Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 06 Nisan 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Lahika

ÂYET-İ KERİME MEÂLİ

Takvâ sahipleri Cennet bahçelerinde ve ırmak başlarındadır.

Kamer Sûresi: 54

06.04.2007


HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ

İki şey vardır ki, Allah cezâsını dünyada verir: Biri zulüm, diğeri anne babaya karşı gelmek.

Câmiü's-Sağîr, c: 1, no: 98

06.04.2007


Fahr-i Kâinat ne istiyor?

ON ÜÇÜNCÜ REŞHA

Acaba bütün efâzıl-ı benîâdem’i arkasına alıp, arz üstünde durup, Arş-ı Âzama müteveccihen el kaldırıp duâ eden şu şeref-i nev-i insan ve ferîd-i kevn ü zaman ve bihakkın Fahr-i Kâinat ne istiyor?

Bak, dinle; saadet-i ebediye istiyor, beka istiyor, lika istiyor, Cennet istiyor. Hem, merayâ-i mevcudâtta ahkâmını ve cemâllerini gösteren bütün esmâ-i kudsiye-i İlâhiye ile beraber istiyor. Hattâ, eğer rahmet, inâyet, hikmet, adâlet gibi, hesapsız o matlûbun esbâb-ı mûcibesi olmasa idi, şu zâtın tek duâsı, baharımızın icadı kadar kudretine hafif gelen şu Cennetin binâsına sebebiyet verecekti.

Evet, nasıl ki onun risâleti şu dâr-ı imtihanın açılmasına sebebiyet verdi; öyle de, onun ubûdiyeti dahi, öteki dârın açılmasına sebeptir. Acaba ehl-i akıl ve tahkike “İmkân dairesi dahilinde, şu andaki durumdan daha güzel yoktur” (İmam-ı Gazalî) dediren şu meşhud intizam-ı fâik, şu rahmet içinde kusursuz hüsn-ü san’at ve misilsiz cemâl-i Rubûbiyet, hiç böyle bir çirkinliği, böyle bir merhametsizliği, böyle bir intizamsızlığı kabul eder mi ki, en cüz’î, en ehemmiyetsiz arzuları, sesleri ehemmiyetle işitip ifâ etsin, en ehemmiyetli, en lüzumlu arzuları ehemmiyetsiz görüp işitmesin, anlamasın, yapmasın? Hâşâ ve kellâ, yüz bin defa hâşâ; böyle bir cemâl, böyle bir çirkinliği kabul etmez, çirkin olmaz.

Yâhu, ey hayalî arkadaşım! Şimdilik kâfidir, geri gitmeliyiz. Yoksa yüz sene şu zamanda, şu cezîrede kalsak, yine o zâtın garâib-i icraatını ve acâib-i vezâifini, yüzden birisine, tamamen ihâta edip, temâşâsında doyamayız. Şimdi, gel, üstünde döneceğimiz her asra birer birer bakacağız. Bak, nasıl her asır, o şems-i hidâyetten aldıkları feyiz ile çiçek açmışlar; Ebû Hanife, Şâfiî, Bâyezid-i Bistâmî, Şâh-ı Geylânî, Şâh-ı Nakşibend, İmâm-ı Gazâlî, İmâm-ı Rabbânî gibi milyonlar münevver meyveler veriyor.

Sözler, 19. Söz, s. 218

Lügatçe:

efâzıl-ı benîâdem: İnsanoğlunun faziletlileri.

Arş-ı Âzam: Allah’ın arşı, en yüce makam.

şeref-i nev-î insan: İnsan nevînin şerefi.

ferîd-i kevn ü zaman: Bütün zaman ve mekânların benzersiz olanı.

bihakkın: Hakkıyla.

Fahr-i Kâinat: Kâinatın kendisiyle övündüğü zât olan Peygamberimiz (asm).

saadet-i ebediye: Sonsuz saadet.

beka: Sonsuzluk.

lika: Kavuşmak.

merayâ-i mevcudât: Mevcudat aynaları.

ahkâm: Hükümler.

esmâ-i kudsiye-i İlâhiye: Allah’ın kusursuz, noksansız ve yüce isimleri.

inâyet: Yardım, lütuf.

esbâb-ı mûcibe: Gerektirici sebepler.

risâlet: Peygamberlik.

dâr-ı imtihan: İmtihan yurdu.

ubûdiyet: Kulluk, ibadet etmek.

dâr: Yer, yurt.

meşhud: Şahit olunan, görülen.

intizam-ı fâik: Üstün düzen.

hüsn-ü san’at: San'at güzelliği.

misilsiz: Benzersiz.

cemâl-i Rubûbiyet: Allah’ın bütün mahlûkatı idare, tedbir ve terbiye ediciliğinin güzelliği.

cezîre: Yarımada.

garâib-i icraat: İcraatların gariplikleri.

acâib-i vezâif: Vazifelerin acaiplikleri.

ihâta: Kuşatma.

