Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 20 Kasım 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Vehbi HORASANLI

Rüzgâr gülü



Meteoroloji haberlerinde rüzgâr yönleri kısa bir zaman öncesine kadar denizcilerin yüzyıllardır kullandığı ifadeler ile söylenirdi. Fakat nedense başta TRT olmak üzere birçok televizyon kanalı rüzgâr yönlerini farklı bir şekilde söylemeye başladılar.

Haritalarda dört asıl ve dört ara yön ile birlikte toplam sekiz yön vardır ki buna denizciler “rüzgâr gülü” adını vermişlerdir. 360 derecenin 45’er sekiz parçaya bölünmesi ile rüzgâr yönleri belirlenmiştir.

Bu yönlere sırası ile 0 dereceye yıldız, 45 dereceye poyraz, 90 dereceye gündoğusu, 135 dereceye keşişleme, 180 dereceye kıble, 225 dereceye lodos, 270 dereceye günbatısı, 315 dereceye karayel, adı verilmiştir. Lâkin şimdiki sunucular kuzey, kuzeydoğu gibi ifadeler kullanarak saydığımız bu isimleri bir nev'î yok etmeye çalışmaktadırlar.

“Bütün dertlerimiz bitti, şimdi de bu yön isimlerini mi tartışacağız?” diye bir soru akla gelebilir. Ne çare ki Türkçe’yi korumak benim gibilere düştü. Başkalarını bilmem, ama ben yön isimlerinin değiştirilmesine karşıyım ve bu sebeple yeni bir tarzda ifade edilmesini şiddetle eleştiriyorum. Zira bu güne kadar binlerce kitapta geçen bu isimler unutulacak ve çocuklarımız bu kelimelerin ne anlama geldiğini bilemeyeceklerdir.

Kısaca “uydurmacılık” adı verilen ve asıl amaç olarak Türk dilini yok etmeye yol açan “öztürkçecilik” geçmiş ile olan bağlarımızı koparmaktadır. Bir dedenin torunu ile anlaşma güçlüğü çekmesinin sebebi işte bu garip uygulamadır.

Aslında asıl hedef dinî eserlerin genç nesiller tarafından anlaşılmasının önüne geçmektir. Bu maksatla o kadar uydurma kelime üretilmiştir ki iki nesil arasında yani baba-evlât bile anlaşma güçlüğü çekmeye başlamıştır. Devlet gücünü ve bürokrasiyi elinde tutan uydurukçular, medyada, okul kitaplarında ve yazışmalarda bu konuda çok sıkı bir denetim meydana getirerek hedeflerine ulaşma becerisini göstermişlerdir.

Ne yazık ki geleneklerimizin ve dilimizin yok edilmesi tehlikesine karşı muhafazakâr olduğu iddiasında bulunan hükümetler dahi çaresiz kalmıştır. Hâlihazırdaki hükümetimiz de bu konuda hiçbir tedbir almadan yıpratma ve yok etme çalışmalarına çanak tutmaktadır. İşte rüzgâr gülü örneğini ifşa ediyorum.

Son zamanlarda kullanılan kuzey, güneydoğu vesair yön isimlendirme tarzı aslen İngiliz dilindeki şekilden esinlenmiştir. Yüzyıllardır kullandığımız kelimelerin değiştirilmesi bu Avrupa özentisinden başka bir şey değildir. Kıble, lodos denilmesi kimlerin canını sıkıyor gerçekten çok merak ediyorum.

Yeri gelmişken bu kıble yönü ile ilgili birkaç kelime söylemek istiyorum. Aslında kıble yönü yani 180 derece Türkiye’nin doğu illeri için geçerlidir. İstanbul için kıble açısı yaklaşık 155 derecedir. Yani kıble açısı keşişlemeye daha yakındır. Fakat nedense güneye kıble denilmiştir. Belki de Karadenizli denizciler güneye bu sebeple kıble demişler ve böylece dilimize yerleşmiştir.

Doğu ve Batıya gittikçe kıble açısı da değişir. Cebeli Tarık Boğazından çıktıktan sonra kıble neredeyse gündoğusuna yakın bir dereceye gelir. Batıya doğru ilerlendiği takdirde Panama Kanalını geçtikten sonra bu sefer kıbleye yönelmek için günbatısına dönmek gerekir. Zira artık bu yön daha yakın mesafeye gelmiştir.

Bir defasında Kanada’dan Malezya’ya giderken öğle namazını gündoğusuna, ikindi namazını ise günbatısına doğru kılmak zorunda kalmıştım. Pasifik Okyanusunda nasıl ki gün değiştirme çizgisi vardır ve bu çizginin (daha doğrusu 180 derece meridyeninin) iki tarafı da farklı günlerde olmayı gerektirir. Aynı şekilde Pasifik’te belirli bir noktadan sonra kıbleyi 180 derece değiştirmek gereklidir.

Namaz kılan insanlar ister istemez dünyanın hangi bölgesinde yaşadığını bilirler. Zira kıble tayini namazın farzları arasında yer almaktadır. Keza zaman tayinini de belirlemek gereği vardır. Aksi takdirde farz olan vakit belirlenmesini yapamaz. Bütün bunlar Müslümanların coğrafya konusunda bilgili olmasını gerektirmektedir.

Biz denizciler daima değişik zamanlarda ve farklı yönlere bakarak namazlarımızı eda ederiz. Vatanımızda sabah namazı kılınırken biz akşam namazını kılıyor olabiliriz. Bu durum dünyanın hareketlerini anlamamıza yardım ettiği gibi Cenâb-ı Allah’ın kudret ve azametinin ne kadar büyük olduğunu da tefekkür etmemize yol açmaktadır.

Büyük bir gemi olan dünyamız da denizcilik mesleğini yapmayanlar için bir tefekkür denizidir. Yeter ki Rabbimizin bize verdiği akıl ve şuur nimetini bir parça kullanma ihtiyacını gösterelim. Bu sayede denizcilerden daha fazla tefekkür sevabını elde etmemiz mümkündür. Sözümüzü “bir saat tefekkür bir senelik nafile ibadetten daha hayırlıdır” diyen efendimizin (a.s.m.) hadisi ile bitirelim.

20.11.2006

E-Posta: [email protected]




İsmail BERK

Millî Eğitim Şûrâsının ardından



Yedi yıl aradan sonra 17. Millî Eğitim Şûrâsı yapıldı. Şûrâ oldukça zengin konu başlıkları, yoğun tartışma ortamı içinde sıcak gündemlerin değişmez maddeleriyle birleşince türbülanslı geçti.

Müzakereye geçememiş bir toplumda, resmî ideolojinin bağnazlığı ve tek tip insan yetiştirmeye dayalı eğitim klasiği de işin içine girince, ortak noktalarda buluşma zorlaşıyor. Ancak Millî Eğitim Şûrâsında daha pozitif bir sürecin yürüdüğünü fark ettim.

Koparılan gürültü, birkaç sendika ile dernek etrafında şekillenen politik tavırdır. Belki onlar da diğerleri için benzer değerlendirmeler yapacaklardır. Ancak “Kumandalı siyaset”in yaşandığı 28 Şubattan kalma kalıntılar üzerine şûrâ yapma zorluğuna kumandalı basın da dahil olunca, muhakemeyi öne çıkarmak zorlaşıyor.

