Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 06 Mart 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


İsmail BERK

Darbeciden “darbe”sözleri...



12 Eylül öncesinin Genelkurmay Başkanı, geleceğin Konsey Başkanı ve yine geleceğin, anayasaya iliştirilmiş ek geçici maddesi ile “7. Cumhurbaşkanı” Kenan Evren; tartışmayı da beraberinde getiren yeni bir söylemde bulundu.

Namı diğer “Netekim Paşa,” Türkiye’nin “eyalet sistemine geçmesini istemiş, merkezî yapının problemleri arttırdığını belirtmiş, Kürtlere eşit davranıldığında ortamın yumuşayacağına” dair sözler sarf etmişti.

Bu sözlerin sahibi, eski bir darbeci, 12 Eylül askerî darbesinin bir numaralı ismi. Ayrıca Doğu ve Güneydoğuda 12 Eylül sonrası “vatandaş Türkçe konuş” afişlerini kamu binalarına asarak Kürtçeyi yasaklayan bir dönemin etkin ismi…

Aynı zamanda “ülkeyi terörden kurtarmak” için ihtilâl yaptıklarını söyleyen ve kan gölünün bugüne kadar binlerce can daha almasına mani olacak hiçbir tedbiri başaramayan, baskıcı sürecin devlet başkanı.

“Ülke elden gidiyor” diye anayasayı rafa kaldırıp, parlamentoyu kapatıp, siyasî liderlere ve yönetim kadrosuna 10 yıllık yasak koyan ve “tencereyi pislettiler” gibi ağır ve yaralayıcı sözlerle önceki dönemleri karalayan biri…

Aradan yıllar geçti. Darbe yapalı 27 yıl oldu. Cumhurbaşkanlığı biteli 18 yıl oldu. Bu arada emekli oldu. Ressamlığa soyundu. Aynı zamanda “nü” resimler yaparak sözde “san'at” icra etti. Türkiye’ye bıraktığı kötü resmi, kendince yaptığı resimlerle telâfi etmeyi denedi belki de!

Fakat sonuç değişmiyor. Kendine has, muhakemesi zayıf ve kurgusu başkasından alınma beyan ve sözleri ile her zaman sathiliğini ve inandırıcı olmayan özelliğini korudu.

Türkiye, böyle bir profile darbe sonrası dokuz yıl emanet edilmeyi hak etti mi? En verimli ve planlı olması gereken 70’li yılların askerî muhtıra ve gizli-açık darbelerle siyasetin bölünmesinden kaynaklanan zaafiyetle birlikte, bir bunalıma sürüklenmesi yetmiyormuş gibi, 80’li yılların da darbelerin gölgesinde geçmesi, çok ağır bir yük devretmiştir! Hâlâ onun ceremesini çekiyoruz!

Zaman, herkes gibi askeri de, siyasetçiyi de öğüttü. Demokrasiye kastedenleri de mahcup etti. Darbelerin çağdaş versiyonu 28 Şubat bile sahipsiz kaldığına göre, böyle karanlık ve kanun dışı yollara kimsenin tevessül etmeyeceğini ümit ediyorum.

AB süreci, güneydoğu meselesi, Irak savaşı, ülke içinde çalkantılarla birlikte artan müzakere ve tartışma ortamı gün geçtikçe renkleniyor ve şok etkisi yapmaya devam ediyor. Bugüne kadar toplumu, meşrûiyet zeminini ve ortak değerleri negatif yönde şoke edenler, şimdilerde zihin harakirisine maruz kalmış gibi kendilerini ve çevrelerini şoke ediyorlar.

İpe sapa gelmez binlerce beyana sessiz kalan Evren, şimdilerde savcılık soruşturmasına uğruyor. Acaba darbeyi açıkça övdüğü ve “şartlar oluşursa tekrar yaparım” dediğinde neden hakim güçlerin sesi çıkmadı. İlk defa bir soruşturmaya, bir darbecinin maruz kalması güzel bir başlangıç, ancak keşke demokratikleşmeye açık kendinden sudur etmiş bir beyandan dolayı değil de, suç teşkil eden fiillerinden dolayı sorgulansaydı.

Hiçbir yönüyle tasvip etmemiz mümkün olmayan Kenan Evren’in, son demeçleri tartışmaya değerdir. Doğrudur demiyorum ancak analize ve değerlendirmeye muhtaçtır.

Prens Sabahattin zamanından beri “adem-i merkeziyet” kavramı tartışılmaktadır. Yani Osmanlı döneminin de sıcak konusu olmuştur. Bediüzzaman’ın bu konuya ilke olabilecek görüşü daha bütünleştirici ve aynı zamanda rahatlatıcıdır. Merkezileştirip işin içinden çıkılmaz bir denetim ve kontrol ne kadar sıkıcı gelip, tepki topluyorsa, benzer şekilde ayrıştırıcı bir nitelik taşıyana, bağımsızlaştırıcı tutumlar sergilemek yanlıştır.

Bediüzzaman, “muhtariyet”e dönüşmeyen, ayırıcılık doğurmayan bir çizgide adem-i merkeziyetten yanadır. Bu anlamda, İdarî adem-i merkeziyetin öncelikle uygulanması gerekir. Siyasî bütünlüğün ise demokratik bir devlet profilinde korunması şarttır.

Hassas ve tek taraflı çözümün yetmediği bu açılımlar ve tartışmalar, her halükârda söz sahibinin geçmişinden bağımsız mütalâaya değerdir. Bürokrasinin azaltılması, yerel yönetimler yasasıyla getirilen rahatlamanın daha dinamik ve etkin yerinde yönetimlerle desteklenmesi problemleri çözecektir. Bölgesel kalkınma modelleri ve yerel yöneticilere sağlanacak inisiyatif ve hızlı karar alma mekanizmaları, toplumu rahatlatacaktır.

Beklenmeyen insanlar bile eyalet lâfı ediyorlarsa, bunun doğru tercümesi ve çözümü; tartışmanın makul zemininin uzun süredir ihmal edildiği, katı bir rejim müdafiliği ile de problemlerin çözülemediğinin göstergesidir.

06.03.2007

E-Posta: [email protected]




Hüseyin EREN

Sadeleşmek



Risâle-i Nur’un dilini diline dolayanlar okuyanlar değil nedense… Sanki başka bir coğrafyada yabancı bir dille yazılmış bir eser Risâleler de sadeleştirilsinmiş, hatta tercüme edilsinmiş!

Kur’ân’la karılmış bir medeniyete köprü bir dile dil uzatmak saflıktan ziyade insafsızlık taşıyor. Düşünce zenginliği, duygu derinliği, dil estetiğini bilmeme sığlığından doğuyor densizlik…

Şırıl şırıl berrak akan bir ırmak Risâle dili… Hikmet dağlarından kar beyaz duruluğunda akan bir ırmak… Hakikatin kâinatla hayata aktığı coşkun bir çağlayan… İçinde sükûn rüzgârlar esen sakin bir liman… Kur’ân’dan ve kâinattan mesel ve derslerle dolu bir umman…

Barla’da billur bir damlayla başladı bu Kur’ân kaynaklı, Kevser kokulu ırmak; bugün okyanusları aştı kıt'a ötelerini suladı, sıla toprağına çevirdi aktığı toprakları… Kelimeleri, kavramları, kalpleri kavzadı, zihinleri zapt etti, ruhları fethetti… Yirmiyi aşkın dünya diline çevrildi…

Gülleri, karanfilleri, leylakları suladı sessiz ve derin akışında… Gün yüzünde görünmeyişi garipsendi, küçümsendi kimilerince, o sade ve duru akışını sürdürdü yine de… Yetiştirdiği kudsîler ordusu baharın borazanlığına hazırlanıyor artık… Atık ve artıklara karışsaydı akar mıydı böyle?

