettirilmedi ve neticede milletvekiliği bile düşürüldü. Öyle ki, Kavakçı’ya destek verdiği için ‘başı açık milletvekili’ olan Nazlı Ilıcak’ın bile milletvekilliği bir şekilde düşürüldü.
Başörtüsüyle ilgili başka bir haber/yorum da Mısır’la ilgiliydi. Mısır’a giden Can Ataklı, dönüşünde bahsettiği ‘not’larda, başörtüsü takanların bunu inandıkları ya da özgür iradeleriyle değil; tam aksine ‘zorla’ taktığı kanaatine varmış.
Ataklı, başörtüsü takanları eleştirirken şöyle diyor: “Elbette herkes dilediği gibi ya da bizdeki yaygın söylenişle ‘inandığı gibi’ giyinebilir, ama inanın, görüntü olarak hiç hoş değil. O manzara ülkeyi bir anda sanki çağın çok gerilerine itiyor. İnsanda ‘Bu ülkede hiçbir şey düzgün değildir’ fikrinin oluşmasına yol açıyor.” (Vatan, 3 Nisan 2007)
Başörtüsü takanlara karşı sergilediği rahatsızlığı ortaya koyan Ataklı, yazısını bir de fotoğrafla süslemiş. (Tabiî ki, Ataklı’nın 28 Şubat sürecindeki ‘karşı koyan’ tavrını unutuyor değiliz.) Fotoğrafa bakınca, başörtüsü takanların hiç de Ataklı’nın anlattığı gibi ‘ülkeyi çağın gerisine götürdükleri’ kanaati hasıl olmuyor. Fotoğrafta görünen başörtülü genç/öğrenciler gayet mutlu/huzurlu görünüyorlar. (Bu arada, fotoğrafın serencamının, Ataklı’nın anlattığı gibi olmadığı kanaatini taşıyoruz. Ataklı, kızların kendisini görüp bir ‘artist’e benzetmiş olabileceğini söyleyerek, güya onların kendisinin yanına geldiğini belirtmiş. Bizimkisi bir şüphe, ama Ataklı kendisi başörtülü öğrencileri çağırıp fotoğraf çektirmiş olabilir. Mısır’daki o manzara Türkiye’de ‘malzeme’ olarak kullanılabilir diyerek... Bu bir şüphe ve doğruyu tesbit etme imkânımız yok.)
“Başörtüsü”nün görüntü olarak ‘hoş olmadığı’ kanaati neye dayanıyor? Hem başörtüsü takılan ülkenin, ‘gerici’ olduğu hükmü Türkiye ve dünya gerçekleriyle ne kadar uyuşur? Başörtüsüne müsaade eden, onu yasaklamayan “Muasır medeniyet seviyesine ulaşan Avrupa ülkeleri” de bu kıyasa göre ‘gerici’ midir?
Etmeyin, eylemeyin. Başörtüsü yasağını savunmak için temelsiz iddialara sığınmayın! Hakkı teslim edin ve ‘Hak’a teslim olun.
06.04.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Serdar MURAT |
Pop star yarışması değil, ihtilâl hazırlığı |
|
14 Mayıs’ta yapılan seçimlerde Demokrat Parti yüzde 53 oy alarak tek başına iktidar olmuştu.
Seçim sonuçları açıklanalı birkaç saat olmuştu ki, 1. Ordu Komutanı Org. Noyan, “Komünistler seçimlere hile karıştırmış der, müdahale ederiz” dedi. Cumhurbaşkanı İnönü, millî iradeye saygı gösterilmesini isteyip, müdahaleye yeşil ışık yakmayınca, adım atılmadı. Ancak ordu içindeki birileri boş durmuyordu. Bir gün sonra Yüksek Askerî Şûrâ’yı toplayıp, müdahale talebiyle İsmet Paşanın huzuruna çıktılar.
20 Mayıs’ta Celal Bayar Cumhurbaşkanı seçildi, 22 Mayıs’ta Başvekil Adnan Menderes kabinesini kurdu. Başvekil, makamında tebrikleri kabul ederken, içeri bir albay girdi. Menderes’le görüştü. Adnan Bey telâşla Köşk’e çıktı. Ordu üst yönetimi iktidara karşı darbe hazırlığı içindeydi. Demokrat Parti’nin iktidar olup olmama sınavı asıl şimdi başlamıştı.
Cüneyt Arcayürek genç bir gazeteciydi. Toplantıdan sonra Menderes’in odasına girdi. “Haber istedim. Muhtar seçimlerini filan anlattı. Onları ajans geçiyor dedi. ‘Peki yaz’ dedi. ‘Genelkurmay Başkanını ve Kuvvet komutanlarını görevden aldım.”
Bu kararla demokrasi kurtuldu, DP iktidarı en az birkaç dönem rahat etti.
Ancak aynı Menderes “9 subay olayı”nda aynı basireti gösterememişti. O da sonu oldu.
1957 seçimlerinden hemen sonraydı. Bu kez Başbakanlığa Samet Kuşçu isimli bir binbaşı gelmişti. Menderes’in odasına girdi, ihtilâl hazırlığını haber verdi. 9 kişilik listenin başında Faruk Güventürk vardı. Menderes yine hemen Köşk’e çıktı. Bayar’ın başkanlığında toplantı yapıldı, İçişleri Bakanı Namık Gedik ihtilâl ihbarını anlattı, Menderes doğruladı, Millî Savunma Bakanı Şemi Ergin ise, böyle bir hazırlığa ihtimal vermediğini söyledi. Ergin toplantıya gelmeden önce Güventürk ile görüşmüş, “İhtilâl yapacağız, gelin başımıza geçin” teklifini almıştı. “Ben bir kasaba avukatıyım. Karakterim buna müsait değil. O bakımdan siz isterseniz yapın” cevabını vermişti.