Hâlâ devam eden ve üstünden buldozerle geçilen eğitimin 28 Şubat süreci maalesef aşılamadı. Dönemin dayatma ve akıl dışı siyasî korku ve enjeksiyonuna rağmen eğitimi insan merkezine almak, demokratik açılımlar sağlamak ve mevcut eğitim ordusu ile toplum dinamiğini değişen şartlara göre yeni yaklaşımlara kavuşturmak sanıldığı kadar kolay değil.

Siyasetin kendini darbelere ihale ettirecek figüranları içinde barındırması sivil siyasetin en büyük kamburudur. İkbali olmayan ve halkla yaşamayanların olağanüstü dönemlerde makosenleri giyip, “efendim”ci kesilmeleri ve kapı kulu gibi yasalar, yönetmelikler çıkarmalarının telâfisi gerçekten zordan da zor.

Üstelik kendini rüştünü ispatlayamamış bir hükümetin tutunma korkuları, kendini beğendirme kompleksleri ve geçmişte ürküttükleri “fincancı katırları”nı şimdilerde memnun etme gayretkeşliği de işin içine girince, iki ileri bir geri ile gidiyoruz.

Konu; eğitim, süreç; 28 Şubat sonrası, Cumhurbaşkanı; Sezer, hükümet; Milli Görüş geleneğinin devamı olunca çözümün odağında kalmak ve mesafe almak, tarafların güvensizlik iletişiminden/iletişimsizliğinden dolayı oldukça karmaşık bir hal almaktadır.

Başına buyruk YÖK’ü ve onu eleştirirken sonradan arka çıkan sözüm ona demokrat ve ülkesini sevenler de işin cabası.

Bir de bütün bunlara mukabil yalnız adam Millî Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik ne yapsın? Zannedildiği kadar, arkasında hükümetin ve siyasî iradenin durduğu kanaatinde değilim. Çünkü mevcut hükümetin siyasî kodları geçmişinden aldığı miras itibariyle sayın Çelik’ten farklı. Zaten, bir ara bakanı değiştirme talebinin Çankaya’dan dönmesi de bunun yansımasıydı.

Bakanın klasik bir bürokrat ve siyasetçi olmaması büyük bir avantaj. Yurtdışında kalmış bir akademisyen olması, Ali Suavi üzerine araştırma yapacak bir entelektüel birey ekseninde düşünmesi de bir avantaj. Özellikle AB sürecine eğitimimizi uygunlaştırma yaklaşımı da oldukça pozitif. Ancak eğitimin siyasallaştığı ve siyasetin de kabul alanı geniş eğitim üzerinden yürütüldüğü bir Türkiye’de bu alan tam bir mayın tarlası.

17. Millî Eğitim Şûrâsı böylesi bir dönemde gerçekleşiyor. Sendikaların boy verdiği ve taraf olduğu, sivil toplumun sesini duyurduğu, demokratik taleplerin arttığı, AB sayesinde proje kavramı ile sosyal bilimlerin ve bilhassa eğitimcilerin tanıştığı çok anlamlı bir süreçteyiz.

Gençlerin, özellikle yeni kuşak eğitimcilerin bilişimle iç içe oldukları bir çağın çoklu zekâ teorisini okuyan ve eğitime dahil eden olağanüstü açılımların hakim olduğu dönemdeyiz. Kişisel gelişimin eğitimde süreklilik ve yenilenmeyi beraberinde getiren, özel girişimin de ekonomik bir değer kazandığı ve sosyal sermayenin bilgi toplumuna zenginlik kattığı bir olumlu eşiği yaşıyoruz.

Katılımcı demokrasinin gereği yerel temsilci ve yöneticilerden eğitimin farklı katmanlarındaki taraflara, siyaset ve düşünce dünyasından sivil toplum sözcülerine kadar geniş bir yelpazede gerçekleşen eğitim şûrâsı, başlı başına yenileşme kavramlarının ve zihnî kabızlığı çözmenin şifreleri ile doludur.

Bu yeni süreçleri anlamayanların bilgi kısırlığı ve statükonun direnci her zaman olacaktır. Kırılma noktasında ses fazla çıkar. Hele konu eğitimse, her zaman gelişme yolu ve mevcudu eksik görme ihtiyacı olacaktır. Yeter ki sağduyu hakim olsun.

Eğitim, aralıksız konuşulmalı ve talepler uzmanlarca iyileştirici projelere dönüştürülüp, siyasî iradeyle uygulamaya geçilmeli.

17. Millî Eğitim Şûrâsını buna göre değerlendirmek gerekir. Şûrâ sonuçta her halükârda muhteva olarak ciddî açılımları kapsayan bir genel eğilimi yansıtıyor. Bundan sonrası acilen eyleme geçmektir.

20.11.2006

E-Posta: [email protected]




Zeynep GÜVENÇ

Başka bakabilmek



Aslında dünyanın her yerine gitmek istiyorsan Amerika’ya gelebilirsin. Bütün dünya burada toplanmış çünkü. Her milletin olduğu bu güzel çeşnili salatanın ‘Hangi sebzesiyiz?’ diye hiç düşünmedim, ama şunu biliyorum ki bu çeşninin içinde yer almak bakış açımıza büyük bir zenginlik katıyor. Her din ve milletten insan var ve aynı ölçüde herkes özgürce her şeyi yaşamakta. Bir zamanlar “ah keşke”ler taşımışım zulamda. Elimdeki fırsatların yetersizliğinden yakınmışım. Birşeyler değişirse eğer, her şey değişir sanmışım. Bu ne büyük gafletmiş meğer. Özlemler;

Yalnız kalmak: Amerika’nın bazı eyaletlerinde çok yalnız kalıyorsun, bazı eyaletlerinde kalabalıktan yakınıyorsun. Herkes Türk olunca, “Burası mı yabancı memleket?” diye soruyorsun diyorlar, ama ikinci kısmı çok hissetmedim. Yalnızlığı ve uzaklığı öyle çok hissettim ki. Türkiye’de hangi meslek grubunda olursa olsun veyahut ev hanımı, hayatı koşarak yaşadığımızı ve hep cümbür olduğumuzu hatırlıyorum.

Sessizlik: Sokakta oynayan çocukları ülkemde bıraktım. Koca şehrin sessizliğinde bir araba kornaları bir de çocuk çığlıkları duyuyormuşum meğer. Buradaki çocuklar küçükken büyümek zorunda. Yeri geldiğinde haddi aşan şımarıklıkları varmış arkadaşlardan duyduğuma göre, yalnız bunları görebileceğin bir sokakları yok. Çünkü çocuk kaçırma olaylarına oldukça sık rastlanıyor. Buraya ilk geldiğimde, “Özlemişim sessizliği, ne kadar güzel, huzur var, uzun zamandır bunu bekledim” demiştim. Çok teknik ve çok ruhsuz olarak niteleyebileceğim gündelik hayatın içine heyecan, yaşama sevinci, insancıl olan her şeyi sığdırmak isteyişim biraz acemice geliyor çoğu zaman.

Rahatlık: Burada kaybolmak çok kolay. İstediğin her zaman bunu yapabilirsin, seni kim tanıyacak kim bilecek? Kendi dizginlerini ellerinle koyuyorsun, çok özgür olmanın verdiği usanmışlıkla. Aynı zamanda çarpık bir düşünceye sebep olduğunu gördüm bu özgürlük fazlalığının. Bazı arkadaşlar, “Türkiye’de olsam tesettürüme daha çok dikkat ederdim, (sonra akraba, konu-komşu ne der?) ama burada zaten herkes başka dinlere mensup, kimse kimseyle ilgilenmiyor, zaten rahatsın” diye bir çıkarıma varmışlar ki bu çok yazık.