şems-i hidâyet: Hidayet güneşi.

Bediüzzaman Said NURSİ

06.04.2007


Gençlik Rehberi ve manevî bir inkılâp-4

Gençlik Rehberi’ni ilk okuduğu zaman hissettiği duyguları Zübeyir Gündüzalp’ten dinliyoruz:

Para ve zevk. Bu iki nesnenin bitmez, tükenmez, zehirli, boş hülyaları. O erişemediğim ve eriştiğim takdirde dahi beni hayatta mesut edemeyeceğini sonradan anladığım o neticesiz hayaller, o kupkuru tasavvurlar. Ben neyim? Niçin yaşıyorum? Nereden geldim? Nereye gideceğim? Yoksa şu bir sürü başıboş mahlûklar gibi ipi boğazına atılmış bir yaratık mıyım? Hayır! Bu izzetime dehşetli dokunuyordu. Ben hayvan olamazdım. Ben hayvan gibi yaşayamazdım. Fikriyatım işliyordu. Ben bir insandım. Öyle ise insan gibi yaşayacaktım. Ama bu başıboş yaşayışım, acaba bir insanca yaşayış mıydı? İnsan olan insan, böyle mi hayat geçiriyordu? Bilemiyorum, fakat bu düşüncelerin verdiği tereddütlü tutum içinde, âdeta çırpınıyordum diyebilirim.

Baba dostu muhterem bir ihtiyar vardı. Onu görünce merhum ve muhterem sevgili babamı hatırlarım. O da beni görünce, bir baba şefkati ile halimi hatırımı sorardı. Onun o şefkati, kederli günlerimi neşelendirirdi. Bir oğlu vardı. Sınıf arkadaşımdı. Onun namaz kıldığını, namaz vakti gelince okul penceresinde, bazen hademe odasında namaz kıldığını görüyordum. Ona ruhumda bir takdirkârlık, hatta bir gıpta hissi duyuyordum. “Acaba,” diyordum, “Benim hayatım mı, yoksa onun hayatı mı insanca bir hayattır?” ayırt edemiyordum.

Bu sınıf arkadaşım nihayet üniversiteyi kazandı. Anadolu’nun saf, temiz ve sakin havasından (Ermenek) kalabalık bir şehre (Konya) geldi. Birgün bu arkadaşımın yanında bir sima: O da tanıdık! Hatırlayacak gibi oluyorum. Arkadaşım, okuduğu kitaptan bir aralık başını kaldırdı. Göz göze geldik. O da beni tanıdı. Tanıştık, seviştik.

“Gençlik mevzuunda bir bahis okuyordum” dedi.

Dedim: “Ben de dinleyeyim, devam edin.”

Evvelâ kitaba baktım: Gençlik Rehberi.

Müellifi: Bediüzzaman Said Nursî.

Biraz durakladım. Çünkü gazetelerde bu isim hakkında menfî şeyler işitmiştim. Fakat dinlemeliydim. İşte tam fırsattı. Dinlediklerim ile duyduklarımı karşılaştırıp bir hükme varmalıydım. Yaratılış itibarı ile biraz tahkikçiydim, körü körüne, ezbere, şu veya bu dedikodulara kulak asmayı mertlik hissime lâyık görmüyordum. Arkadaşım okuyordu, dinliyordum.

Ben öyle kendimi okunan kitaba vermiştim ki, bir aralık kendime geldim; iki saat geçmiş. Bu müddet içinde ruhumda bir kıpırdanış, bir başkalık oldu. Allah Allah! Ne olmuştum? Bir sihre mi tutulmuştum? Yoksa bir mıknatisiyet beni kendine mi çekmişti?

Ayrıldım. Fakat benim aklıma fikrime şunlar yer etmişti, yoksa akıl fikir ve ruhî varlığımı istilâ mı etmişti? Yoksa kalp ve dimağıma, silinmez bir yazı ile mi yazılmıştı, ne olmuştu. Ne olmuşsa olmuştu. Evet, şu cümleler kulağımda çın çın çınlıyordu, aklımı dimağımı kaplıyordu:

“Gençlik muhakkak gidecek!”

Dedim, “Dönmeliyim. Eyvah, ya oradan ayrılmışsa! Niçin adresini almadım?”