Kim sade ki kimi sadeleştirecek? İçinde okyanusların kaybolduğu damlayı bir kaba nasıl sığdıracaksınız? Kalp frekansını yakalamadıkça kelimeleri, kavramları karıştırmak ne işe yarar? Sen sadece kalbini aç, o su seni sulayacaktır. Susuzluğunun farkında değilsen dilin de dönmez, aklın da anlamaz. Sus ve suyun sesini dinle, gönlün derinliklerinden gelen şırıltı ile buluşmasını bekle…

“Karşımda müthiş bir yangın var, alevleri göklere yükseliyor. İçinde evlâdım yanıyor, imanım tutuşmuş yanıyor. O yangını söndürmeye, imanımı kurtarmaya koşuyorum.”

Anlamayan var mı? Su kızıl yangınlara karşı çağlıyor; dil bu kadar duru, mânâ bu kadar derin ve diri olur.

“İman hem nurdur, hem kuvvettir. Hakikî imanı elde eden adam kâinata meydan okuyabilir.” Anlamadım diyenler koşsun meydana… Heyhat meydan boş…

Loşlukta gezenler lâkırdı yapıyor sadece, alaca akşamlarda dili dışarıda bırakanlar boşluğa konuşuyor…

O sadedir siz kendi bulanıklığınıza bakın. Sesi, suyu rengiyle bu toprakları bahar renklerine boyayan ve deniz ötelerine akan Kur’ân soluklu, Kevser kokulu iksirin Türkçe yazılması azımsanacak ve küçümsenecek değil şükredilecek bir nimet. Çapsız ve kapsız bakış, sahibini küçültür; siz dilini dilinize dolaya durun, o Himalaya’ları aştı, Alp’lerden geçti… Bundan sonraki zaman suları onun rengiyle ve kokusuyla akacak, köprü olduğu medeniyeti yeryüzüne yerleştirecek…

Derinliği enginlikle buluşturan duru dili bundan olsa gerek; geçmişi bugünüyle geleceğe taşımak… Evet, sadece sade olmayı becerebilmek bile çok şeylerde anlaşmayı kolaylaştıracak… İhtiyacımız olan sadeleştirmeden önce sadeleşmek…

06.03.2007

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Çankaya ve İSKİ



Başbakan, aylar öncesinden başladığı “Final sürecine girdik. Provokasyonlar artabilir” uyarılarını geçtiğimiz günlerde yine tekrarladı.

Final sürecinden kastı Çankaya seçimiydi.

Bu süreci etkilemeye yönelik tahrik girişimleri dört koldan bütün hızıyla devam ediyor.

AKP’yi zora sokabileceği düşünülen her gelişme bunun için kullanılıyor. Öteden beri bilinen, yeri geldikçe sohbetlerde anlatılan, hattâ köşe yazılarında yazılıp çizilen Demirci Efe-M. Kemal fıkrasının bugünlerde AKP’li bir başkandan sâdır olması üzerine koparılan fırtına ve İstanbul’da bir kanalizasyon kanalında cereyan eden müessif ölüm hadisesinin ardından gelişen süreç bunun en son ve güncel örnekleri.

Bizzat Başbakanın takibiyle İSKİ Genel Müdürünün azli ve ilgili firmanın cezalandırılması, ihale dosyalarının kapağının açılmasını engelleyememiş görünüyor. Bu demektir ki, en çok çekindiği, belediyelerle mahallî teşkilâtları en fazla uyardığı konuda Erdoğan’ın korktuğu şey başına geliyor: Yolsuzluk iddiaları gündemde.

O günleri yaşayanlar çok iyi hatırlarlar:

1990’lı yılların başlarında İSKİ, CHP’yi dibe vurdurup RP’nin yelkenini şişiren sürecin sembol kurumlarından biri olmuştu. Nurettin Sözen döneminde, Genel Müdür Ergun Göknel’in yargılanıp ceza almasıyla sonuçlanan yolsuzluk dosyaları, İstanbul’u kırıp geçiren susuzluk ve sokaklarda biriken çöp dağları, Erdoğan’ı belediye başkanlığına taşıyan yolda çok önemli etkenlerdi.

AKP’yi 2002 genel seçiminde, yıllardır görülmemiş bir Meclis çoğunluğuyla iktidara getiren süreçte, İstanbul’daki belediyelerin büyük çoğunluğunu 1994 yerel seçiminde millî görüş kadrolarının alması tarihî bir kilometretaşı ve çok önemli bir dönüm noktası olmuştu.

O seçimden yaklaşık iki yıl sonra, 2005 Aralık’ında yapılan genel seçimden RP’nin birinci çıkıp koalisyonla da olsa iktidar olması, bunun ardından gelen 28 Şubat süreci, RP’nin yargı kararıyla kapatılması, akabinde bölünmesi ve partiden ayrılanların AKP’yi kurması, aynı sürecin daha sonra birlikte izlediğimiz aşamaları.

2004 Mart’ında Erdoğan’ın büyükşehir, arkadaşlarının diğer İstanbul belediyelerinin çoğuna başkan olmasından sonra, eski dönemin yolsuzluk ve kirlilik sembolü olarak hafızalara kazınan İSKİ de başarılı bir hizmet kurumu imajı verir hale geldi. İstanbulluya illallah dedirten su ve temizlik sorunları çözüldü, halk rahatladı.

Bu rahatlama, yeni kadronun arkasındaki dua desteğini kuvvetlendirdi. Dualardaki artış, Allah’ın yardımını da arttırdı. Yağmayan yağmurlar yağdı, dolmayan barajlar doldu. Samimiyetle hazırlanıp uygulamaya konulan projelerle de su kaynakları gayet iyi değerlendirildi.

Ama ne zaman ki siyasetin ayak oyunları, makam-mevki ve çıkar kavgaları yıllar içinde bu samimî hizmet anlayışına gölge düşürmeye başladı, işin rengi değişti. İhale vurgunları sisteminin, aktörlerin değişmesi dışında aynen sürdüğü imajının tekrar öne çıkması ve bu işin de İSKİ’den patlak vermesi bu açıdan ibretli.

Bunun, yine yağışsız günlere rastlaması da.

Duaları azaltan veya kabulüne set çeken çok fâhiş yanlışlar mı yapılıyor ki, bu tablo oluştu?

Hem de Çankaya finalinin en kritik etabında.

06.03.2007

E-Posta: [email protected]




Murat ÇETİN

Parçalı bölgeli havalar



Benim gak deyince bölünen, guk deyince rejimi uçurumun eşiğine gelen güzel ülkem, Türkiye’m.

Çıtkırıldım, ne yazsam alınacak, ne desem huylanacak, ne çizsem küsecek sevgili rejimim.

Üç kıt’ada üç dini, her türlü etnik kimliği kendi etnikliği ve kimliği içinde, bölge bölge, eyalet eyalet yaşatan, Türk olmanın da, Kürt, Ermeni, Katolik, Ortadoks olmanın da suçlanacak, ayıplanacak, kusur addedilecek bir tarafının olmadığı, asırlarca bölünmeden bir arada yaşayan, ama ne zaman ki ırkçılık içine girmiş o zaman bölünen bir devlette, birliği ve bütünlüğü ırkçılık adına savunma komedyasını yaşayan eşsiz vatanım. (Belki uzun bir cümle, ama “bölmek” istemedim, parçalanmasın diye…)

Darbecilerin değil, darbeleri eleştirenlerin suçlandığı; “darbeyi yapanlar” ve “karşı çıkanlar” diye, sanki alelade bir ikilemin iki tarafı gibi, sanki yapmak da, karşı çıkmak kadar olağanmış gibi eşitçe tartışıldığı bölünmez yurdum. (Belki düşük bir cümle, ama nasıl olsa düşük cümleler cumhuriyet savcılarının ilgi alanına girmiyor)

Farklılıklara kuşkuyla, aykırılıklara nefretle, kendi insanına potansiyel suçlu gözüyle bakılan kendine özgü biricik cumhuriyetim benim.

Kendisini ülkenin sahibi sananların, ipi ellerinden kaçıracakları için sürekli diken üstünde yaşadıkları, ülkesinin yönetiminde söz sahibi olmak isteyenlerin diken üstünde yaşamak zorunda bırakıldıkları, gülden çok dikenlerin bulunduğu güzel Türkiye’m.