Kuşbakışı: İstediğim kadar hayal büyütebilir, gerçekleşmesine aldırmadan, sadece hayallerimin gün geçtikçe değişmesini seyretmekle yetinebilirim. Çünkü burada geriye bakmak yeterince alıyor canını. Sanki çooooooook yüksekten uçuyor gibi uzaklığın ölçütü yokmuşcasına, ülkene doğru bir bakış attığında aslında kendi geçmişine daldığını biliyorsun. Bu da küçümsenmeyecek kadar önemli bir nefis muhasebesi oluyor sana. Her saniyesi için şükrediyorsun, bunu daha önceleri fark edemeyişine hayıflanarak. Başka bakmak ne güzel bir lütufmuş. Bakış açısının genişlediği ve hatta dünyalaştığını hissetmek acı tatlı herşeyiyle geleni kabullenmek açısından ne çok şey öğretti bana.

Vakit: Hiç farkında olmadan bilgisayar dünyasının içinde buldum kendimi. Vaktim yok mızıldamaları yapacak sebebim kalmadı ne yazık. Artık diyorum ki; “Hadi vaktim çok şimdi ne yapmak istiyordum?” Fakat hepsi de uçup gitti. Bitirmeyi düşündüğüm kitaplarım bir kenarda yüzüme bakarken, ben, “Biraz daha bekleyin, hele şunu bitireyim. Bir vakit bulsam” diye avuturken kendimi, aklımın ucundan bile geçmeyecek kadar zamanla doldum. ”Kendimi özlüyorum” dediğim bir anımı hatırladım çalışmaktan tükendiğimde; ama aklıma hiç gelmezdi ki “Kendimi biraz özlemek istiyorum” diyeceğim. Çok şeyden şikâyet edebilirsin, ama “Elimde olsa şu fırsatlar neler yapmazdım” deme. Çünkü bu gerçek değil. Her şey ellerine bırakıldığında sen eskisi kadar istemiyor olabilirsin ya da değişmiş olabilirsin. Oysa ki basit bahaneler içinde hayatı kaçırıyorsun.“Yanlış yazılacak seneleri silmeye ihtiyarlığın silgisi yetmez, hayat ancak dosdoğru yaşamaya yetecek kadardır.”

20.11.2006

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Bir annenin feryadı



Bir gün cep telefonum çaldı. Bilâl’in annesiydi: “Hocam, Bilâl namaz konusunda sektelemeye başladı. N’olur ilgilenin” diyordu canhıraş bir feryatla.

Hiçbir anne evlâdının enkaz altında kalıp ölümle pençeleşmesine veya yangında tutuşup yanmasına tahammül edemez.

Peki, Cehennem ateşinde yanmaması için de aynı hassasiyeti gösteriyor muyuz?

Nice anne, İslâm dışı bir hayatın, günah ve haramların sonuçta ateşe götüreceğini bildikleri halde bir türlü gereken tedbirleri almazlar.

Bilâl’in annesi Makbule Hanım ise tedbir alanlardan. Oğluyla yakından ilgilenen, öğretmenleriyle sürekli diyalog hâlinde olan, sorup soruşturan, başarısı için didinen bir veliydi Makbule Hanım. Şu var ki bununla yetinmiyor, oğlunun dinine bağlı erdemli bir kişi olarak yetişmesi için de çırpınıyordu. Sadece fen bilimlerinde başarılı olmanın yetmeyeceğini, dinî hususlarda da ilerde olması gerektiğini çok iyi fark etmişti.

Oğlu Bilâl okulunu takdirle bitirdi. Derken lise ve üniversiteye merdiven dayadı.

Telefonun geldiği o günlerde sık olmasa bile irtibatımız devam eden Bilâl’i babasının dükkânında buldum. Oradan buradan derken—annesinin şikâyetini hiç dile getirmeden—namazın hayatımızdaki yeri ve önemi üzerinde durduk. İçinde cevher vardı Bilâl’in. İşlenmeliydi.

Namaz çok önemli yer tutuyor hayatımızda. Dinin direği. Çocukları namaza daha yedi yaşlarındayken başlatmak gerektiği üzerinde durur Peygamberimiz (asm). On yaşına geldiğinde çocuk namaza iyice alışmış, bülûğ çağına girdiğinde de kökleşmiş olacaktır.

O günden sonra Bilâl’le irtibatımız hiç kopmadı. Bilâl okudu, mühendis oldu. Geçenlerde Florya’daki nişanında evlilikle ilgili konuşma yapmamızı istemişti de konuşmuştuk.

Bilâl gün geçtikçe maneviyatta terakkî ediyor. Sohbetleri hiç ihmal etmiyor. Hazzına erdiği sohbetlere arkadaş ve yakınlarının da katılması için can atıyor, mutluluğu onlarla da paylaşmak istiyor.

Birgün sohbete önceden tanıştığımız dayısını oğluyla birlikte getirmişti. Dayısı Nureddin Bey tâ 70’li yıllarda Fatih civarında otururken sohbetlere gelmiş gitmiş. Âşina simalardan bahsetti. Unutmamış o günleri. Yüksek öğrenimde olan oğlu da sohbetlere iştiyakla katılıyor.

Gördünüz değil mi, bir annenin cân ü gönülden feryadı nasıl dünyada bile böylesine güzel meyveler veriyor. Ya ahirette?

20.11.2006

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Yardım ve iyilikte sınır yoktur



İsimsiz bir okuyucumuz: “Dilencilere yardım edilir mi?”

Davranışları ne olursa olsun; insanlar hakkında, hüsn-ü zan imkânı varsa esas olan hüsn-ü zan yapmaktır. Delil olmadan sû-i zanna gitmek caiz değildir.

Eğer gerçek durumlarını biliyorsak ve fakir olduklarından emin isek şüphesiz yardım edilir. Hile yaptıkları ve dolandırıcı oldukları şüphesi uyandıran kimseler için ise doğru olan, haklarında sû-i zan yapmamaktır, yani hüsn-ü zan mümkünse hüsn-ü zan yapmak gerekir.

Böyle kimselerle mümkünse, nezaket sınırları içinde kişiliklerini ve gerçek hallerini tanımaya yönelik saygı ve sevgi temelinde bir diyalog geliştirilebilir. İncitilmeden hususî bir şekilde yaklaşılabilir. Başlangıçta haklarındaki hüsn-ü zannımızı kaybetmemize gerek yoktur.

Neticede, yalan söyledikleri konusunda emin olduğumuz fakir olmayan kimselere yardım yapmamıza lüzum yoktur.

Yardımda böyle aldanmalara düşmemek için Kur’ân’ın yardım ve iyilikler için getirdiği sıralamayı prensip olarak takip etmek en güvenli yol olacaktır. Kur’ân, “Allah’a ibadet edin ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmayın. Ana-babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya, yakın arkadaşa, yolcuya, ellerinizin altında bulunanlara (köle, cariye, hizmetçi ve benzerlerine) iyi davranın; Allah kendini beğenen ve daima böbürlenip duran kimseyi sevmez”1 buyurmaktadır.

