|
|
Cevat ÇAKIR |
“Ben ne yapabilirim?” |
|
2 Şubat tarihli BM’nin açıkladığı çevre raporundan sonra, gün aşırı değişik raporların duyurusu yapılıyor. Bu da toplumu çevre açısından duyarlı olmaya itiyor. Bir tv kanalından haberleri izlerken, 2023 yılında başımıza gelecek felâketlerden bahsedilince 10 yaşındaki kızım hemen kendisinin o tarihteki yaşını hesapladıktan sonra “Baba ben ne yapabilirim?” diye sordu. Ben de yapabileceği bir kısım davranışları söyledikten sonra artık evde lambalarımız açık kalmıyor, sularımız boşa akmıyor.
Elaziğ Valisi Muammer Muşmal’in 2006 yılı değerlendirme toplantısında söylemiş olduğu sözleri aktarmak istiyorum: “Türkiye’nin yaptığı israfla bir ülke doyar.” Türkiye’nin üç-beş millî konusu olduğunu söyleyen Muşmal, birincisi hırsızlık, ikincisi yolsuzluk ve israf, üçüncüsü ağaçsızlık. Ağaçlandırmayı 70 milyon insan kendi işi gibi görmezse bu işi çözemez.”
Bütün problemlerde olduğu gibi çevre problemlerinde de herkesin kendi üzerine düşen görevi yapması gerekiyor. Yani herkes “Ben ne yapabilirim?” diye kendisine sorması gerekiyor. Çünkü ne israftan kaynaklanan kötülüklerin zararlarının bize dönmesi ne de ağaçsızlıktan kaynaklananlarda tek kişi değil, hepimizin sorumluluğu vardır. Öyleyse bu olumsuzlukları da beraber ortadan kaldırmanın yollarını aramalıyız.
Vali beyin açıkladığı önemli konulardan israf ve ağaçsızlıktan biraz bahsetmek istiyorum. İsrafı Kur’ân-ı Kerim açık bir şekilde yasaklıyor. İsraf ayrıca “kâinatı bozmak” gibi bir fiildir. Ayrıca israf etmek varlıklara muhalefet etmek olduğundan, manen onların nefretlerine ve hiddetlerine mazhar olmak ve onların kızmasına sebep olmak anlamına gelmektedir.
Su konusunda Peygamberimiz (asm.) “Abdestte de israf olur” diye buyurduğuna göre önce çuvaldızı kendimize batırmalıyız. Bilindiği gibi su noktasında çok ciddî sıkıntı ile karşı karşıya kalacağımızı bu konunun uzmanları söylemektedir.
Birleşmiş Milletler’in verilerine göre, dünya nüfusunun üçte biri yaşamak için gerekli suya ulaşmada büyük sıkıntılar çekiyor. Bir ülkenin su zengini sayılabilmesi için kişi başına düşen yıllık su miktarının en az on bin metreküp olması gerekiyor. Türkiye’de bu oran bin 430. Yaklaşık 15 yıl sonra Türkiye, su sıkıntısı çeken bir ülke durumuna düşecek. Yani tehlike kapıda.
“Kayıtlı ve kelepçeli” olmadan bütün nimetleri hafife almadan iktisatla davranmak zorundayız. İstanbul için İSKİ’nin açıklamasına göre 8 aylık su kalmıştır. İstanbul için son çare denizden su arıtılması yoluna gidileceği söylenmektedir. Ya denizi olmayan bölgeler ne yapacak? Su gibi ucuz veya sudan ucuz ifadeleri bitmiştir. Artık bir damla petrol bir damla kan söylemi yerini ‘bir damla su bir damla kan’a dönmeye başlıyor. Ankara’da Başbakanın emriyle Kızılırmak’tan su getirilmesi gündemde, İzmit’te de problemler var.
Tekrar abdeste dönersek öncelikle abdestte israf etmememiz gerekir. Peygamberimiz (asm.) 530 gr su ile alabildiği abdesti bizler hiç olmazsa 1000 gramla alabilmeliyiz. Suyumuz kesilince 500 gr yettiğine göre, 1000 gr’a alışmalıyız. Bütün camilerde ve resmî kurumlarda suyun belirli bir kararda akacağı şekilde ayarlanması gerekir. Özellikle camilerdeki abdest alma yerlerinde mutlaka uygulanmalı ki, imamlar suyun iktisatla kullanılmasını rahat anlatabilsinler. Ayrıca camilerdeki abdest yerlerinde sıcak su uygulamasının da kaldırılması gerekir. Bütün evlerdeki musluklarda aynı şekilde sonuna kadar açılmasının önlenmesi gerekir. Herkes mutfağında özellikle çay demlerken içeceği kadar suyu kaynatması gerekir.
Bir gün başımdan şöyle bir olay geçti. Bir Pazar sabah erkenden bir işe gitmem gerekiyordu. Kahvaltı hazırlamak için suyu ocağa koyduğumda, tüpün bittiğini gördüm. Çaresiz, kahvaltısız evden çıktım. Ama şunu düşündüm: Eğer her sabah demliği sonuna kadar doldurmasaydım, bu tüp bana bir hafta daha yetecekti. O günden sonra bana yetecek kadar su ısıtıyorum.
Enerji Bakanı Hilmi Güler, suyun değeri her zaman artmıştır. Petrole herkesin ulaşabileceğini ancak suya herkesin ulaşamadığını, suyun son damlasına kadar etkin kullanacaklarını söylemiş. Evet bidonla yaşamaya başlamadan su nimetinin değerini bilerek iktisatlı bir şekilde kullanmamız gerekir. Yoksa bize tattırılacak cezanın ağır olacağından korkarım.
Ağaçsızlık problemine gelince, bizim kültürümüzde olmaması gereken bir hastalıktır bu. Evet sayın Vali Bey’in de söylediği gibi ağaçlandırmayı 70 milyon insan kendi işi gibi görmesi gerekir. Hepinizin bildiği gibi bu fiilin bir de manevî yönü var: “Bir Müslüman ağaç diker de bunun meyvesinden insan, ehli veya vahşi hayvan veya kuş yiyecek olsa, yenen şey onun için sadaka hükmüne geçer. “Elinizde bir ağaç filizi varsa, kıyamet kopmaya başlarsa bile eğer onu dikecek kadar zamanınız varsa mutlaka dikin”
25.03.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Abdurrahman ŞEN |
Âşık Veysel’i unutmadık yine.. |
|
Toprağı sevdi… Yaratılan insanın hamuru olan toprağı…
Onun bereketini, besleyiciliğini, sadakatini sevdi ve dillerden düşmeyen türküsünü yakıverdi bir gün; “Benim sadık yârim kara topraktır” diye…
Boş durmamayı, çalışmayı, ilerlemeyi, yurdunu, bayrağını sevmeyi öğretti şiirlerinde, türkülerinde… O insana kavgayı değil kardeşliği öğütledi hep… Kini değil sevmeyi tavsiye etti… Sevgi büyük bir yer tuttu mısralarında ama sevdiğini uyarmayı da ihmal etmedi muzipçe: “Güzelliğin on para etmez bu bendeki aşk olmasa!” mısralarıyla!
Ötelerin aşkıdır onun dilini söyleten…
Muhabbettir yoğuran sazını, şiirini…
Herkesin görmediğini görmekte, duymadığını duymaktadır adeta… İki kapılı bir hanın yolcusunun başkalarına benzemeyen ruhudur ondaki… Ve bu duygularla yazılmış olmalı: “Uzun ince bir yoldayım/ Gidiyorum gündüz gece” mısraları da…
Evet… Âşık Veysel Şatıroğlu’ndan bahsetmeye çalışıyorum hepinizin anladığı gibi…
Sivas’ın Şarkışla ilçesi Sivrialan köyünde 25 Ekim 1894’de tarla yolunda doğan ve aynı köyde, bir Nevruz sabahında 21 Mart 1973’de aramızdan bedenen ayrılan Âşık Veysel’i; hafta içinde iki ayrı faaliyette anmaya gayret ettik…
İlkin, her sene olduğu gibi hiçbir dâvete gerek duymayan dostları, Gülhane Parkı içindeki anıtı önünde toplandılar. Ve yine her sene olduğu gibi sevgili Ahmet Özdemir Ağabeyin yönetiminde, bir saz, bir söz diyerek hâtıralar nakledildi, şiirler okundu, türküler çığırıldı…
İstanbul’un farklı mekânlarında da çeşitli çapta etkinlikler vardı gün içinde…
Günün en kapsamlı anması ise İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür Müdürlüğü tarafından Cemal Reşit Rey Konser Salonu’nda düzenlenen programdı.
