Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 28 Aralık 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Murat ÇETİN

Kurban güzellemesi



Elinde kurbanlıkla, dört mevsimi gezersin; ne güzelsin.

Kimin umrunda, birileri seni suç saydıysa. Oluk oluk insan kanının aktığı filmleri, sanat adına alkışlayanlarca, katliam gibi sunulduysan… Kimin umrunda.

Kimi zaman güneş vurur üstüne, kimi zaman yağmur damlası düşer. Bazen ılık bir rüzgâr eser, bazen bir kar tanesi düşer… Ne güzel…

Biz seninle öğrendik paylaşmayı. Aç insanları doyurmayı ve bunu reklam malzemesi yapmamayı, hatta gurur bile duymamayı.

Kimi zaman Temmuz’dasın, okullar tatilken gelirsin. Kimi zaman Martta, Nisandasın, sen tatili getirirsin. Kimi zaman, bizim yıllarımızdan birine bir ayağını, diğerine diğer ayağını koyup, iki seneyi birden seyredersin… Ne güzelsin.

Birileri senden utanırsa utansın. Biz seni sevdik. Sen bizim çocukluğumuz oldun, gençliğimiz, ihtiyarlığımız. Hatıramız ve geleceğimiz, özlemimiz ve kavuşmamız oldun.

Bazen babalar gününde, bazen anneler gününde, bazen Cumhuriyet Bayramında geldin. Bazen üşüyerek, bazen terleyerek karşıladık seni. Yanında kurbanlıkla yüzümüze hep gülümsedin… Ne güzelsin.

Aç insanların varlığından bile habersiz, onların bir yıllık masrafını bir öğünde yiyenlerce kınandıysan, kime ne. Biz sende toklukla beraber açlığı, doymakla beraber doyurmayı öğrendik. Biz hiç, vur patlasın çal oynasın eğlenmedik belki, ama Bayram namazına giderken açılmaya çalışan gözlerimizdeki huzuru da hiçbir şeye değişmedik.

Sen bazen ilkokul önlüğüyle, bazen iş kıyafetleri içinde, kimi zaman gelinlik/damatlıkla, kimi zaman kot pantolon/tişörtle yakaladın bizi. Ne sosyal statümüzle, ne gelir dağılımından başımıza düşen hisseyle, ne eğitim seviyemizle ilgilendin. Ne güzelsin.

Bizi sürekli sınıflandıran, ismimizin önüne sıfatlar takan, kimimizi birinci, kimimizi ikinci sınıf sayan, kimimizi insan bile saymayanlar seni anlamıyorsa, bize ne.

Biz seni dört mevsim, 12 ay sevinçle beklemeye devam edeceğiz. Güneş de açsa, kar da yağsa bekleyeceğiz.

28.12.2006

E-Posta: [email protected]




Davut ŞAHİN

Forum



“İsimlerin mânâsı” adlı yazımıza olumlu eleştiriler geldi. Haydi mütevazı olmayalım: yazı çok ses getirdi. Yazıda; bir televizyon dizisinde Allah’ın 99 ismini kötü karakterlerde nasıl kullanıldığına işaret etmiştik.

Makale, “haber7.com sitesinde yayınlandıktan sonra, şu ana kadar tam 108 yorum gönderilmiş.

Ben o yorumları seçerek nazarınıza sunmak istiyorum. Çünkü içlerinde bizim de gözümüzden kaçırdığımız bir takım bilgiler mevcut.

Mehmet Diğrenci:

“Yazarın yer verdiği mektuba katılmaktayım. Ama şunu da görmeliyiz, isimler tesadüfi olarak seçilmiş olmayabilir. Anadolu’da bu isimler İslâmdan, Kur’ândan olduğu için konulmuştur. İsim seçmede bu kadar dikkatli olan milletim çocuğunu yetiştirirken nedense dikkatli değil.”

Elvan Küçük:

“Herkese görev düşüyor. Bu tür dizilerde dinimize göre küfür sayılan birçok şey espriyle karışık veriliyor. Dinimize göre küfür söz işiten Müslümanın eliyle, imkân yoksa diliyle, o da mümkün değilse kalbiyle karşı gelmesi, yani buğz etmesi gerekiyor, onun için de çok uyanık olması gerekiyor. Konunun hassasiyetini anlayanlara birkaç sözüm var. 1- Konuyu okuyup yorum yazmakla bırakmayıp RTÜK, Diyanet başta olmak üzere ilgili bütün kuruluşlara ve uyanması için bütün mail grubunuza gönderin. 2- En iyisi bu kanalları izlememek, ama ola ki izlediniz uyanık olun, bakın söz nereden geliyor, nereye gidiyor. Bu konuda olduğu gibi, kötü karakterlerin isimleri özellikle mi kutsal seçilmiş? Biz kendimize saygı duymazsak, başkasının bize saygı duymasını beklememeliyiz. Kendimize, ailemize ve değerlerimize sahip çıkalım.”

Selvi Kaynarca:

“Bir başka zaviyeden... atv’nin sadece Avrupa Yakası’na bakılsa zannediyorum nasıl bir çaba içerisinde olduğu farkedilecektir. Bu milletin din ve diyanetine ters düşmeyen tek sahnesini yakalayan gelsin beri.”

Celalettin Aral:

“Türk sineması ve televizyonlar yıllardır bu işi yapıyor, örnekler sayılamayacak kadar çok. Biz İslâm dinini, dindarı, tarihi kötüleyen filmlerle büyüdük. Batıdan gelen herşeyin modern olduğu düşüncesi bilinçaltlarımıza yerleştirildi. Bize ait her değer ise, ikinci sınıf muamelesi görüyor.”

Didi Bey:

“Teşekkürler, tespit doğru, çok ince bir ayar. Ki zamanında bunlar Ramazan, Şaban, Bayram, Recep gibi isimleri de bu şekilde dile düşürdüler. Amaçları belli... Uyanmak lâzım.”

Gül (rose):

“Bu konu buraya taşındığı için çok teşekkürler.. Bir ek de benden: Tacettin dinin tacı demek, ama Sihirli Annem dizisinde bir köpeğe, ‘Tacettin gel buraya’ diye sesleniliyor... Ne olur, buna bir dur diyelim!”

Nevval Kale:

“Tam yerinde bir yorum… Tebrikler… Bu durum benim de kafamı son zamanlarda kurcalamaya başlamış ve yakınlarıma bu konudan bahseder olmuştum... Ki karşıma bu güzel yazı çıktı. Arkadaşımı tebrik ediyorum. Bizler bu duruma göz yummayalım, gözümüzü açıp neler dönüyor ortalıkta görelim.”

Selim Bakır:

“Yıllarca bizleri Kemal Sunal’ın oyunculuğuyla, Aziz Nesin’in yapıtlarını oynatarak dini istismar etmediler mi? Hacıyı, hocayı üç kâğıtçı gibi göstermediler mi? Bu da onların bir parçası.”

Mecit Han Okumuş:

“Bakın film, dizi ve birçok programa bizim için gerçekten önem taşıyan değerler bir takım istismarlarla ne kadar da haklı ve yapılmasında sakınca olmadığına dair bir izlenimi insanlarımıza veriyor. Ve bunu bir çok kimse farketmiyor bile. Şu an bu film, dizi ve programları bir gözden geçirin, bir zamanlar konuşulması bile ayıplanacak şeyler çok doğal ve normalmiş gibi işleniyor. Şahsen bunun çok programlı ve özenli bir şekilde yapıldığı kanaatindeyim. Son dönemlerde ülkemizde olan ve yaşanan iğrenç ve tiksindirici olayların başka bir açıklaması yok diye düşünüyorum.”

Mirza Budarnayev:

“Recep, Şaban ve Ramazan gibi isimler de devamlı gırgır geçmek için kullanılan ve aşağılanan isimlerdir. Bunların kasıtlı olarak yapıldığını biliyoruz. Bu; sistematik bir yıpratma, aşağılama harekatıdır.”

Sabri Çağlayan:

“Şaban ismi tarihe gömüldü. Hiç siz kılığı düzgün bir imam figürü gördünüz mü? Ya başı kapalı kesime verilen roller. Müslümanlığı yok etmek için var güçleriyle çalışanlar her yolu denemekte, dejenere etmekteler. Bizlerin hoşgörülü dünya anlayışımız, bizi yok etmek isteyenlerle taviz verici diyaloglarımız. %99 olan Müslüman oranını kısa bir sürede %95’lere düşürmüş bulunmakta. Bu gidişte de Müslümanlar ciddi bir azınlıkta kalacaklar. Çünkü Bulgaristan’ın zorla yapamadığını, bizler gönüllü olarak yapıyor ve çocuklara verilen isimleri duydukça titriyoruz.”

28.12.2006

E-Posta: [email protected]




Serdar MURAT

Meclisteki gerginliğe dikkat



Siyasette ne zaman gerginlik tırmansa, o zaman elimiz yüreğimizde oluyor.

Çünkü bu konuda siyasî tarihimizde yaşanmış birçok ürkütücü örnek var.

Siirt Milletvekili Abdurrezzak Yavuz’u böylesine gergin bir ortamda kaybetmiştik.

Hakeza Şanlıurfa Milletvekili Fevzi Şıhanlıoğlu da yine böyle bir ortamda hayatını kaybetti.

Cumhurbaşkanlığı seçimi öncesinde siyaset davul derisi gibi gerildi.