Koştum, gün batıyor. Dolmuşa bindim. Ah! Kalbim ferahladı. Arkadaşım hâlâ kitapla meşgul.

“Geldim!” dedim.

“Bana bu eseri bir haftalığına veremez misiniz? Yahut nereden temin edebilirim? Bir tane muhakkak almak istiyorum.”

Aldım, o gece geç vakte kadar okudum. Okuyordum. Çok yerlerini tam anlayamıyordum. Bu nasıl kitaptı? Hem anlamıyordum, hem anlıyordum. Anlamıyordum; zira anladığımı ifade edemiyordum. İfadeden aciz kalıyordum. Fakat içimde bir inkılâp, ruhumda bir sükûn, kalbimde bir sürur, derin tesir duyuyordum.

Sabahleyin uyandım. Güneş doğmuştu. İçimde bir hüzün, hem acı bir hüzün vardı. Acaba neden öğle vaktiydi? Minareden ezan sesi, İlâhî davet sesi kulağıma geldi. O ses, acımın sebebini ihtar etti. Sabahtan beri niçin namaz kılmamıştım? Bu acıyı ilk defa duyuyordum. O günde, evet o bahtiyar günde namaza başladım.

İşte Risâle-i Nur’dan bir Gençlik Rehberi, o da, başta sadece bir kısmını okumakla, beni nasıl böyle İlâhî bir inkılâp, böyle insanca, Müslümanca yaşayışa doğru götüren bir kuvvet meydana getirmiş ve beni nasıl değiştirmişti.

Asa-yı Mûsa ile başlayan hizmet serüveni

Küçük kitapların yanında artık büyük eserleri de okumaya başlayan Zübeyir Gündüzalp büyük eserlerden ilk olarak Asa-yı Mûsa’yı elde eder.

Asa-yı Mûsa ve Zülfikâr ilk defa o dönemlerde basılıyordu. O zaman Emirdağ’da sürgün hayatı yaşayan Bediüzzaman, Asa-yı Mûsa ve Zülfikâr Risâlelerini El Ezher, Şam ve Medine âlimlerine gönderdiği gibi Türkiye’de de Nur Talebelerinin bulunduğu her yere gönderiyordu. (...)

Günde 14 saat Risâle-i Nur!

Asa-yı Mûsa üzerinde çok çalışan Zübeyir Gündüzalp, hızını alamadan günde tam on dört saat Risâle-i Nur okumaya başlar.

Özellikle Asa-yı Mûsa kitabında aynı sayfayı bazen 40 defa tekrar ederek okuyan Gündüzalp, her okuyuşunda kalbinde ve ruhunda ayrı pencerelerin açıldığını hisseder.

Ekmekçi anlatıyor:

Bazı insanlar bir kardeş için, “Okuya okuya üşütmüş” ifadesini kullanmışlardı. Zübeyir Ağabey de buna cevaben şunları söylemişti:

“Kardeşim öyle olsa idi, herkesten önce ben üşütürdüm. Günde 14 saat Risâle-i Nur okurdum. Hiçbir şey olmadı. Risâle-i Nur insanın muhakeme kabiliyetini açar; akıl, kalp ve ruh inkişafa başlar.”

Zübeyir Gündüzalp bundan sonra kendisine hususî bir program yapar ve o program çerçevesinde bütün gün Risâle-i Nur ile meşgul olur.

—Devam edecek—

İbrahim KAYGUSUZ

06.04.2007


Mehmet Emin Birinci’den hatıralar

Mehmet Emin Birinci kimdir?

Mehmed Emin Birinci, 1933’te Rize-Pazar Hisarlı köyünde dünyaya geldi. Üstad Bediüzzaman’ı ilk defa 1953’te İstanbul’da ziyaret etti. Öğretmenliği bırakarak Nur hizmetine girdi. Bundan sonra Bediüzzaman’ı pek çok defa ziyaret etti. Risâle-i Nur’un hizmetinde bulundu. Nur Risâlelerini matbaada ilk bastıranlardandır. Ömrünün sonuna kadar gerek yurt içinde, gerek yurt dışında Nur Risâlelerinin yayılması ve okunması için gayret gösterdi. Namazı vaktinde kılmasıyla tanınan Birinci Ağabey, ziyaretine gelenleri de bu konuda teşvik ederdi. Her gün Büyük Cevşen’i mutlaka bitirirdi. 3 Nisan 2007 Salı günü tedavi gördüğü Üsküdar Hospital Türk Hastahanesinde Hakk’ın rahmetine kavuştu. Mezarı, Eyüp Sultan Kabristanlığı’ndadır.