Şiir okumanın efsane ismi ve usta sunucu Ayşe Egesoy’un sunduğu gecede ilk olarak Âşık Veysel’in torunu Çiğdem Özer dedesini anlattı salonu dolduran Veysel dostlarına… Sonra İstanbul Vali yardımcısı Sayın Mustafa Altıntaş hitap etti… Ak Parti İstanbul Milletvekili Egemen Bağış’ın biraz siyaset kokan konuşmasından sonra ev sahibi ve anma programının başlatıcısı olarak İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Sayın Dr. Mimar Kadir Topbaş, kısa ama özlü bir konuşma yaptı…
Anlatılır ki… Bir sohbette söz uzayınca, rahmetli Veysel elini saza uzatır ve; “Sazın garnı acıhtı!” dermiş… CRR’de de sözler orada noktalandı ve sıra sazın “garnını” doyurmaya geldi!
İlk olarak Şef Taşkın Savaş yönetimindeki genç bir koro Âşık Veysel sayesinde repertuarlarımıza giren anonim ya da usta malı türkülerle, Veysel’in kendi türkülerinden oluşan bir demet sundu izleyenlere… Kulaklarda pas bırakmayan bu konserin ardından hemen “Türkü Baba” lâkaplı Fatih Kısaparmak geldi sahneye… CRR’yi dolduran Veyselseverlerin, türküseverlerin coşkulu katılımlarıyla sevgili Fatih Kısaparmak, taşıdığı lâkabın hakkını verircesine gâh “Kara Toprak”ı okudu, gâh “Kilim”i…
Son olarak sahneye; Kâğıthane Âşık Veysel İlköğretim Okulu’nun 80 kişilik kadrosuyla folklor ekibi geldi sahneye… Anadolu’nun dört bir yanını görsel olarak CRR’ye taşıyan minikler, salonu dolduranları kelimenin tam anlamıyla coşturdular…
Seneye Âşık Veysel’in aramızdan ayrılışının 35’inci yılı olacak… Gönül istiyor ki olayın bir yanından Kültür Ve Turizm Bakanlığı da tutsun, üniversiteler devreye girsin ve o büyük ustanın şânına yakışır, kalıcı sonuçlar doğuracak bir kutlama için şimdiden adımlar atılsın.
Ama ilk olarak yapılması gereken işler de var.
Öncelikle yapılması gereken, Âşık Veysel’in Gülhane Parkı içindeki anıtının bulunduğu çevre törenlere uygun bir hâle getirilmeli… Dar ve engebeli durum ortadan kaldırılmalı, anıt çevresi özel olarak çiçeklendirilmeli…
Âşık Veysel’in şiirlerinden yapılacak seçkiler, ahşap veya madenî levhalara yazdırılıp anıt çevresinde, ziyaretçilerin fikir sahibi olmasına yardımcı olacak biçimde yerleştirilmeli… Hatta Türkçe ve İngilizce olarak biyografisi de anıt çevresinde yer almalı…
Seneye yapılacak 35’inci yıl kutlamaları çerçevesinde mutlaka Âşık Veysel’in san’atı, kişiliği gibi çeşitli başlıklar altında bir sempozyum düzenlensin ve sunulacak bildiriler mutlaka kitaplaştırılmalı…
Kutlamaların İstanbul-Sivas düzleminde koordineli yapılması da ayrıca düşünülmeli…
Tekke kültürü aracılığıyla edindiği tasavvuf bilgisinin ürünü olan şiirler de söylemiş olan Âşık Veysel’in, 21 Mart 1973 günü bir Nevruz sabahına doğru, saat 03.30’da, doğum yeri olan Sivrialan’da vefat etmeden birkaç gün önce, oğlu Ahmet Ağabeye seslenerek getirttiği teybe okuduğu son şiiri, aynı zamanda sanki bir vasiyeti andırır… Sadece evlâtlarına değil her nasip sahibine hitap eden bir vasiyeti: “Selâm saygı hepinize / Gelmez yola gidiyorum / Ne şehire ne de köye / Gelmez yola gidiyorum
Gemi bekliyor limanda / Gideceğim bir ummanda / Gözüm kalmadı cihanda / Gelmez yola gidiyorum…
Eşim dostum yavrularım / İşte benim sonbaharım / Veysel karanlık yollarım /Gelmez yola gidiyorum.”
Ruhun şâd olsun koca âşık…
25.03.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Hüseyin GÜLTEKİN |
İnsanlar huzuru arıyor |
|
Günümüz insanı huzuru arıyor. Özlemini çektiği, hayal ettiği huzuru ve sükûnu bir bulabilse, çekmekte olduğu sıkıntı ve stresleri belki de son bulacak ama... Kolay değil işte bu çalkantılı hayat tarzı içinde o huzuru, o mutluluğu yakalamak.
Huzur ve sürûru yakalamak, belki o kadar zor değil, o derece imkânsız da değil ama acaba onu aramasını mı bilemiyor günümüz insanı?
Bu gaddar ve bedbaht asrın, perişan, aciz ve mutsuz insanı, huzur ve mutluluğu galiba yanlış yerlerde arıyor... Dayalı döşeli mekânlarda, şatafatlı bir hayat biçiminde arıyor. Veya lüks arabaların içinde, ha bire gezip tozmada arıyor hayal ettiği mutluluğu. Ya da nefsî ve şehevânî his ve duygularının tatmini için, geçici ve muvakkat zevk ve lezzetlerin peşinden koşarak huzur bulup rahat etmenin hayalini yaşıyor.
Bu asrın insanı, belki de, aradığı ve hayal ettiği bir çok dünya nimetini elde etti. Hayalini çektiği bir çok eşyaya, bir çok varlığa kavuştu. Huzuru ve rahatı için olmazsa olmaz dediği bir çok imkânı, bir çok fırsatı da yakaladı. O artık son model arabalara biniyor, damak tadının her çeşidini tadabiliyor, marka diye tanımlanan oldukça pahalı ve şık kıyafetlerle çevresine farklı ve ayrıcalıklı bir konumda olduğunun mesajlarını da verebiliyor.
İstedikleri gelir seviyelerini yakalayan ve oldukça modern bir yaşantı tarzını sürdüren bu insanlar, zâhirde mutlu ve huzurlu da görünüyorlar. Ama çevrelerindeki düşük gelir grubunda bulunan ve istedikleri her şeyi öyle kolayca alabilme imkânına sahip olmayan bir çok insanın imrenerek, gıpta ederek baktıkları o modern görünümlü, debdebeli yaşantı içinde gününü gün eden bu insanlara yaklaşıp iç dünyalarına girdiğinizde, öyle hiç de mutlu ve huzurlu olmadıklarını hemen fark edebilirsiniz.
Gidişât şunu gösteriyor ki, günümüz insanı huzur ve mutluluğu aramaya daha çok devam edecek... Çünkü yanlış yerlerde arıyor. Sulh ve sükûnu, huzur ve saadeti hep maddede, hep parada-pulda arayan bu asrın bedbaht ve huzursuz insanı, ne zaman ki dünyalık maddî imkânların derde devâ olmadığını, lüks ve şatafatlı bir yaşantının arzulanan huzur ve sükûnu getirmeye kâfi gelmediğini; bu gibi imkânların çoğu zaman tam aksine, mutsuzluklara ve manevî sıkıntılara sebebiyet verdiğini anlayabilirse, işte o zaman belki giriftar olduğu sıkıntı ve bunalımlarından kurtulup, gerçek huzur ve mutluluğu bulabilir.