Çok gergin deriye tokmak çalarsan, davul bir yerden patlar.

O zaman uzaktan da olsa hoş gelmez patlak davulun sesi.

* * *

Halit Paşa İstiklal Savaşının kahraman komutanlarındandı.

Savaşlara girmiş, birliklere kumandanlık etmiş sözünü dudaktan gözünü budaktan esirgemeyen yiğit bir Osmanlı Paşasıydı.

Yiğit insanların bir yanı da saf oluyor. Biz şimdi ona saflık diyoruz da işin aslı “yiğit adam kahpelikten anlamıyor.”

Aynen Kâzım Karabekir Paşanın, Ali Fuat Cebesoy’un anlamadığı gibi...

Halit Paşa’nın bu tür cesur çıkışları birilerinin canını çok sıkmıştı. Ona kahpe bir tuzak kurdular.

Halit Paşa gibi bir milletvekili vurulmuş, ancak Mecliste ne bir polis, ne bir zabıta bulunamamış, bir masanın üzerine yatırılan Halit Paşa kan kaybından hayatını kaybetmiştir.

Ermenistan Fatihi, Kars’ı kurtaran kahraman Halit Paşa, Cumhuriyetin üç Ali’sinden biri olan Kel Ali tarafından ortadan kaldırılmıştır!

Geçmişte de aralarında bir gerginlik yaşanan Kel Ali, Halit Paşa’dan intikamını onun asabi bir zamanında Elaziz Mebusu Deveci Hüseyin Beyle kavgaları sırasında onu sırtından vurmuştur. Öyle ki Halit Paşa yaralı halinde, “Hüseyin’i altıma aldım, ama Rauf beni vurdu” demek suretiyle ilk zamanlarda kendini vuranın Rize Mebusu Rauf Bey olduğunu düşünmüştür.

Trabzon Milletvekili Ali Şükrü Bey de yine böyle bir tertibe kurban gitmemiş miydi?

Cumhuriyet tarihinin en demokratik Meclisi olan 1. Meclis’te muhalefet de ki 2. grubun önde gelen isimlerindendi Ali Şükrü Bey.

Mustafa Kemal’in muhafızlarından Topal Osman Ağa tarafından koluna girilerek kahve içme bahanesi ile götürülüp, “Papazın Bağı”nda boğularak öldürülmüştü.

Ne zaman birinci Meclise gitsem, Erzurum Mebusu Hüseyin Avni bey’in, “Ey kâbe-i millet!.. Sana da mı bu taarruz” diye feryat eden sesini işitirim kürsüden.

* * *

1991 seçimlerinde DYP ile ANAP arasındaki mücadele sebebiyle Türkiye çok gergin bir seçim atmosferinden geçmişti. Meclis’in ilk günlerindeydi. Seçim meydanlarının gergin havası TBMM’ye yansımıştı. Kuliste karşılaşan Siirt milletvekilleri Zeki Çelik ile İdris Arıkan’ın kavgasını ayırmak isteyen Abdurrezzak Yavuz, Arıkan’ın tabancasından çıkan kurşunlarla hayatını kaybetti.

Fevzi Şıhanlıoğlu’nun ölümü ise neredeyse göz göre göre gelen bir cinayetti.

DSP-ANAP-MHP koalisyonu muhalefetin sesini kısmak için Meclis İçtüzüğünden bir düzenleme getirmişti. DYP buna karşı mücadele veriyor, DSP’li Meclis Başkanvekili Ali Ilıksoy ise iktidarın kurşun askeri gibi Meclisi yönetiyordu. İşte DYP’lilerin mikrofonu kapatıp engelleme girişiminde bulunduğu bir sırada dönemin Başbakanı Ecevit, “Okut oyla” talimatını verdi. Millî Eğitim Bakanı Metin Bostancıoğlu, “Ali okut, oyla” diye pusula gönderdi. MHP’li Cahit Tekelioğlu ise yumruklarını konuşturdu. Meclie verilecek ara ile ortamın yatıştırılması mümkünken, iktidarın hırsı Şıhanlıoğlu’nun ölümüne yol açtı.

* * *

Bu tür gerginliklerden ders çıkarmak gerekiyor.

Siyasî tarihimizin kritik dönemlerinde ya da siyasetin gerildiği anlarda hep birileri hesaplarını gördüler.

Gergin ortamdan yararlanarak ya birilerini ya da bir devri tasfiye ettiler.

Bu kez çok daha kritik bir noktadayız.

Önümüzde Cumhurbaşkanlığı seçimi var.

Sauna çetesini, Atabeyleri unutmadık daha… Başbakanın evinin krokilerini ders amacıyla çizdikleri yalanlarına da karnımız tok.

Konya’da bir çocuğun testislerinden rejim krizi üretmek isteyenlerin bu tür ortamları akbabalar gibi beklediklerinden kuşku yok.

Bütçe görüşmeleri sırasında Baykal’ın ettiği densiz bir lâf Meclisi karıştırdı.

Görüldü ki, birçok milletvekili o anki duygularıyla hareket ediyorlar.

Erdoğan ve Baykal başta olmak üzere liderlerin bu durumu dikkate alması gerekiyor.

28.12.2006

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

“Topyekün savaş”çılar nerdesiniz?



Ülkemizde zaman zaman, ‘topyekün savaş’ kampanyaları açıldığına şahit oluruz, ancak bu savaşlar yanlış kişi ve ‘düşman’lara karşı açıldığı için netice alınamaz. 28 Şubat sürecinde de ‘irtica’ya karşı savaş açılmış, ancak bu savaştan ülke ve millet zarar görmüştü.

Topyekün bir savaş açılmasına ihtiyaç var, ama ‘düşman’ı iyi tesbit etmek şartıyla. “Türkiye’nin en büyük düşmanı nedir?” diye sorulsa, cevap olarak “alkol ve uyuşturucunun temsil ettiği zararlı alışkanlıklar” denilmelidir. Eğer ‘düşman’ı bu şekilde tesbit edebilirsek, kalıcı çareler bulabiliriz. Bunu yapıp, ‘düşman’ı tesbit noktasında birleşemezsek, cemiyeti tehdit eden tehlikeleri ortadan kaldıramayız.

Nesilleri ‘inanç’tan uzak tutmak için, yıllar önce ekilen ‘şer’ tohumları ne yazık ki günümüzde sümbül vermek üzere. Son günlerde medyayı meşgul eden haberlere bakıldığında cemiyetin içten içe çürüme tehlikesi geçirdiğini söyleyebiliriz. Pek çok yerde yaşanan hadiseleri sıralamak ve hatırlatmak bile tehlikeli olmaya başladı. Alkol ve uyuşturucunun sebep olduğu faciaların yanı sıra, taciz ve daha çirkin hadiseler de çocuklarımızı ve dolayısı ile cemiyeti tehdit ediyor.

“Gaflet içindeki büyük kafalar” cemiyeti tehdit eden ‘düşman’ın farkında değiller. Meselâ; ilmen ve tıbben, alkollü içkilerin insan sağlığına zararlı olduğu biliniyor. Şükür ki, şu ana kadar ‘Alkol zararlı değil, çok faydalıdır’ diyen ‘uzman’ları duymadık. Ancak buna rağmen, “Alkollü içki içilmesin” denildiğinde bazıları ‘laikliğin’ elden gideceğini ileri sürebiliyorlar. Alkollü içki içilmemesiyle ‘laiklik’ elden gitmez, ama gitse bile ‘laiklik’ ile ‘insanlık’ tercih edilecek olsa hangisini tercih etmek gerekir?

Türkiye’nin, topyekün savaş açacağı düşman, alkollü içkilerin temsil ettiği ‘kötülükler’dir. Alkollü içkilerin sebep olduğu ‘zarar’ları saymakla bitiremeyiz. Bu kötü alışkanlığın zararlarını en iyi alkolikler bilir. Konuyla ilgili birbirinden farklı istatistik rakamları var. Meselâ, Dünya Sağlık Teşkilâtının 2005 verilerine göre Türkiye’de 4 milyon alkolik, 13 milyon da alkole meyilli insan var. (Aksiyon, 25 Aralık 2006)

Yeşilay’a göre de, 2006’daki şiddet olaylarının yüzde 50’si alkolden kaynaklanmış. Türkiye dahil 30 ülkeyi kapsayan araştırmaya göre ise intiharların yüzde 90’ı, cinayetlerin yüzde 85’i, boşanmaların yüzde 80’i, tutuklanmaların yüzde 78’i, hırsızlık ve yankesiciliğin yüzde 71’i, trafik kazalarının yüzde 70’i, işe gitmemelerin yüzde 60’ı alkolden kaynaklanıyor. Bu ‘liste’ye bakınca, “Geriye başka ne kötülük kaldı” diye düşünmez misiniz?

Peki, ‘düşman’lığı tescillenmiş alkole karşı yürütülen ‘savunma’ya ne demeli? Gazetelerde ve sinemalarda gizli ya da açık, alkollü içki remlamlarının hâlâ devam ediyor olmasını izah edebilecek bir ‘yetkili’ var mıdır? Kötülüğün önünü kesmek bu kadar zor mudur?

Yakın zaman önce, iyi niyetinden şüphem olmayan bir milletvekiline bu durumu hatırlatıp serzenişte bulundum. Ne dese beğenirsiniz? “Alkollü içki reklâmlarının gazetelerde yapıldığını bilmiyordum, ilk defa sizden duydum.” Bu cevap karşısında, “Herhalde benimle dalga geçiyor” diye düşünmeden; “Peki o zaman, lütfen bu belâya bir çare bulun, bulunmasına vesile olun” diyebildim.

