Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 06 Mart 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Lahika

ÂYET-İ KERİME MEÂLİ

Yerden de kaynaklar fışkırttık. Takdir edilen tufan için ikisinin de suyu birbirine kavuştu.

Kamer Sûresi: 12

06.03.2007


HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ

Ebû Bekir ve Ömer, peygamber ve resûller hâriç, gelmiş ve geçmiş bütün Cennet halkının yaşlılarının efendisidir.

Câmiü's-Sağîr, c: 1, no: 41

06.03.2007


Evlâdımız vefat ettiğinde nasıl düşünmeli?

(Dünden devam)

İkinci Nokta

Bir zaman, bir zat, bir zindanda bulunuyor. Sevimli bir çocuğu yanına gönderilmiş. O bîçare mahpus, hem kendi elemini çekiyor, hem veledinin istirahatini temin edemediği için, onun zahmetiyle müteellim oluyordu. Sonra, merhametkâr hâkim ona bir adam gönderir, der ki:

“Şu çocuk çendan senin evlâdındır. Fakat benim raiyetim ve milletimdir. Onu ben alacağım, güzel bir sarayda beslettireceğim.”

O adam ağlar, sızlar, “Benim medar-ı tesellim olan evlâdımı vermeyeceğim” der.

Ona arkadaşları der ki: “Senin teessürâtın mânâsızdır. Eğer sen çocuğa acıyorsan, çocuk şu mülevves, ufunetli, sıkıntılı zindana bedel, ferahlı, saadetli bir saraya gidecek. Eğer sen nefsin için müteessir oluyorsan, menfaatini arıyorsan; çocuk burada kalsa, muvakkaten şüpheli bir menfaatinle beraber, çocuğun meşakkatlerinden çok sıkıntı ve elem çekmek var. Eğer oraya gitse, sana bin menfaati var. Çünkü padişahın merhametini celbe sebep olur, sana şefaatçi hükmüne geçer. Padişah onu seninle görüştürmek arzu edecek. Elbette görüşmek için onu zindana göndermeyecek, belki seni zindandan çıkarıp o saraya celb edecek, çocukla görüştürecek—şu şartla ki, padişaha emniyetin ve itaatin varsa...”

İşte, şu temsil gibi, aziz kardeşim, senin gibi mü’minlerin evlâdı vefat ettikleri vakit şöyle düşünmeli:

“Şu veled mâsumdur; onun Hâlıkı dahi Rahîm ve Kerîmdir. Benim nâkıs terbiye ve şefkatime bedel, gayet kâmil olan inâyet ve rahmetine aldı. Dünyanın elemli musibetli, meşakkatli zindanından çıkarıp Cennetü’l-Firdevsine gönderdi. O çocuğa ne mutlu! Şu dünyada kalsaydı, kim bilir ne şekle girerdi! Onun için ben ona acımıyorum, bahtiyar biliyorum. Kaldı kendi nefsime ait menfaati için, kendime dahi acımıyorum, elîm müteessir olmuyorum. Çünkü dünyada kalsaydı, on senelik muvakkat elemle karışık bir evlât muhabbeti temin edecekti. Eğer salih olsaydı, dünya işinde muktedir olsaydı, belki bana yardım edecekti. Fakat vefatıyla, ebedî Cennette on milyon sene bana evlât muhabbetine medar ve saadet-i ebediyeye vesile bir şefaatçi hükmüne geçer. Elbette ve elbette, meşkûk, muaccel bir menfaati kaybeden, muhakkak ve müeccel bin menfaati kazanan, elîm teessürât göstermez, meyusâne feryad etmez.

Üçüncü Nokta

Vefat eden çocuk, bir Hâlık-ı Rahîmin mahlûku, memlûkü, abdi ve bütün heyetiyle onun masnuu ve ona ait olarak ebeveyninin bir arkadaşı idi ki, muvakkaten ebeveyninin nezaretine verilmiş. Peder ve valideyi ona hizmetkâr etmiş. Ebeveyninin o hizmetlerine mukabil, muaccel bir ücret olarak, lezzetli bir şefkat vermiş.