Düşünmekte fayda var; istedikleri gelir düzeyine sahip, istedikleri maddî imkânların içinde yüzen böyle insanlar, neden hâlâ huzur arayışlarına giriyorlar? Niçin daha fazla hırs ve kanaatsizlikle, maddenin esâreti altında sıkıntı ve bunalımlarla hayatlarını sürdürüyorlar? Neden alkol, uyuşturucu ve kumar müptelâlarının büyük çoğunluğu, maddeyi ön planda tutan, modern yaşantıyı prensip edinen çevrelerden çıkıyor? Niçin bu dağdağalı, sıkıntılı dünyada, en rahat, en huzurlu, en mutlu insanlar, dinî hayatla iç içe olan, manevî değerlerle haşir-neşir olan kesimler oluyor?
Bu durumları nazara aldığımızda, huzur ve mutluluğun, maddiyatta değil mâneviyatta olduğu; nefsin zararlı istek ve arzularına uymada değil, akıl ve kalbin istek ve arzularını Kur’ân ve Sünnetin ışığında yerine getirmekte olduğu görülecektir.
Konumuzla ilgili Bediüzzaman’ın şu tesbitlerine kulak verelim isterseniz:
“Hakikî zevk ve elemsiz lezzet ve kedersiz sevinç ve hayattaki saadet yalnız imândadır ve imân hakikatleri dairesinde bulunur. Yoksa, dünyevî bir lezzette çok elemler var. Bir üzüm tanesini yedirir, on tokat vurur gibi, hayatın lezzetini kaçırır.”
“Hayatın lezzetini ve zevkini isterseniz, hayatınızı imân ile hayatlandırınız ve ferâizle zînetlendiriniz ve günahlardan çekinmekle muhâfaza ediniz.” “Helâl dairesi geniştir, keyfe kâfi gelir. Harama girmeye hiç lüzum yoktur.”
Üzüntü ve sıkıntılarından kurtulup, huzur ve saadeti aramaya devam eden bu asrın insanının, Bediüzzaman’ın bu tam yerinde ve doğru tesbitlerine kulak vermesi, akıllıca ve yerinde bir karar olacaktır.
25.03.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Bir mektup |
|
Sona saklamayı düşündüğüm “özür”ü mektubun başında söylemeliyim aslında:
Meğer bu ülkede düşük tirajlı, kendi halinde, muhafazakâr eğilimli, olaylara ve insanlara İslamî bir pencereden bakan, neredeyse yarım asırlık ömre sahip günlük bir gazete varmış.
Meğer Yeni Asya gazetesi hakkında en ufak bir fikre dahi sahip değilmişim.
İsmini, etkisini, hitap ettiği zümreyi hep o bildik insanların-çevrelerin yapıştırdığı etiketlerden biliyormuşum meğer.
Kaç zamandır Yeni Asya’yı internetten takip ediyorum. Ayrıca sıkı bir arşiv taraması yaptım.
Ve o statik etiketlerin ve o acımasızca vurulan damgaların ne denli haksız olduğunu anladım.
Demokrasiyi bu kadar savunan, özgürlüklerin herkes için olduğunu hatırlatan, liberal, AB yanlısı; aynı zamanda insanî, insanın “insan” tarafını öne çıkaran, hoşgörülü olmayı başarabilen ve herşeyden önce bunları yaparken “ama”yla başlayan bir cümle kurmayan bir gazeteyi görmezden gelmişim, önemsememişim.
Bağışlayın beni... Fark edememişim bunca zamandır. Oysa “ama”sız gazetelere, “ama”sız bir demokrasiye ne çok ihtiyacımız var.
Bugün ilk defa Yeni Asya aldım (Gerçi gazeteyi edinmem biraz zor oldu, birkaç bayi dolaştıktan sonra ancak bulabildim). Bundan sonra olabildiğince takip etmeye çalışacağım.
Bu arada, izninizle bu parantezi biraz uzun tutup, Yeni Asya hakkında dikkatimi çeken, merakımı uyandıran birkaç noktaya değineyim:
Üç-dört ay öncesine kadar HaberX sitesinin editörlüğünü yapıyordum. Hasbelkader Yeni Asya’nın internet sitesinde Said Nursî’nin talebeleriyle yapılan bir röportaja rastladım. İlgimi çekince “Bediüzzaman’ın talebeleri anlatıyor” başlıklı bir haber yaptım. Üç-dört gün yayında kalan habere o kadar çok teşekkür mesajı geldi ki, anlatamam. Çoğu da Yeni Asya okuruydu.
“Yeni Asya fotoğrafı” başlıklı yazınızda, “...bizim anlayışımız ve hayat tarzımız, farklı cinslerin aile ortamı dışında iç içe olmalarına sıcak bakmıyor” diye tarif ettiğiniz bir yaşam şeklini tanımlarken, aslında bunun bir “dışlama” değil de karşılıklı olarak yapılmış bilinçli ve gönüllü bir tercih olduğunu söylediniz. Ne kadar yerinde bir açıklama... İşte ısrarla anlamak istemediğimiz tam da bu: Tercih. “Bize benzemeyen”i anlamama sendromu.
Gazetenin sayfalarını çevirince—cılız birkaç ilân haricinde—tek bir reklama dahi rastlamadım. Neden böyle diye merak ettim. İlke gereği mi almıyorsunuz, yoksa alamıyor musunuz?..
Başbakanlık Basın Merkezi her gün bütün ulusal gazetelerin birinci sayfalarını, bazı haber ve köşelerini arşivliyor. Aynı zamanda da kendi sitesinde yayınlıyor. Dikkatinizi çekmiş midir bilmiyorum, ama bir tek Yeni Asya yok orada.
Bünyenizde Sentezhaber diye bir haber sitesi var. Site biraz geliştirilip daha popüler ve okunur-bilinir hale getirilebilir diye düşünüyorum.
Yeni Asya’nın Hrant Dink cinayetindeki tavrı ve duruşu takdire şayandı.
(Ve tabiî İbrahim Özdabak’ın güçlü bir çizgisi var.)...
En iyi duygularımla,
Eyüp Şahin
25.03.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Sevgi günleri |
|
Şâir der ki: “Sevgiliye kavuşunca bütün günler Ramazan, geceler de Kadir Gecesi olur” der.
Gerçek sevgili, sevilen şeyleri dahi yaratan Allah’tır. Allah’ı bulunca, yani insan bütün gönlüyle Onu sevip, Ona bağlanınca zerreden kürelere kadar her şeyin Onun binbir ismiyle aydınlandığını, güzelleştiğini görür, sevdiklerini de Allah için sevmeye başlar.
Güzelliklerin dört bir yanı istilâ ettiği; herşeyin sevimli, cana yakın, dost ve kardeş görülmeye başladığı bir dünyada insanın sevincinden uçmaması mümkün değil. Kine, düşmanlığa, kızgınlığa, nefrete yer yoktur o dünyada artık. “Güzelden gelen güzeldir” sırrıyla güzel olmayan birşey kalmaz kâinatta. “Her şey ya bizzat güzeldir. Ya da sonuçları itibariyle güzeldir.”
İnsana ise bu harika tabloya ayak uydurmaktan başka birşey kalmaz. Sözlerinin, davranışlarının güzel, faydalı, mükemmel olması için can atar insan. Düşmanlık yerine sevgi, dargınlık yerine dostluk ve kardeşlik hükmetmeye başlar. Düşmanlık duyguları sararan yapraklar gibi dökülür, kin ve nefret kara yazılan yazıların erimesi gibi sevgi güneşi karşısında eriyip gider. Cennete döner dünya.