Millî mücadelenin Galip Hocası ve eski bir komitacı olan Bayar korkuyu almıştı. “Altımızdan zemin kayıyor” dedi. Menderes, Millî Savunma Bakanını zorla istifa ettirip, kendi soyadını verdiği Etem Menderes’i Millî Savunma Bakanı yaptı. O zaman Genelkurmay Başkanlığı da Millî Savunmaya bağlıydı. 9 Subay tevkif edilip, yargılanmalarına başlandı. Bayar, “Bu mesele ciddîdir. Üzerinde duralım. Bunu 9 subayın işi olarak görmeyin. İstanbul’da cuntalar kök salmıştır” diye uyardı.
Menderes bir süre sonra işin gerektirdiği ciddiyetle üzerinde durmadı. Ordu içindeki cuntalar işbirliği yaptı, 9 subay beraat etti, ihbarı yapan Samet Kuşçu, isyana teşvikten 2 yıl hapse mahkûm oldu. 27 Mayıs 1960’da değil, gerçekte o gün başarılı olmuştu.
Peki, beraat ettiler bu subaylar rahat mı durdular? Bilâkis zaafiyeti sezip, daha da güçlendiler. 27 Mayıs ihtilalinde eksiksiz olarak hepsi de vardı.
Hızını alamayıp 27 Mayıs’tan sonra iki ihtilâl teşebbüsünde bulunan Talat Aydemir o zamanda boş durmamıştı. Aydemir 1957 seçimlerinden önce 29 Ekim törenlerinde resmî geçit yapılırken, zırhlı birliklerin devlet erkânını derdest edip, etkisiz hale getirmesini plânlamıştı. Seçimlerde DP’nin iktidarını korumasıyla planı suya düşse de huylu huyundan vazgeçmemişti. Ta ki darağacında can verene dek.
Bütün bunları Nokta Dergisi’nde yayınlanan Günlükler nedeniyle aktardığımın farkındasınız.
Eski Deniz kuvvetleri Komutanı Özden Örnek’e ait olduğu söylenen günlükler de 2004 yılında iki darbe tehlikesi atlattığımız, bu amaçla “Ayışığı” ve “Sarıkız” operasyonlarının hazırlandığı itiraf ediliyor.
Dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı Aytaç Yalman, Jandarma Genel Komutanı Şener Eruygur’un ayrıntılı darbe planları hazırlattığı, bazı Kuvvet Komutanlarının da aynı kanaatte olduğunu belirtiyor.
Bütün bunlar gözlerimizi faltaşı gibi açıp, atlattığımız badirenin mukadder akıbetimiz olmaması için hemen harekete geçmemizi gerektiren dehşetli hadiseler.
Peki biz ne yapıyoruz? Sanki bir aşk itirafını okuyor ya da buzda dans yarışmasını seyrediyor gibi uzaktan bakmakla yetiniyoruz.
Pop Star Bayhan’a gösterdiğimiz ilgiyi dahi göstermedik böylesine korkunç bir hadise karşısında.
İlgimizi çekebilmek için Nokta Dergisi’nin Örnek Paşa’nın itiraflarını yayınladıktan sonra, “Yalman diyorsanız 3512 yazıp 1815’e gönderin, Eruygur diyorsanız 3513 yazıp 1816’ya gönderin” demesi mi gerekiyordu?
Başbakan Erdoğan’ı da isyan ettiren bu durum karşısında nihayet yargının harekete geçtiği haberi geldi. Bu konuda ciddî kuşkularım var. Akredite basını “yandaş” olanlar, “karşı olanlar” diye tasnife tabi tutan andıç hadisesi patlak verdiğinde Genelkurmay tarafından inceleme başlatıldığı açıklanmıştı. Önce, Genelkurmay bunu yapanlar hakkında harekete geçti diye değerlendirilmiş bu karar. Sonra anlaşıldı ki, onu yazanlar değil, basına sızması inceleme konusu yapılmış.
Andıçı hazırlamak değil, yayınlamak suçtu.
Dilerim Bakırköy Cumhuriyet Savcılığı’nın incelemesi de aynı zihniyetin ürünü olmaz.
Nokta Dergisi yöneticileri ile konuştum. Onlar da yayınladıkları için kendilerinin mi suçlandığını yoksa, ihtilâl hazırlığı yapanların mı soruşturulduğunu anlayamamışlardı. Çünkü bir telefon emriyle 3 gün içinde ifade vermeleri istenmişti.
Yunanistan’da “albaylar cuntası” yargılanıp, içeri tıkıldıktan sonra ülke 1970’den beri Türkiye’yi kıskandıracak seviyede gelişti. İspanya’da 2 yıl önce ihtilal imasında bulunan Genelkurmay Başkanı akşam istifa ettirildi.
Bunun ülkeyi germekle, asker düşmanlığı ile bir ilgisi yok. Günlükten anladığımız bir başka şey de ihtilâl havasının ast üst ilişkilerini nasıl zedelediği, disiplini yok edip, askerin askere suikast plânları yaptığını ortaya koymadı mı? İhtilâl dönemlerinde generaller, binbaşılara selâm durmadı mı?
Geçmişte başaramadık. AB’ye tam üyelik tarihi alan Türkiye bunu yapabilmeli. Eski TCK’nın 146. maddesi mevcut Ceza Kanununun 309. maddesi bu imkânı veriyor.