Şimdi, binden dokuz yüz doksan dokuz hisse sahibi olan o Hâlık-ı Rahîm, mukteza-yı rahmet ve hikmet olarak o çocuğu senin elinden alsa, hizmetine hâtime verse, surî bir hisse ile, hakikî bin hisse sahibine karşı şekvâyı andıracak bir tarzda meyusâne hüzün ve feryad etmek ehl-i imana yakışmaz, belki ehl-i gaflet ve dalâlete yakışıyor.

Mektubat, 17. Mektub, s. 78-81

–Devam edecek–

06.03.2007


Hayatın sınırları ve musibetler

Kâinatta bir ölçü ve nizam var. Her şeye bir sınır tayin edilmiş. Her hadise bir ölçü ve düzen içinde tanzim edilmiş. Kudret-i İlâhî tarafından, Güneş semanın öyle bir noktasına yerleştirilmiş ki, ısısı ve ışığı fayda versin. Güneş dünyamıza çok az biraz uzak veya yakın olsa hayat çekilmez bir hal alabilirdi. Dünyamız ise atmosfer tabakası ile öyle harika bir şekilde sarılmış ki, yapısında ve tabakasında en küçük bir bozukluk olsa dünya yüzündeki hayattan istifa edebilirdik.

Dünya yüzündeki hayat ise mükemmel bir ölçü ve düzen içinde Rahmet-i İlâhî tarafından devam ettirilir. En küçük bir düzensizlik ve eksiklik görülmez. Her şey yerli yerinde, her şey mükemmel bir düzen içindedir. İşte sürekli soluduğumuz hava. İçindeki azot ve oksijen dengesi biraz olsun bozulacak olsa hayat biter. Su, ısı, ışık, toprak ve diğer nimetler de aynı şekilde. Yani her şey bir düzen ve nizam ve ölçü içinde. Her şeye bir sınır konmuş. Her bir unsura bir sınır ve ölçü tayin edilmiş.

Bu kadar ölçü ve düzen içindeki hayatın merkezine ise insan konulmuş. Yaşadığı çevrenin her bir unsuru bir ölçü ve düzen içinde olur da, insan bu umumi kanun ve düzenin dışında tutulur mu? Elbette ki tutulamaz. İnsan da bir ölçü ve nizam içinde yaratılmış. Ancak fiilî davranışlarına fıtrî bir sınır da konmamış. Yani insan diğer mahluklardan farklı olarak iyi veya kötü istediğini yapmakta serbest. Elbette ki davranışlarından da sorumlu olacak.

Fakat hayatın düzenli ve doğru bir şekilde devam edebilmesi için bir takım sınırların bulunması gerçeği de açık. Evet, belki fıtrî bir kayıt yok, ama hayatî kayıtlar var. İşte bu kayıtlardan ve sınırlardan birisi de musibetlerdir.

Hayatın içine musibetlerin girmesinin bir çok hikmetleri olmakla birlikte, mühim bir hikmeti hayatın doğru bir şekilde devam etmesi için sınır özelliği olmasıdır. Yani musibetler insan hayatı için çok önemli sınır değerleridir.

Meselâ zehir içmek insan hayatı için tam bir musibettir. Çünkü hayatı bitirir. Bu sebeple zehir içmek yasaktır. Hayatın devamı için su iç, şerbet iç, süt iç, meyve suyu iç, ama zehir içme. Niçin? Hayatın sona erer de, onun için. Peki bunun böyle olduğunu nasıl anlarız? Tecrübelerimizden ve diğer insanların tecrübesinden. Zira biliriz ki, bir insan zehir içmiş, ya ölmüş veya hasta olmuştur. İşte bir insanın başına gelen böyle bir musibet diğer insanlara bir ikaz olur, bir sınır olur.

Meselâ bir yağmuru ele alalım. Yağmurda ıslanan bir kişi, hasta olur ve yataklara düşer. Hatta bazen zaturre olur ve ölür. İşte bunu bilen bir insan öyle durduk yere yağmurda ıslanmaya kalkışmaz. O rahmet damlalarını pencereden seyreder, içine girmez. Neden? Yağmurda ıslandığı zaman hasta olacağını bilir de, ondan.

Aynı şekilde ateşi ele alalım. Ateş insan için faydalı bir unsurdur. Ama elinizle ateşi tutarsanız sizi yakar. Bu da bir insan için musibet olur. Bunu bilen bir insan ateşe ancak sıcaklığını hissedecek şekilde yaklaşır. Yakacak şekilde onunla irtibat peyda etmez. İşte bu durum insan için sınır bir değerdir. Yanma neticesinde meydana gelen yaralanma, yanma, hatta ölümler bunu ikaz ederler.