Alkollü içkileri “gerçek düşman” olarak bilelim ve el birliğiyle bu düşmana karşı mücadele edelim.

28.12.2006

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Haccın kazandırdıkları



Cenâb-ı Hak, Hz. İbrahim’e (a.s.) hitaben, “İnsanlara haccı ilân et ki, yaya olarak, yahut uzak yollardan gelen yorgun düşmüş develer üzerinde sana gelsinler. Tâ ki, orada dünyalarına ve âhiretlerine ait faydaları bulsunlar” buyurur.

Diğer peygamberlerce de uygulanarak gelen, İslâmın da beş şartı içerisinde yerini alan, Hz. İbrahim’e (a.s.) hitaben söylenen bu ifadeler, Hac Sûresinin 27 ve 28. âyet meâlleri. Bu âyetler, haccın, insanlık dünyasındaki yerini göstermesi bakımından büyük önem taşır. Namaz, oruç, zekât gibi hac da tarih boyunca insanlık için vazgeçilmez ibadetler arasında yerini almıştır.

Demek hac insanlar için o kadar önemli, lüzumlu, faydalı bir ibadet ki nesiller boyunca emredilerek gelmiş. Demek insanlara çok şeyler kazandırmakta. İmkânları olan mü’minler bu eğitimden geçmek zorundalar. Onun önemli mesajlarına kulak vermekle mükellefler.

Hacda günahlardan arınma; mânen yükselme ve olgunlaşma vardır. Herşeyiyle Rabbine teslim olan insan, hac esnasında âdetâ melekleşir. Rıza-yı İlâhiyeye, rahmete, bağış ve mağfirete ermenin hazzını yaşar.

Cenâb-ı Hak, hac vesilesiyle fedâkârlıklara katlanan, mânen temizlenen, olgunlaşan, bilhassa Arefe günkü duâları Arş-ı Alâya yükselen kullarını meleklerine göstererek, “Bakınız, işte benim kullarım! Sırf Benim rızam için uzak yollardan geldiler. Toza toprağa belendiler, terleyip kirlendiler, nice sıkıntılara katlandılar. Benim rahmetimi umuyor, azabımdan korkuyorlar. Halbuki onlar Beni görmediler. Acaba görmüş olsalardı ne yaparlardı? Siz şahit olun ki Ben onları bağışladım”1 buyurur.

İnsan hac esnasında ahiretin yolcusu olduğunu daha yakından hissetmeye başlar.

Hac tek vücut olmanın, kenetleşmenin, dayanışma ve yardımlaşma içinde olmanın en güzel örneklerinden biridir. İslâm dünyasının mânevî bir kongresidir. Bu kongreye katılan hacılar ülkelerinin güzelliklerini, mükemmelliklerini olduğu kadar sıkıntılarını, problemlerini de teşrih masasına yatırma imkânı bulurlar. Birlikte çözümler aranır. Yardımlaşma ve dayanışma duyguları harekete geçer; dertler diner, problemler sona erer.

Bu güzel duygularla haccını yapan kimseler için Resûlullahın şu müjdesi ne kadar güzeldir: “Kim ki Kâbe’ye gelir; bu esnada kötü söz söylemez, büyük günahlardan çekinir, küçük günahları işlemekte ısrar etmezse, günahlarından arınmış olarak anasından doğduğu günkü gibi ter temiz olarak döner.”2

Dipnotlar:

1- Buharî, Hac: 4; Müslim, Hac: 438.

2- Mişkâtü’l-Mesâbih, 2:797.

28.12.2006

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Sağlıklı, müreffeh toplum imanla oluşur



İbadetin ruhu, bir anlamda yakıtı, elektriği ihlâstır. İhlâs, bir ibadetin sırf Allah rızası gözetilerek yapılmasıdır. Diğer faydalar ve güzellikler, onu ancak teşvik edebilirler.

Hakim-i Mutlak, yarattığı her şeye pekçok özellikler takmıştır. Meselâ, bir meyveye, A, B, C gibi belli oranlarda vitamin depolanmış. (Çileğin 20’ye yakın özelliği sıralanır.) Bunun gibi yarattığı herbir varlığa onlarca, yüzlerce, binlerce vazife ve hikmet takmıştır. Meyvelere çeşitli vitamin; ağaca yaprak, dal, meyve; hava sahifesine pek çok işler yüklemiştir. Aynen bunun gibi, emrettiği ibadetlere de sayısız ferdî, içtimâî, ahlâkî, hatta ekonomik güzellikler, özellikler takmıştır. Zira, Cenâb-ı Hak değil bizim ibadetimize, hiçbir şeye muhtaç değildir. Ama, biz ibadete muhtacız.1

Buna binaen, abdest, namaz, oruç gibi ibadetlerde aklın, kalbin, ruhun, duyguların büyük bir rahatı; bedenin, organların istifadeleri vardır. Allah’ın emirlerini yapmaktan ve nehiylerinden sakınmaktan ibaret olan ibadetle, vicdanî ve aklî olan imanî hükümler terbiye ve takviye edilir, eserleri ve tesirleri güçlü olur. İslâm âleminin bugünkü perişan hali, iman zaafiyeti ve ibadetleri îfâ etmemesindendir. Çünkü, ibadet, dünya ve ahiret saadetlerine vesile olduğu gibi, maaş ve maade, yani dünya ve ahiret işlerini tanzime sebeptir ve şahsî ve nev’î kemâlâta vasıtadır ve Halık’la abd arasında pek yüksek bir nisbet ve şerefli bir rabıtadır.2

Şu halde, ibadetlerin dünya işlerimizde de, yani, meselâ hem sağlığımızda, hem de ekonomi üzerinde olumlu etkileri olmalıdır.

Abdest: Tıbben, dolaşım, bağışıklık sistemine, vücuttaki statik elektriğin giderilmesine katkıda bulunur; kalb basıncına nefes aldırır. Böylece beyin ve bütün sinir sistemi uyuşukluktan kurtulur. Bundandır ki, psikolojik rahatsızlıkların tek tabiî ilâcı olarak duş (gusül) tavsiye edilir.

Namaz: Namazdaki hareketler, vücut sağlığı açısından pek çok hikmetleri ihtiva etmektedir. Meselâ; beynimizin faaliyetleri tıp otoritelerince şöyle tesbit edilmiş:

Beyin zarı: Vücut hareketlerini kontrol eden merkez. Aynı zamanda duyu merkezidir. Omuriliğin hissî mesajları küçük beyne gelir. Burada hepsi birbiriyle düzene konur. Kas hareketlerinin yapılmasını sağlayan sistem sayesinde, omuriliğe ve kaslara mesajlar iletilir.

Hareket, bir mânâda spor, vücuda şu faydaları sağlıyor: Mukavemet, hareket, kuvvet ile iç organlara sağlık ve yaşlılığı geciktirme.

Akciğerler: Hareket ile direnç kazanılarak, akciğerlerin faaliyetleri artar. Böylece daha çok oksijen alınır.

Kan: Hareket, kanın akışkanlığını arttırır, damar sertliğini önler. Hareket ile, yüksek yoğunlukta faydalı kolestrol artar.

Kalb: Hareketten mukavemete geçilerek kalbin ömrü uzar, nabız ve tansiyonun düşmesi önlenir, kalb hacmi artar.

Kemikler: Yaşlılarda görülen yılda yüzde 1 nisbetindeki kemik kaybı, hareket ve mukavemet sayesinde önlenir.

Bağışıklık sistemi: Hareket, vücudun direncini, öz savunma sistemini güçlendirir ve hastalanma ihtimalini azaltır.

Kaslar: 20 ile 70 yaş arasında kas hücrelerinde yüzde 20-40 nisbetinde azalma başlar. Hareket, bu hücre kaybını önler.

Refleksler: Kasların genişleme resetörleriyle omurilik arasındaki sinirî haberleşme hızlanır ve refleksler de sürat kazanır.

Namazdan önce abdest alma, namazda el ve kolların kaldırılması, iftitah tekbiri, kıyam, rukû, secde, oturma, selâm verme, dengeli kalkış gibi hareketler, yukarıda sayılan meyveler verir. Namaz bir spor değil; bir kulluk ve verilen nimetlere bir teşekkürdür. Namaz duâdır. Namaz, Allah emrettiği için kılınır. Başka bir illet ve hikmet için kılınsa, namaz bâtıl olur! Ancak, bu fayda ve neticeleri de ihtiva eden ulvî bir ibâdettir.

Cemaatla namaz, bir araya gelme, buluşma, fikir, ilim, kültür, tecrübe alışverişinde bulunmayı netice verir. Bu kaynaşma ve dayanışmayı, bu da ilerlemeyi, kalkınmayı netice verir.

* Oruçta binlerce maddî-mânevî hikmetler, faydalar vardır. Perhiz, sindirim, bağışıklık sisteminin güçlenmesi, diyet, yardımlaşma, sosyal bir dayanışmadır.

* Hac dünya çapında bir istişâre, bir kongredir. Birlik-beraberlik, seyahat, yeni yeni insanlar, mekânlar, sanatlar, işler görmektir, ufuk turudur; bilgi ve tecrübe alışverişidir. Ziarettir, hatta ticarettir.