Demokrasi adına bir ibreti müessireye ihtiyacımız var. Yoksa dün Aytaç Paşa’nın başaramadığını yarın başka bir paşa pekalâ başarabilir. Demokrasinin sigortası başaran ya da başaramayan paşalar değil, rejimin bizzat kendisi olmalıdır.
06.04.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Anlamlı mesajlar |
|
Muhterem Mustafa Sungur’un “Risale-i Nur’un erkânlarından biri” olarak nitelediği Mehmet Emin Birinci’yi, Fatih Camiini ve avlusunu dolduran ihlâslı ve feyizli bir cemaatle birlikte hatimler ve dualarla ahirete uğurladık.
Aslında orada kelimenin tam anlamıyla bir izdiham vardı. Ama son derece nezih, sâkin, vakur, düzenli, dikkatli, en küçük bir karışıklık ve rahatsızlığa meydan vermeyen bir izdiham.
Bu sükûnetin sebebi ise, oradaki insan seline katılanların, Risale-i Nur’dan müsbet hareket dersi almış ve bu sayede “asayişin manevî muhafızları” haline gelmiş insanlar olmalarıydı.
Onun için, güvenlik görevlileri de gayet rahat ve huzurluydu. Çünkü orada hiçbir “olay” çıkmayacağından emindiler. Bazı çok küçük grupların eylem ve gösterilerinde bile olağanüstü tedbirler alırken orada böylesine bir güven ve rahatlık sergilemeleri, cemaatin bu özelliğini artık iyice tanımış ve öğrenmiş olmalarındandı.
Ancak ne yazık ki, devletin içinde bu gerçeği görmeyen, anlamayan, dahası görmek ve anlamak da istemeyen bir zihniyet hâlâ mevcut.
İç tehdit konseptleriyle dindarları tehlike olarak gösteren millî güvenlik siyaset belgelerinin maalesef hâlâ geçerli olması, bunu gösteriyor.
Ama gerçek şu ki, Nur talebeleri ve diğer köklü dinî cemaatlerin mensupları, herşeye rağmen bu memleketin manevî sigortaları niteliğinde.
Maruz bırakıldıkları haksızlıklara, hedef oldukları iftiralara, her fırsatta itilip kakılmalarına, incitilmelerine rağmen bu gerçek geçerliliğini hâlâ koruyor.
O zihniyet bunun eşsiz değerini bilmese de...
Ve bu vatanın asıl sahipleri, mâlûm zihniyetin hor baktığı mağdur ve sessiz milyonlar.
En ağır baskılar ve en tahrik edici provokasyonlar karşısında bile en ufak bir taşkınlığa tevessül ve tenezzül etmeden sabırla yollarına devam eden insanlar.
Ama bu tavır da yanlış yorumlanmalı. Akif’in şiirinde geçen “uysal koyun” teslimiyetçiliği değil bu. Aynı kitle, gerektiğinde, çiğnenme pahasına hakkı tutup kaldırmaktan ve zulme karşı bayrak açmaktan geri durmayan bir irade ve kararlılığa da sahip. Ama bu mücadeleyi yine meşru zeminlerde, hukukî yollardan veriyor.
Evet, Birinci’ye son vazifelerini yerine getirmek için İstanbul’un ve Türkiye’nin dört bir yanından, hattâ Avrupa’dan Fatih Camiine ve Eyüp Sultan kabristanına koşan insanların duygu yüklü buluşması herkese anlamlı mesajlar verdi.
Bu mesajların yukarıda kısaca anlatmaya çalıştığımız boyutu, Türkiye'nin bazı Atatürkçü dernekler tarafından 14 Nisan’da Ankara’da organize edilecek mitinge endeksli gerginlikleri şimdiden yoğun şekilde konuşmaya başladığı bir ortamda ayrı bir önem ve değer kazanıyor.
Fatih ve Eyüp buluşmalarının camia içine yönelik en önemli mesajlarından biri ise, Kur’ân’ın bu çağa dersi niteliğindeki Risale-i Nur’dan beslenen herkesin bu vesileyle bir kez daha gönülden kucaklaşmasına vesile olması ve sun’î ayrılık görüntülerinin anlamsızlığını tekraren ve açık şekilde yine gözler önüne sermiş olmasıydı.
Birinci, Yeni Asya’daki mülâkatında bu görüntünün asılsızlığını anlatırken “Maksatta birlik asıldır. Bazıları Nur talebelerini parçaladığını zannediyor, fakat daha da kuvvetleniyoruz” demişti. Bu mânâyı cenazesiyle de perçinledi...
06.04.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
“Sevgiyle bakırlar altınlaşır” |
|
Birgün Hz. Lokman’ın efendisine hediye olarak bir karpuz getirdiler. Hizmetçisine, “Git, oğlum Lokman’ı çağır” dedi.
Lokman gelince, efendisi karpuzu kesip ona bir dilim verdi. Lokman o dilimi bal gibi, şeker gibi yedi. Hem de öyle lezzetle yedi ki Lokman’ın efendisi ikinci dilimi de kesip sundu. Böyle böyle karpuzu tamamen bitirmişti neredeyse. Yalnız bir dilim kalmıştı geride. Efendisi: “Bunu da ben yiyeyim; bir göreyim bakayım nasıl şey, herhalde tatlı bir karpuz olmalı” dedi. Çünkü Lokman, öyle zevkle, lezzetle ve iştahla yemişti ki efendisinin bile iştahını kabartmıştı.