Evet, sevgi dolu bir dünyada kavga, gürültüler, anarşi, terör ve savaşlara yer yoktur. Dayanışma, yardımlaşma, kaynaşma vardır orada. Sadece yaratıklar değil, insanlar da el ele, kol kola, omuz omuza gelirler.
Her konuda olduğu gibi sevgi ve dayanışma konusunda da en güzel örnek olan Kâinatın Efendisi (asm) insanları imanın aydınlığında bir araya getirmeye, kenetleşmeye dâvet etmişti. Onların dünya ve ahiretlerininin kurtulması, mutluluğa ermeleri için az mı didinmişti. Kureyş ileri gelenleri bu dâvete uymamakta direnmişler, fakat bu gayret genelde kardeşleri ve çocukları üzerinde etkili olmuş, İslâmın nuruyla aydınlanmalarına sebep olmuştu. Bir Ebû Süfyan’ın, bir Ebu Cehil’in oğlunun İslâmla buluşacağına kim ihtimal verebilirdi, ama bunlar gerçekleşti. Resûl-i Ekrem (asm) öyle bir sevgiyle, şefkatle yaklaşmıştı ki, en azılı düşmanlar bile bir buz gibi o sevgi güneşi altında erimek zorunda kalmışlardı.
Cuma günü İstanbul Başakşehir’de, Risâle-i Nur Enstitüsü tarafından organize edilen ve Dr. Hakan Yalman’ın başkanlığında yürütülen panelde eğitimci Doç. Dr. Şadi Eren, İlâhiyatçı yazar Reşid Haylamaz’la birlikte ‘Toplumsal Barış için Sevgi’ üzerinde durduk. Doç. Dr. Eren zerrelerden kürelere kadar hükmeden sevgiyi işlerken, Haylamaz Resûl-i Ekrem’in (asm) insanlara sevgiyle yaklaşımı ve sonuçlarını, biz de sevginin ailede hükmetmesi halinde insanın küçük bir dünyası olan hanesinin nasıl Cennete döndüğünü anlatmaya çalıştık.
Bütün mesele a’dan z’ye kadar her şeyde sevginin hükmetmesi.
25.03.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Yasemin GÜLEÇYÜZ |
Aile hayatının hayatı… |
|
Aile bağları
Aile, Hz. Âdem (a.s.) ve Hz. Havva’dan günümüze dünyanın en köklü kurumudur. Aileyi bir arada tutan bağlar dinimizde olduğu gibi bütün semavî dinlerde ölümün bile ayıramayacağı kadar kuvvetli görülmüştür.
Bir mü’min için aile hayatı geçici bir beraberlik değil, sonsuzluk âlemlerinde de devam edecek bir birlikteliktir. Kur’ân ve hadislerde bütün inananlara; aile bütünlüğünü bozucu, güven, sadakat, fedakârlık, hürmet, muhabbet duygularını zedeleyici her türlü davranıştan sakındırıcı bir yol tavsiye edilir… Anne-baba-çocuklar-kardeşler-akrabalar arası iletişim hep bu rota üzerine tesis edilir… Sözgelimi; eşler sadece bu dünyada değil, ahiret âlemlerinde de birbirlerinin ebedî hayat arkadaşlarıdır. Boşanma, Allah’ın hiç hoşlanmadığı bir helâl olarak sunulur bütün inananlara. Anne ve babamız sadece bu dünyada değil, ahirette de ebeveynimizdir. Onlara “Of!” bile dememek, yardımlarına her daim koşmak bir mü’min için önemli bir vazifedir.
Ebedî beraberlik
Bediüzzaman Hazretleri “Aile hayatının hayatı samîmî, ciddî, vefâdarâne hürmet, hakikî şefkat, fedakârane merhamettir” der. (Şuâlar, s. 167)
Hakikî hürmet, samîmî şefkat ve merhamet ise ancak ve ancak ebedî beraberlik fikriyle olabilir. Ahiret inancı olmazsa aile içi iletişimde merhamet göstermelik olur, hürmet yapmacıklaşır, menfaatler de araya girince mü’minin dünyadaki cenneti olan aile hayatı adeta cehenneme döner…
Gerçekten de ahirete iman, insanın şahsî ve sosyal hayatını bir düzen altına alır. Öncelikle kişinin iç dünyasında daimî bir huzur ve mutluluk kaynağı oluşturur. Sonra kişinin ailesine, akrabalarına, sokağına, mahallesine, şehrine bakış açısı değişir, bütünleştirici, kucaklayıcı, himaye edici bir duruş sergiler.
Öldükten sonra diriltilip hesaba çekileceğine inanan bir insan, başkalarına, hele de aile fertlerine haksızlık yapabilir mi? Aile hayatındaki saygı, sevgi, şefkat duygularını zedeleyecek hareketlerde bulunabilir mi? Mümkün değil. Farz-ı muhal, mü’min, bir anlık öfke ya da menfaat hislerine kapılıp hatalı davransa bile, en kısa zamanda hatasını fark edip, yapabildiğince tamir etme yoluna gider… Bilir ki, hayat yolculuğunda alınacak daha çok yol, varılacak daha çok menzil var… Bilir ki, Rabbi “Kul hakkı ile karşıma gelmeyin!” buyurmuştur…
Ahirete inancın zayıflamasından olsa gerek, aile içi şiddet olayları gün geçtikçe yaygınlaşmakta, bu fırtınadan dedeler, nineler, çocuklar, eşler, akrabalar, komşular… nasibini almakta. Bu yüzden olsa gerek, şiddet ailede, okulda, iş yerinde sosyal hayatın hemen her safhasında görülmekte…
Çözüm
Bu salgın hastalığa derman olarak, iç dünyamız başta olmak üzere önce kendi hayatımızı, sonra aile hayatımızı iman hakikatleriyle hayatlandırmaktan başka bir çözüm görebiliyor musunuz?
25.03.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Kısa.. Kısa... |
|
İzmir/Eşrefpaşa’dan Nurdan Yelkenkayalı: “Yaklaşık bir hafta sekerat-ı mevt durumunda olan bir şahsın başında Kur’ân-ı Kerim okumam rica edildi. Tabiî ki Allah rızası için kabul ettim. Fakat hastanın yakınları hastanın çok ıztırap çektiğini, bir haftadır ruhunu teslim edemediğini, Yasin-i Şerifi tersinden okursam ıztıraplarının dineceğini ve hastanın ruhunu rahatla teslim edeceğini söylediler. Ben de içime sinmediği halde hasta yakınlarının ısrarı üzerine Yasin-i Şerif’i tersinden, yani sondan başlayarak başa doğru okudum. İki gün sonra hasta vefat etti. Sonra ben ne yaptım diye düşünmeye başladım. Bu olayı anlattığım yakınlarım bana çok kötü bir şey yaptığımı, büyük bir günah işlediğimi, büyücülerin yaptığı işi yaptığımı söylediler. Ben çok tedirgin ve huzursuz oldum. Bu konuyu aydınlatabilir misiniz? Ben ne yaptım? Büyük bir günah mı işledim? Bu şeyin affı yok mu?”
Başlangıçta sekerât-ı mevt durumundaki hastanın başında Kur’ân-ı Kerim okumanız isabetli olmuş. Hastanın zemzem suyu içer gibi lezzet almasına ve huzur bulmasına vesile olmuşsunuz. Allah razı olsun.
Fakat daha sonra hasta yakınlarının bilerek veya bilmeyerek cahilce yaptıkları teklifi keşke geri çevirseydiniz. Bir sûre neden tersinden okunabilir ki? Hangi mantıkla? Tersinden okunacak olsaydı, tersinden inmez miydi? Bu ne Kur’ân okuma adabına, ne duâ adabına, ne kulluk adabına, ne sığınış adabına, ne yakarış adabına sığmaz. Hasta fazla ıztırap çekiyor idiyse eğer, yapılacak şey gene Allah’a sığınmaktır. Allah’tan sabır, sıhhat, esenlik ve selâmet dilemektir. Hastaya duâ etmektir.
