|
|
Anlatacak ne çok şeyin var, ne güzel!
“Yediğin içtiğin senin olsun, gördüklerini anlat” derlerdi, ama sen yine de kendine hiçbir şey saklamıyor, paylaşıyorsun; ne güzel!
“Bunlar benim özelim” gibi bir derdin yok, özellerini genele katıyorsun, genelleri özele; ne güzel!
Hapşırsan anlatıyorsun, aksırsan haykırıyorsun, biraz soğuk alsan döktürüyorsun; ne güzel!
Kavgalarından yazı dizileri çıkıyor, aşklarından destanlar. Her gün yaşadığın sıradan olayları “ne kadar ilginç” dememizi bekleyerek anlatıyorsun, ne güzel!
Kendini hayatın merkezine almışsın, biz ha-riçtekilere gazel okuyorsun, sesin de fena değil hani; ne güzel!
Neleri seversin, neleri sevmezsin, nelerden nefret edersin, hangi yemeğin yanında ne yer, ne içersin; hangi mekânlara niçin gidersen, dün gece bir arkadaşınla ne konuştun, hepsini biliyoruz; ne güzel!
Bugün ne yazacağın konusunda hiçbir sıkıntı çekmiyorsun, voltalar atarak kendini yiyip bitirmiyorsun, kelimelerini özenle seçeceksin diye vaktini harcamıyorsun ne güzel!
Derleyen de sensin, kaynak kişi de sen. Dün gece neredeydin, ne yaptın sorusuna cevap ver yeter. Ne güzel!
Arada memleket meselelerine de giriyorsun, bizi de unutmuyorsun; ne güzel!
Her konuda fikirlerin var ve biz o büyük fikirlerine muhtacız, ihtiyacımız had safhada ve imdadımıza yetişiyorsun; ne güzel!
Bizi büyük meraklardan kurtarıyorsun, ne güzel!
Biz asla merak etmedik, ama sen yine de bizi dinlemiyor, anlatıyorsun, ne güzel!
Anlatacak, aktaracak, döktürecek, paylaşacak ne çok şey var, ne güzel!
Ve hiçbirini esirgemiyorsun, belki arada seni tam olarak ifade edebilecek kelimeleri atlıyorsun o kadar. Ama yine de çok güzel!
Eleştirilsen bir bahane, beğenilsen bir bahane, yazmak için her şey bahane. Hayatın steril ve çerçevelenerek bibloların üstüne bir yere asılmış kısmını hayatın tamamı gibi sunuyorsun. Ne güzel!
Hayat senin anlattığından ibaret değil. Ama olsun. Biraz kendimizi kandırmaktan ne çıkar, değil mi?
Her şey ne kadar güzel!
21.11.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
İsmail BERK |
Büyüyen dev Gaziantep |
|
İşgal kuvvetlerine karşı tarihin tescillediği mücadelesiyle “Gazi” olmuş “Antep,” Gaziantep’teyiz. Bu mânâya uygun olarak, Şehit Kâmil ilçe belediyesinin konferans salonunda eğitimcilerin organize ettiği seminerler serisi, bize Şehit Kâmil’i hatırlattı, anlamlar kattı.
Güneydoğunun lokomotif ili, sanayinin örnek şehri ve girişimin ticarî cesaretini gelenekten geleceğe taşıyan Gaziantep, sınır ülkelerle olan ihracatı, AB sürecinde Ticaret ve Sanayi Odaları marifetiyle yürüttüğü çalışmalar, büyük bir kararlılığın ve büyüme heyecanının ürünüdür.
Bu şehirde her işyerinde ve diyalogda, esnaflık kültüründen kaynaklanan çalışkanlık izlerine rastlarsınız. İşinde sıkı, ticaretinde güçlü ve başarısında hırslı bir duruşu sergileyen ticaret erbabını fark edersiniz. Batı komşusu Adana ile sanayinin birinci liginde oynarken, doğusunda GAP’ın yatırım merkezine oturmuş Şanlıurfa’nın kalkınma teşebbüslerine örnek teşkil eder Gaziantep.
Yemek zevki, mutfak zenginliğinin yanı sıra kazanmanın verdiği harcama isteği ile birleşince, dost sohbetleri damak tadından aldığı lezzetle paylaşımları farklılaştırmaktadır.
Biz de, hafta sonu, Eğitim Bir Sen’in Yasem’le yürüttüğü Kişisel Gelişim Sempozyumu kapsamında oradaydık. 3 bine yakın üyesiyle Gaziantep’te yoğun eğitim faaliyetleri yapan Eğitim Bir Sen’in, iki gün boyunca geniş katılımlı bu organizasyonuyla yeni bir açılım sağladığını müşahede ettim. Organizasyon, çok verimli bir işbirliğiydi.
Kayseri, Adana ve Gaziantep üçlüsüne baktığımızda, ticaret ve sanayi yoğunluklu bu kalkınma havzası, doğuya ve batıya açılan öncü kuvvetlerdir. Oldukça stratejik bir girişimci ordusu hüviyetindedirler.
Katıldığımız sempozyumda, eğitimcilerin eğitimi kabul edilebilecek bu yenilenme ve gelişim arzusu, bir üst düzey bürokratımızın “yeniyi, farklılığı ve ötekini barındıracak söylem” ihtiyacını belirtmesiyle anlam buluyordu. Sohbet esnasında aldığım bu mesaj, değişimin Anadolu ayağındaki dinamikleri hakkında bizi fazlasıyla ümitlendirmektedir.
Akşam yemeğinde beraber olduğumuz bir sanayicimizin, son iki yılda “büyük tekeri tepeye çıkarmak” için nefesini tutarcasına yaptığı yatırımları anlattı. Dış pazarda kurduğu ihracat bağlantılarını ifade ederken, göğüs kafesini zorlayan teşebbüs azmi heyecanına yansıyordu.
Bu arada, cesaretini ve iradesini anlamakta zorlanan çevresi karşısında artan direncini paylaşırken, tepeyi görmeye yakın gözlerinin içini dolduran zafer mutluluğunu yaşıyordu. Düşüncelerini benimle paylaşması çok manidardı. Anlaşıldığına, hayalindeki büyük resmin gerçekleştiğine ve bundan sonra yeni konumuyla beyin gücünü yöneteceğine kendini hazırlamıştı.
Profesyonel bir takım oluşturmasına kadar attığı başarılı adımların sonuçlarını görmenin rahatlığındaydı. Akşam yemeğinden sonra yeni bir iş görüşmesinin randevusuna gitme telâşındaydı. Gündeminde, tekstil sektörünün Türkiye markaları ile yarışacak bir sistemin altyapısını etkin kılmaya yönelik bir hedefi vardı.
İnsanımızın bu devasa projeleri, gayreti, emekleri ve istihdamı temin eden çırpınışları, elbette ki bizi AB ile özdeş bir yolculuğa götürmektedir.
“Pekmezin iyiyse, sinek Halep’ten gelir” sözünü de bu sohbetle kapmış olduk. Ürün kalitesinin müşteriyi celb edeceğine olan prensibe vurgu yapan bu ifade, ürünün beklentileri karşılama düzeyi ile paralel talep uyandıracağını belirtmektedir.
Eğitimle sanayiyi, gelenekle profesyonelliği, esnaflıkla işletmeciliği, üretimle pazarlamayı ve kalkınmayla gelişmişlik düzeyini, bir birini tamamlayan unsurlar olarak görmeye çalışan Gaziantep, bu yönüyle ciddî bir misyon üstlenmiş model değerindedir.
Akşamleyin okuyucularımızla geniş katılımlı bir sohbet yaptık. Bize ümit ve teklifte bulunan desteklerine ve gençlerin heyecanına müteşekkiriz.
Okuyucularımızın şahsında dostlarımız Abdülkadir, Mehmet, Ahmet ve Nimetullah Beylere teşekkür ediyorum.
Büyüyen devde büyük buluşmaların devamı dileğiyle bu şehrimizden ayrıldık.
