Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 25 Mart 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Lahika

ÂYET-İ KERİME MEÂLİ

Onlar Lût'un misafirlerini elde etmek istediler; Biz de onların gözlerini kör ettik. "Azâbımı ve tehdidimi tadın" dedik.

Kamer Sûresi: 37

25.03.2007


HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ

Aslandan sakındığınız gibi cüzzamlıdan sakınınız.

Câmiü's-Sağîr, c: 1, no: 82

25.03.2007


Gelen neslin kapısında durmayınız

Ey üç yüz seneden sonraki yüksek asrın arkasında gizlenmiş ve sâkitâne Nûr’un sözünü dinleyen ve bir nazar-ı hafî-i gaybî ile bizi temâşâ eden Said’ler, Hamza’lar, Ömer’ler, Osman’lar, Tâhir’ler, Yûsuf’lar, Ahmed’ler vesâireler!.. Sizlere hitap ediyorum. Başlarınızı kaldırınız, “Sadakte” deyiniz. Ve böyle demek sizlere borç olsun. Şu muâsırlarım, varsın beni dinlemesinler. Tarih denilen mâzi derelerinden sizin yüksek istikbâlinize uzanan telsiz telgrafla sizinle konuşuyorum. Ne yapayım, acele ettim, kışta geldim; sizler cennetâsâ bir baharda geleceksiniz. Şimdi ekilen nur tohumları, zemininizde çiçek açacaktır. Biz, hizmetimizin ücreti olarak sizden şunu bekliyoruz ki: Mâzi kıt’asına geçmek için geldiğiniz vakit, mezarımıza uğrayınız; o bahar hediyelerinden birkaç tanesini medresemin (Haşiye-1) mezartaşı denilen ve kemiklerimizi misâfir eden ve Horhor toprağının kapıcısı olan kalenin başına takınız. Kapıcıya tenbih edeceğiz; bizi çağırınız. Mezarımızdan “Henîen leküm” (Ne mutlu size!) sadâsını işiteceksiniz. “Hatta, misafirlerimizin gölgeleri bile mezartaşımızdan bu sadâyı işitecektir.”

Şu zamanın memesinden bizimle süt emen ve gözleri arkada mâziye bakan ve tasavvuratları kendileri gibi hakîkatsiz ve ayrılmış olan bu çocuklar, varsınlar şu kitabın (Haşiye-2) hakâikını hayal tevehhüm etsinler. Zira ben biliyorum ki, şu kitabın mesâili hakikat olarak sizde tahakkuk edecektir.

Ey muhataplarım! Ben çok bağırıyorum. Zîrâ asr-ı sâlis-i aşrın (yani on üçüncü asrın) minaresinin başında durmuşum; sûreten medenî ve dinde lâkayt ve fikren mâzinin en derin derelerinde olanları câmie dâvet ediyorum.

İşte, ey iki hayatın rûhu hükmünde olan İslâmiyeti bırakan iki ayaklı mezar-ı müteharrik bedbahtlar! Gelen neslin kapısında durmayınız. Mezar sizi bekliyor, çekiliniz. Tâ ki, hakîkat-i İslâmiyeyi hakkıyla kâinat üzerinde temevvücsâz edecek olan nesl-i cedid gelsin!

Haşiye-1: Medresetü’z-Zehrâ’nın Van’daki nümûnesi olan ve vefât eden Horhor Medresesinin mezar taşı hükmünde bulunan Van Kalesi demektir.

Haşiye-2: İstikbalde telif edilecek Risâle-i Nur Külliyatını hiss-i kablelvuku ile haber veriyor.

Münâzarât, s. 87-89

Lügatçe:

sâkitâne: Susarak, sessiz kalarak.

nazar-ı hafî-i gaybî: Gaybı, görünmeyeni görecek şekilde gizli bakış.

sadakte: Doğru söyledin.

muâsır: Çağdaş.

cennetâsâ: Cennet gibi.

tasavvurât: Düşünceler, tasarlamalar.

hiss-i kablelvuku: Bir hadiseyi, meydana gelmeden önce hissetmek.

tevehhüm: Vehmetme, gerçekte olmadığı halde öyleymiş gibi düşünme.

mesâil: Meseleler.

sûreten: Görünüşte.

mezar-ı müteharrik: Hareket eden mezar.

bedbaht: Bahtsız, mutsuz, kötü.

hakîkat-i İslâmiye: İslâmiyet hakikati, gerçeği.

temevvücsâz: Dalgalandıran.

nesl-i cedid: Yeni nesil.

25.03.2007


Ey nefsim! Senden şikâyetçiyim...