Demek, yardım ve iyilik yapılacak kişilerin seçiminde en yakından en uzağa doğru bir sıra takip edilmesi Kur’ân’ın tercihidir. Bu sıralamayı takip edersek aldanma şansımız olmaz. Çünkü yakınlarımızın gerçek durumlarını biliriz ve onlar bizi aldatmazlar. Yani önce anne ve babadan başlanır, sonra kardeşlere bakılır. Anne baba veya öz kardeşler içinde ihtiyaç içinde olan varsa, öncelik onlarındır. Sonra yakın akrabalar, yani annenin ve babanın öz kardeşleri ve onların çocukları gelir. Yakın akrabalar içinde ihtiyaç varsa, onlara öncelik verilir. Daha sonra yakın-uzak fark etmeksizin sair akrabalar... Ardından, yetimler, yoksullar, yakın komşu... Sonra uzak komşu gözetilir. Sonra arkadaşlarımız, ardından yolda kalmış yolcular gözetilir.

Bu sıra içinde bizi aldatacak bir zümre çıkmaz. Çünkü onlar bizim tanıdıklarımız ve âyete göre de sorumlu olduklarımızdır. Aynı zamanda bu sırayı takip etmekte sıla-i rahim sevabı da vardır.

Peygamber Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselâm buyurur ki: “Allah, merhametli olanlara rahmetle muamele eder. Öyleyse, sizler yeryüzündekilere karşı merhametli olun ki, semada bulunanlar da size rahmet etsinler. Rahim (akrabalık bağı) Rahman’dan bir bağdır. Kim bunu korursa Allah onunla rahmet bağı kurar; kim de koparırsa, Allah ondan rahmet bağını koparır.”2

*Hz. Aişe (ra) anlatıyor: Resûlullah (asm) buyurdular ki: “Rahm, Arş’a asılıdır ve şöyle duâ eder: ‘Kim beni devam ettirirse Allah ona rahmetini ulaştırsın. Kim benden koparsa Allah da ondan rahmetini koparsın.’”3

*Selman İbnu Âmir (ra) anlatıyor: “Resulullah (asm) buyurdular ki: ‘Fakirlere yapılan tasadduk bir sadakadır. Ama akrabaya yapılan ikidir: Biri sıla-i rahim, diğeri sadaka sevabı getirir.’”4

Herkes zikrettiğimiz bu âyetin ve hadislerin yüklediği sorumlulukları dikkate alsa, esasen orta yerde dilenci de kalmaz. Dolayısıyla böylece dilenci kılığında dolandırıcılara da meydan verilmiş olmaz. Demek oluyor ki biz, Kur’ân’ı ve sünneti ihmal edişimizin vebalini bazen aldatılmakla ödeyebiliyoruz. Bu da kaderin adaleti olsa gerektir.

Dipnotlar:

1- Nisâ Sûresi, 4/36 2- Tirmizî, Birr 16, (1925); Ebû Dâvud, Edeb 66, (4941) 3- Buharî, Edeb 13; Müslim” Birr 17, (2555) 4- Nesâî, Zekât 82, (5, 92); Tirmizî, Zekât 26, (658); İbni Mâce, Zekât 28, (1844)

20.11.2006

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Kurdun konuşması ve ölüme hayat rengi vermek



Dünkü bilim adamlarının 50, Bediüzzaman’ın 150 yıl sonrası öngörülerine dair yazımıza kaldığımız yerden, Bediüzzaman’ın öngörülerinden devam ediyoruz:

“Acaba kurt konuşur mu?” diye bir şüphenin içimizden geçmemesi gerekir. Evvelâ bu bir mu’cizedir. Mu’cize, beşer üstü bir hâdisedir. Burada maharet konuşanda değil, konuşturandadır. Yâni, konuşma özelliği, “et” parçası dilde değildir. Öyle olsaydı, develer, inekler, hattâ iki metre uzunluğunda bir dile sahip olan bukalemunlar daha iyi konuşacaktı. Demek ki, mâharet, konuşturandadır. Bülbülü, kanaryayı ve binlerce çeşit varlığı, insanı böyle konuşturan zât, kurdu da öyle konuşturmuştur.

Hiç şüphesiz ki, mikrofon, teyp, televizyon, radyo konuşuyor! Hiç demir parçası konuşur mu? Konuşmaz. Mârifet, teybe veya mikrofona konuşturma özelliğini verendedir.

Hatta, ağaçlar bile mu’cize eseri konuşmuş:

* Bir Arabî gelmiş, bir delil istemiş. Resûl-i Ekrem (asm) bir ağaca işâret etmiş; ağaç sağa ve sola meylederek köklerini yerden çıkarıp, huzur-u Nebeviye’ye gelerek, ‘Esselâmu aleyke ya Resûlallah’ demiş.1

* Hutbeyi, kuru hurma direğine yaslanarak okurmuş. Minber-i şerîfe geçtiği vakit, direk dayanamayarak, hâmile deve gibi inleyerek ağlamış.

Resulûllah elini üstüne koymuş, ancak o zaman susmuş.2

* “Dağ, taş, Resûl-i Ekrem’e (asm) ‘Esselâmu aleyke ya Resûlallah (Selâm sana ey Allah’ın Resûlü) diyorlardı.”3

Acaba insanlık dağ, ağaç ve taşların da dilini anlayabilecek bir seviyeye gelecek mi? Madem mu’cize, ilmin en son sınırını gösteriyor, Allahu â’lem, bu sınırın yakınlarına varmadan kıyamet kopmayacaktır!

Ölüme hayat rengi vermek

“Allah’ın izniyle anadan doğma körleri ve alaca hastalığına tutulanları iyileştirir ve ölüleri diriltirim”4 âyetindeki Hz. İsa’nın sözlerini yorumlayan Bediüzzaman şu müthiş öngörüde bulunur:

“Kur’ân, Hazret-i İsâ’nın (as) nasıl ahlâk-ı ulviyesine ittibâa beşeri sarîhan teşvik eder. Öyle de, şu elindeki san’at-ı âliyeye ve tıbb-ı Rabbânîye remzen terğib ediyor. İşte şu âyet işaret ediyor ki: ‘En müzmin dertlere dahi derman bulunabilir. Öyle ise, ey insan ve musîbetzede benîâdem! Me’yus olmayınız. Her dert, ne olursa olsun, dermânı mümkündür; arayınız, bulunuz. Hattâ, ölüme de muvakkat bir hayat rengi vermek mümkündür.’

“Cenâb-ı Hak, şu âyetin lisân-ı işaretiyle mânen diyor ki: ‘Ey insan! Benim için dünyayı terk eden bir abdime iki hediye verdim: Biri mânevî dertlerin dermânı, biri de maddî dertlerin ilâcı. İşte, ölmüş kalbler nur-u hidâyetle diriliyor. Ölmüş gibi hastalar dahi, onun nefesiyle ve ilâcıyla şifâ buluyor. Sen de benim eczahâne-i hikmetimde her derdine devâ bulabilirsin. Çalış, bul! Elbette, ararsan bulursun.’ İşte beşerin tıp cihetindeki şimdiki terakkiyâtından çok ilerideki hududunu, şu âyet çiziyor ve ona işaret ediyor ve teşvik yapıyor.”5

Dipnotlar:

1- Şifâ, 1:299; 2- Buhâri, 2:11; Müslim, hadis no: 2374; Şifâ, 1:330; Neseî, 3:102; 3- Şifâ, 1:306-307.; 4- Âl-i İmrân : 49. 5- Sözler, s. 232.