Sekerât-ı mevt durumundaki hastanın yanında yapılması sünnet olan şey, ona yumuşak bir şekilde “Lâ ilâhe illallah Muhammedü’r-Resûlullah” kelimesini söyletmektir. Ya da yanında söylemek, böylece ona tatlı biçimde hatırlatarak onun da söylemesine yardımcı olmaktır. Ağzı kurumasın diye su damlatılabilirdi. Yasin-i Şerif sûresi sondan başa doğru değil, baştan sona doğru okunabilirdi. Hasta ıztırap çekiyorsa, onun ıztırabını böyle bir anlayışla dindirmenin hiçbir sıhhatli yanı yoktur.
Fakat siz bilmeden yapmışsınız. İnşallah bağışlanırsınız. Onları da aydınlatmanızda yarar var. Başka sekerât-ı mevt durumunda hastalar olduğunda böyle bir uygulamaya mahal vermemelerini hatırlatmanız daha doğru olur.
***
İstanbul’dan okuyucumuz: “Cuma Günü uzun yolculuğa çıkılabilir mi? Cuma namazı dolayısıyla, çıkılırsa hükmü ne olur?”
Cuma namazının farz olmasının şartlarından birisi “mukîm” olmaktır. Cuma namazı saatinde mukîm olmayan, yani vatanında veya sabit bir yerde ikamet hâlinde bulunmayan, yani seferî bulunan Müslümanlar için Cuma namazı farz olmaktan çıkar. Fakat yol şartları müsaitse, bir meşakkat olmayacak ise, Cuma namazı kılınan bir camie ulaşılması hâlinde, yolculuk esnasında Cuma namazının kılınmasında hiçbir mahzur yoktur. Cuma namazını kıldığı takdirde ayrıca öğle namazı kılmaz. Çünkü Cumayı kılmış olması nedeniyle öğle namazı kendisinden düşer.
Cuma günü uzun yolculuğa çıkılmasında hiçbir mahzur yoktur. Yolculuk esnasında cuma namazını kılabileceği gibi, eğer cuma namazına yetişemez veya vakti müsait olmaz ise, o günün öğle namazını kılmakla namaz farizasını eda etmiş olur.
Bununla beraber; eğer Cuma günü ile başka bir gün arasında tercih yapabilecek ise, Cuma namazını meşakkatsiz ve esenlik içinde eda edebilmek için, yolculuk hususunda başka bir gün tercihinde de bulunabilir.
***
Kerim Bey: “Vakit namazlarından önce kaza namazı kılınır mı?”
Kaza namazlarını mümkün mertebe geciktirmemek, her ne sûretle ve sebeple olursa olsun, vaktinde kılınmayan bir namazı ilk fırsatta kaza etmek farzdır. Kaza namazı borcunun çok olması, yeni kazaları da meçhulde bırakmayı gerektirmez.
Kaza namazı kılmanın hiçbir şekilde belirli bir vakti, saati ve şekli yoktur. Üç kerahet vaktinin dışında her vakitte, her şartta, her durumda, her vaktin kaza namazı kılınabilir. Hatta Şafiîlere göre kerahet vakitlerinde de kaza namazı kılınabilir. Yani kişi müsait olunca her vakit, her türlü kaza namazı kılmak için en eşref ve en mümtaz vakittir. Vakit namazından önce dilediği vaktin kazası kılınabileceği gibi; vakit namazı kılındıktan sonra da dilediği vaktin kazası kılınabilir. Bir defada bir günlük veya birkaç günlük namazın kazası da kılınabilir.
Namazın kazasında önemli olan, namaz borcu olan kişinin temayülü, karar vermesi ve azm etmesidir. Kaza namazı kılmaya niyet, karar ve azim olduktan sonra, hiç vakit kaybetmeksizin ve hiç kayıt, kural ve şart aramaksızın kaza kılmaya başlamalıdır.
Zaten kaza borcu altı vakitten fazla olanlar için hiçbir kayıt, kural ve şart yoktur. Tek kayıt, şart ve kural, bir an önce kaza namazı kılmaya başlamaktır.
25.03.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
Manevi birliğimizin harçları |
|
İslâm tarihinin ilk hastalıklarından birisi şuubiyye hastalığıdır. İslâm toplumunun manevî birliğini atomize eden kavramlar ve bunların doğurduğu cereyanlar Arube ve Arabuyecilik ve şuubiyyeciliktir. Bazen ‘şuubiyye fitnesi’ ırk imtiyazı veya ayrılıkçılık kılığına bürünürken bazen de onun yerini mezhepçilik alabilmekte ve mezhepçilik milli maksatlara alet edilebilmektedir.
Arube veya Arubiyecilik cereyanını Emeviler ihya etmiş ve bunun cezasını görerek 80-90 yıllık gibi kısa bir dönemde her yönden aldıkları karşı darbelerle yıkılmaya maruz kalmışlardır. Bunun karşısında da şuubiyye cereyanları vardır. Bu cereyan mezhepten edebiyata kadar her alana yayılmış ve her alanda etkisini göstermiş ve hulul etmiştir. Bir anlamda Firdevsi ve Şehname bunun eserlerinden birisidir. Perslerin İslâm öncesi bahadırlık ve meziyetlerini göstermek ister. Günümüzde de böyle cereyanlar var. Bu cereyanlardan bir kısmı dışlamacı veya tekelci, diğeri de itizalci ve ayrılıkçı ve ayrımcıdır.
Bugün Arap dünyasında siyasi itizale taifiyye denilmektedir. Yani, fırka taassubu ve fırkacılık. Devrik Saddam Hüseyin rejimi Arubici bir çizgide yer alırken onun karşısındaki Kürtler de siyasi itizal veya şuubiyye çizgisini temsil etmişlerdir. Leyla Zana’nın lider olarak takdim ettiği Barzani, Talabani ve Apo böyledir. Keza Şiilik noktai nazarından ayrışmayı tetikleyenler de Shia/Şia kisvesinde schism/ayrılıkçılık veya şuubiye yapanlardır. Yani taraftarlık kisvesinde ayrılıkçılık yapanlardır. Bazen çok sevmek haddi vustasını veya itidal noktasını kaybettiğinde, başkalarıyla paylaşmamak ve sevilen değeri hapsetmek hatta yok etmek anlamı kazanabilir.
Maalesef bilerek veya bilmeyerek bazen meşrepler bunu yapmaktadırlar. Türkiye’de tekelci veya dışlamacı Güneş Dil Teorisi ve bunun dünyadaki yansıması olan Arian ırkçılığı, bütün ırklar üzerine aynı şalı örtme ve vesayet kurma girişimi olup; bir nevi ırkçılıkta Emevi anlayışını, çağdaş Arubiyeciliği temsil etmektedir. Bu da karşıtını yani şuubiyeciliği doğurmaktadır. Tekelciliğe karşı itizal çizgisi. Sözgelimi Aktüel dergisine konuşan Tuğgeneral Korkmaz Tağma, devletin Güneydoğu bölgesinde birçok yanlış yaptığını ve bunlardan birisinin herkesi Türk yapma gayreti olduğuna dikkat çekmiştir. Bu da reaksiyon şeklinde şuubiye hareketine yol açmıştır. Şuubiye anlayışı da PKK gibi çeşitli örgütleri türetmiştir.
***
Halbuki bu iki hastalığı da tedavi etmek lazım. Ama bu iki hastalık ne tekelçilik veya başkalarını yok farzetmek üzerine ne de ayrılıkçılık ekseninde tedavi edilebilir. Tek tedavisi cibilli kimliği nötr olarak kabul etmek, bunu bastırmaya çalışmamak gibi, bunun üzerine siyaset yapmamak ve silaha sarılmamaktır. Dolayısıyla kimlik üzerinde menfi veya müspet siyaset yapılamayacağı gibi silahlı kalkışmalar da yapılamaz ve yapılmamalıdır. Necip Fazıl gibi birilerinin bu durumda; “Ey kitleler gittiğiniz yol çıkmaz sokaktır” demesi gerekiyor.