Darbecilerin darbe yaptıkları için değil, ancak söyledikleri sözden ve kendi hakim kıldıkları zihniyetten dolayı yargılanabildikleri canım memleketim…

Bir taraftan padişahları ilköğretim kitaplarında “astığı astık, kestiği kestik” diye tanımlamaktan vazgeçmeyen, diğer taraftan da o padişahlar döneminde soykırım yapılmadığını her fırsatta savunan çelişkili devletim…

Sokak ortasında işlenen cinayetlere bakıp geçen, ama düşüncesini açıklayanlar yargılanırken galeyana gelen “vatansever”lerin üstünde yaşadığı olağan üstü toprağım…

Benim canım vatanım…

06.03.2007

E-Posta: [email protected]




Davut ŞAHİN

Hilal TV’den kısa film yarışması



Hilal TV’nin 1. Ulusal Kısa Film yarışması’nda ödül alan genç yönetmenleri izledim.

Hepsinin gözleri dolu dolu... Bir o kadar da ışıltılı.

Kendilerine verilen bu fırsatı değerlendirmiş olmanın kıvancı var...

Bakırköy Kültür Merkezinde düzenlenen üstelik “canlı” ekrana gelen 1. Ulusal Kısa Film Yarışmasının konuğu olarak oradaydık.

Evet, adı “kısa film yarışması”... Ama genç yönetmenler henüz uzun bir yolculuğun başında...

Neydi o slogan:

“Yalnızca Yüreğim, Kameram ve Ben.”

Sinema eleştirmeni Ali Murat Güven’in “Film yapacak akıncılar istiyorum” yazısından yola çıkılarak geliştirilen bu “fikir” Hilal TV genel Müdürü Adnan İnanç’ın ve Yayın Yönetmeni Hakan Sarıhan’ın özel çabalarıyla bir “proje”ye dönüştürülmüş.

Jüri hummalı bir çalışmadan sonra “zor” karar verdi. İstiyorlardı ki, “hepsine” ödül verilsin. Yine de ara bir formül bulundu. 5 mansiyon ödülü 10’a çıkarıldı. “Birincilik” ödülü “iki”ye pay edildi.

Kim yoktu ki jüride: Yücel Çakmaklı (Jüri Başkanı), İsmail Güneş (Yönetmen, senarist), İhsan Kabil (Sinema eleştirmeni), Murat Menteş, dostum Bünyamin Yılmaz (Milli Gazete Kültür Sanat editörü), Volkan Tuna (Yapımcı)....

Bağımsız ve özgür bir yapımdı bunlar. Mansiyon alanlar ödüllendirildi. Hatta dereceye girenlerin bütün yol masrafları karşılandı.

Ben şunu da önemsiyorum:

Hilal TV yönetimi, dereceye giren eserlerin yönetmenleri ve yapım ekipleri arasından yetenekleriyle sivrilip jürinin dikkatini çekenlere bir imkân tanıdı. O da, TV yayıncılığı stajı yapma imkânı...

Böylelikle Hilal TV ciddi bir adım atarak, sadece balık yedirmiyor, balık tutmayı da öğretiyor.

Mansiyon ödülü alan 10 kısa filmi 90 saniye içinde izlemek imkânı bulduk. Hepsi birbirinden bağımsız yapımlardı... Ama son dört kısa film, profesyonelleri aratmayan kalitedeydi.

Murat Pay’ın yönettiği “Blue/Mavi”, Ahmet Karaman’ın yönettiği “My Name is” birinciliği aldı. İkinciliği ise, Mehmet Bahadır Er’in yönetiminde “Zilzal,” üçüncülüğü Emre Ergül’ün yönettiği “2 Eylül” aldı.

Programı dört saat boyunca sunan mizah adamı Recep Demirkaynak, esprileriyle davetlileri güldürürken, Moral FM’den tanıdığımız Zahide Ülkü Bakiler ise başarılı performansıyla sunuculuğun hakkını verdi.

Programda “birinci”ye ödülünü veren Mustafa İslamoğlu, konuyu özetledi aslında:

“Bizi zaten kameralar izliyor. Melekler bizi kameralara çekip, öbür tarafta izlettirecek. Biz bu cihana sahip olmak için değil, şahit olmak için geldik.”

Genç yönetmenlere hem umut olan, hem de bir imkân kapısı açan Hilal TV’yi kutluyor ve alkışlıyoruz.

06.03.2007

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Okuyucularla irtibat



“Seyahat eden sıhhat bulur” tavsiyesine uyarak, bir vesile ile hafta sonunu kısa bir Marmara turu ile değerlendirdik. Balıkesir’de yayın yapan Radyo BRT, 2006’nın ‘en’lerini seçmiş. 80’den fazla kişi ve kuruluş “2006’nın enleri” listesinde yer alıyor. TCK 301. madde sebebiyle hakkımızda açılan dâvâ da aynı ‘liste’de yer almış.

Bununla ilgili toplantıyı da vesile ederek, Cumartesi sabahı Yenikapı’dan hareketle Bandırma üzerinden Balıkesir’e ulaştık. İDO’nun feribotları uzun mesafeyi kısaltmış. Bu vesile ile, deniz taşımacılığından daha fazla istifade etmemiz gerektiğini bir defa daha hatırlamış olduk.

Bandırma’dan Balıkesir’e de trenle ulaştık. TCDD de, geçmiş yıllara nisbetle kendini yenilemiş ve tercih edilir duruma gelmiş. Tam aksi olması gerekirken, denizyolu ve demiryolları Türkiye’de en çok ihmal edilen ulaşım alternatifleridir. Her iki alternatif de günümüz ihtiyaçları göz önüne alınarak tercih edilir hale getirilmelidir.

Balıkesir’deki toplantı öncesi temsilcimiz ve okuyucularımızla görüşüp hasbihâl etme imkânı bulduk. Törende Balıkesir’in ihmal edildiği üzerinde duruldu ve bu durumun değişmesi istendi. Ancak bir konuşmacı, Balıkesir’in ‘ihmal edilmiş olması’nın aslında ‘avantaj’ olduğunu söyledi ve büyük şehirlerin yaşanmaz hale geldiğini hatırlattı. Dinleyiciler de bu tesbite hak verdi. Çünkü teknolojinin yanlış kullanımı, büyük şehirlerin adım atılamaz hale gelmesini netice verdi. Bu durum, ‘ihmal edilmiş’ illeri daha cazip hale getiriyor. ‘İhmal edilmiş’ olarak görülen iller, daha yeşil, daha temiz, daha az trafik, daha az stresli.

Akşama doğru Balıkesir’den hareketle Bursa’ya ulaştık. Bursa’da da temsilci ve okuyucularımızla tanışma ve sohbet imkânımız oldu. Pazar günü de sabah namazını müteakip ‘kırmızı kitap’lardan okuduk ve kısa bir Bursa turu yaptık. “Yeşil Bursa” da beton bloklara yenilmiş görünse de yine de tarihî güzelliğini koruyor. Bursa, tarihî eserleri çok olması sebebiyle iç turizmden de büyük pay alıyor. Pazar sabahı erken saatlerde kafilelerin Tophane’yi doldurmuş olması bunun en güzel delili.

Hafta sonuna kadar açık kalacak olan Bursa TÜYAP Kitap Fuarını da ziyaret etme imkânı bulduk. Bilindiği gibi, Yeni Asya Neşriyat da kitap fuarına katılanlar arasında. Fuara gittiğimizde giriş önünde kuyruk oluşmuştu. Kısa sürede geniş otopark bile doldu ki bu da Bursa’nın kitaba ve kültüre değer verdiğini gösteriyor.

Haklı olarak ‘okumuyoruz’ diye şikâyet etsek de, kitaba büyük yatırım yapıldığını ve okuyan bir kitlenin var olduğunu da kabul etmek lâzım. Belki bu kitle kalabalık nüfusumuzla orantılı değil, ama buna da şükür... “Fazla okuma, kafayı yersin” diyen ‘veli’lerin olduğu; ve kitapların suçlandığı, yakıldığı, yasaklandığı bir yakın geçmişten geldiğimiz hatırlanırsa, bu neticeye fazla da şaşmamak gerekir...