21.11.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Hakan YALMAN |
Hizmette öze yöneliş |
|
Son zamanlarda, özellikle Risâle-i Nur kaynaklı organizasyonlarda dünyanın gidişatını başka yaklaşımların fark edemeyeceği şekilde keşfetmiş olmanın farklılığı gözleniyor. Yapılan organizasyonlarda artık eşyanın ve dünya meselelerinin özüne inen yaklaşımların farklılığı ortaya çıkıyor. Geçen hafta bahsettiğimiz Gaziantep’teki “Sevgi Dünyasına Çağrı” toplantısının hemen akabinde bu hafta sonu İstanbul İlim ve Kültür Vakfının düzenlediği “Haşir Sempozyumu” bu mânâda çok çarpıcı yaklaşımlar. Artık yeni dünya düzeni, dünya siyaseti, ekonomik planlar, kalkınma hamleleri gibi çok şatafatlı gözüken, ama maddî alanı ön plana çıkarmanın sığlığı ile yüz yüze yaklaşımlar yerine, tüm insanlığın daha derinlere ve eşyanın özüne yönelmesi gerekiyor.
Aslında tek tek her insanın dolayısı ile tüm insanlığın en önemli vazifesi ve en belirgin tanımı kulluk. Üzerinde durulacak en belirgin alan da bu olmalı. Yani, ortaya koyacağımız açılımlar Kur’ân ışığında ve tevhid, nübüvvet, haşir ve adalet zemininde gerçekleşmeli. Haşir Sempozyumu da bu anlam çerçevesinde tüm dünyayı ilgilendiren derinlik ve önemi ile çok dikkat çekici. Daha önce Ortadoğu ve Arap ülkelerinden gelen bilim adamlarının haşir ile ilgili tefekkür ve çalışmalarının süzülmesinin ardından bu hafta sonu İtalya, Kanada, ABD, İngiltere gibi ülkelerden katılan ve önemli bir kısmı başka dinlere mensup bilim adamlarının Risâle-i Nur eksenli haşir çalışması artık külliyatın dünyaya mal oluşunun ve dünyanın geleceğine Kur’ân’ın nuru ile ışık tutacağının müjdesi olmalı.
Günümüz insanlığının değerler dünyasını; para, siyasî güç ve maddî değerlerin şekillendirdiği bir bakış açısı oluşturuyor. Bu bakış açısı ile varlığın bir kitap olarak algılandığı ve görünenden çok görünen mânânın ifade ettiği, arka planın ön planda tutulduğu bir yaklaşıma ulaşmak mümkün değil. Oysa hayatın ve insanın gerçek anlamı arka planda, ferdin dünyasında arka plana yöneliş çok önemli bir dönüm noktası. Bunu sağlayamadığında hayat hızla akıp giderken zerrelerin inceliğinde çizilen imajlar kayboluyor ve kişiye en ufak bir katkı sağlamıyor. Maddenin kendi içinde oluşturulan değerler hayatın asıl gayesi olarak düşünülüyor, ölüm geldiğinde ise hiçbirinin anlamı kalmıyor. İnsan arka planla irtibatlı tanımını bulamadığı müddetçe bu hayat içerisinde gerçek insanlığı yaşayabilmesi ve varlık için zaman ötesi bir tanım oluşturabilmesi mümkün gözükmüyor. Bu yönüyle İslâmî çerçevede ya da daha geniş anlamıyla nübüvvet çizgisinin çizdiği yolda bir hayat algısı maddenin bu tarafa bakan boyutundan uzak olmalı ve asla yönelik olmalıdır.
Maddî planda yaşamanın getirdiği zaaflarla iç içe olan insanlık âleminin bir parçası olan hizmet ehli de maddî alanı ön plana çıkarmanın sıkıntılarıyla yüzleşebiliyor. İslâmî gelişmeler için siyaset zemininde çözüm arayanların da benzer bir problemle yüzleştiğini, zaman içerisinde şuur altında Rabbine bütünüyle dayanmak yerine siyasetin gücünü ön planda tutmak gibi zaaflarla karşı karşıya kaldıklarını gözlemliyoruz. Geçen zaman siyasetin, maddeye yönelmişliğin ve maddî gücün ön planda tutulduğu bir bakış açısı oluşturduğunu ortaya koydu. Bu bakış açısı içerisinde İslâmın berrak hakikatlerinin bulanmadan idrak edilebilmesini ve zaman içerisinde menfaat çatışmalarının oluşmasını engellemenin mümkün olmadığı gözükmektedir. Dini anlamda bir açılım sağlamak öze yönelik olmak halini gerekli kıldığından menfaat arayışlarının uzağında olmalıdır. Oysa siyasetin özünde ve ana felsefesinde sosyal düzeni beşerî güç ile şekillendirmek ve kendi hedeflerini sahip olduğu güç ile ortaya koymak arayışı hakimdir. Bu anlamda siyasetin yapısında maddeyi ön planda tutmak ve bu planda çözüm arayışı içine girmek kaçınılmazdır. Geçen zamanın da ortaya koyduğu gibi dâvâ uğruna yola çıkanlar siyasî zeminin menfaat çatışması içinde benlik mücadelesine girişmekte ve aynı zeminin gereklerine uygun olarak kendi menfaatlerini ön planda tutan bir noktaya gelmektedirler. Mânâya yönelik hizmetlerin özünde, ferdin şahsî dünyasını Rabbi ile buluşturacak ve bunu yaparken de maddî âlemi sınırlı algısından uzak bütün insanları kucaklayacak bir şeffafiyet hakim olmalıdır. Maddî alanda ortaya konan siyasî mücadelede bu berraklığın muhafaza edilebilmesi ve kişinin varlığın özüne yönelik bir bakış içinde maddî âlemin katılığından uzak kalabilmesi çok güçleşmektedir.
Önümüzdeki yıllar maddenin katılığındaki sınırlayıcılığın ortadan kalktığı ve arka plandaki mânâların duygular şeklinde açığa çıktığı bir dönem olacağa benzer. Şimdiye kadar ortaya konan siyasî arayışlar da göstermiştir ki; ekonomik güç ile, silâh gücü ile devlete hakim olarak manevî bir dâvâya hizmet edebilmek mümkün değildir. Maddî gücü elde etseniz dahi mânâ boyutu iyice dejenere olmakta ve artık sahip olunan imkânların asıl hedefe yönelik kullanılabilmesi zemini kaybolmaktadır. İçinde bulunduğumuz şartlar içerisinde hizmet erbabının ve Kur’ân hizmetine yönelik gayret içinde olanların ferde yönelik yaklaşımları esas tutmaları ve ırk, coğrafya siyasî düşünce ayırt etmeksizin bütün insanların kuşatmaları gerekmektedir. Bundan sonraki yaklaşımlarda daha öze yönelik gayret gösteren ve safiyetin muhafaza edildiği sivil yaklaşımlar hizmet tarzında esas olmalıdır.
Fertlerin dünyasına ulaşmak siyaset ile değil, iletişim ve diyalog ile olacaktır. Sevginin kuşatıcı gücü ön planda tutulduğunda bütün nükleer silâhlardan ve toprak hakimiyetinden çok daha etkili bir sonuç verecek ve bütün insanlığı içine alacak bir yaklaşım haline dönecektir. Böyle bir yaklaşımın önünde siyaseten ve silâh gücü ile durabilmek mümkün değildir. O halde bütün hizmet erbabı Kur’ân’a hizmet dâvâsını yeniden planlarken siyasî yaklaşımların dışında kalmalı ve iktidara yönelik arayışlar yerine insanı keşfetmeye ve doğru insanlığın iç dünyalarda hakim olmasına arayışlar içine girilmelidir.