Ey nefsim! Bilmiyorum ki sana nasıl hitap edeyim. Bilmiyorum ki nasıl başlayayım sana söyleyeceklerime... Meğer ne kadar zormuş... Oysa hep kendi nefsine hitap ederek başlayan eserler okuyordum. Kimbilir kaç defa “Bil ey nefsim...” diyerek, “Ey nefis!...” diyerek söze başlayan Sözleri okumuştum.

Demek ki hiçbirini doğrudan doğruya sana (ve bana) hitap ediyor gibi okumamışım. Hep başkasının üzerine atmışım o hitapları. Kendi üzerime almamışım.

Hz. Yusuf (as) gibi bir peygamber bile “Nefs-i emmârem daima kötülüğe sevk eder” derken bana ne olmuş ki senden iyilik ummak gibi bir akılsızlığa düşmüşüm.

Hz. Âişe (r.anha) validemiz insanın kendini iyi bilmesinin aslında günahkâr olduğuna delil olduğunu söylerken ne kadar da haklıymış!

Evet, ey nefsim! Evet, ey günahkâr nefsim, senden şikâyetçiyim. Bunca günahın içinde iken kendini iyi göstermeye boşuna çabalama. Rahmet ve af dilenmem gerekiyor artık! İnsanın bu “en büyük cihadını” kimbilir kaç defa kaybettim. “Eyvah aldandık...” Bak ey nefsim; Mesihî diye bir şair varmış. Ne güzel söylemiş bizim halimizi:

“Bu suçlarla beni tartarsa Rahmân

Kırılır arsa-i mahşerde mîzan”

Mesihî bile böyle derken biz ahirzamanın günahkâr nefislerini kim bilir nasıl tartacak Rabbim? Ama sahi, sen ahirzamanda olmanı bahane ediyordun zaten, değil mi?

Sahiden biz hep zamandan şikâyetçiyiz. Ahirzamanın kötülüğünü hiç dillerimizden düşürmüyoruz.

Vakıa, biraz da haklıyız. Çünkü bütün İslâm ümmetinin gelmesinden ve o zamanda olmaktan korktukları ahirzamandayız. O kadar ki bütün ümmet her gün yaptıkları duâlarda bile ahirzamanın şer ve fitnelerinden Rahman-ı Rahîm’e sığınmışlar. Gerçi zamandan şikâyet etmekte haklıyız, çünkü belki de insanlık tarihinin hiç yaşamadığı bir dönemdeyiz. Günah her yerde. Bozgunculuk bir değer olmuş vs...

Ama ey nefsim! Ahirzamanın kötü olması seni temize çıkarır mı sanıyorsun? Bizi (ve kendini) yine kandırıyorsun. Gerçi doğrudan yapılmış bir tezkiye-temize çıkarma yok. Fakat şartlardan şikâyet ederken dolaylı olarak, ey nefsim, kusurlarını örtbas etmeye çalışmıyor musun? Zaman kötüdür diyerek sorumluluktan kurtulmaya çalışmıyor musun? Bunu yapamasan bile ey nefs-i emmâre, işlediğin onca günahı, onca suçu hafif ve küçük göstermeye çalışıyorsun. Ve maalesef başarıyorsun...

Fakat heyhât! Bak bütün o eski zaman şairleri, neredeyse istisnâsız hepsi kendi nefislerinden şikâyet etmişler. Kendi günahlarından ıztırâb duyarak, rahmet dilenmişler. Bak Mesihî’den sonra Muallim Naci ne söylemiş ve yine güzel söylemiş:

“Tevbe yâ Rabbi, hata râhına gittiklerime

Bilip ettiklerime, bilmeyip ettiklerime!..”

Kaldı ki ey nefis, bilmez misin ki; bu insanların hiçbiri senin yaşadığın ahirzamanda yaşamamışlar. Yine ahirzamanın Sözler’inin Sahibi’nin dediği gibi bu zamanda her taraftan yüzer günah hücum ediyor iken onların zamanında durum böyle bile değil. Yani Mesihî’nin, Muallim Naci’nin ve diğerlerinin hiçbirisi senin kadar günah içinde değil. Ama onlar yine de nefislerini temize çıkarmamışlar.

Bak ey nefsim! Ahirzamanın Sözler’inin 26.sının ahirinde bir zeyl var. Orada insanı Allah’a götüren dört hatveden bahsedilmiş. Hiçbirinde ahirzamandan şikâyet etmek yok. Şartların kötü olduğunu belirtmek yok. Halbuki bak ne var daha “birinci hatve”de:

“Felâ tuzekkû enfüseküm” (“Nefislerinizi temize çıkarmayın.” Necm Sûresi, 53:32.) âyeti işaret ettiği gibi, tezkiye-i nefis etmemek. Zira...”