Bursa’daki kısa turumuzdan sonra Yalova’ya geçtik. Yalova’da da temsilci ve okuyucularımızla tanışma ve sohbet imkânı oldu. Akşama doğru yine ‘kürkçü dükkânı’mıza dönmüş olduk.

Bu kısa seyahat ve okuyucularımızla temasımızda; neşriyatımızın ‘okuyucu duâları’ aldığını bir defa daha gördük ve gelecek için zaten var olan ümidimiz biraz daha pekişti. Duâların tesirinin büyüklüğünün idrakiyle, daim duâlarınızı bekleriz...

06.03.2007

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Türkiye’nin de Gaulle ve Churchill’leri



Herkesin gönlünde bir aslan yatar. Saddam Hüseyin en çok kendisini, de Gaulle’e benzetirdi. Başkaları da kendisini Stalin’e benzetirdi. Ne Gaulle, ne de Stalin olamadan bu dünyadan göçtü gitti. Hatalarıyla sevaplarıyla yani amelleriyle dünya defterini kapattı.

De Gaulle meraklıları çoktur. Bunlardan birisi de Kenan Paşa idi. Kenan Paşa emekli olmadan önce bir defasında ‘yeniden siyasete dönmeyi düşünüyor musunuz?’ sorusuna beylik bir cevap vermişti. Şartlar zorlarsa de Gaulle gibi geri dönebilirdi. Artık doksanına merdiven dayamış bir insan. Artık de Gaulle olacak hali yok. Zaten ölümün kapısında bir şekilde kitaplarını da bir kütüphaneye bağışlamış. Zamanın çarkları geri dönmüyor. Ama Kenan Paşa’nın akılda kalan bazı açıklamaları her zaman oldu. ‘Bugün de aynı şartlar oluşsa yine darbe yapardım’ gibisinden açıklamaları oldu. Yine Ulusu’ya özenerek, ‘Keşke cumhurbaşkanı değil de başbakan olsaydım’ diye iç geçirdiği de mervidir. Kenan Evren’in kendisine yakıştırdığı, ama Godot gibi hiç gelmeyen de Gaulle günlerini veya beklentisini Orhan Doğan gerçeğe dönüştürüverdi. Onun özlemine başkaları tercüman oldu. Yeni Şafak’ta dün dikkat çeken bir haber vardı: DTP’li Doğan, Evren’i de Gaulle’e benzetti. Haberin devamında şöyle deniliyordu: ‘DTP’li Doğan, Kenan Evren’in geçmişiyle değerlendirilmemesi gerektiğini savunarak, “Neden Türkiye’de Evren Paşa de Gaulle’ün rolünü yerine getirmesin” dedi.

‘DTP’li Orhan Doğan, ‘8 bölge valiliği’ öneren Kenan Evren’i, Fransa’da 5. Cumhuriyet’in kurucusu General De Gaulle’e benzetti. Doğan, geçmişte devleti yöneten kadroların, siyasal partiler ve diğer iç dinamik liderlerinden çok daha önce değişimi kavradığını savunarak değerlendirmesini şöyle sürdürüyor: “Herkesin değişmeye hakkı var, en çok da Kenan Evren’in değişmeye hakkı var. MİT Müsteşarı Emre Taner, emekli MİT Müsteşar Yardımcısı Cevat Öneş ve Mehmet Ağar ile başlayan süreç, Kenan Evren ve önümüzdeki çok daha ilginç isimlerle devam edecektir. Evren’i geçmişiyle değerlendirmek yerine bugünkü açılımlarıyla desteklemek gerekiyor. Devletle sorunu olmayanlar, başta Kürt sorunu olmak üzere demokratikleşme konusunda hem kendi ezberlerini bozuyorlar, hem de toplumsal ezberi bozuyorlar. Fransa’da 5.Cumhuriyet Mareşal de Gaulle tarafından getirilmiştir. Neden Türkiye’de Evren Paşa De Gaulle’ün Fransa’daki 5. Cumhuriyet’teki rolünü yerine getirmesin...

”DTP Genel Başkan Yardımcısı Aysel Tuğluk da, “Sayın Evren son çıkışıyla Türkiye’yi mevcut durumdan çıkması için uyarılarda bulunmuştur” diye alkış korosuna katılmış.

***

De Gaulle, iktidara kurtarıcı ve halaskâr olarak yeniden dönmesiyle bilinir. Yaptıklarından birisi Fransa’nın Cezayir’den çıkmasını sağlamak olmuştur. Yalnız Orhan Doğan bu noktada yanılıyor. Türkiye’nin güneydoğusu Cezayir değil ki (işgal altında) Türkiye buradan çıksın. Dolayısıyla de Gaulle ile Kenan Paşa arasında benzerlik olmadığı gibi Cezayir ile güneydoğumuz arasında da benzerlik yoktur. Bu itibarla, Kenan Evren gibi Orhan Doğan da hem haklı hem de haksızdır. Haklı olduğu nokta Türkiye’de ideolojik olarak bir kimliğin geçmişten günümüze gelen inkârıdır. Burada iki yanlış var. Kimlik üzerinden veya kimlik lehinde siyaset yapmak ne kadar hatalı ise kimlik aleyhinde siyaset yapmak da o kadar hatalıdır. İki anlayış da bölücülüğe götürür. Tek başına bir kimlik aleyhinde siyaset yapmayı reddetmek yetmez. Etnik kimliği doğrudan siyaset aracı yapmak da ayne şekilde bölücülüktür. Bu noktada de Gaulle’cü Orhan Doğan’a Bush’a en yakın isimlerden bir senatörün nasihatını aktarayım da bulundukları çıkmaz sokaktan çıksınlar veya gerçekler karşısında ayıksınlar. ABD’de Senato’da Başkan George Bush’a en yakın isimlerin başında gelen Cumhuriyetçi senatör Lindsay Graham, Iraklı Kürtlere, Irak içinde kalmalarını tavsiye ediyor.

NBC televizyonundaki söyleşiye katılan Graham, ABD’nin Irak’tan çekilmesi durumunda güneydeki Şii bölgesinin, “İran’ın bir kuklası haline dönüşeceğini”, Sünnilerin katliama uğrayacağını ve kazananın, İran olacağını ifade ediyor. Graham, “Türkler de bir kenarda oturup Irak’ın bir kaosa yuvarlanmasını seyretmeyecek, bağımsız bir Kürt devletine izin vermeyecek” diyor. Iraklı Kürtlere hitaben konuşan senatör Graham nasihatını şöyle ikmal ediyor: “Kuzeydeki Kürtler için en iyisi ne? Sizin, çocuklarınızın refah içinde olabileceği bir konfederasyon (gevşek federasyon) içinde yaşamanız. Böylece, Türkiye’nin sizi işgal edeceği kaygısını taşımak zorunda kalmazsınız...”

***

Darbe günlerinden cumhurbaşkanlığı günlerine Evren’le daima halef selef olan Demirel de 80’inden sonra kendisini başbakanlığa yakıştırıyor ve aynen Churchill modelindeki gibi başbakanlığa döneceği günleri sayıyor veya gözlüyordu. Bu düşü Zincirbozan’dan sonra fazlasıyla gerçekleşmiş ve Çankaya’ya bile çıkmıştı. Ama işte Churchill olma düşü Kenan Paşa’nın de Gaulle düşü gibi fizikin ve tarihin kurallarına yenilmeye mahkûmdu. Türkiye’nin de Gaulle ve Churchill’leri aslında birer geç kalmış ve zamansız de Gaulle ve Churchill’lerden ibaret görünüyor...

06.03.2007

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

İnsana hizmet



Hz. Ömer’in bir gün ağladığını görenler hayretle sormuşlar: “N’oldu ey Mü’minlerin Emiri, niye ağlıyorsun, bir şey mi var?”

“Dicle kenarında bir koyunu bir kurt kapsa, Ömer’den sorar adl-i İlâhî onu” diye cevap vermiş.

“Ya gerekli tedbirleri almaz, emniyeti sağlayamazsam?” diye titriyor Hz. Ömer.

“Dicle üzerindeki bir köprünün çatlağına bir koyunun ayağı takılsa kırılsa yine adl-i İlâhî Ömer’den sorar onu” diyor.