İnsanlık zemininde ve doğru insanlık tarlasında Kur’ân’dan başka bir şey yeşermeyecektir. Gelecek günlerin İslâmî gelişmeler açısından doğru adımı; öze yöneliş, insanlık zemini üzerinde hareket etmek ve bütün gücünü Âlemlerin Sultanına dayanmaktan aldığına gerçekten inanmak ve bu doğrultuda hareket etmek olacaktır. Sevgi Dünyasına Davet ve Haşir Sempozyumu gibi peşpeşe yaşadığımız güzellikler bu yaklaşım tarzının çok ümit ve şevk verici örnekleri. Ezel ve Ebed Sultanı olan Rabbim hizmet aşkı ile insanlığa sevgi, barış ve iki cihan saadeti duâsını kavlen ve fiilen büyük bir aşk ile yapan nur ehlinin ve onlara destek olanların yardımcısı olsun. Nurun kuşatıcılığı ve huzuru tüm âleme yayılsın ve tüm insanlar hem dünyada, hem âhirette mutlu olsun.
21.11.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Saadet Bayri FİDAN |
Analar çalıştı, çocukları kaybettik... |
|
“Kadınlar çalışmalı mı, çalışmamalı mı?” türünden bir soru sorsak ne olur acaba? Çalışanların büyük bir bölümü: “Çalışmamalı, ama bu hayat şartlarında mecbur” derken, ev hanımlarının azınlık kısmı “Çalışsalar daha iyi. Hiç olmazsa ekonomik özgürlüğünü kazanırlar” türünden yorumlar yaparlar.
Yorumlar her ne olursa olsun kadın çalışırken evet ekonomik özgürlüğünü kazanır, ama kadınlık özgürlüğünü kaybediyor. Hele bu kadın anneyse. Yükü epey ağırlaşmış bir şekilde iki büklüm yaşıyor hayatın içinde. Bir yandan ev işleri, çocukların ilgisiz sevgisiz, kreş köşelerinde büyümesi. İlgi görmeyen eş. Sürekli problem çıkaran anlayışsız kişiler derken sonuç hüsran.
Ancak ihtiyaçlar mecburiyeti aşıp, her şey ihtiyaç olunca çalışmadan da yapamıyorlar. Kazanılan para da, yarım yamalak analık yapan, bakıcı, kreş anaokulu gibi yerlere gidip elde avuçta bir şey kalmıyor.
Hepsinden acı sevgisiz, ilgisiz büyüyen, küçük yaşlarda psikolojisi bozulup, depresyona giren çocuklar toplumun içine girip yetişiyorlar.
Bu konu oldukça uzun bir konu, bir başka yazıda detaylarına girmek istiyorum.
Ancak aşağıya aldığım hikâye, çalışan bir anne ve çocuğunun yaşadığı dramı açık bir dille nazara veriyor. Keşke anneler annelik gibi bir kutsal görevi her şeyin üstünde görüp, iktisatla yaşamayı başarabilseydi...
“Kapıdan içeri girer girmez neşeyle bağırdı:
“‘Anne, biliyor musun bugün yuvada ne oldu?’
“‘Görmüyor musun? Telefonla konuşuyorum.’
Hiç kimsenin sevdiği şey birbirine benzemiyordu. Annesi telefonu, babası arabayı seviyordu. Her şey erteleniyordu telefon ve araba söz konusu olduğunda. Bir de eve misafir gelecek oldu mu kendisine hiç yer kalmıyordu. Nerelere gitsindi? Annesi kapattı telefonu. Mutfaktan tencere kaşık sesleri geliyordu. Koşarak yanına gitti.
“‘Sana yardım edeyim mi?’ dedi en sevimli halini takınarak. Annesi mânâlı mânâlı baktı.
“‘Hayırdır. Bir yaramazlık filan? Bak bir de seninle uğraşmayayım. Çok yorgunum zaten...’
“Yorgunluk nasıl bir şeydi? Bazen elinde oyuncağıyla uykuya daldığında anneannesi oyuncağı yavaşça elinden alır, ‘Nasıl yorulmuş yavrucak. Uykunun gül kokulu kolları sarsın seni’ diyerek alnına bir öpücük konduruverirdi. Yorgunluk gül kokulu bir uykuya dalmaksa eğer, ne diye annesi kendisiyle böyle kızgın kızgın konuşuyordu.
“‘Anneciğim yorulduğun zaman gül kokulu uykulara dalarsın. Anneannem öyle söylüyor.’
‘Uykuya dalayım da gül kokuları kusur kalsın. Yorgunluktan ölüyorum.’
“Bu kelimeden nefret ediyordu. Yorgunum. Yorgun olduğumdan... Böyle yorgun yorgunken...
“‘Anneciğim sen yorulma diye...’
“‘Yemekte konuşuruz çocuğum. Bankada işler yetişmedi. Baban gelene kadar bunları bitirmem lâzım. Hadi sen oyna biraz.’
“‘Hani siz yoruluyorsunuz ya...’
“‘Eeee.’
“‘Ben de oynamaktan yoruluyorum.’
“‘Ne yapayım?’
“‘Bilmem...’
“Yapılmaması gerekenleri biliyordu da büyükler, yapılması gerekenleri hiç bilmiyorlardı.
“Işıklar söndü birden. Annesi öfkeyle söylenmeye başladı. ‘Mum da yok’ diye diye karıştırdı dolapları el yordamı ile.
“Çocuk sırtüstü yatıp, anneannesinin köyünü düşündü. Gaz lambasının ışığında deli tavşan masalını anlatışını. Deli tavşanın duvardaki aksini getirdi gözlerinin önüne. Anneannesi gibi iki ellerini birleştirip işaret parmaklarını yukarı kaldırarak tavşan kafesi yaptı. ‘Bak deli tavşan’ diyerek parmaklarını oynattı. Yoldan geçen arabaların farları duvardaki tavşana yol açtı. Tavşan alabildiğine hür dolaştı sağda solda. Otlarla kuşlarla konuştu. Sonra yorgun düştü. Duvardaki görüntü o minik avuçların açılmasıyla kayboldu. Kolu yavaşça kanepeden aşağı sarktı. Neden sonra ışıklar geldi.
“Kadın çocuğun hiç konuşmadığını fark etti birden. Kanepeye koştu. Küçücük dizlerini karnına doğru çekerek uykuya dalmıştı. Masanın üstündeki dosyalara baktı iğrenerek. Dindirilmez bir pişmanlık doldurdu içini. Uyandırmaktan korka korka küçük alnına bir öpücük kondurdu. Çocuk sanki bu öpücüğü bekliyormuşçasına:
“‘İşin bitince beni sever misin anne?’ dedi.
“Kadın, sevilmek için randevu alan çocuğuna bakarak sabaha kadar ağladı.”
21.11.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Serdar MURAT |
Tahtıravelli bitiyor |
|
Nerden gelip dilime takıldı bilmiyorum.
En olur olmadık yerlerde, “Karagümrük yanıyor,” diye söyleyesim geliyor.
Ben Uğur Aslan’ın Karagümrük’ünden yanayım.
“Karagümrük yanıyor,
Herkes benden biliyor,
Polis beni arıyor.”
Mekin’in ona nazire olarak yaptığı Karagümrük, biraz 12 Eylül’ün Hakkı Bulut’a siparişi, “acısız arabesk” gibi geliyor.
Ne öyle, “Karagümrük yanmasın, analar ağlamasın.”
Ağlamadıktan sonra niye ana olmuş ki?
Aynen Karagümrük gibi şu sıralar Ankara da yanıyor.
Hem de siyaset ateşiyle çatır çatır yanıyor.
Önce Ecevit’in cenazesi, ardından AKP kongresi, onu takiben MHP kurultayı derken, Ankara buram buram siyaset kokmaya başladı.
İşin Karagümrük cephesi ise daha çok liderlerle ilgili.
AKP delegesi Erdoğan’a, MHP’liler de Bahçeli’ye istediğini bir fazlasıyla verdiler. İki lider de sandıktan güçlenerek çıktılar, listeleri tek bir çizik yemedi.
Artık delegenin söyleyeceği söz bitti, marifet liderlere kaldı.
Un tamam, yağ var, şekeri katıp, suyu ilâve edip, helvayı yapmak liderlerin maharetine kaldı.