Efendisi kalan dilimi yer yemez, karpuzun acılığından ağzını bir ateştir sardı, dili uçukladı, boğazı yandı. Bir müddet acılığından âdetâ kendini kaybetti. Sonra da:
“A benim canım efendim, böyle bir zehiri nasıl oldu da tatlı tatlı yedin, böyle bir kahrı nasıl oldu da lütuf saydın? Bu ne sabır? Neden böyle sabrettin? Canına kastın mı vardı? Niye birşey söylemedin? Niye biraz sabret, şimdi yerim demedin” dedi.
Lokman dedi ki:
“Senin nimetler bağışlayan elinden o kadar rızıklandım ki, utancımdan âdetâ iki kat oldum. Elinle sunduğun birşeye; ey marifet sâhibi; bu acıdır demeye utandım, senin damına, tuzağına gark oldum.
“Bu kadarcık bir acıya dayanamaz, feryat edersem bütün uzuvlarım hâk ile yeksân olsun. Şekerler bahşeden elinin lezzeti, bu karpuzun acılığını hiç hissettirir mi?
“Sevgiyle acılar tatlılaşır, sevgiyle bakırlar altınlaşır. Sevgiyle bulanık, tortulu sular, arılaşır, durulaşır. Sevgiyle dertler şifa bulur.
“Sevgiyle ölüler dirilir, sevgiyle padişahlar kul olur.”
Kâinatın Efendisi ise buyururlar ki:
“Sevdiğini Allah için seven, imanın lezzetine erer.”
“Allah için birbirini seven, bu sevgiyle bir araya gelen ve ayrılan iki kişi, hiçbir gölgenin bulunmadığı Kıyamet gününde Arş’ın gölgesinde gölgelendirilecektir.”
“Cennette öyle köşkler vardır ki, içlerinden dışları, dışlarından içleri gözükür. Cenâb-ı Hak bu köşkleri, rızası için birbirini seven, ziyaret eden ve birbirlerine gelip giden mü’minler için hazırlamıştır.”
“Bir kimse kalbinde hiçbir kin olmadığı halde kardeşine bakarsa, daha ondan gözünü çevirmeden geçmiş günahları affedilir.”
Demek sevgi maddî ve manevî en büyük ilâç.
Sevgi gereği yapıldığında sevgi olur.
06.04.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
İbadetlerimizde dinamizm |
|
Talip Akbalık: “İbadetlerimizde kendimizi nasıl dinamik tutabiliriz? Arkadaşlarımıza nasıl örnek olmalıyız? Sözle mi yoksa davranışla mı, bunu söz ile nasıl ifade ederiz? Mesela dini bilgi veren kişiler ile alay ediliyor, hoca mı oldun deniliyor; arkadaşlara yaklaşım tarzı nasıl olmalı?”
Arkadaşların takılmalarını alay değil, haddini aşmadıkça latife saymak daha doğru olur. Biz, inandığımız gibi yaşamalı; yaşadığımızı ihlâsla ve sırf Allah için yaşamalı; yaşarken gayemiz insanlara örnek olmak veya insanlara sözle ya da davranışla bir şey ifade etmek değil, Allah’ın rızasını kazanmak olmalıdır. Örneklik ya da bir şey ifade etmek, Allah için olma hedefinin yanında hiçbir değer bile taşımaz. Biz amelimizde Allah’ın rızasını gaye edinirsek, biz farkında olmadan iyi örneklik de gerçekleşir, başkalarına davranışla bir şey ifade etmek de gerçekleşir. Gerektiği zaman söz de bir ifade türümüz olur. Yani hem yaşarız, hem konuşuruz. Yeter ki, hasbi olalım, samimi olalım, yaptığımızı Allah için yapalım.
İbadetlerde dinamik olmaya gelince; işte bu, ölünceye kadar duâmızdır, yakarışımızdır, çabamızdır, gayretimizdir, varlık nedenimizdir. Bizi ibadetlerde muvaffak olmaktan alı koyan, zaman zaman maalesef birçok engel karşımıza çıkıyor. Bu engelleri aşmak ve eksikliklerimizi görmek de, bizim duamız, niyetimiz, gayretimiz ve Allah’ın yardımıyla mümkün olur. Böyle durumlarda sakın, sakın; kendimizi bırakmayalım! Emin olalım ki; ibadetlerde daha dinamik olmak isteyişimiz, ancak Allah’ın inayetinin ve rahmetinin eseridir. Demek biz bir rahmet ve inayet çemberinin içindeyiz.
Her şeyden önce, ibadet yapıyor olmamız, bizim için artı puan. İbadetlerde kendimizi nasıl dinamik tutalım diyorsunuz; fakat anlaşılıyor ki, ibadet sizin içinizde zaten dinamizmini kurmuş; bu da bir artı puan.
Hepimizin başımızın belâsı ise şeytan ve nefsimiz değil mi? Şeytanın ve nefsimizin desiselerinden kurtulabilmek ölünceye kadar hiç birimiz için mümkün olmaz! Bu desiseler ibadetteki dinamizmimizi söndürmeyi hedefler.
Nefsimiz ve şeytanımız bilmeli ki, biz ibadeti bırakmayacağız! Çünkü biz Allah’ın kuluyuz ve ibadet Allah’ın emridir! Esasen, ibadet yapmaya başladığımızda bir süre sonra içimizdeki depresyonun sönmeye başladığını göreceğiz; bu ise namazdan haz aldığımızın alâmetidir. Biz hissetmesek de şuur altımızda ibadetin huzur ve saadetini öyle tadıyoruz; ibadetle öyle rahatlıyoruz, öyle hafifliyoruz ki, âdeta ruhumuzu Cennetten bir rüzgâr, bir esinti okşuyor. Bu huzuru ve esintiyi takip edelim; ibadette daha dinamik olmanın yoluna da girmiş oluruz.