20.11.2006

E-Posta: [email protected] [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

"Kıbrıs Fatihi" palavrası



Geçen hafta "gazetem.net"te Kıbrısla ilgili yazısı çıkan Ahmet Altan, 1974'te "Kıbrıs Fatihi" olarak isimlendirilen Bülent Ecevit'in yanlış ve beceriksiz diplomasi atakları sayesinde, Kıbrıs meselesinin düğüm üstüne düğüm bağladığını, ayrıca Türkiye'nin de uluslar arası platformlarda, özellikle AB karşısında adeta eli kolu bağlı bir duruma düşürüldüğünü belirterek, özetle şu temayı işliyor: Kıbrıs'ı fethedelim derken, Türkiye olarak kendimiz esir duruma düştük. Oksijen tüpüyle Kıbrıslı Türkleri kurtaralım derken, kendimiz baygın düştük. Şimdi, ne onları, ne de kendimizi kurtarabiliyoruz.

Aynı konuyu 17 Kasım günkü yazısında işleyen Akşam gazetesi yazarı Engin Ardıç ise, kendi üslûbunca meseleyi tahlil ediyor ve çok daha köşeli ifadeler kullanarak şu "Kıbrıs Fatihi" balonuyla adeta dalgasını geçiyor.

İşte, Engin Ardıç'ın kendi sözlerinden bir potburi:

"Ecevit, sıradan ve başarısız bir politikacı değil de çaplı bir devlet adamı olsaydı, ...gerek oraya gerek Yunanistan'a demokrasi götürmüş, faşist Yunan cuntasını devirmiş olmanın 'muazzam uluslararası rantı' yenirdi...

"Kabız Babıâli ayakçılarının yerlere göklere sığdıramadıkları Karaoğlan, bu fırsatı kullanamadı. Boyu yetmedi. Kıbrıs'ta da, en durulmaması gereken yer ve zamanda durdu, en yürünmemesi gereken yer ve zamanda yürüdü.

"Ambargo da, ekonomik krizler de, iç savaş da, terör de, silâhlı ayaklanma da, darbe de başımıza bu yüzden geldi. Ecevit'in hediyesidir.

"Otuz iki yıldır çektiğimiz acıların tek, tek, tek nedeni Kıbrıs'tır, başka hiçbir şey değil. Kıbrıs 'meselesi' olmasaydı ne ASALA terörü olurdu, ne PKK isyanı, ne anarşi, ne de 12 Eylül... Yunanistan NATO'dan çıkmaz, Amerikan yönetimi de onun geri dönmesine ses çıkarmayacak bir Türk diktatör arayışı içine girmezdi!"

Evet, tam 32 yıldır Türkiye'nin başını ağrıtan şu Kıbrıs meselesinin, ne yazık ki, Türkiye'nin başını daha ne zamana kadar ağrıtacağı da bir türlü kestirilemiyor.

Ortada makul bir öngörü bulunmadığı gibi, taraflarca kabul edilebilir, yahut mutabakata varılabilir herhangi bir plan–proje de yok.

İşte, bütün bunlar açıkça gösteriyor ki, "Kıbrıs Fatihliği" aslında sıkılmış bir palavradan veya şişirilmiş bir balondan ibarettir.

Gün geçtikçe, aldığı iğne darbeleriyle bu balon da sönmeye devam ediyor.

Anket

Dandik anketler

Siyasî partilerle ilgili yapılan son anketlerden biri, geçen hafta Yeni Şafak gazetesinde yayınlandı.

Sıralama, yüzdelik oranla kabaca şöyle oldu:

Kararsızlar (+hiçbiri): 30; AKP: 29; CHP: 12.7; MHP: 6; DYP: 5,6.

Bu sonuçlara göre en büyük parti KP, yani "Kararsızlar Partisi."

Aynı anketin verilerine göre en başarılı liderler sıralaması ise şöyle: "Erdoğan, Ağar, Mumcu, Bahçeli, Ahmet Türk, Kutan, Zeki Sezer, Cem Uzan."

Bu tabloda hayli dikkat çekici birkaç nokta var. Şöyle ki:

1) Oy oranı itibariyle ikinci parti konumunda gösterilen CHP'nin Genel Başkanı Deniz Baykal'ın ismi, dokuz tanesi zikredilen "liderler" sıralamasında yer almıyor bile.

2) Oy oranı sıralamasında 4'üncü gelen DYP'nin Genel Başkanı Mehmet Ağar ise, en başarılı liderler arasında 2. sırada yer alıyor.

3) Bu ankette, "kararsızlar+hiçbiri+diğer" diyenlerin toplamı yüzde 34'ü geçiyor. Belirsizliğin bu kadar şişirildiği bir anketin daha önce yapıldığını, yahut yayınlandığını hatırlayamıyoruz.

Sonuç: Ortaya çıkan ve inandırıcılıktan hayli uzak görünen bu tür anketler zaman zaman yapılıyor olsa da, bunun kadar dandik olana herhalde ilk kez rastlanıyor.

Kısaca

Kimler kurmay subay olamaz

16 Kasım 2006 tarihli Vatan gazetesinde yer alan bir haberin özeti: TBMM Millî Savunma Komisyonunda tartışmalı şekilde görüşülen ve sonunda kabul edilen yeni bir düzenlemeye göre, subayların harp akademilerine kabul edilmesinde "eşlerin tutum ve davranışları” da dikkate alınacak.

Haberdeki özetin özeti ise şudur: "Eşi tesettürlü olan bir subay, yükselip de kurmay olamayacak."

20.11.2006

E-Posta: [email protected]




Nimetullah AKAY

Serîütteessür ruhlar



Yükseklerde uçmak, yüksek ideallere menşe olmak, yaratılışın anlamını ifade etmek için yaratılmıştır ruhlar. Bu dünya hanında zevâle mahkûm olan bedenler, ruhların ebedî mekânı olamaz elbette. Bedenler eskir, bedenler çöker, bedenler harap olur, ama ruhların makamı sabittir. Bedenlerle birlikte çürümeyen ruhlar, oralardan ayrılır ve daha farklı mekânları vatan edinirler.

Ruhların bazısı uçar ve yıldızlar gibi, ucu bucağı bilinmeyen âlemlerde büyük bir ferahlıkla gezinirler. Bazılarının ise gidişâtları ters istikamet olmakta, yukarılar değil, aşağılar onlara mekân olmaktadır. Ölüm denilen vakıa ile çürümüş veya vazifesini bitirmiş bedenlerden ayrılan ruhlar, fani dünya hanında emanet olarak bulundukları bedenleri yönlendirmeleriyle oluşan yaşantı şekline göre kendilerine yeni bir mekân bulacaklardır.

Şirkin karanlık vadilerinden ayrılmak istemeyenler, âleme rahmet olarak gönderilen Yüce Peygamberi (asm) zor durumda bırakmak için, ona ruhun ne olduğunu sormuşlardı. Zannettiler ki soruları cevapsız kalacaktır. Oysa o yüce Nebînin yardımcısı Rabbi idi. Kâinatın Sultanı olan Rabbü’l-Âlemin, ruhun Allah’ın emirlerinden bir emir olduğunu söyleyerek müşriklere verilecek cevabı Habib-i Kibriyasına (asm) vahyetmişti. Ne kadar yazık oldu, o şirk bataklığından çıkmayan ruhlara ve cesetlere… Cesed de, ruh da küfür gayyasında yaşamanın mutlaka karşılığını görecektir. Kabir cesetleri sıkacak, yılanlar, çıyanlar ziyafetlere konacak, ruhlar da manevî azapların cenderesinde sıkışıp kalacaktır.