Onlar iyi bir helva yapıp, seçimden başarı ile çıkamazlarsa, bu kez partililer onların helvasını yapar.
Çünkü siyasetin tahammül etmediği tek şey başarısızlıktır.
MHP kurultayı siyasetin iki partili tahtıravelliden çıktığını gösteren işaretler taşıyordu.
AKP iktidarının MHP ve DYP’yi ciddiye alması gerekiyor.
Çünkü seçim meydanlarına çıktıkları takdirde, etekleri zil çalabilir.
3 Kasım seçimlerine giderken, MHP seçmeninde, partisine karşı bir kırgınlık vardı. Bu yer yer ders verme ihtiyacına dönüşmüştü.
Ancak hafta sonu yapılan kurultayda görüldü ki, en iyi ilâç olan zaman hükmünü icra etmiş, yaralar sarılmış.
Canlı, partisine sahip çıkan, inançlı ve salonlara sığmayan bir kalabalık vardı.
Ümit Özdağ’ın adaylık süreci parti içinde canlanmaya yol açmış. Bahçeli’yi destekleyenler Ankara’ya kadar gelip, bu desteklerini göstermek istemişler.
1 hafta önce gerçekleşen AKP kongresi ne kadar, klasik iktidar kongresiyse, MHP kurultayı da tam tersine bilenmiş bir muhalefet kurultayı izlenimi verdi.
Koalisyon döneminde, “AB’ye onurlu ortaklık” tezini ortaya atmaktan dolayı Bahçeli’nin kafasında bir karışıklık vardı. Görüldü ki MHP lideri onu atmış.
ABD ve İsrail’in işgaller, Irak, Filistin ve Lübnan’daki katliamlarla boy hedefi olduğu, Türkiye tarihinde en ağır Amerikan karşıtlığının yaşandığı bir sırada Bahçeli tüm stratejisini küreselleşme karşıtlığı, AB muhalefeti ve iktidara yönelik eleştiriler üzerine kırmış.
MHP cephesinden bakınca, yanlış da yapmamış.
DYP lideri Mehmet Ağar’ın sivil açılımlara yönelmesi de kendini bu alanda tek başına bırakmış olmalı ki, “damar”dan küreselleşme ve AB karşıtlığına soyunmuş.
Peki bu tercih MHP’ye yarar mı? Böyle bir tercih en fazla MHP’ye yarar.
Her ne kadar iktidar oldukları dönemde AB uyum yasalarının altında imzaları da olsa, Amerikan işgalciliği, İsrail zulmü ve AB’nin densizlikleri milletimizi patlama noktasına getirdiği için, bunu iyi yöneten parti kazançlı çıkar.
MHP kongresinin yapıldığı salonda tek bir vurgu vardı. Tek başına iktidar. Bahçeli bunu anayasayı değiştirecek çoğunluk noktasına taşıdı.
Kongredeki heyecan seçim sandığına kadar artarak götürülebilirse, MHP’nin baraj sorunu olmaz. Ancak Bahçeli yine suskunluğa gömülürse, partisine yazık etmiş olur. Ha bir de MHP’nin şansını sadece Bahçeli belirlemeyecek. Başbakan Erdoğan biraz daha gayret ederse, MHP’ye Bahçeli’den çok katkı yapacak. Kongre salonunda ne zaman başbakana ait bir söz geçti, MHP’liler yaydan boşalmış ok gibi yerlerinden fırlıyorlardı.
3 Kasım’da partisini barajın altına düşüren Devlet Bahçeli, “Kaybeden lider çekilsin” dedi, ancak kendi sözüne bir tek kendisi riayet etmedi.
2007 seçimleri birkaç açıdan liderin ateşle imtihanı olacak.
Türkiye seçimlere gidiyor, siyaset kazanı ısındıkça ısınıyor. AKP ile CHP’nin şen şakrak oldukları siyaset tahtıravallisi sona eriyor.
21.11.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
“Seçmene selâm” |
|
Tartışmaları hâlâ süren 17. Millî Eğitim Şûrâsının en dikkat çekici anekdotlarından biri, Genel Kurulda konuşan Türk Eğitim-Sen Genel Sekreteri İsmail Koncuk’la Millî Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik arasındaki diyalog.
“Bu şûrânın düzenleme tarihiyle ilgili kuşkularım var. Şûrâyı keşke ilk geldiğiniz dönemde yapsaydınız” diyen Koncuk “Giderayak şûrâda alınan kararları ne zaman uygulayacaksınız?’’ diye sorunca, Çelik gülerek “İkinci dönem uygulayacağız” karşılığını vermiş.
Gerçekten de Koncuk’un dile getirdiği istifham, meselenin en kritik noktalarından biri.
Ki, biz de geçen Cuma günü çıkan yazımızda özellikle bunun üzerinde durmuştuk.
Nitekim şûrânın daha ziyade “Katsayı kalkıyor, imam hatiplerin önü açılıyor” haberleriyle gündeme getirilmesini bu zamanlama ile irtibatlandıran bazı yorumcular, asıl amacın “seçmene selâm”dan ibaret olduğunu, yoksa uygulamada değişen hiçbir şey olmayacağını ileri sürüyorlar.
Bakan Çelik’in “MGK kararları bile tavsiye niteliğinde ve hepsi uygulanmıyor. Şûrâ kararları da böyle” gibi muğlâk ve belirsiz sözleri de bu kuşkuyu güçlendiriyor.
(Tabiî, MGK kararlarının ne ölçüde “tavsiye” muamelesi gördüğü ayrıca tartışılmalı.)
Aynı şekilde, alt komisyonda büyük bir ekseriyetin kabul oyuyla benimsenen “katsayıyı sıfırlama” kararının bilâhare Genel Kurulda geri alınması da dikkatleri çekti.
Gerçi şûrâda benimsenen “olgunluk sınavı” formülünün, imam hatiplere ve meslek liselerine üniversite yolunda getirilen 28 Şubat kısıtlamalarını aşmayı öngördüğü söylenebilir. Ama bunun, hele mâlûm tepkilerden sonra uygulanma şansının ne olduğu belirsiz
Hükümetin ve bakanlığın bu konuda şimdiye kadarki gel-gitleri, attığı yarım yamalak ve yetersiz adımların dahi arkasını getiremeyişleri ve son olarak açık lise formülünde olduğu gibi YÖK ve yargı engelini de bir türlü aşamayışı, iyimser olmaya imkân vermiyor.
Keşke şûrâda alınan kararlar er ya da geç hayata geçirilebilse...
Ancak daha şimdiden bunların önünü kesecek bir blokaj için yığınak yapılmaya başlandığı görülüyor. Gerçi gösterilen tepkiler, “öncü kuvvetler” olarak tuhaf bir koalisyon oluşturan Eğitim-Sen’in, ÇYDD’nin, ÇED'in, DİSK’in, TÜSİAD’ın, TİSK’in, CHP’nin ve de Çankaya’nın aktif veya pasif çıkışlarından ibaret kalsa belki üzerinde durmaya bile değmez.
Ama iş, YÖK’ün hükümranlık alanına girdiği an, hükümetin bu konuda şimdiye kadar yapısal anlamda hiçbir değişiklik yapamadığı dikkate alındığında, çatallaşıveriyor.
Çünkü siz ne karar alırsanız alın ve hangi formülü üretirseniz üretin; YÖK’ün mevcut yapısına dokunamadığınız ve bu yapıyı kullanarak iş gören mâlûm jakoben zihniyeti aşamadığınız müddetçe hiçbir şekilde mesafe alamazsınız.
Öyle olunca da, meseleyi kökten halletmeden gündeme getirdiğiniz palyatif formüller, halkın gözünde inandırıcılığınızı kaybettiğiniz için, “seçmene selâm”dan beklediğiniz sonuçlar itibarıyla da size derin bir hüsran ve hayal kırıklığından başka birşey getirmez.