Bediüzzaman Hazretleri (ra) Yirmi Birinci Söz’de namazdan usançlık duyan birisine verdiği cevapta, beş büyük ikaz içerisinde namazın ehemmiyetini anlatır. Bu ikazlara Hazret-i Üstad (ra); “Ey nefis!” diyerek başlar. Demek, içimizde, ibadete itiraz eden bir nefis taşıyoruz; bu bir! Bunu tespit edelim ki, bu itirazın kalbimizden geldiğini zannederek ümitsizliğe düşmeyelim! Yani bu itiraz, başlangıçta yüzeyseldir, ehemmiyetsizdir, şeytanın attığı bir oktan ibarettir, geçicidir; ama ehemmiyet verirsek, gerçek zannedersek, üzerinde durursak, teslim olursak; Allah muhafaza önce ibadetimizi elimizden alır; sonra imanımıza ilişmeye başlar!
Bu ikazlardan birincisi; nefsin ömrü ebedî zannetmesine dayanarak verdiği itiraza cevap teşkil eder. Nefis anlar ki, ömür azdır ve faydasız gidiyor; ömrün hiç olmazsa yirmi dörtten birisini ebedî hayatın saadeti için sarf etmek lâzımdır. Bu da beş vakit namazla mümkündür!
İkinci İkaz; ekmeğin, suyun, havanın nasıl temel ihtiyaçlarımızdan olduğunu inkâr etmiyorsak ve bunları her gün kullandığımız halde usanç duymuyorsak; namazın da, kalbimizin gıdası ve ruhumuzun manevî hayat kaynağı oluşu, “vazgeçilmezliğinin” içimizdeki imzasıdır.
Üçüncü İkaz; “sabırsızlık” sıfatı ile başı dertte olan nefsimize verilen bir derstir ki, günde yirmi dört saatten bir saatini namaz gibi bir ibadete sarf etmeye sabretmesi için nefsimiz ikna edilir.
Dördüncü İkaz; namazın dünyada kalbimize manevî gıda; kabirde ışık; Mahşerde Cehennemden kurtuluşumuzun senedi ve beratı; Sırat Köprüsünde ise bizzat kendi cismanî varlığımıza Nur ve Burak olduğundan bahseder ve nefsimizin itiraz kapılarını sımsıkı kapatır.
Beşinci ikaz ise; namaz kılmamak için dünya meşgalelerini bahane göstermek isteyen nefsimize karşı, kalbimiz için mühim bir siper teşkil eder. Ve namazını kılan bir mü'minin, diğer mübah dünyevî amellerinin nasıl ibadet değeri kazandığı; dolayısıyla namazın bütün ömrümüzü bir ibadet ahengi içinde geçirmemize ne denli dayanak teşkil ettiği anlatılır. Az veya çok; ne biliyorsak; bildiğimiz kadarıyla namazı eda etmemizin, namaz hakikatinin nurundan istifademizi muhakkak temin edeceği, ümit dolu ve nur çehreli ifadelerle izah edilir.
Uzun sözün kısası, bize düşen, ibadetlerimizde sebat etmemiz ve bırakmamamızdır. Cenâb-ı Hak, kalbimizin arzu ettiği ve bırakmak istemediği ibadetleri, nefsimize de kolaylaştırsın. Âmin!
06.04.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Halil USLU |
Ankara Emek'li gençler |
|
Başkentimiz Ankara çok renkli, çok dilli, çok kavşaklı bir büyük kent. Nüfusu 3 milyonu aşan ve her bir merkez ilçesinin 500 binin üzerinde olduğu ve 10’a ulaşan üniversitesiyle çeyrek milyonu aşan üniversite öğrencileriyle, TBMM ile ve bir cihetle Türkiye’nin kalbi mesabesindeki bu görkemli şehrimizin, merkez Çankaya ilçesinin Emek mahallesinin faal münevver ve gayyur üniversite öğrencileri “Aile, Eğitim ve Sevgi” başlıklı bir konferans vermem için bizi çağırdılar.
Türkiye’de son dönemlerde bilhassa AB sürecinde vakıflar, dernekler, sivil toplum kuruluşları ve emsali gönüllü kuruluşlar, sesimizi daha çok çıkaralım, fikirlerimizi daha çok yayalım ve vatanımıza daha çok hizmet edelim diye ardı ardına kuruldu ve kurulmaktadır. Bazıları ciddi, bazıları ise gayr-ı ciddi. Bunları yazılı ve görsel basından takip ediyoruz, niyetleri ve hizmetleri kendini göstermektedir. Elbette sayıları 85 bini aşan derneklerin, 10 bini aşan vakıfların ve 2 bini aşan STK’ların döküntüleri de olacaktır. Milletimizin asil vicdanı ve hakperest insanlar bunu zaman tünelinde iyi tahlil eder ve gerekeni yaparlar ve geçmişte yapmışlardır.
İşte bunların biri de Ankara’daki “Can Kardeş Çocuk Kulübü”dür. Ankara üniversitelerinin bazı mütefekkir ve fedakâr öğrencilerinin öncülüğündeki bu gönüllü kuruluşun tabanını, ismi gibi Ankara’daki Can Kardeşlerimiz, yani çocuklarımız teşkil etmektedir. Çocukların her birisi, kendilerini maddî ve manevî alanlarda yetişmeleri için çalışan ağabeyleri gibi faal, enerjik, terbiyeli, ahlaklı ve hür fikirli.