“Ya işimi sağlam yapmaz, köprüde çatlak patlak bırakırsam ne’olur benim hâlim?” diye inliyor Hz. Ömer.

Bu, idareciliğin sorumluluğunu gösteren bir hassasiyetin ifadesi. Kim olursa olsun bir makama geçmişse o makamın gereklerini, sorumluluklarını yerine getirmeli; işini en iyi, en sağlam ve eksiksiz şekilde yapmalı. İslâm bizden bunu istiyor. Peygamberimiz (asm), “Allah işi sağlam yapmayı sever” buyurmuyor mu? Esmâ-i Hüsna diye bildiğimiz, kâinatta güzel, mükemmel tecellilerini gördüğümüz Allah’ın güzel isimleri bunu gerektiriyor. Üstelik işi sağlam yapmak tevekkülün de gereği. İnsanlığın geldiği nokta da bu. Demek bazı özelliklerini hayranlıkla yâd ettiğimiz Avrupa, dinimizin bu emirlerini almış uyguluyor.

Birkaç gün önce İstanbul Bahçelievler’deki üstü kartonla örtülmüş kanalizasyon kuyusuna düşen Dilara’nın ölümü bize bunları çağrıştırdı.

Gönül arzu ediyor ki bu tip olaylar tekrarlanmasın. Ama işin sorumlularını cezalandırmak meseleyi çözmeye yetmez. Neslimize ailede, okulda, toplumda zararlara, tehlikelere sebep olabilecek davranışlardan uzak kalma bilincini ve sorumluluğunu vermedikçe benzer olaylara rastlamaktan kurtulamayız. Yıllardır yol kenarında bu tip üstü açık kuyular, gelişigüzel yapılmış kazıları görünce hep bunları düşünürüm. Bu çukurlara sadece çocuklar değil, dalgınlıkla büyükler de düşebilir.

Ya yol ortasındaki çukurlara ne demeli? Yağmurların, sellerin yolları bozduğu bir gerçek. Ama o çukurların uzun süre öyle kalması hoş görülebilir mi? Farkında olmadan arabanız çukura düşmüşse iflâhı söküldü demektir.

Deveye demişler, “Boynun eğri.” “Nerem doğru ki!” demiş. Böyle demiyoruz biz. Eskiye göre çok mesafe alındı, güzel çalışmalar yapılıyor. Ama bazan bir ihmal, bir umursamazlık, bir vurdumduymazlık, bir geçiştirme çok şeylere mal olabiliyor.

İşi temiz, güzel, sağlam ve mükemmel yapmanın lezzetini tatmak lâzım. Bu hizmet aşkını da getiriyor.

06.03.2007

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Esmâ’nın tecellîsi ne demektir?



Tecellî; belirme, bilinme, görünme, bir anlamda yansıma anlamındadır. Esmâ tecellisi ise, İlâhî kudret ve sırların insanlarda ve nesnelerde görünmesi, Cenâb-ı Hakkın güzel isimlerinin kâinatta ve insanda zahir olmasıdır.

Aslında Esma-i Hüsna’nın tecellîsi tam olarak yansıma değildir. Binlerce perdelerden geçtikten sonra gölgelerinin yansımaları şeklinde düşünülmeli. Sonsuz isim ve sıfat sahibinin sonsuz olan isim ve sıfatlarının tecellileri sadece bir cilve, bir gölge, bir göstergedir.

Gölge, zâtın, varlığın negatif tek boyutlu bir aksidir. Onun bir boyutlu şeklinden başka bir özelliğini yansıtmaz. Gölge böyle olursa, Esmâ-i Hüsnâ’nın gölge ve cilvelerini de bu kıyasla anlayabiliriz. Elbette, bu misaller Onun sıfatlarını anlayabilmek içindir, yoksa mahiyetlerini kavrayamayız. Çünkü, kendi ruhunu ve ruha takılmış olan ilim ve akıl gibi sıfatların mahiyetlerini kavrayamayan insan; sonsuz sıfatların mahiyet ve özelliklerini elbette bütünüyle kavrayamaz. Sadece cilvelerini seyreder ve varlıklarını anlar.

Dolayısıyla misâl, gölge, işâret, cilve, âyine ve tecellîde de batmamak, boğulmamak gerekir. Misaller, cilveler sadece Allah’ın kudret, azâmet gibi sonsuz sıfatlarını anlamak, akla yakınlaştırmak içindir. Meselâ, otomobillere far takılır. Bu onların gözü olsun. Far, göze yalnızca bir misâldir. Yoksa mahiyet ve fonksiyon açısından hiçbir cihette göze benzemez.

Aynen onun gibi, insana takılan göz de, Allah’ın basar sıfatına bir misâldir. Hiçbir cihette, Basır-ı Mutlak olan Allah’ın görme sıfatına benzemez.

Cilve, akarsuda Güneşin yanıp sönen parıltılarıdır. Bu parıltılar, Güneşten haber verir. Ama, Güneşin ne ısısını, ne çekim gücünü taşırlar.

Tecellî, bir san'atkârın san'atının eşyada tezahürüdür diyebiliriz. Meselâ, ressamın san'atı kâğıda; mobilya ustasınınki ağaca tecellî etmiş. O tecelliler, sanatkârın bütün özelliklerini, mahiyetini taşımaz. Tecellî başka bir şey, hakikî san'at başka bir şeydir.

Bir kitapta âlimin ilmi, bir yapıda mimarın sanatı, bir mobilyada marangozun san'atı tecellî eder. Kitap ilmi, yapı ve mobilya san'atı gösterir. Ancak ne kitap, içinde bütün özellik ve mahiyetiyle âlimi bulundurur; ne de yapı ve mobilya sanatkârını...

Âyine de buna benzer. Bir insanın aynadaki görüntüsü, görünüşten başka hiçbir mahiyeti tutmuyor. Ayine, esas varlığın aynısı değil, ölüdür. Onun görünüşten başka hiçbir özelliğini taşımaz. İşte bütün varlıklar, Cenâb-ı Hakkın isim ve sıfatlarının bir âyinesidir. Aynadaki görüntü nerede, hakikî mahiyet nerede!

Sâir bütün isim ve sıfatlara da bu ölçü ile yaklaşmalı, atomdan galaksilere kadar yansıyan, görünen, cilvelenen cihetleri görebilmeli, okuyabilmeliyiz.

06.03.2007

E-Posta: [email protected] [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Yerinden yönetim



Evren Paşanın sürpriz çıkışıyla yeniden gündeme gelen "eyâlet sistemi", değişik mahfillerde konuşulmaya, tartışılmaya devam ediyor.

Aynı konu, eyâlet sistemi, bölge valiliği, yerinden yönetim, adem–i merkeziyetçilik, yerel parlamento gibi muhtelif isimler altında geçmişte de defalarca gündeme geldi ve üzerinde hararetli tartışmalar yapıldı.

Kenan Paşanın, yeni bir yapılanmaya doğru "Bugün olmazsa yarın, öbürgün, ama mutlak sûrette bir gün geçilecek" diyerek ortaya kendisinden hiç beklenilmeyen bir fikir atması, ortamı bir anda elektriklendirmeye yetti.

Bazıları bu fikre şiddetle karşı geliyor ve geçmişte vargücüyle desteklemiş olduğu Evren Paşayı da yerden yere vuruyor. Böyle yapmakla, aynı zamanda bir vatanperverlik görevini ifâ ettiğine inanıyor... Bir başka kesim ise, Kenan Paşanın geçmiş hallerini bir kenara bırakarak, onun bugün için ne dediğine bakıyor.

Esasen, doğru olan yaklaşım tarzı da budur. Ne kadar fenâ ve fâni olsa da, bir kimsenin "güzel ve doğru" bir sözü varsa, o söz, sahibinin kişiliğinden bağımsız olarak da ele alınıp değerlendirilebilmeli.

Dünkü yazımızda, Kenan Paşanın bu meyandaki son çıkışını bir başka zâviyeden bakarak yorumlamıştık.

Bugün ise, aynı meselenin tarihî boyutuna paragraf açmak istiyoruz.