Çünkü millet “oyalanmak”tan ve aldatılmaktan hoşlanmaz.
21.11.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
İngilizlerin teşeyyü politikası |
|
İngilizlerin genel bir İslâm politikası olduğu gibi, aynı zamanda bir de Şiî veya teşeyyü politikası da vardır. İngilizler ve Amerikalılar ve onların arkasında kimi Yahudiler Irak’ta direnişin odağını Sünnî eksenli gördüklerinden dolayı teşeyyü politikası uyguladılar. Buna ağırlık verdiler. Sözgelimi, Türkiye’den bazı yazarlar ve kalemler de AKP hükümetini Irak’ta Sünnî politikası uygulamakla suçladılar. Oysa ki, kendileri de teşeyyü politikası (Şiileştirme) uyguluyorlardı. Amerikalı Neoconlar işgalin başlarında sürekli olarak bu tezi seslendirdiler. Bu meyanda ülkemizde Cengiz Çandar ve Soli Özel gibiler de bu sesi veya avazı Türk basınına taşımış oldular. Hatta bu kalemler Irak’ta teşeyyü, Lübnan’da da tesennün (Sünnîleştirme) politikasını seslendiriyorlardı. Irak’ta Şiî, Lübnan’da Sünniydiler. Kim işgal taraftarı ise onu alkışlıyorlardı. Amerikalılar ve İngilizler Irak’a gelmeden sekterizm veya taifiyye politikaları önceden ihraç etmişlerdi.
Irak’ta istenmeyen kişi ilân edilen Sünnî Hey’etü’l ulema Reisi Haris ed Dari’nin de dikkat çektiği gibi Ortadoğu için şöyle bir yanlış ezber vardı: Suriye’de Alevî (Nuseyri) azınlık Sünnî çoğunluğu yönetirken, tahakküm ederken Irak’ta ise Sünnî azınlık Şiî çoğunluğu yönetiyordu. Sürekli olarak Iraklı Şiiler için ‘baskı altındaki çoğunluk’ ifadesini kullanıyorlardı. Gerçekten de Şiiler baskı altındaydılar, ama azınlıklar da baskı altındaydı. Çoğunluk veya azınlık ayrımı gözetmeyen baskı vardı.
Saddam otoritesine veya Baas’a karşı çıkan herkes baskı altındaydı. Sünnî ve Hizb-i İslâmi’nin başkanı ve aynı zamanda Cumhurbaşkanı Yardımcısı Tarık Haşimi sırf Baas’a üye olmadığı için genç yaşta orduyla ilişiği kesilmiştir. Baas rejiminin gölgesinde Irak’ta da YAŞ kararlarına benzer kararlar böyle uygulanıyordu. Hatta bini aşkın Sünnî subay darbe yapacakları korkusuyla Saddam döneminde ordudan atılmışlardı. Irak’ta Baascılığı yayanlar arasında Şiiler de önemli bir mevkii işgal ediyorlardı. Irak’ta Baas Partisinin Kurucusu Fuad Rikabi adlı bir Şiî mühendistir. Buna rağmen işgal valisi Bremer daha sonra suikast sonucu öldürülen Abdulaziz Hakim’in biraderi Muhammed Bakır Hakim’in yönlendirmesiyle Baas partisi kadrolarını devletten atmış ve temizlemiştir.
***
Haris ed Dari Irak’ta Şiilerin çoğunluğu teşkil ettikleri tezinin de uydurma ve bir efsaneden ibaret olduğunu söylüyor. Ona göre Sünniler çoğunluğu teşkil ediyor. Oranları en azından yüzde 50’yi aşıyor. Kimi verilere göre, yüzde 51, kimi verilere göre yüzde 54 kimilerine göre de yüzde 55’i buluyor. Dolayısıyla Şiilerin ülkenin yüzde 55 ile 65’ini teşkil ettikleri yönündeki değerlendirmeler Dari’ye göre ezberden ibaret ve gerçeği yansıtmıyor. Bunun arkasında da Amerikan Dışişleri Bakanlığının yayınladığı yıllık insan hakları raporları var. Bu raporlarda sürekli olarak Irak’taki Şiî çoğunluğun Sünnî azınlığın tahakkümü altında inim inim inlediği ileri sürülüyor ve böylece taifiyeciliğin altyapısı hazırlanıyordu. İngilizler Sudan’ın güneyini kuzeyine yabancılaştırmak için 20’inci yüzyılın ilk yarısında benzeri politikalar izlemişlerdi. İspanyol ve Fransızların bir zamanlar Fas’ta izledikleri politika da aynıydı. Taifiyye politikası, etnik veya mezhebî dağılımlara göre, ayrımcılığı körüklemektir.
Irak’ta buna çanak tutan işbirlikçilerin de rolü ve vebali büyüktür.
***
İngiltere ve ABD, işgal öncesi Irak’ta teşeyyü ve İstikrad (Kürtleştirme) politikasını devreye sokmuştur. Kürtler Saddam’ın Arapçılık yaptığını ileri sürerekten Kürtçülük yapmayı meşrû görüyor, Şiiler de Saddam’ın Sünnilik yaptığını söyleyerek teşeyyü politikasını meşrulaştırıyorlardı. Bu suretle olan Irak’a oldu. Bağdat’ın işgaline giden süreçte Londra Toplantısında muhalif ve sürgün Şiiler bir araya getirilerek aralarında koordinasyon sağlandı. Böylece işgalin altyapısı tamamlanmıştı. Londra toplantısında Bahru’l-ulum, Ahmet Çelebi, İyad Allavi gibi bütün Şiî ağır toplar hazır bulundu. Bunlar arasında Blair’e yakınlığıyla bilinen Abdulmecid Hoi de vardı. Muhammed Bakır Hakim gibi o da Irak’a dönerken öldürüldü. Irak işgalini kolaylaştıran Londra’daki teşeyyü ve İstikrad toplantısı olmuştur.
Dünya Şiilerini birleştirmek için de yine 6 Ağustos 2006 tarihinde aynı yerde (Londra) uluslar arası bir toplantı akdedilmiş. Bu toplantıda Dünya Şiî Konseyinin kurulması gibi meseleler ele alınmış. Elbette Şiilerin dinî zeminde bunu yapmaları yerden göğe kadar haklarıdır. Bunun ötesinde siyasî koordinasyon veya yapılanma ise Sünnilere veya başkalarına zarar vermedikçe meşrudur. Aksi takdirde siyasî alan çatışma alanına dönüşür. Irak’ta olan da budur. Bu politikayı İngiltere ve ABD planlamış ve kimi Şiiler de peşine düşmüş ve teşne olmuş ve Irak’taki fitne zemini bunun sonucu olarak yeşermiştir.
21.11.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
İlim aşkı |
|
İnsan, yapısı, yaratılışı gereği okumak, öğrenmek, didinmek, çırpınmak zorundadır. Hayvan dünyaya gelir gelmez hayat kanunlarına karşı hemen ayak uydururken, insan hayata karşı o kadar yabancıdır ki ömrü boyunca okumak, öğrenmekle başbaşadır. Okuyarak, öğrenerek ilerleyecek, gelişecektir.
Bu sırrı keşfetmiş insanlar okumaya zevkle sarılırlar.
Hele bunda bir kısım avantajlar, faydalar söz konusu ise niçin aşkla şevkle ilme sarılmasınlar? “Hiç şüphe yok ki Allah, melekler, yerde ve gökte bulunanlar, yuvasındaki karıncadan sudaki balığa varıncaya kadar insanlara iyiliği öğreten kimseye duâ ve istiğfar ederler”1 hadis-i şerifi şevke getirmeye yetmez mi? Hele hele Kıyamet Gününde âlimlerin mürekkebiyle şehitlerin kanlarının tartılması, alimlerin mürekkebinin şehitlerin kanından üstün gelmesi2 hakikati onları hiç yerinde durdurmaz.