Konferans verdiğim Türkiye Sağlık-İş Sendikası Genel Merkezi Konferans Salonunda dediğim gibi Türkiye’nin üçte biri (1/3) okuyor. Dünyanın da üçte biri okuyor. Yani takriben 2 milyar okuyor ve bunlar Türkiye’nin ve dünyanın gelecek idarecileri, patronları, bürokratları ve tek kelime ile söz sahipleri. Bir manada dünya ağacının beklenen meyveleri. Bunun için bu gençler üzerinde uğraşan ve onların nazik, kibar ellerinden tutanlar bahtiyarlardır.
Yine konferansta dile getirdim. Konferansımın temel unsurları ve istinad duvarları 1927’lerde Bediüzzaman Hazretlerinin kaleme aldığı Haşir Risalesi’nin zeylindeki 4 tespiti ve büyük dünya ailesinin 4 istinad duvarı: “Çocuklar, gençler, aile hayatı ve ihtiyarlar.” Bunların birinin yıkıldığında tümünün yıkıldığını sosyal içtimâî hayatın perişan olduğunu örnek ve rakamlarla ortaya koydum.
Hatta dedim ki; MEB açıklıyor. Türkiye’de 2006 itibarıyla okullarda günde ortalama 21 olay yargıya ve disipline intikal etmiş. Emniyet Genel Müdürlüğü 2006 yılı raporunda açıklıyor: “Türkiye’de her 39 saniyede bir suç işlenmiş. TBMM Sokak Çocukları Komisyonu Başkanı açıklıyor: Türkiye’de 30 bin sokak çocuğu bulunuyor. Devlet Bakanlığı açıklıyor: Türkiye’de son 5 yıl içinde “aile içi şiddet”ten aile içinde 1300 civarında kız ve kadın öldürülmüş. Türkiye adliyesi açıklıyor: 2007 yılı itibarıyla 220 bin resmi boşanma dosyasını mahkemelerde bulunuyor ve artış devam ediyor. Soru; bunlardan sevgiyi kim alıp götürdü?
Çıkış yolu: Bu dört istinad duvarlarına ABC vitamini gibi iman vitamini vereceğiz ve vermelisiniz. Madem ki: UNESCO Mevlânâ’yı 2007 itibarıyla bütün dünyada anıyorsa, Türkiye’nin Millî Eğitim, Adalet, İçişleri ve Sağlık Bakanlığı kendi okul ve birimlerinde Hz. Mevlânâ’nın ve Hz. Bediüzzaman’ın eserlerini ders kitabı olarak okutmalıdırlar. Çünkü söz başka icraat başka.
Emek’te emeği geçenleri, Ankara’da bize kucak açanları gönülden tebrik ediyorum. Sizin hanginizi satırlara alayım? Seyfeddinleri mi, Ömerleri mi, Cihanları mı, Mesutları mı? Hepiniz bir genç destansınız, sizi melekler, ruhanîler alkışlıyor. Bunu için gittim, konuştum, döndüm. Yeni bir menzilde, yeni bir mekânda ince uzun bir yoldayız. Varlığımız budur, sermayemiz budur, haysiyetimiz budur, sevgimiz budur..
Not: Muhterem Mehmed Emin Birinci Ağabeyimize binler fatihalar. Ruhu şad olsun...
06.04.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Mehmed Emin Birinci ile son ropörtaj! |
|
* Çocukluğunuzda unutamadığınız bir hatıranızı anlatır mısınız?
1947’lerde, Türkçe ezan ve kametin hâlâ hükümran olduğu o zamanlar elinde çantasıyla köye gelen tahsildarlardan nasıl korktuğumuzu ve elimizdeki amme cüzünü ve Kur’ân-ı Kerim’i nasıl sakladığımızı hiç unutamıyorum. Hattâ bir defasında korkudan, evimizin altındaki hayvan yemliği içine girdiğimi de çok iyi hatırlıyorum.
* Bediüzzaman ve Risale-i Nur ismini ilk defa ne zaman duydunuz?
1948’e kadar dine lâkayd olan akrabalarımızdan balıkçı Remzi Efendi ile Halil Dayıdan, bütün köylüler, ‘Nasıl değiştiler?’ diye hayretle bahsediyordu. Bediüzzaman ismini 1949 yılında (Allah rahmet eylesin) Remzi Efendiden duydum.
* Ya Risaleleri?
Maceralı bir araştırmadan sonra bir torba risale getirtmişti Kadir Usta. Hemen okumaya başladılar. Birisi Beşinci Şuâ diye bir bahis bulmuştu. Tam aradığı yer burası idi. Remzi Efendi gönlünün istediğini elde etmiş, duâsı kabul olmuş Risale-i Nur’lara kavuşmuştu.
* Siz okuyabiliyor muydunuz?
Bunların heyecanı yavaş yavaş bana da tesir etmeye başlamıştı. Fakat eskimez yazıyı okuyamadığım için, ancak onları dinlemekle iktifa ediyordum. Ne yapıp yapmalı, mutlaka bu yazıyı okumasını öğrenmeliydim. Ahdettim, cehdettim, belki inanılmaz, ama yirmi gün içinde eskimez yazılı kitapları okumaya başladım.
* Üstadın hizmetine nasıl girdiniz?