İtidal noktası behemehal bulunmalıdır. İtidal veya buluşma noktası da bellidir. Kan bağı yerine manevi bağı ikame etmektir. Manevi bağlar fiziki bağlardan üstündür. Bu hususta manevi birliğimizin harçları olan zevat geçmişte çok önemli ve güzel reçeteler ortaya koymuşlardır. Bu cahiliyet kalıntısı hastalık her devirde yeniden nüksetme, hortlama potansiyeline sahiptir. Ve asr-ı saadette Ebu Zer Gifari’nin siyah annesinden dolayı Bilal’i ayıplaması bunun örneklerinden birisidir. Peygamberimiz vaki şikayet üzerine Ebu Zer Gifari’ye (R.A.) Bilal’i annesiyle mi, yani siyah oluşuyla mı ayıpmadığı sorduktan sonra ona şöyle mukabele etmiştir: “Sende cahiliyet kalıntılarından birisi var...”
İslâm toplumlarında yer yalan, ahde vefa göstermemek ve emanete ihanet gibi nifak alametleri olduğu gibi ırkçılık berzeri cahiliyet kalıntıları da vardır. Hak ve hakikat ve müşterek değerler üzerine seyretmeyen, sırf ırk üzerine dayanışmayı da cahiliye adetlerinden saymıştır. Irk, zaman ve mekân gibi nötr değerlerdendir ve bunları ideolojik hale getirmek insanlığa büyük zarar vermektir. Zaten ırkî saplantılar üzerine bir kamplaşma başladığında o noktada durmaz ve alt kimliklere kadar sirayet eder. Dolayısıyla tezad değil, tekamül esas alınmalıdır. Tezad üzerine kurulu siyasetlerin sonu yoktur. Cahiliyet döneminde Arap kabilelerin birbirleriyle savaşmaları gibi. Cahiliyye döneminde kabileler arasında kırk yıl savaşları yaşanmıştır. Dolayısıyla ırk maddi veya manevi üstünlük için kullanılamaz.
***
Birliğimizin manevi harçlarından birisi olan Mevlana bu hususta şöyle buyurmaktadır:
*Aynı dili konuşmak, akrabalık ve bağlılıktır./ İnsan, yabancılarla kalırsa mahpusa benzer.
Nice Hintli, nice Türk vardır ki dildeştirler (aynı dili kullanırlar)./ Nice iki Türk de vardır ki birbirlerine yabancı gibidirler./ Şu halde mahremlik (yakınlık dili) bambaşka bir dildir./ Günül birliği (gönüldaşlık, ülküdaşlık, aynı mefkureye inanmak), dil birliğinden daha iyidir./ Gönülden sözsüz, işaretsiz, yazısız yüz binlerce tercüman zuhur eder.
Sözgelimi, bu bağlamda aynı dili veya kanı paylaşmamazı rağmen tarihi beraberlik ve coğrafi beraberlik noksan kaldığı için Orta Asya’daki Türki kavimler, yanıbaşımızda yüzyıllarca aynı civarı ve manevi değerleri ve atmosferi paylaştığımız Kürtler kadar bize yakın değildirler. 1990 sonrası bunun isbatı gibidir. Mevlana’nın ifade ettiği manevi dil ve manevi bağlar Mehdi Zana ve Leyla Zana’nın vurgu yaptığı ‘kan bağı’ veya maddi dilden çok daha önemlidir. Çağımızın Mevlana’sı kabul edilen İkbal bakın bu hususta neler söylüyor: “Müslümanların kalplerinde iman ateşi kalmamıştır. Allah aşkı kalmamıştır. Onlar, Hazreti Peygamber’e olan sevgilerini unutmuşlardır. Aslında, dini köklere dayanan vahdeti değiştirip yerine madde alemine dayalı bir milliyetçzilik konulmak istenmiştir...” Leyla Zana’nın Zerdüşt bayramı olan Nevruz’da verdiği mesajlar gibi.
Mehdi Zana’nın dediği gibi İslâmı, Arubiyeciliğin bineği yapmak istismarsa (ki öyledir, İslâmı ırkî üstünlük iddiası için kullanmaktır) karşılığında şuubiyyenin bineği yapmak da istismardır. Öyleyse ortada dinin bir değil iki istismar vardır. Irkçılığın iki kanadı.
25.03.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Davut ŞAHİN |
"En"ler ülkesi: Türkiye |
|
Avrupa’da en çok Türkler doğuru-yor, en erken Türkler ölüyor...
İşte ’en’lerin ülkesi Türkiye'nin fotoğrafı:
En genç nüfus
Genç nüfusa sahip Türkiye’de 0-14 yaşları arasındaki gençlerin toplam nüfusa oranı yüzde 28.6... Diğer Avrupa ülkelerinde bu oran genel olarak yüzde 16 oranında seyrediyor.
Avrupa duy sesimizi. Bu ses Türk'ün ayak sesi!
En az yaşama
Türkiye ortalama yaşama süresi en düşük ülke. Türk kadınları ortalama 71.1, Türk erkekleri ise 68.8 yıl yaşıyor.
Canım uzun yaşayıp da ne yapacaksın... Ne demişler, "Hızlı yaşa, genç öl. Cesedin yakışıklı olsun."
En erken ölüm ve en çok doğum
Türkiye’de doğan her 1000 çocuktan 21.5’i ölüyor.
Hal böyleyken, en çok doğum da bizim ülkede yaşanıyor. En fazla çocuğun doğduğu Avrupa ülkesi elbette Türkiye...
En fazla nikah
Evliliklerin en fazla yapıldığı Avrupa ülkelerinden biri Türkiye. 2005 yılı rakamlarına göre, her 1000 kişiden 6.8’i evlenmiş.
En az boşanma
Boşanmaların en az görüldüğü Avrupa ülkesi de Türkiye. Ülkemizde her 100 evli çiftten 0.7’si boşanıyor.
En az eğitim
Genç yaşta okuldan terklerin görüldüğü Avrupa ülkesi yine Türkiye... Kadınların yüzde 43.8’i, erkeklerin ise yüzde 58.2’si 18 yaşından önce eğitime veda ediyor.
Yahut veda ettiriliyor.
Niçin?
Bu konunun üzerinde durmak lâzım.
Meselâ başörtüsü yüzünden okuyamayanlara ne demeli? Devlet baskısına rağmen, yine de bu rakamın çıkması bile şaşırtıcı.
En geç okula başlama
Dört yaşında okula gönderilen çocukların oranının en düşük rakamlara sahip olduğu Avrupa ülkesi Türkiye.
Öyle ya da böyle; biz "en"ler ülkesiyiz ya, ona bakarım ben.
DAYATMA
DSP Lideri Zeki Sezer: "Cumhurbaşkanı dayatmayla seçilemez" diyor.
A. Necdet Sezer nasıl cumhurbaşkanı oldu?
"Dayatmayla" değil mi?
İkincisi; dayatmayla Sezer'i cumhurbaşkanı seçen "Rahmetli" Anayasa kitapçığıyla tanışmadı mı?
Dahası, millet "kamusal alan"la tanıştı.
Galiba, Türkiye'ye yapılan en büyük "haksızlık" buydu.
İSİM VE ÇENE
Yang Teramat Mulia Pengiran Muda Abdul Muntaqm Ibni Duli Yang Teramat Mulia Paduka Seri Pengiran Muda Mahkota Pehgiran Muda Hacı El Muhtadi Billah...
Hayır bu yabancı bir dil değil. Bunlar isim... Peki kaç kişinin ismi derseniz yine yanılırsınız... Bu isimler bir kişiye ait...