Öyle ki “Hikmet [faydalı olan her şey] mü’minin kaybolmuş malıdır. Onu nerede bulursa almaya herkesten çok lâyıktır”3 hükmünü bilen insan ilim aşkıyla ordan oraya koşar, köşe bucak dolaşır. Kabına bakmaksızın faydalı ne bulursa alır.
İşte geçmişte atalarımızın asırlarca ilimde öncü olmalarının kökeninde bu vardı. Bugün de kalkınmış ülkelerin bu noktaya gelişlerinde hiç şüphesiz ilme verdikleri önem yatmaktadır. Bilgisiz maddeten de, mânen de kalkınma olmaz.
Peki, bir Müslüman olarak hangi ilme öncelik vereceğiz?
Bizi yaratıp sayısız nimetlerle besleyip büyüten Rabbimizi, dünya ve âhiret mutluluğunun anahtarı olan hakikatleri elimize veren Peygamber Efendimizi (asm) ve onun getirdiği ihya edici hakikatleri tanımaya.
Böyle insanlar Allah’ın hayır dilediği insanlardır. Müjdeye bakın: “Allah hayır dilediği kimseye dinî meselelerde derin bir anlayış verir.”4
Bu inanç ve anlayışla ilme sarılan kimselerin gurur ve kibire kapılmadan, tevazuyla, ilmin izzet ve ciddiyetini ayaklar altına almadan vakarla ilim peşinde koştuklarını; hak ve hakikate, doğruya, iyiye, güzele doğru kanat çırptıklarını görürüz. Çünkü “İlim öğreniniz” buyuran Kâinatın Efendisi (asm), ilmi tevazu, ciddiyet, vakar ve istikamet içinde öğrenmeyi de5 öğütlemiştir.
Ömrü en verimli bir şekilde değerlendirmekle başbaşayız.
Dipnotlar:
1- Tirmizî, İlim: 19.
2- Keşfü’l-Hafa, 2:3281.
3- Tirmizî, İlim: 19.
4- Buharî, İlim: 97; Müslim, İmare: 175; Tirmizî, İlim: 4.
5- et-Tergib, 1:114.
21.11.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Nimetullah AKAY |
Yine aldı düşünceler |
|
Kendimle baş başa kalınca girmeye çalışıyorum gerçekler âlemine. Dünyadan ayrılıyorum adeta. Bir kuş gibi kanatlanarak gönlümü ihtizaza getiren âlemlere doğru yol alıyorum. Huzur doluyorum ve kendimi buluyorum bu yolculukta.
Böyle zamanlarda başlangıç noktam, kâinatın ve bir önemli parçası olan dünyanın yaratılışının tâ ilk yıllarına hayalimle gitmek olmaktadır. Orada Kudreti nihayetsiz Yaratıcımın mükemmel bir nizam ve intizam ile yarattığı mahlûkatı düşünüyorum. Orada imtihan aklıma geliyor. İnsanın yaratılışı ve dünyaya imtihan için gönderilişinin hikâyesi aklımda canlanmaya başlıyor.
Âdem (a.s) babamızın başından geçenlerin izini sürüyorum. Cennete insanların tekrar dönmesi için takdir edilen Kaderin programını takip etmeye çalışıyorum. Nice insanlar gelmiş dünyamıza. Niceleri İlâhî programı anlamış ve istikamet üzere olmuş, niceleri de Şeytan-ı lâinin tuzağına düşerek insanlık hedefinden ayrılmış bu âlemde. Sanki çok yakın zamanda yaşanmış bütün bu gerçekler.
Her adımda hakikatlerin parlaklığını daha fazla hissediyorum. Rabbime bütün duygularımla şükretmeye başlıyorum. Ben bir insanım ve Yaratıcımın kim olduğunu biliyorum ve hep koruma altında olduğumu düşünüyorum.
İnsan olmanın ayrıcalığını her an yaşadığımı hissediyorum. Halife olmanın büyüklüğünün anlaşılmamasının neticesinde büyük felâket ve helâketlerin var olduğunu düşünüyorum. Her nefes alışımda bana bahşedilen güzelliklerin değerini daha iyi anlamaya başlıyorum.
Düşüncelere daldıkça dünyadan uzaklaşıyorum. Rabbime ulaşan yolların pürüzsüzlüğünü anladığım nisbette emniyet içinde yoluma devam ediyorum. Yolların sahipsiz olmadığını, yolcuların başıboş olmamaları gerektiğini düşündükçe insan olmamın hazzı daha fazla beni büyülüyor. Gittikçe şükrümü arttırmam gerektiğini anlıyorum.
Yaşadıklarımın rüya olmadığını biliyorum. Hayalen de olsa, yaşadığım âlemlerin aydınlığıyla çoğu zaman kendimden geçiyorum. Ama sarhoş olmuyorum. Aklımı ve şuurumu kaybetmiyorum. Bana verilen bu değerli âletlerle Yaratılış gerçeğini büyük bir itina ile kavramaya çalışıyorum.
“Hakikat-ı Muhammediye” aydınlığının var olan her şeyi karanlıklardan kurtarma gücüne sahip olduğu gerçeğini iyi kavramak için büyük bir çaba içine girmeye çalışıyorum. “İlk İnsan”dan itibaren insanlık âleminde başlayan iman nurunun insanlığı hangi badirelerden kurtardığını anlamaya çalışıyorum. O görevli büyük insanlara karşı büyük minnet duygularını içimde taşımaya başlıyorum.
Zamanların en güzelini arıyorum. Arayışlarım beni “Asr-ı Saadet”in tarif edilmesi zor huzur ülkesine ulaştırıyor. Şeytanların iş yapamaz hale geldiği saadet ülkesinde, adeta melekleşen insanların Allah’a yönelen samîmî niyazlarını duyuyorum. Onların Allah’tan ve Allah’ın Resûlünden (asm) başka hiçbir şeye ciddî değer vermediklerini görüyorum.
Hep o huzur ülkesinde kalmak istiyorum. Kâinatın yüzü suyu hürmetine yaratıldığı o büyük Zat’ın yollarına yüzümü sürmek ve o ülkesinin mis kokan topraklarını doya doya koklamak istiyorum. Biliyorum ki gerçek insanlığın yolu oradan geçmektedir. İnsanlık için kurtuluşu arayanların yönelmeleri gereken tek istikamet orasıdır.
Bana hakikatler getiren O Yüce insana bütün sevgilerimi vermek, onun kurtuluşa götüren sevgisinden nasiplenmek istiyorum. Kalbimin kapılarını, sadece onun Rabbimden bana getirdiği öğretilere açabilmek umuduyla yaşamak istiyorum. Keşke kalbimde dünyaya ait olan her şeyi silerek, yerine o Yüce Rehberin, o şefkat menbaının sevgisini yerleştirebilseydim.
Sadece Rabbimin ve Onun Habibinin sevgisiyle kendimi bulabileceğimi çok iyi biliyorum. Bunun için de karşıma çıkan engelleri yıkmak, yolumdaki maniaları ortadan kaldırmak için büyük bir kararlılık içinde olmam gerektiğini düşünüyorum. Ve bu kararlılığın bende eksik olmaması için Rabbimin inayetine büyük ihtiyaç duyduğumu da unutmuyorum.
21.11.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Yasağa karşı yasak gösteri |
|
Dünkü gazetelerde çıkan bir habere göre, Cumhuriyet gazetesi yazarı Deniz Som’un çağrısıyla biraraya gelen yaklaşık 300 kişi, belediyenin yasağına inat Üsküdar sâhilinde topluca içki içerek protesto gösterisinde bulunmuşlar.
Haberin çengelli noktalarla (???) örülmüş bir yönü bu; ancak, bunun aynı minval üzere giden bir de devamı var. Şöyle ki:
Ellerindeki içki kadehlerini tokuşturan grubun içinden bir vatandaş aniden çıkıp "Ülen şerefsiz sarhoşlar!" diye bağırarak Deniz Som'un üzerine yürümüş ve omzuna bir yumruk atmış.
İçkici grubun içinden de birkaç kişi harekete geçerek saldırgana karşılık vermiş, hatta onu darp etmiş.