Osmanlı'da durum

Hiç şüphesiz ki, Osmanlı'nın genel yönetim tarzı içinde "eyâlet sistemi" apayrı bir yer tutuyordu.

Sonradan vilayet (il) ismini alan eyaletler, yukarıdan aşağıya doğru sancak, kazâ, nâhiye ve köy yerleşim esasına dayanıyordu.

Eyaletin başında ise, hem askerî, hem de mülkî idareden sorumlu olan valiler bulunurdu. Valiler de, hukuk otoriteri olan kadıların verdiği fetvâlara, cevazlara göre hareket ederlerdi.

Eyaletin başında bulunanlar, zamanla değişik isimler de almışlarsa da, eyâlet merkezine daha ziyade Beylerbeyi, Mirimirân, Vezir gibi üst kademelerde hizmet etmiş tecrübeli bürokratlar tâyin edilirdi.

Bir arada "Paşa Sancağı"da denilen ve ağırlıklı olarak Anadolu ve Rumeli'de bulunan eyaletlerin yanısıra, geniş Osmanlı coğrafyası içinde bir de farklı statüde bulunan eyaletler de vardı: Meselâ Mısır, Bağdat, Yemen, Basra, Habeş, Tunus, Cezâyir, Trablusgarb eyâletleri gibi...

Başlangıçta daha az sayıda olan eyaletler, yükselme devri sonlarında (1600'lü yıllarda) sayı itibariyle arttı ve ortaya 30'dan fazla eyalet çıktı.

İşte, doğrudan padişahın otoritesine bağlı olan ve beylerbeyi tarafından yönetilen Osmanlı'daki diğer eyalet isimleri: Anadolu (Ankara, Kütahya), Rumeli (Edirne, Sofya, Manastır), Rum–i Sağir (Amasya, Sivas), Bosna (Saraybosna), Karaman (Konya), Dulkadir (Maraş), Şam (Dımaşk), Gelibolu, Kıbrıs (Lefkoşa), Trabzon, Halep, Kars, Van, Budin, Tameşvar, Çıldır, Erzurum, Şehrezor, Diyarbekir, Musul.

Günümüzde eyalet

Günümüz dünyasında da eyâlet sistemini uygulayan ülkeler var. Bunların başında da ABD ve Almanya gibi gelişmiş ülkeler geliyor.

Bu iki ülkenin eyalet sistemi, Osmanlı'dakine büyük ölçüde benziyor. Bunlara, Osmanlı'nın günümüz versiyonu demek de mümkün.

Üstad Bediüzzaman, Meşrutiyet döneminde de bu konuya değinmiş ve Prens Sabahaddin Beyin "adem–i merkeziyet" fikrini "güzel, fakat zamansız" bulduğunu ifade etmiştir.

1911 baskılı Nutuk isimli eserinin ilk sayfalarında yer alan "Prens Sabahaddin Beyin sû–i telâkki olunan güzel fikrine cevap" diyerek yazılan bu mektupta, "Teşebbüs–i şahsi ve hiss–i rekabet"in medeniyet makinasının buharı olduğunu beyan eden Üstad Bediüzzaman, bu iş için zamanın henüz erken olduğunu, ancak hükümetin şimdiden teşebbüsata başlamasının da gerekli olduğunu hatırlatmıştır.

Evet, herşeyin bir tek merkezden idare edildiği bir yönetim biçimi, tıkanmaya ve hantallaşmaya mahkûmdur.

Dolayısıyla, bölünmeye yol açmayacak bir "yerinden yönetim" yapılanmasına gidilmesi gerekiyor. Bunun için, teşkil edilecek olan yerel parlamentolara güvenilmesi icap eder. Vatandaşa güvensizlik duygusu ile, günümüz dünyasında ileri gitmek zorlaşmıştır; daha da zorlaşacak gibi görünüyor.

GÜNÜN TARİHİ 06–12 Mart 1925

Gazete kapatma furyası

D oğu bölgelerinde patlak veren Şeyh Said hadisesi sebebiyle, İstanbul'daki gazete ve dergiler kapatılmaya başlandı.

Kapatmanın hukukî dayanağı, Takrir–i Sükûn Kànunu.

Gazetelerin kapatılmasına karar veren merci ise, Bakanlar Kurulu.

İşte, Bakanlar Kurulu kararıyla 6–12 Mart tarihleri arasında kapatılan gazete ve dergilerden bazıları: Tevhid–i Efkâr, İstiklâl, Son Telgraf, Aydınlık, Sebilürreşad ve İkaz.

* * *

Adı geçen gazete ve mecmualar sadece kapatılmakla da kalmadı, bunların sahip ve nâşirleri de mahkemeye sevk edilerek çeşitli cezalara çarptırıldı.

İstiklâl Mahkemesinde yargılananlardan biri de Sebilürreşad'ın sahibi Eşref Edip Fergan'dı.

Mayıs 1925'te tutuklanan Eşref Edip, Elazığ'da karanlık odalarda, böcek ve haşeratın içinde hapsedilerek, katmerli bir cezaya çarptırıldı.

* * *

Kapatılan mevkutelerden biri de, Velid Ebüzziya tarafından neşredilen Tevhid-i Efkâr gazetesiydi.

Yanda 24 Temmuz 1923 tarihli nüshasının birinci sayfasını gördüğünüz Tevhid-i Efkâr, Lozan Antlaşmasının imzalanmış olmasını "Sulh bayramı" şeklinde tarif ediyor.

Bu da gösteriyor ki, Tevhid-i Efkâr, hem Ankara hükümetini destekliyor, hem de diğer kapatılanların çoğu gibi Millî Mücadele taraftarı bir gazetedir.

Buna rağmen, Şeyh Said hadisesi bahane edilerek, bu gazateler kapatıldı ve sahiplerine ağır cezalar verildi.

Maksat, hürriyetin sadâsını susturmak ve tek parti diktasını yaygınlaştırmak.

Nitekim, bu tarihten sonra sadece mevcut hükümetin meddahı, yalakası ve şakşakçısı olan gazeteler neşriyat yapabildi. Diğerlerin hemen tamamı, yaklaşık 20 sene müddetle susturulmuş oldu.

06.03.2007

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Tesbihat nedir ve nerelerde yapılır?



Murat Er: “Tesbihat nedir ve nelerde yapılır?”

Namazı gerek cemaatle kılalım, gerekse tek başımıza kılalım fark etmez; namazdan sonra tesbîhat yapmak Sünnet-i Seniyyedir. Tesbîhât cemaatle birlikte yapılabileceği gibi, ferdî olarak da yapılabilir.

Tesbihat, Allah’ı zikretmek, noksanlıklardan yüce tutmak ve şükretmek kelimeleriyle özetlenebilir ki, namazın özüdür. Tesbîhâtta otuz üçer defa tekrar edilen “Sübhanallah”, “Elhamdülillah”, “Allâhu ekber” ve “Lâ ilâhe illâllah” mübarek kelimeleri namazın çekirdekleri hükmündedir. Bu kudsî çekirdeklerin namazın içinde de yer alışı, tesbîhât kelimelerinin ibadete ne kadar münasip olduğunu ve manevî hayatımız için ne büyük önemi bulunduğunu anlatır.1

Nitekim Resûlullah (asm) Efendimiz, “Bizim namazımız tesbîh, tekbir ve Kur’ân tilâvetinden ibarettir; onda dünya kelâmı konuşulmaz!” buyurmuştur.2

Muhacirlerden bazı fakir Sahabîler, bir gün Allah Resûlüne (asm) şöyle demiştiler:

“Ya Resulallah! Mal sahipleri yüksek derecelere eriştiler. Bizimle beraber namaz kılıyorlar, oruç tutuyorlar! Bizden ayrı bir de mallarıyla haccediyorlar, umre yapıyorlar, köle azat ediyorlar, sadaka veriyorlar!”

Allah’ın Resulü (asm): “Ben size bir şey öğreteyim mi? Onun sayesinde sizi geçenlere yetişir, sizden sonrakileri de geçersiniz. Hem böylece, sizin yaptığınızı yapanların dışında hiç kimse sizden daha faziletli olmaz!” buyurmuştur.