Özetle, Müslümanların dinamik, sağlıklı, müreffeh bir ferd, aile ve toplum oluşturabilmeleri, iman ve ibadetle sağlanabilir. Ki, tarih buna şahittir. Müslümanlar İslâmiyete sarıldıklarında medenîleşmişler, terakkî etmişler, uzaklaştıklarında ise, hercü merc içinde vahşete ve belâlara hedef olmuşlardır.

Dipnotlar: 1- Lem’alar, s. 142.; 2- İşârâtü’l-İ’câz, s. 140.

28.12.2006

E-Posta: [email protected] [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Bizi vatan haini görenler (1)



Yaşı yetmişi–sekseni geçkin bazı Kemalistlere, özellikle son zamanlarda yeni bir haller oldu.

Bu yeni haller, gerçi eski hallerinin benzeri ve devamı mahiyetinde görünüyor.

Ancak, öylesine uç ve marjinal noktalarda poz vermeye başladılar ki, bakınca hayret ve taaccüp etmemek elde değil.

Hallerine bakınca taaccüp ettiğimiz, daha doğrusu yazdıklarını hayretler içinde okuduğumuz o ihtiyar Kemalistlerden iki önemli şahıs ve onların özellikle "Said Nursî"ye dair yazdıkları üzerinde durmak istiyoruz.

Bu iki şahıstan biri 1925 Aydın doğumlu İlhan Selçuk, diğeri ise 1935 İzmir doğumlu Kurtul Altuğ.

Üç gün sonra biri 72, diğeri de 82 yaş sınırına girmiş olacak.

Hemen ifade edelim, mesleğinin izzetiyle, şerefiyle çalışan herkesin şahsına da, yaşına da saygımız var.

Ancak, adeta zihnî melekelerini yitirmişcesine yazılar yazan, konuşmalar yapan ve sık sık akla karayı, şap ile şekeri karıştırıp duranların yaş hadleri sadece bizim değil, hemen herkesin diline dolanır, durur.

Her ne ise, gelelim asıl konuya...

Bu iki şahıs, hemen her fırsatı ganimet bilerek bize ve bizim gibilere hiç çekinmeden ve yüzleri hiç kızarmadan "Vatan haini. Cumhuriyet düşmanı..." gibi ağır ithamlarda bulunuyorlar.

Son yazılarını da yine aynı tema ile yazarak aynı teraneyi tekrarlamışlar.

Şimdi, sırasıyla onlara bakalım...

H. Cemal'in gözünde o bir faşist

Efendim, yukarıda isimlerini zikrettiğimiz şahıslardan İlhan Selçuk, Cumhuriyet gazetesinin hem en yaşlı yazarı, hem de en yetkili kişisidir.

Yazılarında sık sık Said Nursî ve Nurculuk'tan dem vuran Selçuk, ne yazık ki çoğu kez sapla samanı karşıtırmaktan öteye gidemiyor.

Bu yalan–yanlış saçmalıklarına mukabil defalarca düzeltme yazıları yazıldığı ve iftiralarına kerratla cevaplar verildiği halde, o yine de bildiğini okumaya, ezberini yazmaya devam etti.

Öyle ki, meselâ bazen tarîkat, bazen de mezhep diye nitelediği Nakşilik ile Nurculuğu, keza Şeyh Said ile Said Nursî'yi birbiriyle irtibatlandırıp karıştırmasının haddi hesabı yoktur.

Son olarak, biliyorsunuz Selçuk "Ampulcü–Nurcu iktidar” başlıklı bir yazı yazdı ve tabiî ki yine saçmaladı. İktidardaki AKP'nin sembolü olan ampulü "Nur"culuğun sembolü diye bellediğinden, yazısında cem'an yekûn bir cephe harekâtını tetiklemeye çalıştı.

Arkadaşımız Zafer Akgül, değişik benzetmelerle "ti"ye alarak "Bunun neresini düzeltelim?" dediği Selçuk'un bu yazısını, Sabah'tan Emre Aköz de sosyolojik bir süzgeçten geçirerek, içinde kabuk ve posadan başka işe yarar bir metanın bulunmadığını gösterdi. (Bkz: 16.12.2006 tarihli yazılar.)

Ne diyelim, herkes gibi sayın Selçuk'un da elbette ki saçmalama özgürlüğü var.

Ama, bu kadarı da, hele hele bu yaştan sonra biraz fazla galiba...

Acaba, onun "darbeci" özelliği ona bu hakkı veriyor mu yoksa?

Onu biz bilemeyiz; çünkü, sayın Selçuk'u yakından tanımıyoruz. Onu çok yakından bilen, tanıyan muteber birinin anlattıklarına bakmak lâzım. Meselâ, Cumhuriyet'te yıllarca hem de üst düzeyde birlikte çalışmış olduğu Hasan Cemal'in anlattıklarına...

İşte, Hasan Cemal'in "Cumhuriyet'i Çok Sevmiştim" isimli kitabından İlhan Selçuk'u tarif eden bir bölüm:

"İlhan Selçuk kafası!"

"Sen kalkıp 'dincilik' tehlikesinden dem vurarak, her zamanki gibi üstü örtülü biçimde demokrasi düşmanlığı yapacaksın. Dincilik diyerek, her zamanki gibi dinle ilgili neredeyde her şeyi 'lâiklik düşmanlığı' olarak yorumlayacaksın. 'Lâiklik elden gidiyor!' yaveleriyle her zamanki gibi asker kışkırtıcılığı yapacaksın, demokrasiye karşı.

"Ama yutturamazsın!

"Sen kalkıp 'etnikçilik' diyerek insan hakları konusunu es geçeceksin; Türkiye Cumhuriyeti'nin Kürt kökenli vatandaşlarının, Kürtlerin kimliklerine, kültürel haklarına gözünü kapatacaksın. Sen kalkıp 'etnikçilik' diyerek, ırkçı tehdit ve saldırıları 'ulusalcılığın yükselişi' diye niteleyip demokrasiye karşı ince ince askeri kışkırttığını sanacaksın.

"Ama yutturamazsın!

Dincilik diyeceksin. Etnikçilik diyeceksin. Türkiyeyi yeniden çatışma ve gerginlik ortamına sürüklemeyi amaçlayan ırkçı–milliyetçi saldırı ve tehditleri görmezlikten geleceksin, hatta bu çevreleri mazur göstereceksin.

"Senin tek bir derdin var: Türkiye'nin Avrupa Birliği yolunu kesmek! Çünkü Avrupa yolu demek, demokrasi demek! Sen bunu istemiyorsun. Bunu istemediğin için de askeri kışkırtıyorsun!

"Ama yutturamazsın!

"1960'ların, 1970'lerin Türkiye'yi cephelere bölme siyasetinin bu topraklarda ne büyük acılara yol açtığı, insanlarımıza ne kadar kan ve göz yaşı döktürdüğü ve bu ülkeye neler kaybettirdiği daha belleklerde tazeyken, sen hâlâ neyin peşindesin?..

"Ne yaparsan yap, yutturamazsın.

Senin derdin demokrasiyle. Senin derdin Avrupa'yla. Yoksa dinciliğe de, etnikçiliğe de demokrasi içinde çare var. Asıl demokrasi dışı yollardır, bölücülük ve irtica akımlarını azdıracak olan; demokrasi değil.

"Ama, bunu senin anlaman güç.

"Senin Aydınlanmacı kafan demokratik değil, totaliter kafadır! Siyaseti dinleştiren kafadır! Senin kafan yıllar geçtikçe siyah beyazlaştı! Başka renkler uçup gitti senin kafandan. Senin Aydınlanmacı kafan, yalnızca aklı yücelterek eleştirel düşünceye kapanan, dogmalara açık hale gelen kafadır. Senin Aydınlanmacı kafan demokrasiye değil, Stalinizme açıktır. Nazizme açıktır. Senin Aydınlanmacı kafan 'aklın cinayetleri'ne açıktır.

"Oysa Aydınlanmanın asıl özünde yatan akıl, araştıran, sorgulayan, eleştiren, insan beynini sloganlara tutsak etmeyen klişelere esir düşmeyen akıldır. Kendi başına fikir üretmeye çalışan akıldır. Kendisine verilmek istenenle yetinemeyen akıldır. Sürekli sorgulayan, kuşku besleyen akıldır.

"Ama artık senin bunları anlaman, gerçek Aydınlanma'nın ne olduğunu öğrenmen, eleştirel düşünceye akıl erdirmen, kavraman, bu saatten sonra çok güçtür.

"Senin işin artık demokratlarla değil, 'Türk Miloşeviçleri'yle...

"Senin Aydınlanman faşizmdir!

"Senin Kemalizmin faşizmdir!

"Senin milliyetçiliğin faşizmdir!

"Evet öyle, İlhan Selçuk..."

(Age, Doğan Kitap, 2005, sayfa: 503.)

* * *

Akşam'dan Şakir Süter'in bir yazısında "İlhan Selçuk ile Cumhurbaşkanı Sezer arasındaki muhabbeti ve ikilinin neredeyse haftalık olağan görüşme yaptıklarını hepimiz çok iyi biliyoruz" diyerek, dikkatle izlediği İlhan Selçuk'a, 2002 yılı başlarında "solu birleştirecek adam" nazarıyla bakıldığını görüyoruz.