Birgün Abdülmuhsin yanıma gelerek “Üstada sormak istediğin, yazılmasını arzu ettiğin bir suâlin var mı? Üstad soruyor. Sualin varsa söyleyelim” dedi. Hiç unutmam. Demiştim ki: “Namazın ta’dil-i erkânına dair bir kitap yazsa iyi olur.” Gülümsüyordu. Artık sabrım tükenmişti. Ne yapıp yapıp Üstadı görecektim. Reşadiye Oteli’ni buldum. Üstad beni gördü. “Bu kimdir?” diye sormuş olacak ki, biraz sonra beni çağırdılar, gittim. Titreyerek, çekinerek, ürkerek Üstadın odasına gittim. Elini öpmek için yaklaşırken, bana işaret ederek ‘otur’ dedi, oturdum. O esnada Hz. Üstad, Türk Milliyetçiler Derneği tarafından Süleymaniye Camii’nde okutulmakta olan Mevlid-i Şerifi küçük el radyosundan dinliyorlardı.
Mevlid yayını bitince kalktım ve büyük Üstadın elini öptüm. Hz. Üstad da alnımdan öperek, nereli olduğumu ve ne yaptığımı sorunca dilim tutulmuştu. Orada beni tanıyanlar cevap verdiler. Risâle-i Nuru okuduğumu, elimden geldiği kadar hizmet ettiğimi söylediler. Hz. Üstad bana dönerek: “Seni, hem Zübeyir, hem Bayram, hem Ceylân, hem Hüsnü, hem Tahirî, hem de Abdülmuhsin gibi kabul ettim. Risâle-i Nur’a hizmet eyle” dedi.
* Yıllarınız, Risale-i Nur’u okuma, hizmet, Ankara, İstanbul, Antalya’da Nurların basımı, neşri, hapis minvâli üzere geçti. Üstad’dan ne nakledeceksiniz?
Risaleler neşroldukça bize, “Korkmayın, muvaffak olacaksınız!” diyordu.
* Ve gerçekten oldunuz. Peki ağabey, ne zaman öldünüz?
“Keçeli, Birinci Mektubu okumadın mı; ehl-i iman ölmez! Çünkü, mevt, vazife-i hayattan bir terhistir, bir paydostur, bir tebdil-i mekândır, bir tahvil-i vücuttur, hayat-ı bâkiyeye bir davettir, bir mebdedir, bir hayat-ı bâkiyenin mukaddimesidir. Nasıl ki hayatın dünyaya gelmesi bir halk ve takdirledir. Öyle de, dünyadan gitmesi de bir halk ve takdirle, bir hikmet ve tedbirledir.
* İyi ama, tabutunun mezara konduğunu gördüm; gerçekten ölmedin mi?
Vay keçeli vay! Gençlik Rehberi’ndeki hâşiyeyi de çok oku! Ahirete inanmayana, ‘Sevdiğin ve ciddi alâkadar olduğun milyonlar sence mahbup insanlar, o mazi mezaristanında, senin nazarında çürüyüp mahvolmak üzere iken, birden hakikat-i iman, Hakîm-i Lokman gibi, o büyük idamhâne tevehhüm edilen mezaristana kalb penceresinden bir ışık verdi. Onunla baştan başa bütün ölüler dirildiler. Ve ‘Biz ölmemişiz ve ölmeyeceğiz, yine sizinle görüşeceğiz’ lisan-ı hal ile dediklerinden aldığın hadsiz sevinçler ve ferahları iman bu dünyada dahi vermesiyle ispat eder ki, iman hakikatı öyle bir çekirdektir ki, eğer tecessüm etse, bir cennet-i hususiye ondan çıkar, o çekirdeğin şecere-i tûbâsı olur’ demiyor mu? Kabir, mü’min için zindandan bahçeye açılan bir kapı değil mi?
* Dünyan nurlu geçti, Allah mekânını ve makamını da pürnur eylesin!
(Not: Bu röportaj hayâlîdir. Ancak verilen cevaplar gerçektir. Birinci Ağabey ile zaman zaman görüştüğümüzde sorduğumuz ve okuduğumuz hatıralarından çıkan gerçek ifade-lerdir.)
06.04.2007
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
Tilkiler yarışı |
|
Ortadoğu’da Nejad tarafından esirlerin affedildiği veya serbest bırakıldığı haftaya damgasını yine başörtüsü vurdu. Öncelikli olarak Kuveyt Milli Eğitim Bakanı Nura Subeyh yemin merasimini başörtüsüz yapmaya kalkıştı ve bunun üzerine bir sürü gürültü koptu. İslâmi kesimlere mensup milletvekilleri itiraz etti. Bu itiraz tersinden Merve Kavakçı olayına benzetildi. Bundan önce de ilk Şii asıllı kadın bakan da yine Kuveyt’te benzeri bir tartışmanın odağına yerleşmişti. Gelelim tartışmanınm İran ayağına. Kadın asker Faye Turney’in görüntüleri, esir alınmasına müteakip El Alem Kanalı tarafından yayınlandı. Görüntülerde kadın askerin bir defasında başörtülü diğerinde ise takım arkadaşlarıyla birlikte eski haliyle oturduğu ve şakalaştıkları görüldü. Esaret meselesi böylece sanal bir şova dönüştürülmüş veya dökülmüş oldu. Bir taraftan sinirler gerilirken diğer taraftan da sanki bir piyes sahneleniyordu. Bu piyesin bir ucunda Devrim Muhafızları’ndan Nejad’a kadar tam takım İranlılar, diğer ucunda ise emekli olduktan sonra gerçek tiyatrodan sanal tiyatroya geçeceği ifade edilen Blair vardı. İki taraf arasında günlerdir kedi fare oyunu oynandı.