Yine Lem’alar’da aynı şeyleri tekrar yazarken Âhir Zamanın Eşsiz’i bu sefer Peygamberimin (asm) bir hadîsini ekliyor: “Senin en zararlı düşmanın nefsindir!”...

İşte ey aciz nefsim. Ben bunca şeyden sonra artık seni temize çıkarmam, çıkaramam. Seni dost göremem ama bil ki senden şikâyetçiyim....

Evet! Zaman ahirzamandır. Zaman ahirzaman olduğundan nefisten daha fazla şikâyet zamanıdır. Vakit dolmak üzeredir. Vakit nefisten şikâyet vaktidir. Vakit sona yaklaştığından nefisten daha fazla şikâyet vaktidir!

Son sözü benim yerime Sultanlar Sultanı’na bir duâ olarak Osmanlı Sultanı III. Murad söylesin:

“Benim Murat (Ahmet) kulun suçumu affet...

Suçum bağışlayıp, günahım ref’ et...

Resûl’ün sancağı dibinde haşret!

Uyan ey gözlerim, gafletten uyan...

Uyan uykusu çok gözlerim uyan...”

[email protected]

Ahmet Tahir UÇKUN

25.03.2007


ESMA-İ HÜSNA

Mukarrib

Allah (c.c.), Mukarrib’dir. Yani kullarının kalbine hidâyet verir ve kullarını Kendisine kalben ve rûhen yaklaştırır. Mahlûkâtı eşsiz şefkat ve merhamet tecellîleriyle birbirlerine yaklaştıran ve aralarında muhabbet tesis eden Cenâb-ı Allah’tır. Rabb-i Rahîm, mü’minlerin kalplerinin birbirlerine yakın olmalarını ister ve mü’min’leri “kardeş” ilân eder.1

Mukarrib ism-i şerifi Hazret-i Ali’nin (r.a.) Peygamber Efendimizden (a.s.m.) rivâyet ettiği2 Cevşenü’l-Kebîr’de vârit olmuştur.

Mukarrib ismi ile anlıyoruz ki, Cenâb-ı Hak dilediği kullarına kendi kurbiyetini ve akrebiyetini, yani yakınlığını inkişâf ettirmekte, hidâyet kapılarını açmakta, kalplerini şükre ve hamde muvaffak kılmakta, kalplerin Allah’a yakın durması için inâyetini eksik etmemekte, kulların Allah’ın her an kendilerini görüp gözetlediğini ve himâye ettiğini bilmelerini istemektedir.

Allah’ın kurbiyetini, yani yakınlığını kazanmanın iki yolu bulunduğunu beyan eden Bedîüzzaman, bunlardan birinin Cenâb-ı Hakkın akrebiyetinin ve yakınlığının bizzat Cenâb-ı Hak tarafından inkişâfı olduğunu, Peygamberlerin ve peygamberlerin yoluna vâris olanların, meselâ sahabelerin bu sırra mazhar olduklarını kaydeder.3

Bediüzzaman Saîd Nursî’ye göre diğer yol ise kulun Cenâb-ı Haktan uzaklığı noktasında, çalışarak ve gayret sarf ederek Rabbinin kurbiyeti ile müşerref olması ve Rabbine yaklaşmasıdır. Velâyetteki seyr-i sülûk, seyr-i enfüsî ve seyr-i âfâkî bu sûretle cereyan etmektedir.4

(Risâle-i Nur’da Esma-i Hüsna)

Dipnotlar:

1- Hucurat Sûresi: 10

2- Mecmuatü’l-Ahzab, 2: 258

3- Sözler, s. 453

4- A.g.e., s. 454

25.03.2007


Canım Üstadım

Diyar diyar dolaştırdılar seni

Aç susuz hapislerde bıraktılar

Ne kadar uğraştıysa küfrün zalim eli

Yine de susturamadı asrın müceddidini

Sürgün edildiğin yerler nurun merkezi

Kâinat alkışlıyor zamanın sesini

O geldi diyorlar gittiği her yerde

O geldi diyorlar nurun müellifi

Gelip görsen nurun şakirtlerini

Ömürlerini dâvâlarına adayan talebelerini

Senin bıraktığın sahabe mesleğini

Canla başla yapıyor muhabbet fedaileri

Üstadım çok özledik inan seni

Bu gözyaşlarının sanadır her biri

Yürekleri ‘Seyda!’ diye çarpan nur talebeleri

Özlüyor üstadları Bediüzzaman Said Nursî’yi

Yılmaz SALIK

25.03.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004