Milliyet'ten Derya Sazak da o günlerde solu birleştirmek için "İlhan Abi formülü"nün ortaya atıldığını, ancak "yeni oluşum" arayışı içinde olanlardan hiçbir kesimin bu formüle itibar göstermediğini kaydediyor. (Agg, 19 Şubat 2002)

Ne gariptir ki, sol yelpazede dahi güvenilmeyen ve itibar görmeyen, dahası en yakın mesai arkadaşı tarafından faşistlikle damgalanacak kadar tehlikeli bir şahsiyet olarak tarif edilen İlhan Selçuk'un "Said Nursî düşmanlığı" tadındaki yazıları Cumhuriyet gazetesinde hiçbir elekten geçirilmeden yayınlanmaya devam ediyor.

Yarın: Kısmetse, Said Nursî konusunda İlhan Selçuk'la aynı telden çalan, dahası mahkemelerde hiçbir suçu tesbit edilemeyen Nursî ve onun takipçilerini açıkça "vatan haini" ilân eden Gözcü gazetesi yazarı Kurtul Altuğ'un yazdıklarını irdelemeye çalışalım.

28.12.2006

E-Posta: [email protected]




Raşit YÜCEL

Gerginlik



Çok değişik bir çağda yaşıyoruz.

Şu yüzyıl içinde yaşanan olaylar asırlara bedeldir.

Birinci ve ikinci cihan harpleri, teknolojik gelişmeler, kutuplaşmalar, Komünizm, Kapitalizm, hürriyet hareketleri, milliyetçilik, artan nüfus, modern çağ, medenî milletler...

Bu gelişmeler, beraberinde bir takım gerginlikleri de getirdi.

İki cihan savaşında elli milyon insan öldü. Bir o kadar da yaralandı.

Ortam çok gerilmişti.

Şanlı Osmanlı devleti, tarih sahnesine elveda derken, onun içinden yeni bir devlet doğdu.

Osmanlı’yı yıkan unsurların bu yeni idare ve iradede canlanmış oluduğu görüldü.

Bu ikinci bir darbe idi.

Gerginlikler hep devam ede geldi.

Tek partili hayattan, zor da olsa çok partili hayata geçilmişti. Din zayıflamamış, ama dindarlık zayıflamıştı.

“Din” adına ne varsa adeta kökünden silinmeye çalışılmıştı.

O yıllarda bir “ehl-i keşfe’l-kubur”, yani vefat edenlerin kabirdeki durumlarını bilen bir velî, vefat edenlerden kırk kişiden ancak bir kaç mü’minin iman ile kabre girdiğini keşfetmişti. Yani, kırklı yıllar...

Şimdi kırk kişiden kaç kişinin iman ile kabre girdiğini bilemiyoruz. Daha doğrusu o “ehl-i keşfe’l-kubur”dan bu zamanda var mı, onu da bilemiyoruz.

Gerginliklerin seyrine bakıyoruz da, kendi akıbetimizin sonucunu da bir türlü fark edemiyoruz.

“Kim Cumhurbaşkanı olacak?”

Bırakın Allah aşkına, kim olursa olsun, ne değişecek?

28.12.2006

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Namaz kılmayan Cehenneme gider mi?



Manisa’dan Mustafa Can Yurtçu: “Namaz kılmayan Cehenneme gider mi? Ya da namaz kılan mutlaka cennete gider mi?”

Meseleyi sonuç itibariyle değil; Allah’ın emrine itaat noktasında alırsak daha doğru bir bakış açısı yakalamış oluruz. Sonuçta bizim çabamızın da katkısı olmakla beraber; genel itibariyle Allah’ın takdiri esastır. Fakat biz insan olarak Allah’ı tanımak, O’nu bilmek ve O’na itaat etmekle yükümlüyüz. Ne derece bu yükümlülüğümüzü yerine getirebiliyorsak, Allah katında o derece değerimiz olacaktır. Bu değerle biz Allah’tan hiç olmazsa cennetini istemeye yüz bulabileceğiz. Çünkü bu değer bize duâ kapısını açacaktır. Allah ise duâları işiten, cevap veren ve hikmetine göre kabul edendir. Biz, bize düşeni yapar, Allah’ın takdirine teslim olur, O’nun hükmüne boyun eğeriz. Allah’tan da cennetini umarız.

Diğer yandan beş vakit namaz Allah’ın kesin emri olduğundan, imandan sonra geliyor1 ve mahşerin ilk sorgu konusunu teşkil ediyor. Nitekim Peygamber Efendimiz (asm) buyuruyor ki: “Kıyamet günü, kişi amelleri arasında önce namazın hesabını verecek. Bu hesap güzel olursa kurtuluşa erdi demektir. Bu hesap bozuk olursa, perişan oldu demektir. Eğer farzında eksiklik çıkarsa Allah Teâlâ hazretleri: ‘Bakın, kulumun amel defterinde yazılmış nafilesi var mı?’ buyurur. Böylece, farzın eksikleri nafile namazları ile tamamlanır. Sonra, bu tarzda olmak üzere diğer amelleri hesaptan geçirilir.”2

Namaz konusunda eksiği ve borcu olanlar için nafilelerin, yani sünnet namazların Allah’ın izniyle imdada yetişeceğini hadisin metninden ve müjdesinden anlıyoruz. Peki, nafilelerin ve sünnetlerin de yetişmediği durumlarda halimiz ne olacak?

Burada bir hadis-i şerif daha içimize su serpiyor. Hadis-i şerif şöyle:

Abdullah İbnu Fudâle, babası Fudâle’den naklen anlatıyor: “Resûlullah Aleyhissalâtü vesselâm’ın bana öğrettikleri arasında: ‘Beş vakit namaza devam edin!’ emri de vardı. Ben: ‘Bu beş vakit, benim meşguliyetlerimin bulunduğu anlardır. Bana bunların yerine geçecek kapsamlı bir şey emret, öyle ki onu yaptım mı, benden beş vakit namaz borcunun yerine geçsin!’ dedim. Bunun üzerine Resûlullah Aleyhissalâtü vesselâm: ‘Öyleyse Asreyn’e devam et!’ buyurdu. Bu kelime bizim dilimizde yoktu. Bu sebeple: ‘Asreyn nedir?’ diye sordum. Resûlullah Aleyhissalâtü vesselâm: ‘Güneş doğmazdan önceki namazla güneş batmazdan önceki namaz’ buyurdu.”3

Bu hadisten, mahşerde Allah’ın rahmetinin mümkün mertebe insanlığı kucaklayıcı ve affedici davranacağını anlıyor ve umuyoruz. Yoksa bu hadisten sabah ve ikindi namazları yeterlidir, diğer namazları kılmasan da bu iki namaz onların yerine geçer gibi bir hüküm çıkarmıyoruz ve bu hadisi böyle anlamıyoruz.

Bu hadisten anladığımız şudur: Kulun namaz borçları çok fazlaysa, mahşerde nafile ve sünnet namazların farzların yerine sayılmasıyla namaz borcu bitmemişse; ikinci bir rahmet adımı böyle bir afla tecellî eder: Sabah ve ikindi namazlarını ihmal etmemiş olanlar, diğer namaz borçlarından affedilirler. Bu bir rahmet müjdesidir. Fakat tekrar tekrar ifade edelim: Bu bir tembellik ve gaflet belgesi değildir ve olmamalıdır. Bu, diğer vakit namazlarını kılmamaya cesaret vermemelidir.

Mahşerde böyle bir rahmet adımından sonra da namaz borcu olan mutlaka kalacaktır. Namaz borcu olanlarla ilgili nihayet şöyle bir hadis daha vardır: Peygamber Efendimiz (asm) şöyle buyurmuştur: “Allah kullarına beş vakit namazı farz kılmıştır. Kim bunları hafife almadan ve kasten hiçbir vakit terk etmeden hakkıyla kılarsa, Allah’ın onu Cennet’e alacağına dair sözü vardır. Kim de beş vakit namazı kılmazsa, Allah’ın ona her hangi bir sözü yoktur. Dilerse azap eder, dilerse Cennet’e alır.”4

Bu hadiste Allah Resulü (asm) namaz borçlarımız olduğunda, Allah’ın mutlaka azap etmek gibi tek düze bir kânuna tabi olmadığını, bilâkis takdir yetkisini kullanacağını, dilerse azap edeceğini, dilerse de affedeceğini bildirmiştir. Fakat:

1- Böyle durumda affedip etmeyeceğine dair Allah’ın bize verdiği bir sözü yoktur.

2- Böyle bir takdir ve tasarrufla affa uğramak için bizim de elimizden gelen gayreti göstermemiz, namaz borçlarımız üzerinde hassas olmamız, mümkün mertebe geçmiş namazlarımızı (unutmadıklarımızı, aklımıza gelenleri, hatırladıklarımızı, güç yetirebildiklerimizi) kazaen de olsa kılmaya çalışmamız Rabb’imizin rızasına doğru önemli bir yakınlaşma teşkil eder. Bu yakınlaşma da inşallah affımıza vesile olur.

Dipnotlar: 1- Bediüzzaman, Tarihçe-i Hayat 2- Tirmizî, Salat 305, (413); Nesâî, Salat 9, (1232) 3- Ebû Dâvud, Salât 9, (428)4- Nesâî, Namaz, 6

28.12.2006

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Arkası gelecek mi?



F tipi cezaevlerindeki tecrit sorunu son yılların önemli gerilim maddelerinden biri olarak ülke gündeminde yer almakta.