Bu arada, polis de gösteri yapanlara değil de, protestoyu protesto eden şahsı yakalayıp önce ağzını kapatmış, ardından da emniyete götürmüş...
* * *
Parantez aç: Deve... Deve... Deve...
Sonra, deveye sormuşlar: "Neden boynun eğridir?" diye.
Deve, boynunu biraz da eğerek cevap vermiş: "Nerem doğru ki..."
Ondan sonra, deveye bir soru daha sormuşlar: "Yokuşu mu seversin, yoksa inişi mi?" diye.
Her tarafı eğrili büğrülü olan deve dosdoğru cevabı vermiş: "Düz yolun canı mı çıktı..."
Parantezi kapa.
Asıl konuya devam...
* * *
Şu güzelim ülkenin bir köşesinde yaşanan trajikomik manzaraya bakın siz.
Bakın da, "Hay Allah, bu nasıl bir tuhaflıklar zinciri?" diye de acı acı hayıflanın.
Nasıl hayıflanılmasın ki, toplumun içinde, açık bir alanda, eski deyimle "alâmelei'n–nâs" bir hadise yaşanıyor, işin içinde belediye, emniyet, gazeteci ve kendilerini "laik aydın" gören bir grup vatandaş var; ama, bütün bu yaşananlar zincirinde bir tek "doğru halka" yok.
Evet, maalesef yok.
İşte belediye: İçki hakkında tartışmalı bir karar alıyor, fakat bu kararına ne sahip çıkıyor, ne de uygulatabiliyor. Adeta, çiğnenmeye elverişli bir karar alıyor, hatta bunu tabela ile gösteriye de dönüştürdükten sonra, dönüyor olan bitene seyirci kalıyor.
Sorarlar adama: Madem ki bir yaptırım gücün yok, yahut iraden zayıf, o halde neden böyle bir kararı alarak gülünç duruma düşüyorsun?
İşte emniyet: Belediyenin kararı istikametinde hareket edeceğine, o da içkili gösteriye seyirci kalmakla yetinmiş.
İşte gazeteci: Kendisiyle gurur duyamadığımız bu meslektaşımız, kalkmış bir çağrıda bulunmuş, Üsküdar sâhiline 200–300 kişiyi toplamış ve bu açık alanda gösterişli bir "içki partisi"nin gerçekleşmesini sağlamış.
Hayrola meslektaş! Sen bu hakkı nereden alıyorsun? Senin kendinde gördüğü bu hakkın aynısını başkası da kalkıp başka türlü kullanırsa, neticesi ne olur? Hiç düşündün mü? Yoksa, düşünmeden mi hareket ediyorsun?
İster düşünerek, ister düşünmeyerek olsun, bu yaptığın yanlış, üstelik başka yanlışlara da emsâl teşkil edecek cinsten.
İşte Bedri Baykam gibi bir grup "aydın" vatandaş: Anlaşılan, mevcut kànunları çiğneme hakkını sadece kendilerinde görmüş oluyorlar. Yoksa, "Aydınlar böyle yaparsa, cahil kesim neler yapmaz?" diye düşünür ve böyle tehlikeli tahriklere malzeme teşkil etmezlerdi.
Ve, işte mahiyeti meçhûl vatandaş: O da kalkmış tek başına bir gruba saldırıyor. Bu hareketi neye binaen yaptı, bilen yok. Zira, henüz onun da mahiyeti meçhûl.
Ya Rabbî! Şu dizi dizi yanlışlıklar komedyası içinde, Sen bizleri muhafaza eyle. Veleddâllin; âmin.
Günün Tarihi
Türkiye'de ilk koalisyon dönemi
21 Kasım 1961: İhtilâlin gölgesi altında yapılan seçimler, bir koalisyon hükümetini doğurdu. DP iktidarına son veren darbecilerin başı Gürsel, 10 gün önce "İçinde bulunduğumuz zor şartları en iyi çözümleyecek kişi" diyerek, yeni hükümeti kurmakla İsmet Paşayı görevlendirmişti. Yeni kabine dün açıklandı ve hemen ardından güvenoyu hazırlığına başlandı. 2 Aralık'ta yapılan güvenoylamasında, 450 üyeli parlamentodan ancak 269 kabul alınabildi.
Böylelikle, Tükiye Cumhuriyeti tarihinde ilk kez bir koalisyon hükûmeti kuruldu. AP–CHP ortaklığında kurulan bu hükümetin Başbakanı İsmet Paşa oldu. Cuntacıların istediği yegâne kişi oydu. Ancak, Kasım 1961–Ekim 1965 yılları arasında tam üç defa koalisyon hükümeti kurulup dağılmak zorunda kaldı.
Bu ilk koalisyonlu dönemin son birkaç ayındaki hükûmet başkanlığını ise, partiler üstü konumda kabul edilen senatör Suat Hayri Ürgüplü yaptı.
Sıkıntılı yıllar
1961'de Yassıada duruşmaları sona erdi ve üç kıymetli devlet adamı idam edildi. Ve, bu kahredici atmosfer içinde, hemen bir ay sonra da genel seçimlere gidildi. 15 Ekim 1961'de yapılan seçimlerin neticesi partilerin üye sayısı itibariyle şöyle gerçekleşti:
Meclis: CHP 173, AP 158, YTP 65, CKMP 54.
Senato: CHP 36, AP 71, YTP 27, CKMP 16.
Bir buçuk yıl önce yapılan kanlı darbenin mükâfatı olarak, İsmet Paşa 24 yıl sonra yeniden başbakan oldu.
20 Kasım'da AP ile CHP arasında Türkiye'nin ilk koalisyon hükümeti kuruldu. Bu hükümet, 1 Haziran 1962'ye kadar sürdü. 25 Haziran'da tekrar başbakanlık görevi verilen İnönü, bu kez YTP ve CKMP ile koalisyon kurdu.
16 Kasım 1963'de yapılan ara seçimleri AP kazandı. YTP ile CKMP oy kaybetti ve hükümet düştü. İnönü 2 Aralık'ta istifa etti. AP lideri Ragıp Gümüşpala hükümeti kuramadığı için, İnönü'ye üçüncü kez hükümeti kurma vazifesi verildi. 13 Şubat 1965'e kadar devam eden bu hükümet, yerini ülkeyi yeni bir seçime götürecek olan Suat Hayri Ürgüplü hükümetine bırakır.
Genel seçimler 10 Ekim 1965'te yapılır ve milletvekili bazında şu sonuçlar alınır: AP 240, CHP 134, MP 31, YTP 19, TİP 14, CKMP 11. Bu seçimler, tam anlamıyla 1950 seçimleri gibi bir dönüm noktası olur. DP'nin devamı olan AP zafer kazanır; CHP ise, anamuhalefet partisi olur.
21.11.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Ashab-ı Kehf’ten günümüze- 2 |
|
İzmir’den okuyucumuz: “Kur’ân-ı Kerim’de genişçe yer alan Ashab-ı Kehf ile ilgili bilgi verir misiniz? Ashab-ı Kehf’in günümüze bakan mesajları var mıdır?”