Ashab-ı Kiram (ra): “Buyurunuz ya Resulallah; öğretiniz!” deyince Resûl-i Ekrem Efendimiz (asm):

“Her namazın ardından otuz üçer defa ‘Sübhânallah, Elhamdülillâh ve Allahuekber’ dersiniz. Sonra da ‘Lâ ilâhe illallahü vahdehû lâ şerîke leh. Lehü’l-Mülkü ve lehü’l-Hamdü ve hüve alâ külli şey’in kadir’ dersiniz; denizköpüğü kadar bile olsa günahlarınız bağışlanır!” buyurmuştur.3

Bedîüzzaman Hazretleri, namazdan sonra okunması sünnet olan tesbih, tazim, tehlil, zikir ve salâvat ifadelerinin, her türlü şerlerden Allah’a sığınma ve Allah’ın isimlerini zikretme duâlarının “velâyet-i Ahmediyenin evrâdı” olduğunu, yani Hazret-i Peygamberin (asm) yolu ve Sünneti bulunduğunu kaydeder.4

Sabah ve akşam namazlarından sonra kabir azabından, şeytan, nefis, dünya ve deccal şerrinden ve fitnesinden, Cehennem azabından ve sair fitne ve kötülüklerden Allah’a sığınmak için okunan “istiâze” duâsı sünnettir. Buna ilâveten okunan zikir, salâvat ve duâlar sünnettir. Cenâb-ı Hak’tan mağfiret ve merhamet istemek; bunu yalnızca nefsimiz için değil, üzerimizde hakkı bulunan hoca ve üstadlarımız için, anne ve babamız için, talebe arkadaşlarımız için ve bütün ehl-i iman için istemek sünnettir. Peygamberimiz Hz. Muhammed (asm) için milyon kere salât u selâmda bulunmak; âl ve ashabına (ra) selâm ve tebrik göndermek ve bütün bunları yaparken sınırlı sayıları aşmak, sınırsızlık ve sonsuzluk belirten “ağaçların yaprakları kadar, denizlerin dalgaları adedince, yağmurların damlaları sayısınca” ifadeleri ile salât, selâm ve bereket duâmızı çoğaltmak Sünnet-i Seniyye’dendir. Cennete girmeyi istemek Sünnet-i Seniyye’dendir.

Tesbih ve zikirlerle ilgili Peygamber Efendimiz’in (asm) müjde dolu haberlerinden bir kaçı şöyledir:

* “Dünyada hiç kimse yoktur ki, ‘Lâ ilâhe illallahü vallahü ekber. Velâ havle velâ kuvvete illâ billâh’ desin de, denizin köpüğü kadar da olsa günahları kendisinden kaldırılmasın.”5

* Ebû Musa el-Eş’ârî (ra) anlatmıştır: Peygamber Efendimiz’le (asm) birlikte bir gazada idik. Döndüğümüz vakit Medine’yi gördüğümüzde Müslümanlar seslerini yükselterek tekbir getirmeye başladılar. Bunun üzerine Resûlullah (asm): “Sizin Rabb’iniz sağır değil! Hazır olmayan biri de değil! O sizin aranızda, develerinizin başları arasındadır. Yâ Abdullah bin Kays! Cennet hazinelerinden bir hazineyi sana öğreteyim mi? ‘Lâ havle velâ kuvvete illâ billah!’tır.”6

* İbn-i Mes’ût (ra) haber vermiştir ki: Resûl-i Ekrem Efendimiz (asm) şöyle buyurdu: “Mi'raca çıkarıldığım gece İbrahim’le (as) karşılaştım. Bana, ‘Ya Muhammed!’ dedi. ‘Benden ümmetine selâm söyle ve onlara bildir ki, Cennetin toprağı güzeldir, suyu tatlıdır! Cennette ağaçlarla dolu ovalar vardır. Bunların dikili ağaçları ‘Sübhânallahi velhamdülillâhi velâ ilâhe illallahü vallâhü ekber’dir.”7

Dipnotlar: 1- Bediüzzaman, Sözler, s. 45 2- Nesâî, Kitabü’s-Sehiv: 20 3- Müslim, Mesâcid: 142 4- Kastamonu Lâhikası, s. 72-73 5- Tirmizî, Daavât: 58 6- Tirmizî, Daavât: 58 7- Tirmizî, Daavât: 59

06.03.2007

E-Posta: [email protected]




Nimetullah AKAY

Bir düşünce yumağı



Her insan inandıklarını ve yaşadıklarını hemcinslerine tavsiye etmek ister. Kimsenin kolay kolay “Ayranım ekşidir” demediği bir hayat seyri içinde yolumuza devam ettiğimiz için (yanlış, doğru) herkes kendi tercihinin doğru ve güzel olduğunu sanmaktadır. Oysa zıt hayatların var olduğu küremizde yapılanların tümü doğru olamaz. Mutlaka yanlışlar, mutlaka eğrilikler vardır. Doğru sanılanların nicesi insanları yanlış vadilere sürüklemektedir.

İstikamet üzere, güzelliklere doğru ilerleyenlerin şen hallerini gören ve tavsiye edenler de vardır. Hakka ciddî mânâda taraftar olanların gerçekleri tavsiye etmesi büyük ehemmiyet ifade etmekle birlikte, yaşadığımız şu geçici dünya hayatında haksızlığı hak bilenlerin sayısı ne yazık ki az değildir.

Ne kadar iyimser olsak da, kötümserliklerin karanlık çukurlarına düşme tehlikesi her zaman bizim için vardır. Çünkü insanlar için “garanti” denilen bir durum bu dünyada yoktur. Hiçbir hayatın yüzde yüz kurtuluş garantisi bulunmamaktadır. Sapma tehlikesi her an ayakları kaydırabilmektedir.

Hiç kimsenin geleceğinden emin olamayacağı bir bekleme salonunda bulunmak insana bazen karamsar bazen de iyimser duygular verdiği gibi, aynen bizler de bu durumda değil miyiz? Yani güzelliklerle çirkinliklerin bitmeyen bir mücadele içinde bulunduğu bir imtihan meydanındayız. Bu keşmekeş âlemden ölümden önce kurtulmanın imkânı yoktur. “Ben imtihana tabi olmuyorum” demenin de mümkünü bulunmamaktadır.

Bir şeylerin farkına varmak için gayret etmek zorundayız. Ve anlamalıyız ki, yeni bir şeyler de keşfetmek zorunda değiliz. Var olanları, keşfedilmiş olanların farkına varabilmek bizim için yeterli olacaktır. İşimiz zor değil, ama işimizi zorlaştırmak isteyenler de az değildir.

Başıboş yaşamanın bir yaşama türü olamayacağının farkına vardığımız zaman, kayıtlı bir hayat arayışı içine girmek zorunda kalacağız. Ve bu zorunluluk kurtuluşumuz olabilir. Çünkü bu dünya hayatında azade olmak bağımlı olmaktan geçmektedir. Hiçbir kayda bağlı olmadan hürriyete ulaşacaklarını sananlar aslında gerçek köleliğin girdabına yuvarlanmaktadırlar.

Emaneti sahib-i hakikisine satmak ve bundan insanın akıl edemeyeceği bir kâr elde etmek gibi akılları hayrette bırakan bir ticaret imkânı varken, insan denilen varlık hangi akılla bu ticaretin semtine bile uğramak istememektedir?

Her doğanın ölümle bu dünya hayatından ayrılması mukadder olduğuna göre, nasıl olur da insanı insan eden bu vakıayı, insanlar hayatlarının en önemli meselesi yapmaz? Aydınlıklar dururken karanlıklara yönelmek, alçaklıkları yükseklere tercih etmek ve gaflet perdesiyle yüzleri kapatmak insanlığın hiçbir yerinde yazılı değildir. İnsanlığın kitabında karanlıkların, alçaklıkların ve gafletin haklılığı yoktur.