Ne yazık ki, bugüne kadar tam 122 insanın ölümüne yol açan bu sorunun çözümü noktasında sorumluların herhangi bir somut çabası görülmemektedir. Bunca acıya karşın sorun medya tarafından görmezden gelinmekte; Adalet Bakanlığı ise “Konu kapanmıştır” yaklaşımı içinde, kanayan yaranın adeta üstünü örtmeye çalışmakta.

Oysa cezaevlerinde süregelen tecrit dayatmasına karşı itirazları, tepkileri, talepleri görmezden gelmek gerek hukuk ilkeleri, gerekse insan hakları ile çelişen bir tutumdur. Daha garibi ise bu derece ağır sonuçlara yol açmış ve toplumsal bir huzursuzluk kaynağına dönüşmüş bir uygulamanın tartışılmasının dahi adeta engellenmesi, bu soruna yönelik çağrılara, taleplere otoriter bir tahammülsüzlükle kulak tıkanmasıdır.

Hapis cezası bir hak mahrumiyetidir ve en temel hak olan özgürlüğün kısıtlanmasını içerir. Tecrit ise ceza içinde ikinci bir ceza olmaktadır. Bir an için mevcut hukuk sisteminde sıkça karşılaşılan aksaklıklar, çarpıklıklar bir kenara bırakılacak olsa dahi, suçlu insanların özgürlüklerinin kısıtlanmasına ek olarak ikinci bir cezalandırmaya tâbi tutulmalarının hukuk mantığıyla çelişen bir uygulama olduğunu görmemek mümkün olabilir mi?

Tecrit, inancı, görüşü, siyasî tutumu ne olursa olsun, insanî değerleri önemseyen herkesin karşı çıkması gereken bir zulümdür.

Hükümetin basit bir düzenleme yapıp, kanayan bu yarayı iyileştirme çabasına girmekten kaçınmasını anlamak mümkün değildir.

Avukat Behiç Aşçı tecrit dayatmasına karşı aylar önce başladığı ölüm orucu direnişinde tehlikeli bir sona doğru ilerlemekte. Müvekkillerinin hukukunu korumak, bir türlü duyulmak, görülmek istenmeyen taleplerini seslendirmek için bir avukatın ölüme yatması şimdiden bu ülkenin insan hakları sicilini lekeleyen bir görüntü doğurmuştur. Aşçı’nın eylemi yetkililerden olumlu bir yaklaşım sâdır olmazsa ölümle sona erecektir. Bu ise tüm toplum için ağır bir yük, bir vebaldir.

Bizler sorunun sadece muhalif sol kesimlerin gündemleştirmeye çalıştığı bir konu olmadığına, temelde insan hakları ve İslâmî değerler açısından ciddî bir sorun olduğuna inanıyoruz. Sorunun adalet ve hakkaniyete uygun bir tarzda çözülmesinin toplumsal barışa katkıda bulunacağını düşünüyor, yeni bir ölüm vak’asının daha gerçekleşmemesi için yetkilileri harekete geçmeye çağırıyoruz.

Not: Bu metin, bazı insan hakları örgütleri ve yazarların ortak imzasıyla Meclis Başkanı ve Başbakana iletilen mektubun özeti. Bunun üzerine harekete geçen Arınç, ailesiyle görüştüğü Aşçı’nın açlık grevini bitirmesini istedi ve sorunun çözümü için çalışmaların başlayacağını söyledi. Bu duyarlılık elbette takdire şayan. Ama keşke, eylemin bitmesi şartına bağlı “Çalışma başlayacak” sözü yerine, “Sorun çözüldü” müjdesiyle gelebilseydi!

Dileriz, bu adım o müjdeyi de getirir...

28.12.2006

E-Posta: [email protected]




İsmail BERK

Bütçe polemikleri ve kapıdaki tehlike



Mecliste bütçe görüşmelerinin geneli üzerindeki konuşmaların bir kısmını izleme imkânım oldu. Konuşmaların genelinde “seviye ve üslup” açısından çok sıkıntılı bir durum söz konusuydu. Ufku daraltıcı ve gerdirici bir polemik bolluğu vardı.

Başbakan Erdoğan, konuşmasını, ülkenin genelinde yapılan yatırımlara, ekonomik büyümeye ve istikrara dayalı mukayeselere ayırmıştı. Daha çok seçim mesajları taşıyordu. Dört yıllık icraatlarını anlatmayı tercih etti. Bütçe ağırlıklı bir konuşma değildi.

Konuşmasının içine yerleştirdiği “laf atma”lar ve gizli sataşmalar, adresini buldukça keyifli konuşmasını sürdürdü. Hızını alamamış olacak ki, İstanbul eski Büyükşehir Belediye Başkanı, selefi Nurettin Sözen’e yönelik hücuma geçti. Tartışmanın öncesini bilmediğim için, yüklenme biçimi fazla garip geldi.

Başbakan, daha mutedil olabilirdi. Muhalefetin hırçınlığını bir derece anlamak mümkün, ancak iktidarın gerdirmesini ya da gerilmesini hoş bulmam. Daha mütehammil ve sabırlı olmayı yeğlemeli.

Bu arada bütçe görüşmelerinde Baykal’ın sarf ettiği bir cümle var ki, asla tasvip edilemez. “Başörtüsü, sadece saçları örten bir örtüdür. Başörtüsü, eşlerin ayıplarını örtmeye yetmez” ifadesi, siyasî nezakete ve ahlâka sığmayan bir beyandır.

CHP’nin başörtüsü takıntısı ve Tayyip Erdoğan üzerinden Emine Hanımın başörtüsünü bahane ederek, inançlarla ilgili tahammülsüzlüğünü, demokrasi fukaralığını bu denli aleniyete dökmesi ve bir başbakanla siyasetteki rekabetini eşine ve ailesine taşıması çok ayıptır.

CHP, bunu hep yapıyor. Millet de her defasında hak ettiği cezayı sandıkta veriyor. İnsanların inancına, mahremiyetine ve giyim-kuşamına bu kadar saldırmayı marifet sayma sorumsuzluğu, mutlaka tepki görmelidir. Demokratik ve sivil tepkilerin verilmesi gerekir. Bunun için geçen yazımda değindiğim “Demokrasi üssü/platformu” kurulmalı, insana saygı çıtasını aşan ve zorlayan yaklaşımlara tepki verilmelidir.

Her ortamı bahane ederek inançları ve onu ifade eden değerleri, özellikle başörtüsünü konu yapmak ve siyaset arenasına taşımak, CHP’nin geçim kaynağı olmuş neredeyse.

Başbakan, ağır tepkiler ve hırçın muhalefet karşısında üzüntüsünü, Meclis kürsüsünde “Bu şerefli çatının altında, cumhuriyet tarihinin en seviyesiz provokatif olayına şahit olduk” sözleriyle açıkladı.

Bu saatten sonra, cumhurbaşkanlığı seçimleri konusunda AKP daha net tavır koymak zorundadır. Önceden de belirttiğimiz gibi, ya sonuna kadar direnmeli ve Meclis çoğunluğunun hakkını vermeli, ya da ileride gevşeyecekse şimdiden halkın seçmesini temin edecek düzenlemeler yapmalıdır.

Bütçe görüşmelerini zaman zaman izlediğimde, bende oluşan genel kanaat; siyasetin sürtüşmeye fazla prim verdiği yönünde. Kişi ve olaylara fazla takıntılı bir söylem tarzı var. Günümüzü doğru yorumlayıp vizyon katacak sürükleyici ve akıcı mesajlar fazla yoktu.

Daha önceki yıllara gittiğimizde de benzer tartışmalar ve tansiyonu yükselten gerilimli anlar oluyordu şüphesiz. Siyaset, çözüm ve yaklaşım zenginliği ile müzakere kültürünü kazanmalıdır artık. Biraz daha sağduyulu ve ilkeli konuşma öne çıkmalıdır.

Ekrana yansıyan ağır ifadeler ve hakaretler Meclise yakışmıyor. Komşularımızda devam eden yangının etrafımızı sardığı, AB sürecinin hız kestiği, istihdamın düştüğü ve işsizliğin arttığı bir dönemdeyiz. Bunun yanısıra, sosyal güvenlik reformunda yaşanan muallak durum, çocuk pornosu felâketi, okullarda artan şiddet ve uyuşturucu bağımlılığı gibi devasa problemlerle baş etmek zorunda olan hükümet, polemiğe fazla kulak kabartmamalı. Daha serinkanlı davranmalı.

2007’ye Kurban Bayramı ile gireceğimiz bu günlerde; umut aşılayan ve akl-ı selimi öne çıkararak ahlâkî çıtayı yükseltecek ve aile çatısını koruyacak ciddi adımların atılması gerekir.

Ailenin korunması, aile içi şiddetin azaltılması, aile içi iletişim temini ile eğitim ve uygulama ağırlıklı çalışmaların hızlandırılması acilen sağlanmalıdır.

Felâket kapıda dersek, mübalağa etmiş olmayız. Terbiyenin dumura uğratıldığı, dinin hayattaki etkisinin kırılmaya çalışıldığı bir zeminde, sorumluluk taşıyanların vebali büyüktür.

Tez elden çocuklarımıza sahip çıkacak her türlü hassasiyetin dikkatlere sunulması gerekir.

Kapıdaki tehlike, aileler ve çocuklarla okullardaki sonuçlarıdır.