Ashab-ı Kehfin üç yüz dokuz sene mağarada uyuduktan sonra uyanışları hem insanlığın genel dirilişi için o günün dilinden çarpıcı bir örnek teşkil eder, hem Allah’ın sonsuz kudretini gösterir. Diğer yandan Allah Kendisi koymuş olmakla beraber, kurallara bağlı kalmak zorunda olmadığını böylece bildirmiştir. Nitekim Hazret-i İsa’nın (as) babasız doğması da, göğe yükseltilmesi de, âhirzamanda inecek olması da sıra dışı tecellîlerden değil mi? Nitekim “O’nun işi, bir şeyin olmasını istediği zaman ona sadece ol demektir. O hemen oluverir.”1
Ashab-ı Kehf’in, yani mağara arkadaşlarının kaç kişi olduklarını ancak Allah bilir. Fakat yanlarında köpekleri de olduğu kesindir. Üç yüz dokuz sene uyudular. Uyandıklarında sanki dün yatmış gibiydiler. Bu hususu Kur’ân’dan dinleyelim:
“O gençler mağaraya sığındıklarında, ‘Ey Rabbimiz!’ demişlerdi, ‘Bize yüce katından bir rahmet ver ve işimizde Senin rızana erişmek için muvaffakiyet nasip et.’”2
“Zalim hükümdara karşı çıktıklarında Biz onların kalplerini hakka bağladık da onlar, ‘Rabbimiz, göklerin ve yerin Rabbi olan Allah’tır’ dediler. ‘Biz ondan başka bir ilâha kulluk etmeyiz. Edersek saçmalamış oluruz. Bizim kavmimiz Ondan başka ilâhlar edindi. Öyleyse o ilâhların hak olduğuna dair apaçık bir delil getirseler ya! Allah adına yalan uyduranlardan daha zalim kim vardır?’”3
“Birbirlerine dediler ki: ‘Madem biz kavmimizden ve onların Allah’tan başka taptıkları ilâhlardan uzaklaştık; öyleyse mağaraya çekilelim de, Rabbim bize rahmetinden genişlik versin. Ve işimizde kolaylık nasip etsin.’ Uyuduklarında onlara baksaydın..... Onları uyanık sanırsın! Hâlbuki uykudadırlar. Ve Biz onları sağ ve sol tarafa çevirip dururuz. Köpekleri ise iki ayağını mağaranın kapısına doğru uzatıp yatmıştır. Eğer onları o halde görseydin, için korku ile dolar ve geri dönüp kaçardın.”4
Üç yüz dokuz sene böylece kaldılar.5 Uyandıklarında, dün uyuduklarını zannediyorlardı. Acıktıklarını hissettiler. İçlerinden birisine para verip, mağarada olduklarını sezdirmemek için sıkı sıkıya tembihleyerek şehre ekmek almaya gönderdiler.
Şehre giren arkadaşları şehri tanıyamamıştı. Şehirli de kendini tanıyamamıştı. Nasıl olurdu? Dünkü şehir bu kadar değişmiş olabilir miydi? Şehrin ortasında kilise dedikleri bir yer vardı. Merak edip yaklaştı; Hazret-i İsa’ya (as) inananların girip çıktığı bir mabetti. Açıktan girip çıkıyorlardı. Kimse gizlenmeye gerek duymuyordu. Hayretinden şaşıp kalmıştı. Dünkü zalim kral neredeydi? Putperest halka ne olmuştu? Kilisedeki o çarmıha gerilmiş adam heykeli de ne oluyordu?
Nihayet fırına yaklaştı, parasını uzattı ve ekmek almak istediğini söyledi. Fakat o da ne; fırındakiler de şaşırıp kalmışlardı. Para üç yüz sene öncesinin mührünü taşıdığı gibi, adamın üstü başı da yüz yıllar öncesinin giyim kuşamıydı. Sonrakiler ayrıntı.
Meğer bu üç yüz yıl zarfında Hazret-i İsa’nın (as) tevhid dîninin adı Hıristiyanlık olmuş, Roma’da resmî din olarak kabul görmüş; fakat tanınmaz hale getirilmiş, yozlaştırılmıştı. Hazret-i İsa’nın (as) tevhid dîni aslından uzaklaştırılmış, içerisine çarmıha gerilmiş insan resmi gibi, teslis inancı gibi, ruhbanlık sınıfı gibi putperestlik ögeleri doldurulmuş, sayısız İnciller yazılmıştı.
Ashab-ı Kehf olayı, Allah’ın ölüleri dirilttiğinin en canlı örneği olarak hâlâ günümüzde tazeliğini, taravetini ve sıcaklığını korumaktadır.
Allah onlara ve sair çile çekmiş tevhid bayraktarlarına rahmetiyle muâmele buyursun. Âmin.
Dipnotlar:
1- Yasin Sûresi: 82
2- Kehf Sûresi, 18/10
3- Kehf Sûresi, 18/14,15
4- Kehf Sûresi, 18/17-18
5- Kehf Sûresi, 18/25
21.11.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Bir nesil yok ediliyor |
|
Televizyonun sebep olduğu yıkımın farkında olduğumuzu söylemek imkânsız.
Uzmanlar her fırsatta ikaz etse de televizyon hâlâ pek çok evin baş köşesinde. Maalesef bazı evlerde hayat, televizyonun yayın saatlerine göre düzenleniyor.
Televizyon bir bakıma da ‘zehirli bal’ hükmünde. İnsanı cezbediyor ve hayal dünyasında yaşatıyor. Bilhassa ‘sabah kuşağı’ yayınları ‘ev hanımları’nı esir almış durumda. Bu yayınların seviyesi o kadar düşmüş ki, RTÜK’e ulaşan şikâyetlerin çoğu bu konuda gerçekleşiyormuş.
“Madem şikâyet ediliyor, niçin en çok izlenen programlar da bunlar oluyor?” sorusunun cevabını vermek çok kolay değildir. Ama vakıa budur. Çünkü ‘zehirli bal’ yerken tatlı gelir, ama sonra insanı hasta eder...
Televizyonların sabah kuşağındaki izleyicilerin yüzde 46’sı bu programları izliyormuş. Yani o saatte açık olan her 10 televizyonun 5’inde bu tür ‘dibe vurmuş’ programlar izleniyor.
Bu tür programları hem izleyip, hem de RTÜK’e şikâyet eden vatandaşlar şöyle diyormuş:
* Seviyesi düşük programlar.
* A.T.’yi görmek, izlemek istemiyorum. Yetti artık.
* A., ekrana çıkarılmasın, çocuklara kötü örnek oluyor.
* A.’nın tuhaf davranışlarını görmek istemiyoruz.
* Hangi kanalı açsam aynı insanlar, yeter yahu.
* RTÜK uyarır diye çok bekledim.
* Bu programlara verilen cezalar artırılmalı.
* Sabah programlarında kadın pazarlıyorlar.
* 36 yıldır Almanya’da yaşıyorum. Avrupa’da böyle programlar yok. Niye Türkiye’de kalitesiz programlara izin veriliyor. Halk bu programlardan ne alabilir ki?
* Hayalî tartışmalar yapılıyor, insanlar aptal yerine konuluyor.
* Farkında mısınız, yayın kalitesi giderek düşüyor.
* Türkiye’de daha önemli olaylar var, neden bunlara değinilmiyor.
* Sürekli magazin, bıktık artık.
* Aynı insanların sorunlarını izlemek, dinlemek istemiyoruz.
* Kanallar para kazanacak diye bir nesil bu programlarla yok ediliyor.
(Vatan, 19 Kasım 2006)
TV izleyicilerinin RTÜK’e ulaştırdığı şikâyetler arasında en dikkat çekici olanı belki de “Bir nesil bu programlarla yok ediliyor” şeklinde olanıdır.
Ayrıca, “36 yıldır Almanya’da yaşıyorum. Avrupa’da böyle programlar yok.
Niye Türkiye’de kalitesiz programlara izin veriliyor. Halk bu programlardan ne alabilir ki?” şeklinde olan tesbit de yabana atılmamalıdır.
Tam da “Dünya Çocuk Hakları Gününde/Haftası”nda gündeme gelen bu konuya gereken ehemmiyet verilmelidir. Evet, bir neslin, nesillerin mahvolmasına seyirci mi kalacağız? Vatandaşın RTÜK’e şikâyetlerini ulaştırması bir yoldur, ama yeterli değildir. Bu şikâyetler Türrkiye’yi ‘idare eden’ her kademedeki yöneticilere de bir şekilde ulaştırılmalıdır. Milletin temsilcileri olan vekillerimiz, bu konuyu TBMM gündemine taşımalı ve uzmanların da katkılarıyla kalıcı çözüm bulunmalıdır.
Göz göre göre nesillerin mahvedilmesine göz yummayalım...
21.11.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|