Hayatımızın her safhasında böyle sınırlarla karşılaşırız. Günlük yeme-içme faaliyetlerimizi bir düşünelim. İnsan yemek konusunda ölçüyü kaçırdığı zaman hastalık denen musibetlerle karşılaşmaya başlar. Vücudun dengesini bozar, bir çok hastalığa dâvetiye çıkarır. İşte bunlar birer musibettir. Bunun için insan hastalık musibeti ile çizilen çizgiye dikkat etmeli. Aksi takdirde hayat yükü oldukça ağırlaşır.

Bu saydığımız misâlleri diğer musibetlere de uygularsak çok önemli sınırların olduğunu görürüz. Evet insanın duygu, istek ve fiillerine yaratılıştan bir sınır konmamış. Ama hayatın devamı için dinler vasıtası ile bazı temel kurallar getirilmiş ve musibetler vasıtası ile bazı fıtrî sınırlar çizilmiştir. İnsan bu temel kurallara ve musibet sınırlarına dikkat ederek yaşarsa hayatında mutlu olur ve yaşamaktan lezzet alır. Aksi takdirde maddî ve manevî musibetlerin pençesinde acı çeker. Öyleyse yapılacak şey, hayatın sınırlarını iyi anlamak, musibetlerin mesajını iyi okumaktır.

Halil AKGÜNLER

06.03.2007


Robot Dexter hayranlık uyandırıyor, ya insan!

“ABD’de üç mühendisin kurduğu bağımsız bir

araştırma grubu olan Anybots’un 6 yıllık çalışmasının ürünü olan Robot Dexter, yürümeyi hatalarından ders alarak öğreniyor. İlk kez ayağa nasıl kalkacağını keşfettikten sadece birkaç gün sonra ilk adımlarını atmaya başlayan Dexter, verilen bilgileri analiz ederek hareketlerini buna

göre ayarlıyor.” (aa)

İnsanoğlu ne garip bir varlık. Planını kendisinin yaptığı bir robotun, yüklenen program dahilinde kendiliğinden ‘öğrenerek yürüme’sine hayranlık duyabiliyorken, kendi yürümesinden gaflet edebiliyor. Peki insanoğlunun kendi ‘yürümesi’, bu robotunkinden daha mı basittir acaba?

İmam-ı Rabbanî’ye demişler: “Bize bir kerâmet göster” O da kalkmış, yürümüş. Demişler: “Hani kerâmet?” “İşte kerâmet ya, yürüyorum. Bundan daha büyük bir kerâmet olur mu?”

İmam-ı Rabbani’nin bu sözü, sahip olduğumuz nimetlerin, Allah’ın birer ikramı olduğunu ders veriyor. Ne var ki alışkanlıklarımız, ülfetimiz çoğu kere bu gerçeği örtüyor.

Yürümek, hakikaten kerâmet, yani Allah’ın ikramı bir fiil. Yoksa bize bırakılsa, kendi gücümüzle başarabileceğimiz bir iş değil. Zira insan isteyerek yaptığı fiillerinde bile kendi dahlinin, güç ve iradesinin ne kadar az, hatta ‘hiç’ olduğunu biraz düşünse anlayabiliyor.

Bediüzzaman “insanın düşünmek, söylemek ve yemek gibi en zâhir ef’âl-i ihtiyariyesinden (isteyerek yaptığı fiillerden) yüz cüz’ünden onun dest-i ihtiyarına (iradesine) verilen ve daire-i iktidarına (gücünün dairesine) giren, yalnız meşkûk (şüpheli) tek bir cüzdür. Böyle en zâhir fiilin yüz cüz’ünden bir cüz’üne mâlik olmayan, nasıl kendine mâliktir denilir?” der.

Evet, yürümek de—düşünmek, söylemek ve yemek gibi—’bize ait’ sandığımız, hakikatte belki de yüzde bir hissemizin bile olmadığı fiillerden. Ne var ki çoğu kere bundan gâfiliz. Hem de kusursuz yaratılışımızı unutup, Robot Dexter’e hayranlık duyacak kadar!

İsmail TEZER

06.03.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004