28.12.2006

E-Posta: [email protected]




Hasan GÜNEŞ

Lider ve kült



Her fâni gibi Türkmenbaşı da vefat etti. Allah rahmet etsin. Uzun süren iktidarı döneminde dünyanın en önemli doğal gaz rezervlerine sahip Türkmenistan’ı demir yumrukla yönetmiş, muhaliflerine hayat hakkı tanımamış ve ilginç uygulamalara imza atmıştı. Vefatı, enerjide dünya devlerinin kılıçları çektiği kritik bir âna rast geldi. Bir çok olumsuzluklara rağmen kısmen de olsa halkının dinî inançlarına saygılı olması, başarısında önemli bir paya sahipti.

Ona ve yakın çevresine göre; Türkmenistan demek Türkmenbaşı demekti. Çünkü Türkmenistan’ı “yoktan” o var etmişti! Bakalım öldükten sonra da ülkeyi yönetmeye devam edecek mi? Muhalefet nefes alabilecek mi, ülkede hürriyet rüzgârları esecek mi?

Vaktiyle Kuzey Kore ve Türkmenistan liderleriyle ilgili bir yazı yazmıştım. Oradaki baskı ve istibdat ile ilgili dünya medyasında da çıkan bazı yasaklardan misâller vermiştik. On bir yıl Türkmenistan’da kalmış olan bir okuyucumuz gönderdiği mailde, yazıdaki “gençlere sakal” yasağına itiraz etmiş ve yasağın uygulanmadığını belirterek bazı haberlerin de mübalağa olduğunu ileri sürmüştü. Evet yasak çok fazla olunca zaman zaman mübalağa karışıyor. Ancak azıyla-çoğuyla yasakçılığın sonu yok, hele sokakta da uygulamaya kalkarsanız işiniz iyice zor.

Niyetimiz şimdi olduğu gibi o zaman da, dost ve kardeş bir ülke liderini tenkid etmek değil, çeşit çeşit sarî hastalıklar gibi yayılan veya nükseden baskı ve istibdat hastalığını tahlil etmek ve dersler çıkarmaktır. “Muhatabım Ziya Paşa değil, Avrupa meftunlarıdır.”

The Economist, geçen yıl konu ettiği liderlerin diktatörlüğünde, eski Asya dinlerinin etkisine ve günümüzdeki ateizme dikkat çekmişti. Ataları kutsal sayan şamanizm gibi eski Asya dinleri ve Uzak Doğu dinleri, yaratıcıyı inkâr eden Marksist anlayışla bir araya gelince, kuzey Kore, Çin ve Güney Doğu Asya’daki korkunç diktatörleri ortaya çıkarmış. Haliyle benzer maziye sahip ve benzer süreçlerden geçmiş Orta Asya kavimleri de aynı hastalıktan kurtulamamışlardır. Kökenleri gereği olsa gerek aynı hastalık buralara kadar sirayet etmiş.

Aslında ataların, büyüklerin ve bazı geleneklerin, Batılıların “kült” dediği yani ibadet edercesine, taparcasına saygı gösterildiği ve hiç sorgulanmadığı bir şekle getirilmesi, Asya ve Afrika için tedavi edilememiş bir hastalık ve hâlâ bir tehdit. Bu ülkelerin gelişmesi, kalkınması ve barış için en büyük engel olmaya devam ediyor. Değişime ve gelişime en büyük engel ve itiraz o anlayıştan geliyor. Çünkü eskilerin ve liderlerin icraat ve fikirlerinin sorgulanması, en azından tartışılması; yeni fikirler, yeni oluşumlar hep ihanet olarak görülüyor. Halbuki maziyi kayıtsız şartsız mükemmel görenler asla ileri gidemezler, yeni bir şey ortaya koyamazlar.

Bilindiği gibi İslâmiyet’in ilk yıllarında da, Peygamberimize (asm) itiraz eden müşriklerin en büyük gerekçesi “Biz atalarımızdan böyle görmedik” olmuştu. Çinliler ve Kızılderililer gibi toplumlarda, karşılaştıkları meselelerde hemen “Büyük babam ya da büyük reis şöyle derdi….” diye başlayan çözüm arayışları mizah konusu olmuştur. Her ne kadar Kızılderililer modern çözümler üretenler karşısında tükenerek bitti ise de, Asyalıların bir kısmı atalarının ömürlerini modern bir makyaj ile biraz daha uzatıyorlar.

İslâm, ataların veya çeşitli şekillere dönüşerek etkisinin devam ettiği kabul edilen ruhlarının kutsallığı gibi bâtıl inançları reddetmiştir. Bu sebeple İslâm’ın ulaşmadığı ya da insanların İslâm’dan uzaklaştığı toplumlarda bu tür problemler çeşitli şekillerde nüksediyor. Diğer semavî dinler de kült inancının ortadan kaldırılmasında önemli rol oynamıştır. Batı semâvî dinlere ilaveten kültürünün de avantajıyla, kült şeklindeki liderlerin dönemini çabuk kapatmıştır. Ama Asya ve Afrika bu süreci henüz tamamlayamamıştır.

İnsanların bin bu kadar sene geçtikten sonra bile eski cahiliye âdetlerine dönmeleri ilginçtir. Aslında hastalığın kökeni ve kaynağı sadece binlerce sene önceki geleneklerde değil, insanın kendi içinde ve kendi nefsinde. Bilindiği gibi insan yaratılıştan acz ve zaaf içerisindedir. Ancak tüm bu eksikliklerine rağmen harika bir şekilde pek çok meselesinin üstesinden gelebilmekte ve ihtiyaçlarını karşılayabilmektedir. Tüm bunları gerçekleştirenin Âlemlerin Rabbi olduğunu hakkıyla idrak edemediği zaman bunları toplayıp hayalinde dev haline getirdiği birisine verecektir. Ya da paylaştırarak şirke düşecektir. Halbuki o da kendisi gibi âciz bir beşerdir.

Liderler ve toplumlar... Kim kim için çalışır? Hangisi hangisini ayakta tutar? Gerçekte toplumlar kült haline getirilenleri ayakta tutar, sırtında taşır, öyle bir zaman gelir ki toplum tüm enerjisini kültünü korumaya harcar.

28.12.2006

E-Posta: [email protected]




Zafer AKGÜL

Çanlar yarın için çalıyor



Millî Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik, yetiştirme yurtlarındaki çocuklara tecavüz, pazarlama faciası karşısında “durum vahim “demişti geçenlerde. Okullardaki şiddet, öğrencilerin çeteleşmesi, uyuşturucu, sigara, alkol salgını ve derslerde genel başarı seviyesinin düşmesi gibi kaos zaten çoktan beri mevcut. Ancak bir kanser sinsiliği içinde yayıldığı için çoğumuz geç uyandık. Erken uyaranların sözleri ise günlük demeç, abartı gibi geliyordu.sonunda acı gerçekle karşı karşıyayız. Tehlike çanları yarınlar için, gençlik için kısaca hepimiz için çalıyor.

Bu duruma bir defada gelinmediği için, bir defada da halledilemez. Geniş kapsamlı, çok yönlü ve objektif plan projelere ve uygulamaları ihtiyaç var. Sorgulamasını sadece eğitmenler veya psikologlar değil hepimiz birlikte yapmalıyız. Hangimiz nerede ihmal ve nemelâzımcılıkta bulunmuşsak orada harekât başlatmalıyız.

Havaların soğukluğuna rağmen birkaç kış akşamında evden dışarı çıkıp, halka açık parklarda dolaşmaya başladım. Niyetim kenarda gruplar halinde ellerinde bira şişeleri, ağızlarında yabancı sigaralarla birbirine bağıra bağıra argoca hitap ederek konuşan gençlere yanaşıp biraz sohbet etmek, kaynaşmak ve daha sonra da ahbaplığı ilerleterek bir iki tane de olsa genç fidanları içine düşmeleri muhtemel çirkeften kurtarmaktı. Ne var ki, koca parkta böylesi üç tane grup gördüğüm halde onların bana ters ve itici bakışlarından ürküp yaklaşmaktan vazgeçtim. Açıkça itiraf etmeliyim ki, olanca yumuşak uslübuma rağmen agresif ve kaba bir söz üzerine, beni art niyetli, tuzakçı, ajan provokatör falan zannederek bir temiz bir döveceklerini de hesaba katarak cesaretim kırıldı

Gençlerin bu günkü durumları üzerine emniyetten bir polis memuru ile sohbet ederken bizzat polis anlatmıştı. Akşam saatlerinde dersaneden dağılan öğrencilerden iki grup yumruklaşmışlar, babaları yaşındaki bir amca da kavga edenleri ayırmak için araya girince, gençlerden iyi bir dayak yemiş ve ağzı-burnu kan içinde soluğu karakolda almıştı. Eskiden sokakta kavga edenleri, ya da çirkin sözler söyleyenleri yoldan geçen herhangi bir büyüğümüz bir baba, bir amca, bir ağabey olarak uyarır, hatta gerekirse iki şefkat tokadı bile aşkederdi. Kavga edenler de dahil, ne aileleri, ne de komşuları bu olayı yadırgamazlardı. Hatta olumlu bulup teşekkür bile ederlerdi “ellerine sağlık, ağzına sağlık” diyerek.