Batılın karanlıklarını dağıtmak ve Hakkın hatırını her zaman ve zeminde yüksek tutmak, haksızlığın semtimize ulaşmasından bile rahatsız olmak durumunun önemini bilen insanlar mutlaka çevremizde vardır. Bunlardan olmanın hayata ne derece mânâ kattığını görebilmek için kalb gözünü açmak gerekir. Bununla birlikte insanlığın huzur ve refahı için gerekli ortamın var olduğunu söyleyebilmek de mümkün değildir. Çünkü karanlıklar üzerine bahse girenlerin sayısı da az değildir şu zemin bahçesinde...

İnsan beyninin şeytana tabi olması neticesinde meydana gelen bunalımlı haletlerle insanlığın ulvî hedeflerine ulaşabilmek mümkün görülmemektedir. Çünkü nankörlükte, kâinattaki varlıklar sayısınca ilerleyen hayat sahipleri vardır çevremizde.

İnsanoğlunun hareketlerinin merkezi olan zihnimizi Yaratıcısına değil de, Yaratıcının düşmanına teslim etmek ne derece doğru olabilir? Bu cinayeti işleyen insanla hangi menzil-i maksuda ulaşılabilir?

Bu karanlık dünyada kendilerini yalnız hissedenler ve yalnızlıktan kurtulmak için varlıktan değil yokluklardan medet umanlarla bu dünya gemisinde nasıl yolculuk yapılabilir? Gemilerin asıl görevi selâmet sahillerine yolcularını bırakmaktır. Oysa bunun farkında olmayan, gemilerin pusulasız olduğunu sananlar vardır. Hâsılı o sefine-i Rabbaniyenin, kudsî görevini yapmasını engelleyenler deryaların korkunç dalgaları içinde kaybolmaktan kendilerini zor kurtarabilirler.

06.03.2007

E-Posta: [email protected]




Serdar MURAT

Adalet ona da lâzım oldu



12 Eylül olduğunda Mardin milletvekiliydi Nurettin Yılmaz.

1980’de Barış Dâvâsından dolayı tutuklandı, Diyarbakır Askerî Cezaevine konuldu.

“Beni hazır ola geçirdiler, İstiklâl Marşını oku dediler.

“‘Ben devlette hakimlik, milletvekilliği yaptım. İstiklâl Marşını çok okudum. Ama bu şekilde okumam’ dedim.

“Bunun üzerine Gençliğe Hitabeyi oku dediler. ‘Bu şekilde onu da okumam’ dedim.

“‘Saçlarını keseceğiz’ dediler. ‘Saç benim için önemli değil, ama kestirmem’ dedim.

“Bunun üzerine beni geniş bir salona aldılar. Karanlık ve soğuktu.

“Bir anda vurmaya başladılar. Ne kadar vurduklarını hatırlamıyorum.

“Ağzım, gözüm patlamış, dişlerim kırılmıştı.

“Beni hastahaneye kaldırdılar.”

Felat Cemiloğlu, Diyarbakır’ın köklü ailelerindendi.

Ticaret Odası Başkanlığı yapmış AP’den Belediye Başkan adayı olmuş, 12 Eylül’den sonra Özal kendisini aday göstermişti. Ağabeyi de İsmet Paşanın 2 dönem belediye başkanlığını yapmıştı.

12 Eylül’de tutuklanıp Diyarbakır Askerî Cezaevine konuldu.

“Eşyalarımızı hücreye bırakmamız ve külot üstümüzde kalacak şekilde soyunmamız söylendi. Koridora çıkarıldık. Diğer hücrelerdekilere arkalarını dönmeleri ve yere çömelmeleri emredildi. Bize de birer süpürgeyle ortalardaki bir hücredeki suyun koridora çıkarılması emredildi. Hücre içindeki tuvaletin tıkalı olduğunu ve içeride bir karış kadar suyun içinde pisliklerin yüzdüğünü gördük... Pis suyu, içinde yüzen b..larla birlikte istedikleri hücreye doldurduktan sonra, bu hücrenin eşiği yüksekliğinde bir göl meydana geldi.

Bu suyla yıkanmamız emredildi.

Pislikle birlikte avuçlayarak başımızdan itibaren bu suyla yıkandık.”

Felat Cemiloğlu anlatıyor;

“Hücreye konulduğum 12 Haziran 1982’den sonra İstiklâl Marşının, Gençliğe Hitabenin ve andımız marşlarının tamamını öğrenmeden koğuşlara giremeyeceğimiz söylendi.

Hücrelerde sabah 5.30’da mesai başlardı.

Üst kat hücrelerinden birinden bu marşların her kelimesi bir kişi tarafından tek tek söylenir, bütün hücreler bunu tekrar ederdik. Marşların çok yüksek sesle ve canlı söylenmesi şarttı. Öğlen 12’ye kadar bütün hücrelerde hayat, hazır ol durumunda ayakta, yine yukarı hücrelerden birinin tek tek söylediği marşlarla devam ederdi.”

Sadece marş söyletilmiyordu elbette ki.

“Baba 65 yaşlarında, 1.90 boyundaydı. Oğlu, yirmi beş-otuz yaşlarında ve babasından daha iri ve cüsseliydi.

Evvelâ oğlunu babasına tokatlattılar.

Yavaş tokat vurduğu için hem oğul, hem baba coplanıyordu. Beş on denemeden sonra oğulun babaya vurduğu şiddetli tokatları beğenmediler. Bu kere oğulu babanın sırtına bindirdiler. Bir taraftan babayı copluyor, daha hızlı koşması için zorluyorlardı. Oğul babasının sırtından indikten sonra ağlamaya başladı”

Bir de köpek Co vardı.

“Sırayla Co’ya tekmil verdiriyorlardı. Co’nun karşısında, Felat Cemiloğlu, Diyarbakır, emret komutanım tekmilini çok yüksek sesle ve topuk sesiyle veriyorduk. Co, tekmili beğenmezse havlıyordu. Ve Co’yu memnun edemediğimiz için cezalandırılıyorduk.”

Felat Cemiloğlu, “Eğer yaşlı olmasaydım, cezaevinden çıktıktan sonra direk dağa çıkardım” dediği yerdi.

Burası Türkçe konuşmayı dahi bilmeyen Leyla Zana’nın eşi Mehdi Zana’yı ziyarete gelip giderken yaşadıkları sebebiyle bir numaralı militan olduğu yerdi.

Burası, şimdi DTP’nin Genel Başkanı olan Ahmet Türk’ün, bir ucundan diğer ucuna çırıl çıplak ve dayak yiyerek koşturulduğu cezaeviydi.

Burası Cem Ersever’in, “PKK akademik kariyerini Diyarbakır Askerî Cezaevinde yaptı” dediği yerdi.

İşte oranın mimarı Kenan Evren’di.

Ülkenin en kudretli adamı 12 Eylül’ün lideriydi Kenan Evren.

Ülkenin üzerinden tank gibi geçmiş, Diyarbakır Cezaevinde dayakla marş söyletilmek suretiyle bölücü Kürtlerin vatanperver olacağına inanmış, bugün kendisine “bölücü” diyen Abdülhaluk Çay’a, “Aslında Kürt yoktur. Onlar dağ Türküdür. Karda yürürken kart-kurt sesleri çıktığı için kendilerine Kürt denilmiştir” felsefesine dayanan kitabı yazdırarak, kışlalarda kart- kurt konferansları verdirerek bu işi çözdüğüne inanan Kenan Evren’di.

12 Eylül’ün ülkeye en büyük hediyesi PKK oldu.

Türkiye’nin eyalet sistemiyle yönetilebileceğine ilişkin sözleri sebebiyle Kenan Evren bir kez daha gündemde.

12 Eylül’de ülkeyi bölünmekten kurtardığını düşünen Evren, bu kez bölücülükle suçlanıyor.

O yaşı tutmayan Erdal Eren’i astırarak, “Bir sağdan, bir soldan olsun” mantığıyla Mustafa Pehlivanoğlu’nu darağacına çektirerek adaletini gösterdi. Ülkeyi işkencehanelere çevirip, binlerce gencin sakat kalmasına ya da cezaevinde çürümesine sebep oldu, ama o bu kez adalet ona da lâzım oldu.

Sanırım Evren de kendi adaletiyle yargılanmak istemez bugün.

06.03.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004