Blair krizde son iki güne girildiğini açıkladığında iki günün birincisinde Nejad televizyon karşısına çıkarak iyi bir nutuk çekti ve kutlu doğum haftası münasebetiyle ve hürmetine esirleri bıraktıklarını açıkladı. Sadece esirleri bırakmakla kalmadılar, onları hediyelere de boğdular. Önce esir aldılar sonra da hediyelere boğarak uğurladılar. Elbette bu sahneler çok tartışılacak. Tartışılacak hususların başında da The Times gazetesinin benzetmesiyle ‘kostümlü şov veya piyes’ geliyor. Esasında kriz şovla başladı ve şovla bitti. Şunu kabul etmek gerekir ki, bu konuda İran, İngiliz tilkisine baskın çıkmıştır. Blair Nejad’ın eline su dökememiştir. Hatta İngiliz tilkisi tam anlamıyla madara olmuştur. Bu meselenin bir yönü. İkinci yönüne gelince, aç-kapa işlemi üzerinden, başörtüsü üzerinden İslâmî olmayan bir İslâmî şov icra edilmiştir. Zira dinî kurallar arasında rehinelere veya kölelere İslâmî kıyafet giydirilmesi veya böşürtüsü örtülmesi diye bir husus yok. Bu durum, bu açıdan olsa olsa İslamî olmayan bir İslamî şov olmalıdır. Bununla birlikte birileri de rehineler salıverilirken kendilerine takım elbiseler giydirildiğini ama kravat verilmediğini söylediler. Bunu bir eksik olarak zikrettiler. İyi bari bir de diş kirası verseydiler. Ama İran açısından ‘modern esirler’ reklam aracı olarak paha biçilmez bir görev yaptılar. Dolayısıyla diş kirası olarak kravat bile az gelirdi.
***
Esirlerin davranışlarına baktığımız zaman ülkelerinin onurundan ziyade kendi canlarını düşündükleri bir gerçek. İngiltere açısından çok kötü bir sınav verdiler. Nihayet şahsî özür dilemeleri kendilerini ilgilendiren bir husustu ama teker teker kameraların karşısına geçerek profesyonel bir şekilde İran karasularını ihlâl ettiklerini açıklamaları Blair’in tepesine kaynar sular boca etmiş olmalıdır. Yani İngiliz askerleri tabansız çıktı. İngiltere ise daha tabansız çıktı. Gerçi özür dilemedi ve zaman zaman tehdit dili kullandı ama çaresiz kaldığı apaçık ortadaydı. Alttan alan taraf oydu. İran ise baskın çıkmış ve gücünü göstermişti. Bundan dolayı müttefikleri de İngiltere’yi payladılar ve aşağıladılar. Sözgelimi Amerikan ordusu böyle bir pozisyonda postu kolay kolay düşmana teslim etmeyeceklerini söylediler ve ‘çarpışırdık’ dediler. Bu da İngiltere’nin heybetini sarstı. Ve yine İsrailli müttefikler de ‘İngilizler esir olmaz’ sözünün üzerinden, ‘İngilizler esir olmaz ama zımmî olurlar’ iğnelemesinde bulundular. Gizli gizli İngiltere’yi taşlamaktan geri durmadılar. (Sözgelimi bkz., The Region: Once Britain ruled te Wawes. Now Irak does. Barry Rubin, Jerusalem Post, 3 Nisan 2007).
Velhasıl İngiltere bu arın ve rezilliğin altından zor kalkar. İngiliz askerleri de İran tarafından çuval geçirilmiş oldular. Başörtüsü de İslâmî kuralların tatbikinden ziyade galiba bu amaca mâtuf idi. Kısaca İmam Sadık Üniversitesi talebelerinin de söylediği gibi ihtiyar tilki (old fox) faka bastı ve mat oldu. (Seizure of Britons Underlines Iran’s Political Split, April 4, 2007, W. Post).
Bazıları son sıralarda bir tilki edebiyatıdır tutturdu gidiyor. Sözgelimi Newsweek yazarlarından Christopher Dicmey de Riyad zirvesindeki maharetinden ve insiyatifi tekrar ele geçirme marifetinden dolayı Kral Abdullah’a bir lakap takmış: A Saudi Desert Fox: Bir Suudi Çöl Tilkisi.
***
Acaba esir krizinde yaşadığımız bu esir şov veya tiyatro tilkilerin dansı olmasın. Bush kurt olduğundan dolayı bu dansa katılamadı sadece uzaktan talimat yağdırdı: “Onlar (İranlılar) esirleri serbest bıraksınlar...”
Tilkilerin oyununa kurtlar giremiyor. Ama son kriz de gösterdi ki; ihtiyar tilki (İngiltere ve onun namına Blair) postu deldirdi ve diğer tilkiler karşısında pes etti. İranlılar aracılara bile fırsat bırakmadan ani olarak yakaladıkları İngiliz esirlerini yine ani olarak aynı hızla bıraktılar. Böylece kontrollü gerilim politikasında maharetlerini sergilediler. Bu arada el altından yapılan pazarlıklarla daha önce Bağdat’ta kaçırılan konsolosluk görevlisi de sessiz sedasız bir biçimde serbest bırakıldı.
İran şovla bıraktı, sessizce teslim aldı. Gerçi Muttaki havaalanında diplomatlarını karşılayarak sessizlik duvarını aşmış oldu ya, neyse. Esir krizinde güç oyunu bozmadı, kriz fırsatına rağmen ABD ve müttefiklerinin diplomasiyi tercih etmeleri, İran darbesinin henüz ufukta olmadığını gösterdi. Bazen pazarlıklar veya dostluklar krizlerle başlar. Tilkiler yarışında ise son raund böyle bitti.
06.04.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|