Şimdi eski çamlar bardak değil talaş oldu. Taşlar yerinden oynadı. Temeller sarsıldı. Anne-babalar, öğretmenler, medya, kısaca herkes ve herşey gençleri maddî boyutta geleceğe hazırlamaya, zengin olmaya, mal-mülk, kat, yat, araba, vs. sahibi olması için eğitime yönlendirmeye çalışıyor. Ancak bunların kazanımının tek ve yegâne erdem olmadığı vurgulanmıyor, bunların helâl ve meşru yollarla kazanılması için yol göstericilik yapılmıyor. İyi örnekler ve yüce şahsiyetler gündeme getirilmiyor. Gençlerin zihni kötü ve negatif figürlerle dolduruluyor. Okullarda fizikten kimyaya, gometriden resim dersine kadar her şeyi vermeye çalışıyoruz, ama, ahlâk konusunu pek önemsemiyoruz. Gençlerin, çocuklarımızın bedenlerini, midelerini doldurup beslemeyle meşgulüz, ama ruhlarını aç ve susuz bırakıyoruz. Sonrasında da Bediüzzaman Hazretlerinin 70-80 yıl önce uyardığı gibi “Gençler zulme, ihtiyarlar ağlamaya başlarlar” hükmüne masadak oluyoruz.

Evet bu hamur çok su götürür. Ekonomiydi, geçimdi, iş, aştı bunlar birer etken ama en büyük problem bize göre ahlâkî boşluk. Bu boşluk doldurulmazsa tehlike çanları yarınlar için çalmaya devam edecek. Evet çanlar bizler ve yarınlar için çoktan çalmaya başladı bile. Elimizi çabuk tutalım. Felâket kapıda gibi.

28.12.2006

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Antalya’dan Kayseri’ye



Antalya ve Kayseri’ye birkaç seferim oldu. Her iki şehirde tarihin derinliklerine dayanıyor. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın beşlisine eklenecek ve tahmisine tasdis ve tesdis olarak ilâve edilecek şehirler arasında olduğunu söylersek herhalde hata etmiş olmayız. Hata edersek de erbab-ı dil kusurlarımızı bağışlasın. Gerçi Altıncı Şehri yazanlar oldu, ama yedincisi ve diğerleri de yazılmalı. Şehirlerin ruhu nesillerden nesillere aktarılmalı. Bu iki güzide şehrimiz adlarını Bizans veya Roma dönemlerinden alıyorlar. Zamanla Türkçe kalıplara uymaya başlıyorlar.

Bu iki şehri ziyaret ettikçe elbette yeni şeyler öğreniyorum. Bu sefer de böyle oldu. Antalya’yı çamlarından ve dağlık yapısından dolayı doğduğum topraklara yani Bolu/Mudurnu çevresine benzetiyorum. Farkı birisinin denize kıyısı olması, diğerinin olmaması. Daha doğrusu, Bolu’nun merkezi ile Mudurnu Karedeniz’e biraz uzak. Yoksa birisi Akdeniz’e diğeri de Karadeniz’e bakan yüzlere ve kıyılara sahip. Antalya’da iken Mudurnu’ya has köpük helvanın Ermenek ve Konya’nın bazı yörelerinde de imal edildiğini duydum. Ama Mudurnu’nunki başka diyorlar. Ben kendimi genellikle Antalyalılara benzetiyorum. Ne hikmetse Kayserileler de beni kendilerine benzetiyorlar. Kayseriye vardıktan sonra birkaç kişi beni sesimden dolayı İhsan Eliaçık’a benzettiler. Ben de kendisini ansiklopedistlere benzetiyorum. Beni Eliaçık’a benzetenlerden ilki Çetin Şimdi olmuştu. Ben önce alaka kuramamıştım, ama herkes böyle deyince benzetme hakikat dairesine yükselmiş oluyor.

Bazen isimler müsemmayı bazen de zıddını yansıtırlar. Çetin Şimdi ise hem mânâsını, hem de zıt mânâsını yansıtanlardan. Çetin Şimdi terkibindeki Çetin aslında zıddıyla kaim. Çetinliğini pek görmedim. İsmine alışıncaya kadar birkaç defa kendisine Cengiz diye hitab etmiştim. O Çetin olduğunda ısrar etti. Ben şimdi çetinliğine de inanmıyorum. Şimdi onun Çetin değil Sehl veya Süheyl olduğuna inanıyorum. ‘Bugün Pazar Yahudiler Azar’ kitabının yazarının da ima ettiği gibi aslında Yalçın Küçük hocamız bu isim bilimini biraz sulandırdı. Birileri eskiden şapkadan tavşan çıkarırdı şimdi de isimlerden dönme çıkartıyorlar. Yeni bir tarz veya ekmek kapısı. Çetin’in soy ismi Şimdi ise tam kendisini temsil ve ifade ediyor. Şimdi’nin nerede karşınıza çıkacağını kestiremezsiniz. Onu bazen andığınızda bazen de anmadığınızda karşınıza dikilir. Şimdi’nin bir yansıması olarak hazır ve nazır bir haldedir. Henüz bu hali makam seviyesine çıkmasa da...

***

İhsan Eliaçık’a dönecek olursak. Soğuk bir kış günü Kayseri’ye vardığımda girdiğimiz ticarethanede Vakit gazetesi gözüme ilişti. Hüseyin Öztürk, ya eser, ya kitap ya da ürün tanıtır. Bazen kişilerden fikirlere bazen de fikirlerden kişilere intikal eder. 25 Aralık 2006 günü yazısını yine bir kitap tanıtımına ayırmıştı. Aslında tanıtılan kişi İhsan Eliaçık’ın Ezherli benzerinden başkası değildi. Abdulmüteal Saidi’nin, Ceberi’nin Kur’ân, edebiyat ilişkisiyle alakalı bir eseri tanıtılıyordu. Kur’ân’la ilgileri Eliaçık ile Abdulmüteal Saidi’yi biraraya getirdiği gibi Saidi’nin El Müceddiddune Fi’l İslâm kitabı da İhsan Eliaçık’ın İslâm’ın Yenilikçileri kitabına tıpatıp uyuyor. El Müceddidun kitabı, İslâm’ın Yenilikçilerinin selefi sayılabilir. İkisi de serazat yazılmış kitaplar. Evet, Kayseri ziyaretimiz tevafuklarla dolu idi. İhsan Eliaçık’ın şehrine girerken onun Mısır’daki izdüşümü olan Abdulmüteal Saidi’nin bir kitabının tanıtımıyla karşılaşıyorduk. Adeta Kayseriye girişte Eliaçık’ın Mısırlı benzeri karşılıyordu bizi.

Kayseri meşahirinden bahsedeceğim, ama ondan önce Ahmet’lerden bahsetmeliyim. Bunlardan birisi Antalyalı Ahmet Balta. Hizmet eri. İki gün boyunca gölgemiz gibi bizi takip etti ve hizmetimizle ilgilendi. İHH’dan Mehmet Kara ile birlikte bendeniz feragat ve fedakârlık timsali kişiliğinden etkilendik. Antalya’dan hoş hatıralarla ayrıldık. Bu vesile ile Yüksel gibi adını anamadığım birçok arkadaşla tanıştık. Portakal bahçeleri arasında seyrana çıktık. Anamur ve Alanya’yı turladık. Garp ile Şarkı kısa mesafede yaşadık. Kayseri’deki mihmandarımız ise yine bir başka Ahmed beydi. Ahmet Taş. Kur’ân ifadesiyle Allah’ın haşyetiyle yarılan ve inşikak eden taşlardandır inşaallah. Adapazarı’nda Ali Taşçeken diye bir ağabeyimiz vardı. Hâlâ hayattadır. İnsan kahrı çekmek taş taşımaktan zordur. O ömrü boyunca insan kahrı çekmiş ve bununla kemale ermiştir. Aslında Ahmet Taş ağabeyimiz de Kayseri’nin taşını çekenlerden. Manevi yüklerini omuzlayanlardan. Tabir caizse manevi hamallarımızdan.

***

Kayseri ulema yatağı. Sakarya’da ortaokul çağlarında kitaba meraklıydım. Bu sıralarda ilk dikkatimi çeken kitaplardan birisi Cumhuriyet Dönemi Uleması kitabı ile Kayseri Uleması adlı kitaplar idi. Yetmişli yıllardı. Kayseri’nin kadim bir şehir olduğunu biliyor, ama kaydadeğer bir ulema geleneğine sahip olduğunu doğrusu bilmiyordum. Bizim bilmememiz güneş varken gözlerimizi yummamız gibidir. Gözlerimizi açtıkça varlığına aşina oluyoruz.

Kayseri’ye gittiğimde yine bu kitabı sordum. Tanıştığımız arkadaşlardan birisi kendisinde sözkonusu kitabın bulunduğunu ve derleme bir çalışma olduğunu söyledi. Derken ev sahiplerimiz bizi çarşıda geniş bir kitapçıya götürdüler. Ve meşahir-i Kayseri ile ilgili bir kitabın olup olmadığını sordum. Yeni geldi diye bana Kayseri’nin Manevi Işıkları kitabını takdim ettiler. Bence Kayseri Uleması adlı çalışmanın yerine geçti. Hem de öyle. Böylece gizli arzumuz da tahakkuk safhasına çıkmış, ademden vucuda zuhur etmiş oldu. Niyetleri bilen ve kullarını sevindiren Halık-ı Kerim’e hamdolsun.

28.12.2006

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahaddin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri

Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004