‘Bediüzzaman’ ismini ilk duyuşum

Sene 1947. Ortaokul son sınıfındayım. Memleketimizin dûçar olduğu, karanlık devirlerin son yıllarını yaşamaktayız. Karanlık devir, zulmet devri. (...)

Çileli devirlerin çocukları olarak biz de okula devam ediyoruz.

Yemyeşil Karadeniz şeridinin mavi ile birleştiği sahil kesiminde o zamanlar çay ziraatı olmadığı için erkeklerin yüzde sekseni gurbete çıkar, kazandığı üç-beş kuruşla ailesinin nafakasını temin ederdi.

Bu cümleden olarak, bizim akrabalarımızdan Remzi Efendi ile Halil Dayı da, mezkûr gurbetin daimî müşterileri idiler.

Kızılırmak’ın denize dökülen kısmında balıkçılıkla meşgul oluyorlardı. 1948 gurbet dönüşlerinde kendilerinde bambaşka bir değişme olmuştu. Bütün köylü—hattâ civar köyler—bu iki zattan bahsetmeye başlamışlardı. O zamana kadar dine lâkayd kalan bu iki şahıs nasıl oldu da birden bire değişivermişlerdi.

Sonradan öğrendik ki, bir tarikata intisap etmişler. Bütün günahlarına tevbe ederek kazaya kalan namazlarını eda ederek ellerinden geldiği kadar takva ile hareket etmeye başlamışlardı.

Balık avlama mevsimi gelince yine gurbete açıldılar. Mekânları yine Kızılırmak’ın bulanık olarak denize dökülen kısmı ve balıkçı barakaları... Bu sefer diğer arkadaşları, onlara bir başka gözle bakmakta; kimisi gıpta ile, kimisi alaylı... Fakat onlar aradıklarını bulmanın sevinci içinde daima Hakkı zikretmekte, her işlerini Besmele ile yapmaktadırlar. Huzur içindeler. O sene de balıkçılık mevsimi bitince avdet etmek üzere Bafra’ya gelirler. Bafra’da Hacı İhsan Bey, Muammer Efendi ve daha birkaç zatla tanışırlar. Sohbet esnasında Muammer Efendi bunlara Afyon taraflarında Bediüzzaman isminde bir büyük zatın bulunduğunu, birçok eserleri olduğunu, hükümet onun nüfuzundan korktuğu için, daimî tarassutta bulundurduğunu vesâir bazı malûmatlar vererek, nazar-ı dikkatlerini Bediüzzaman Said Nursî ismine çekiyor ve kendilerine bir-iki küçük kitap veriyor.

Remzi Efendi ile Halil Dayı bu heyecanla köye geliyorlar... Bafra’da Muammer Efendi ile aralarında geçen muhavereyi bizlere naklediyorlar. İşte ilk olarak Bediüzzaman ismini 1949 yılında (Allah rahmet eylesin) bizim Remzi Efendiden duydum. Remzi Efendi çok kısa zamanda hakikata ulaşmış, Risâlelerin hepsini daha okumadan Bediüzzaman’ın çok yüksek bir zat olduğuna kanaat getirmişti. Okumaya çok meraklı olan Remzi Efendi, Nur Risâlelerini getirmek istiyor, fakat bir türlü elli, yüz lira bulup sipariş edemiyor. Remzi Efendinin akrabalarından Hakkı Usta diye bir zat var. Bu zat, gemi inşaat ustasıdır. Bir gün bir teknenin motor kısmını monte ederken ‘Arkadaşlar’ diyor. ‘Bizim Remzi Efendinin bildiği yüksek, âlim bir zat var. Onun çok güzel kitapları varmış. Birkaç kuruş verin de o zatın kitaplarından getirtelim, bizim de istifademiz olur.’ Bu söz üzerine 33 lira kadar bir para toplarlar. O zamana kadar, başı pek ender secdeye değen Kadir Usta da buna iştirak eder. Biraz da kendileri ilâve ederek, kitapları sipariş ederler. Aradan on beş-yirmi gün geçince ayakkabıcılıkla iştigal eden Sefer Usta, bir akşam üstü bir torba kitapla köye gelir.

Merak ve heyecanla torbayı açınca büyük büyük bazı eskimez yazılı kitaplar çıktı. Hemen karıştırdılar. Oradan buradan okumaya başladılar. Birisi Beşinci Şuâ diye bir bahis bulmuştu. Tam aradığı yer burası idi. Remzi Efendi gönlünün istediğini elde etmiş, duâsı kabul olmuş Risâle-i Nur’lara kavuşmuştu. Son Şahitler, 4. Cild, s. 381

06.04.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004