Ruhlar Cennetlere daha lâyık bir şekilde yaratıldılar. Onlar Hâlık-ı Kâinatın yüce san'atlarını müşahede etmek için imtihan meydanına gönderildiler. Ama bazıları rotayı isyan yönüne doğru çevirdi. Güzel olarak yaratılan bu halifeler şerlere ve çirkinliklere âlet edildi ve böylece o büyük imtihan kaybedildi.

“Serîütteessür ruhlar” derken başka mânâlar ifade etmek istemiştim. Öyle de olsa ruh deyip geçemezdim. Ruhun ne kadar yüce mânâlar ifade ettiğine değinmeden, içimde geçen teessürleri kaleme alamazdım. Benimki sadece “değinmek” şeklinde olacaktı. Zira o büyük mânâları hakkıyla ifade etmek o kadar kolay değildi. Hele bu sütunlara hiç sığışmazdı.

Beni bu satırları karalamaya iten saik başkaydı. Çabuk üzülen gönüllerimizin aydınlığına gölge düşüren teessürler o kadar çoktur ki, nereden başlayacağımızı bile bilemeyiz. Bilsek bile söylemek istediğimizi her zaman kâğıda dökemeyiz.

Bizler çoğu zaman üstü kapalı olan ifadelere sığınmak zorunda kalırız. Hakikati çıplak ifade etmek öyle her babayiğidin kârı değildir elbette. İçimizden geçenleri kapalı veya imalarla ifade edebilmek de Rabb-i Rahimimizin bizlere lütfudur şüphesiz.

Çoğu zaman içimizdeki fırtınaları ifade etmek için ne kadar zorlanırız kelime bulmakta ve cümle kurmakta… Çünkü içimizde bir korku hissi bulunmaktadır. Çünkü adımlarımızı dikkatli atmamız gerektiğini düşünürüz. Ayrıca duygularımızı her önümüze çıkanlarla da paylaşmak istemeyiz. Seslerimizi ilgililere duyurmak istesek bile, herkesin söylediklerimizi anlamasını istemeyiz çoğu zaman.

Kelimeler ve farklı cümle kurmalar bizim için sığınak olmaktadır, karmakarışık duygular içinde olduğumuz zamanlarda. Rabbimizin bizlere verdiği kabiliyet oranında kendimize sığınaklar buluruz. Bazen sığınaklarımızda göz yaşlarımızı akıtırız, bazen de hüzünlerden uzak neşeli dakikalar geçiririz.

İçine sığındığımız cümlelerde bizi bulanlar elbette olabilecektir. Orada bizlerin sevinçlerine ortak olanlar, bizlerle birlikte hüzünlerimizi gönüllerinde hissedecekler elbette olacaktır. Ve sığınaklarımızı keşfedenlerle birlikte hayat seyrimiz devam edip gidecektir bu dünyada.

“Seriütteessür” olan ruhumu bu satırlarla biraz dinlendirmek istedim. İmtihan gerçeği karşısında pek ehemmiyetli olmamakla birlikte, yine de içinde bulunduğumuz ruh hâletini anlayanların olabildiğince fazla olmasını çok arzu ederiz nedense…

20.11.2006

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

İngiltere'nin İslâm politikası



İngiltere’nin tarihten beri elbette ki umum bir İslâm politikası vardır. Bu politika pragmatiktir. Bundan dolayı kimi zaman kabalığa ve şiddete kaçar, kimi zaman da uzlaşma arar. Bu, pragmatizmin tabiatındandır.

ABD de, İngiltere’nin İslâm konusundaki bu siyasetini veya yaklaşımını genel olarak tevarüs etmiş ve benimsemiştir. Pragmatizmin ruhu gereği bu politika kullanım amaçlıdır. Bazen gücü yettiğinde veya yetmediğinde İslâmı ve Müslümanları bir düşman olarak görür ve ona göre muamele eder. Bazen de çeşitli dengeler nedeniyle uzlaşma arar. Bununla birlikte İngiltere emperyalist ve onun ötesinde merchantist yani tüccar ve merkezkaç bir ülke olduğundan dolayı ötekilere nazaran daha esnektir. Aynı zamanda daha infiradçı ve itizalcidir de. Kendisine has bir dinî mezhebi (Anglikan) olması da bunu gösterir. Pragmatizmi ve onun getirdiği esnekliği itibarıyla zaman zaman İslâmî kesimlere kanca atmış ve kendi anlayışıyla kimi İslâmî yorumları bağdaştırmaya çalışmıştır. Bu özelliğinden dolayı Fransızlar gibi kimi yetersiz rakipler, Londra’ya Londonistan lâkabını takmışlardır. Gerçekten de Araplar ‘dabab’ dedikleri sisi hiç sevmeseler de bu sisli başkenti çok sevmişlerdir. Kahire gibi bir şehir bile toplayıcılık özelliğiyle Londra’ya rekabet edemez. Bunda İngiliz zekâsından ziyade coğrafyaya dayalı İngiliz karakteri ve fıtratı rol oynamış ve etkili olmuştur. Bu özelliğinden dolayı birçok İslâmî muhalif gönüllü sürgün mahalli olarak Londra’yı seçmiştir. Halbuki, İngiltere geçmişte benzerleri için Malta, Seylan gibi adaları sürgün yeri olarak kullanmıştır.

***

İngiltere günümüzde bu tarz muhalifleri Londra’da ikamet etmeye özendirmiş, en azından diğerlerine nispetle şartlarını kolaylaştırmıştır. Londra’yı cazibe merkezi kılan da bu olmuştur. Bu itibarla, orada ikamet eden ve kalan İslâmcılara ‘Londra meşayıhı veya şeyhleri’ de denmiştir. Londra yine pragmatizmi gereği, zaman zaman ‘radikal’ diye tabir ettiği unsurlara sahip çıkarken, kimi zaman da ılımlıların karargâhı olmuştur. İngiltere’de en fazla tartışılan cemaatlardan birisi Hizbuttahrir olmuştur. Bununla birlikte, İngilizler veya sivil toplum kuruluşları Kahire’de yargılanan İngiliz uyruklu Hizbuttahrir’cilere sahip çıkmıştır. Bundan dolayı, kimileri Hizbuttahrir’i ötedenberi İngiltere ile ilişkilendirmiştir.

Radikal ılımlı tercihi de konjonktüre göre dalgalanmakta ve değişkenlik arz etmektedir. Sözgelimi, SSCB’ye karşı bir dönem Mücahidler kayrılmış ve onlar ılımlı olarak tasnif edilmişlerdi. SSCB’nin dağılması ve ardından 11 Eylül’den sonra bu kadrolar aşırı ilân edilmiş ve takibat altında tutulmuşlardır. Hatta elektronik gözetim dolayısıyla Big Brother olarak anılmaya başlanan İngiltere’de istihbarat kayıtlarına göre terör zanlısı dindar kesimlerin listesi uzayıp gitmektedir. Bununla birlikte her zaman İngiltere’nin elinin altında Sır Seyyid Ahmet Han gibi İngiliz politikalarının emrine amade ve İngiltere’yi Müslümanların hamisi olarak görenler var olagelmiştir. Bu bağlamda, Muhammed Bin Abdulvehhab’ın İngiliz istihbaratının devşirmesi olduğu yönündeki iddialar ispata muhtaçtır. Lord Cromer ile Muhammed Abduh’un ilişkilerinin izahı ise müşkildir.