O kişi ise, dünyanın en zengin prenslerinden Brunei Veliahtı Prens Al Muhtedee Billah Bolkiah'ın oğlu.
Eee... İnsan dünyanın bir numaralı zengini olunca "tek" isimle yetinmiyor. Sadece malı değil, ismi bile çene yoruyor.
ÇAĞ ATLA(YAMA)MAK
İstanbul'da su kesintisi.
Başkentte, elektrik kesintisi...
Yahu;
Biz daha çağ atlamadık mı?
25.03.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
İsmail BERK |
Anadolu'da Bediüzzaman |
|
Bediüzzaman Haftasındayız. Her ne kadar 17-27 Mart sürelerinde gerçekleştirilecek organizasyonlar varsa da, görünen o ki programlar serisi devam edecek.
Biz de bu vesileyle Anadolu turundayız. Maşerî vicdanların hasret yüklü Bediüzzaman sevgisine yeniden şahit olmak ayrı bir bahtiyarlık. Salonların yetmediği, insanların coşkuyla, sevecen bir şekilde toplantılara iştirak ettiği çok farklı günler bunlar.
Bediüzzaman Anadolu’yu çok seviyordu. Anadolu da her geçen gün ona mukabelede bulunuyor ve bu sevgi seli gittikçe büyüyor.
Maddî ve manevî bütün temel haklarının elinden alındığı, sürgün edildiği, memleket hapishanelerinde çürütülmeye maruz bırakıldığı günler çok geride kaldı.
İrtica ve bölücülük yaftası adı altında sistemin ufunet kokan itham ve iftiraları ile zihni bulandıranlar da mazi oldular. Kalanların da tesiri gitti.
Anadolu’da Bediüzzaman, birliğin sembolüdür. Bir asaletin şaheseridir. Abidevî bir şahsiyet, cesaret ve metanet timsali bir kahraman ve ecdadına yaraşır bir asaletin temsilcisidir.
Bediüzzaman, millî mücadelede milislerin komutanıdır. Bitlis’in muhasarasında Ruslarla dişe diş, göğüs göğse çarpışacak şecaatin adıdır. Esir düştüğünde, yanından geçen Rus komutana ayağa kalkmayacak kadar İslâmın ve ilmin izzetine sahiptir. Vakurdur, diktir.
Yeni siyasî dönemin, Cumhuriyetle birlikte nüfuzlu zatlara milletvekilliği, köşk ve imkân tahsis edilerek tesirsizleştirildiği dönemde Bediüzzaman, mertçe bütün imkân tuzaklarına ve etkisini azaltıcı sinsi planlara karşı pervasızdır ve tavırlıdır.
Ankara’dan ayrılır. Van’da kendi iç âlemine döner. Osmanlının çöküşüne ve ikazlarının dikkate alınamayacağı kadar hızlanan zamana üzülür. Yeni devletin mantığının mukaddeslere soğuk yapısını ve bunu tezgâhlayan ruhun arka planını görür.
Çareyi fikrî mücadele alanını genişletmekte bulur. Anadolu’ya döner. Daha doğrusu onun sinesinde kendine yer bulur.
Dersaadet vasfını kaybeden İstanbul’a da, yeni dönemin siyasî yapılanmasına göre tanzim edilen Ankara’ya da uzaktır artık.
O tekrar Van’dadır. Horhor medresesinin başındadır. Yıkılmış kalenin hüznüne ortaktır. Millî mücadelede kaybettiği talebelerinin derin ıztırabı ile baş başadır.
O Burdur’dadır. Cumhuriyetin en kapsamlı sürgününden payını almıştır. Hacı Abdullah Camii’nde dokuz ay müddetle kendisiyle baş başadır. “Nurun İlk Kapısı” ile yeni dönemin fikrî hazırlıklarını, kalbî sünuhatın ilk emarelerini vermeye başlamıştır.
O Barla’dadır. Eğirdir’dedir. Sav’dadır. Isparta’dadır. Kapatıldığı Barla Köyünde nur menzilini inşâ eder. Görüşmeden alıkonulduğu köylülerle muhabbet bağını uzaktan uzağa kurar.
Isparta’da nur ve gül fabrikalarını kurar.
İstanbul’da, mahkemede Gençlik Rehberi müdafaasındadır.
Ankara’dadır. Demokrat Başvekil Adnan Menderes’e duâsını gönderirken, mahcupkâr Demokratlar, CHP karşısında ona yakınlaşamayacak bir daralmanın içindedir.
O Afyon’dadır. Eziyetlerin en büyüğüne talebeleri ile birlikte cezaevinde maruz kalırken, şefkatin ve sabrın tavsiyesini yapar. Savcının kızına şefkat gösterir.
O Kastamonu’dadır. Çaycı Emin’le şehir dışında kırda görüşecek itinanın içindedir.
Eskişehir’de, Muttalip Tepesindedir.
Emirdağ’ındadır, Çalışkanlar hanedanının sofrasındadır.
O Trabzon’dadır. İskender Paşa Camindedir. Muallim İbrahim Cudi’nin misafiridir.
O Denizli’dedir. Hasan Feyzi meyvelerini verir. O Urfa’dadır. Halilürrahmana teslimdir. Halil İbrahim mesleğinin dergâhındadır. Hakka yürümüştür.
O hâlâ Bitlis’tedir. Nurs’tadır.
Anadolu’nun her karış toprağında onun ektiği nur tohumları, birlik çiçekleri, muhabbet desenleri açıyor. Muhabbet fedaisi yetiştiriyor.
Bediüzzaman Anadolu’yu, Anadolu Bediüzzaman’ı çok sevdi.
Ruhu şâd olsun. Allah rahmet eylesin.
25.03.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Önce hürriyet, yine hürriyet |
|
ABD’de Washington DC Amerikan Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde hukuk profesörü olan Herman Schwartz, 14 Mart 2007 tarihinde İstanbul Bilgi Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde ‘ABD ve Avrupa Deneyimleri Işığında İfade Özgürlüğü’ konulu bir konferans vermiş.
İfade özgürlüğü çalışmalarının duâyeni kabul edilen ABD’li hukukçu Schwartz’ın, kendisiyle yapılan bir röportajda dile getirdiği tesbitler, “Ekmeksiz yaşarım, ama hürriyetsiz yaşayamam” tesbitini hatırlattı.
Radikal yazarı Turgut Tarhanlı’yla İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde verdiği konferanstan sonra görüşen Schwartz’a göre, tarih sürekli yeniden değerlendirilmeli. Schwartz, “Bizi insan yapan şeylerin temel bir parçası olan hakikatı aramak, tabularca sınırlandırılmamalıdır” demiş.
“Son bir görüş olarak, ifade özgürlüğünün geleceği üzerine bir şeyler söylemek ister misiniz?” sorusunu da cevaplandıran Schwartz, şöyle demiş: “Demokrasi daima bir deneydir. Daima zordur, daima bazılarını rahatsız edecektir. Ancak insan onurunu ve eşitliği göz önünde bulunduracak olursak, demokrasi tek hayat biçimidir ve ifade özgürlüğü olmayan bir demokrasi olamaz. Burada her zaman bir risk vardır, ama tüm insanların hayatlarını barış içinde sürdürmeleri fırsatı en güçlü bir biçimde demokraside mümkündür. İfade özgürlüğünün demokrasideki rolü üzerine yoğunlaştım, ancak ifade özgürlüğünün, aynı zamanda vazgeçilmez bir unsur olduğunu düşünüyorum. İnsanların zengin ve dolu dolu hayatlar yaşayabilmeleri için ifade özgürlüğünün olmadığı bir hayatın bir anlamda fakirleşmiş bir hayat olduğunu düşünüyorum.” (Radikal, 23 Mart 2007)
“İfade özgürlüğünün olmadığı bir hayatın bir anlamda fakirleşmiş bir hayat olduğunu düşünüyorum” tesbiti, yabana atılabilir mi? Kalkınma ve zenginlik denilince aklına sadece ‘daha çok maaş, enflasyonun düşmesi, fabrikalar’ gelen bir anlayışın, bu ‘inceliği’ kavrayabilmesi mümkün mü?