***

İngiltere sömürgecilik döneminde hakim mevkiden İslâma ve Müslümanlara yönelik amansız bir savaş açmıştır. Bu yönüyle, ABD’nin selefidir. Meselâ müstemlekecilik döneminin zirvesinde ve zirve isimlerinden Glodstone şöyle demiştir: “Kur’ân ellerinde kaldıkça Müslümanları yenemeyiz...” Mısır’daki İngiliz Sömürge Valisi Lord Cromer de bu defa Kur’ân-ı Kerim’in havzasını nazara vererek: “Kur’ân kursları varoldukça Mısır’da hakimiyetimizi yayamayız ve pekiştiremeyiz” demiştir.

11 Eylül’den sonra Kur’ân kurslarının yerini medreseler almıştır. Wolfowitz ve Rumsfeld gibiler Lord Cromer’in izinden medreseleri ve müfredatını hedef almışlardır. Daha da ileri giderek havzanın havzası olarak Perle-Frum gibiler medreseleri barındıran Suud, Mısır gibi ülkeleri hedef almışlardır. 7 Temmuz 2005 Londra saldırılarına karıştıkları ileri sürülen zanlılarla Pakistan medreseleri arasında bağlantı kurulmuştur.

İngiltere güçlüyken hep üst perdeden bakmış ve Müslümanları aşağılama cihetine gitmiştir. Birinci Dünya Savaşı döneminde Anglikan Kilisesi Meşihat Dairesine müteveccihen İslâmı sorgulayan sorular sormuştur. Anglikan Kilisesinin sabık lideri de Papa 16’ıncı Benediktus gibi İslâmın İnsanlığa ne getirdiğini sormuş veya bu yönünü sorgulamıştır. Bununla birlikte, rol dağılımı gibi Prens Charles en son Ezher’de yaptığı konuşmasında olduğu gibi İslam’a övgüler yağdırmıştır.

20.11.2006

E-Posta: [email protected]




Serdar MURAT

Rolleri karıştırmamak gerek



Zaman zaman tuttuğum, sonra imha ettiğim bir arşivim var.

Kimi zaman ajansa düşen bir rakam, kimi zaman yapılan bir açıklama, beni tutar bu arşivime yönlendirir.

Öyle derin analizler ya da çok önemli rakamlar yoktur bu arşivimde.

Çoğu zaman gülüp geçtiğimiz, ipe sapa gelmez olaylar olarak gördüğümüz işlerin haberleri vardır.

Ama ben onları pek ciddiye alırım.

Aynen Adana’da aracının camından ayaklarını çıkaran vatandaşın bacağına kamyon çarpması gibi.

Hem araba kullanıp, hem bu işi nasıl yapmış diye düşünmeyin.

Çünkü bu işin öyle ince ince düşünülecek bir tarafı yok.

Taksi şoförü kardeşimiz, ayaklarını camdan dışarı sarkıtıp, meslekî düzen ve tertip içinde müşteri beklerken, yandan geçen kamyon ayaklarına takıp götürmüş.

İşte bu kadar net ve bir o kadar da basit.

Ancak bunların arasında ince kurnazlık gerektirenleri de vardır.

Ramazan ayında Karaman’da olmuştu.

Aynen, “Karaman’ın koyunu sonra çıkar oyunu” misali.

Fabrikayı soymak isteyen kişi, bekçiyi iftara dâvet edip, onlar sofrada sıcak çorbalarını höpürdetirken, oğlunu da fazla mesai yapması için fabrikaya göndermişti.

Şimdi çıkıp, demek ki hırsızın oğlu oruç değilmiş ya da vay hırsız oğlu hırsız gibi termometre donduran espriler yapacak değilim.

Vurdumduymazlıklarımızın, hin oğlu hinliklerimizin, bin bir türlü cinliklerin içinden çıkan saflıklarımızın aslında her açıdan bizi tarif ettiğine inanırım.

Meselâ AB’nin İlerleme Raporu açıklandığında tek olumlu gösterge olarak ekonomik gelişmelere işaret edilirken, ülkenin cumhurbaşkanı ile genelkurmay başkanının çıkıp, ülkenin tersanelerine girilmiş, limanları işgal edilmiş havasında ekonomide kara tablolar çizerse, işte o zaman taksinin camından çıkardığı ayağına kamyon çarpan Adanalı hemşehrimi hatırlarım.

Ve kendisine en derin saygılarımı sunarım.

Ülkenin cumhurreisi ve genelkurmay başkanına ilham kaynağı olduğu için.

Yıllarca Batılı geçinip, dindarları Batı düşmanlığı, gerici ve medeniyet artığı olmakla suçlayanların, Batı dünyası tekmili birden insan hakları dedi mi, Batının hain emellerinden, misyonerlerin dinimize savaş açtığından, kiliselerin yaygınlaştığından söz etmeleri durumunda ise o zaman Karamanlı iftar sahibi cömert kardeşimi hatırlarım.

Bekçi içeri, oğlan dışarı...

Bir sakıncası var mı, orasını tam bilmiyorum, ama bunları Dünya Kalkınma Raporunun doğrudan yabancı sermaye yatırımlarıyla ilgili rakamlarını okurken düşündüm.

Düşünmeyecek miyim?

Pınar Altuğ’un en büyük devrimci, Deniz Akkaya’nın ise Che Guevara ilân edildiği ülkede benim düşünmeye hakkım yok mu?

Sırtına parka, ayağına botları giyip, bir de bacağına buruşuk pantolonu geçirince kendini Deniz Gezmiş zanneden birçok gencimiz devrim uğruna hapishanelerde helâk olmuştu, ama onlar anarşist damgasını yemekle kaldılar, devrimi gerçekleştirmek ise manken kızlarımıza kaldı.

Bu sebeple demem o ki, ben de bu rakamlara bakınca çok farklı şeyler gördüm.

2005 yılında doğrudan yabancı yatırımcı girişinde Akdeniz Havzasındaki 11 ülke arasında Türkiye birinci olmuş.

25 AB üyesi ülke arasında ise 10. sıraya yükselmişiz. İlk sırada 1 yılda 164 milyar dolarla İngiltere duruyor. Biz ise 9.7 milyar dolarla yine de 10’unculuğu kapmışız.

Yabancı yatırımcı deyince, ülkenin satılığa çıktığını sanıp, özelleşecek tesisler önünde nöbet tutan, ardından da OYAK misali yabancı ile işbirliğine giren, ulusalcı vatanperverler doğrudan yatırım için gelen yabancı sermayenin ülkemde kaldığını, vergi verip, sigorta primi yatırdığını ve uzun süreli, istihdam sağlayıcı olduğunu pek hesap etmez karşı çıkarlar, ama asıl karşı çıkmaları gereken, bir günde 1 milyar doları götüren borsadaki sıcak paradan bihaberdirler.

Taksinin camından bacağını uzatır, ama kamyonun çarpacağını bilmez.

Bir şey daha bilmezler.

Türkiye AB sürecine girip, siyasî istikrarını sağlayınca 4 yılda ülkemize giren, uzun vadeli, yatırımcı yabancı sermayenin 1982-2002 arasındaki 20 yıla bedel olduğunu.

Rakamlara boğup kafanızı ütülemek istemedim.

Borsadaki, faizdeki sıcak para vergi vermez, stopaj ödemez, sigorta primi yatırmaz, iş kapısı olmaz. Bir tuşa basmakla borsadan çıkar, dövizden çekilip, ülkeyi krizle yüz yüze bırakıp, kaçar gider. O, göçmen kuşlar misali, tatlı kârlar elde edeceği sıcak bölgelere uçarken, biz ekonomik krizle yüz yüze kalırız. Geçmişte kaldığımız gibi.