Schwartz’ın dikkat çekmek istediği, bir anlamda ‘mânevî zenginlik’ olmalı. Çünkü ‘hür’ olmayan bir insanın ‘karnı tok’ olsa ne faydası var? Zihinler ve fikirler hür olmadıktan sonra, maddî zenginlik insana huzur verebilir mi?
“Maddî zenginliğin” bile, hürriyetlerin gelişmesinden geçtiğini artık anlamalıyız...
Başka bir hastalık daha
Sadece ülkemizi değil, dünyayı sarsan bir hastalık daha var: Irkçılık.
Milyonların canına mal olan bu belâ, farklı kılıklarla gün yüzüne çıkıyor. Öyle ki, bu durumdan BM Genel Sekreteri Ki-moon dahi şikâyetçi olmuş.
Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Ban Ki-moon, “Irk Ayrımcılığının Ortadan Kaldırılması Günü” sebebiyle yayınladığı mesajında, yükselen ırkçılığın ülkelerin gelişmesini de engellediğini hatırlatmış. Ki-moon, “Irkçı uygulamalar mağdurları incitmekle kalmıyor, bu uygulamalara müsamaha edilen toplumların önünü kapatıyor” demiş. (bianet.org, 24 Mart 2007)
Irkçılığı ‘kökten reddeden’in İslâm dini olduğunu hatırlayalım ve soralım: Bütün bu hastalıklara karşı, “Ter-ü taze iman esasları”ndan başka ne ile karşı konulabilir?
25.03.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mehmet KARA |
Irak'ta yangın söndürülmeli |
|
Irak, 1.465 günden beri Amerika ve müttefiklerinin işgali altında. Dört yılın sonundaki Irak’a bakıldığında görülen manzara gözyaşı… Her gün yüzlerce kişi ölüyor. Dünya kamuoyu artık bu ölüm haberlerine alışmış vaziyette(!) Irak’taki insanların ölüm haberleri televizyonlarda birkaç saniyelik haberlerle geçiştiriliyor. ABD, Irak’ta tam bir bataklığa girerken, insanlık ayaklar altına alınmış durumda. Irak halkının maneviyatına saldırılar had safhada, camilere bombalar atılıyor, insanların hanelerine gece yarısı baskınlar düzenleniyor. Yani, Irak’ta müthiş bir yangın var, alevleri göklere yükseliyor.
Halk geleceğinden ümitsiz, perişan halde… Açlık dizboyu, petrolün içinde yüzen Irak petrolsüzlükten kırılıyor. Susuzluk yüzünden tifo salgınları artmış. Tam bir belirsizlik yaşanıyor.
İşte 4 yılın bilânçosu… Irak’ın işgalinden sonra evlerini terk edip komşu ülkelere sığınan sivil sayısı 2 milyonun üzerinde. Ülke içinde yer değiştirenler ise 1 milyon 700 bini geçiyor. İşgalin başladığı 2003 tarihinden bu yana ölenlerin sayısı tam olarak bilinmiyor. Yüz bin diyen de var, bir milyon diyen de… Ancak bağımsız araştırmacılara göre işgal sürecinde ölen Iraklıların toplamı 650 bin… Bir haftada düzenlenen ortalama bombalama sayısı 200… 50 bin ABD askerinin yaralandığı belirtilirken, ölen ABD asker sayısının ise 3 bin 195 olduğu söyleniyor.
İşgalciler, Saddam’ın zulmü altında inleyen Irak’a sözde barış, demokrasi, özgürlük, refah ve huzur getireceklerini söylüyorlardı, ama sadece gözyaşı, kan ve nefret getirdiler...
* * *
İşgal altındaki Irak’ta bu insanlık dramları yaşanırken, Irak’tan bir “pişmanlık sesi” yükseldi.
“Amerikan işgali altında yaşamaktansa Saddam Hüseyin yönetimi altında olmayı tercih ederim. Bildiğin şeytan, bilmediğin şeytandan daha iyidir. Ülkemde durum her geçen gün daha tehlikeli bir hal alıyor. İnsanlarımız aç. Yiyecek fiyatları giderek artıyor” diyordu Irak’ın dünyaca ünlü haltercisi Kâzım El Ciburi…
Irak’ın ABD tarafından 20 Mart 2003 tarihinde işgal edilmesinden üç hafta sonra başşehir Bağdat düşmüş. Şehre giren işgal güçlerinin tanklarını “alkışlarla” karşılayan Iraklılar “kurtuluş bayramı” sanmışlardı. Bağdat’ın merkezindeki Firdevs meydanında dikili dev Saddam Hüseyin heykeli Iraklılar tarafından yerinden sökülürken, Ciburi de orada ilk balyozu sallayan kişi olmuştu. Irak halkı Saddam heykelinin yıkılışını “özgürlük sembolü” veya “demokrasinin ayak sesleri” olarak değerlendirmişti. Ancak 4 yıl geçtikten sonra gelen geç bir pişmanlık vardı.
Kurban Bayramının ilk günü Saddam Hüseyin’i asan güç, işgalin 4. yıldönümünde tam da ABD’nin Irak’ı işgal ettiği saatlere denk gelen 03.15’te gözdağı verircesine yardımcısı Taha Yasin Ramazan’ı da Amerikan helikopteri ile Saddam’ın doğum yeri olan Tikrit’e götürerek idam etti.
* * *
Gazetemizin Ankara Temsilciliğini ziyaret eden Türkiye-Irak Dostluk Derneği Genel Başkanı Mehmet Emin Değer ve mevkidaşı Irak-Türkiye Dostluk Derneği Başkanı, Bağdat Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Ahmed Nuri El Nâimi bir noktada birleşiyorlar, o da Irak’ın toprak bütünlüğünün korunması…
Prof. Nâimi, Türkiye’nin Irak konusundaki politikalarından ümitsiz. “Türkiye kendi içine kapanmış, iç sorunları ile bu kadar boğuşurken Irak’taki sorunlara çare olmaz” diye konuşurken, Değer, Ortadoğu’nun geleceğinde Türkiye’siz bir Irak ve Irak’sız bir Türkiye’nin düşünülemeyeceğini vurguluyor.
Irak’taki Sünnî-Şiî ırkçılığının arkasında Yahudi parmağının olduğunu üstüne basarak söyleyen Prof. Nâimi, “Bizler işgalden önce bu Şiî’dir, bu Sünnî’dir diye bir şey düşünmezdik. Böyle bir şey yoktu. Kürtlerin de, Türkmenlerin de, Şiîlerin de, Sünnîlerin de ortak paydası Müslümanlıktır. Bu olayların arkasında İsrail ve ABD var” diyerek bir gerçeğin altını çizerken, Değer, Iraklıların oyuna gelmemesi için ikazda bulunuyor, “Sakın ola ki, hiç kimse bugünkü durumdan, bir takım yabancı güçlerden cür’et olarak, oyunlarına gelerek, bin senedir kardeşçe yaşayan bu unsurları karşı karşıya getirecek bir plânın parçası olmasın…”
* * *
Gelinen noktada, Irak’ta çözüm için ağlamak ve üzülmek çare değil… Dünyanın bu trajedi karşısında artık neler yapılabileceğini tartışması gerekiyor. Bunun için ilk adım işgal güçlerinin bir an önce buradan çıkması sağlanmalı. Çünkü, işgal altında ne demokrasi gelir, ne de bütünlük sağlanır.
Irak parçalanmamalı, çünkü parçalanmış Irak hem bölge insanı için, hem de Irak halkı için felâket olur. Bunun için komşu ülkeler elele verip çözümü aramalıdır.
Silâh zoruyla demokrasinin kurulamayacağı ve ayakta tutulamayacağı da yi bilinmelidir…
25.03.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|