Amma velâkin doğrudan yabancı sermaye yatırımları öyle değildir. Para sihirbazları değil, ciddî şirketler gelir. Hem de 20-25 yıllığına. Vergi verir, sigorta primi öder, adam istihdam eder, yan sanayiye iş verir, katma değer üretir.

Demem o ki, rolleri karıştırmamak, camdan ayakları uzatmamak gerek.

Unutmamak gerek şu kamyon meselesini. Bir de devrimci deyince hatırlamak gerek Pınar’ı, Deniz’i. Deniz dedimse, Gezmiş olanı değil, Akkaya’yı canım...

20.11.2006

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

‘Kapatalım gitsin’ mi?



Geride bıraktığımız hafta içinde Ankara’da ‘toplanan ve dağılan’ 17. Millî Eğitim Şûrâsının imam hatip liselerini ilgilendiren kararlar alması tartışılmaya devam ediyor. Gelinen son noktada, bazı yazarlar çareyi ‘imam hatip liselerinin kapatılması’nda bulduklarını açıklarken, haliyle bu teklife tepki gösterenler de oluyor...

Tabiî ki, her ‘okul’ gibi imam hatip liseleri de alınabilecek ‘siyasî bir karar’la kapatılabilir. Ancak bu ‘kapatma’ Türkiye’de yaşanan problemi çözer mi? Asıl tartışılması gereken konu budur.

İmam hatip liselerinin başlangıçta ‘sadece camilerde görev alacak imam hatip yetiştirmek’ için açılmış olması, sonradan aldığı kimliği unutmamızı gerektirmez. Nasıl ki başlangıçta sadece ‘imam/müezzin’leri yetiştirmek o günkü şartlarda Türkiye’nin bir ihtiyacına cevap veriyordu, sonraki yıllarda bu okulların değişip gelişmesi ve bir anlamda ‘din eğitiminin de verildiği normal liseler’ haline gelmesi Türkiye’nin şartlarına ve ihtiyaçlarına uygun bir çözümdü.

Doğrularla yanlışları harmanlamamak gerekir. İmam hatip liselerinin mevcut ya da 28 Şubat süreci öncesi ‘yanlışları’ ayrıdır, böyle bir okula hiç ihtiyaç olmadığını ileri sürmek ayrıdır. İmam hatip liselerinin ‘demokrat iktidarlar’ tarafından açıldığı, ancak ‘dini siyasete âlet eden anlayış’ tarafından istismar edildiği de bir vak’adır. Sözlü olarak ‘arka bahçe’ ifadesini kullanıp kullanmadıkları tartışılsa da fiilen böyle davrandıkları da doğrudur. Hatta ve hatta, imam hatip liselerinde okuyan ve ‘dini siyasete âlet eden anlayış’a karşı çıkıp, ‘demokrat’ anlayışa sahip olanlara, okullardaki yöneticiler/öğretmenler tarafından iyi bakılmadığı da bir gerçektir. Bilhassa 12 Eylül öncesinde ‘farklı düşüncedeki öğrenciler’in rencide edildiği, bazen okula alınmadığı da ‘not’larla cezalandırıldığı yine yaşanan gerçekler arasındadır.

Zaman zaman tekrarladığımız bir gerçeği yeniden hatırlatmakta fayda var: İmam hatiplerin eğitim yönünden zaafa uğratıldığı, eğitim kalitesinin düştüğü, ciddî iç sıkıntılar yaşadığını yine bizzat Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi öğretim üyeleri, 28 Şubat süreci öncesinde düzenlenen toplantılarda dile getiriyor ve bu konuları ciddî olarak tartışıyordu. Bu isimler arasında Prof. Dr. Hayreddin Karaman da bulunuyordu.

İmam hatip liselerinin varsa ‘yanlışları’ bir tarafa, ortada bir gerçek var: Milletimiz, çocuğuna doğru dürüst din eğitimi vermek istiyor. Başka yollar olmadığı için de imam hatip liselerini ‘çare’ olarak görüyor.

Dolayısı ile, milletin bu ihtiyacını karşılayacak makul bir çözüm üretilmeden İmam hatip liselerini kapatalım, bu tartışma kökünden bitsin” demek çare değildir. Tabiî ki bu tesbit, varsa ‘din eğitimi sistemi’ndeki yanlışlar da ilel ebed sürsün anlamına gelmemelidir. Konu her gündeme geldiğinde, “Bu okullar sadece ‘imam’ yetiştirmek için kurulan meslek liseleriydi. Türkiye’ye bu kadar ‘imam’ lâzım değil. Hem kızlar bu okula niye gidiyor?” demek akla yatkın görünse de çözüm olmuyor. Zaten millet, “Çocuğum imam olsun” diye bu okulları tercih etmiyor ki! Onların tercih sebebi, “Hem dinini öğrensin, hem de okuyup ‘adam’ olsun” şeklindedir.

Eğitim sistemi bunu temin edemediği sürece çözüm üretmek mümkün görünmüyor. Diğer konularda olduğu gibi eğitimde de milletin dediği olmalı...

20.11.2006

E-Posta: [email protected]




Yeni Asyadan Size

Çocuk kitapları



Geçtiğimiz hafta Dünya Çocuk Kitapları Haftasıydı. Hafta dolayısıyla çeşitli kültürel faaliyetler düzenlendi, kutlamalar yapıldı. Yeni Asya ve Can Kardeş Yayınları da hem çocukların kitap haftasını kutladı, hem de haftaya katkıda bulunarak çocuk kitaplarının yayınını sürdürdü.

Can Kardeş Yayınları arasında çıkan Ay Dede ile Yıldız Nine ve Boncuk’un Maceraları adlı seriler ile on müstakil kitapçıktan oluşan hikâyeler, okuyucularına hem masal ve hikâye dünyasının çocuksu mutluluklarını yaşatacak, hem de çocuklarımıza okuma zevki aşılayacak.

On kitaplık Ay Dede ile Yıldız Nine serisini Nurefşan Çağlaroğlu yazmış.

Görselliğin önem kazandığı seride yazılara daha az yer verilirken, çizgi boyutları geniş tutulmuş. Resimlemesi Gökhan Gülkan çizim stüdyosunda gerçekleştirilen serinin yazıları da MEB’in yeni programına uygun olarak el yazısıyla yazılmış.

8 kitaplık Boncuk’un Maceralarında ise hayvanların sevimli dünyasına yolculuk var. Yaşar Koca tarafından kaleme alınan seriyi de Gökhan Gülkan resimlemiş. On müstakil kitapçıktan oluşan diğer seriyi de Mustafa Özçelik yazmış. Kitapçıklarda, hayatın içinden yaşanmış öyküler, masal tadında sunuluyor. Her bir hikâyenin satırları arasına ayrı bir ders ve öğüt hazinesi gizlenmiş.

Pedagojik esaslar dikkate alınarak hazırlanan eserlerde psikolojik danışmanlar da görev almış.

Haydi çocuklar kitaba ve kitapların sihirli dünyasına...

***

MÜSİAD fuarındayız

Yeni Asya, Müstakil Sanayici ve İşadamları Derneği (MÜSİAD) tarafından 11.si tertiplenen Uluslararası Fuara katılıyor. 55 ülkeden beş yüze yakın firmanın iştirak edeceği fuarda açılacak standda, Medya Grubumuz tarafından neşredilen ürünler teşhir edilecek, tanıtımları yapılacak. Fuar ziyaretçileri ile katılımcı firmaların standlarına, gazetemiz ve tanıtım kataloglarımız ücretsiz olarak dağıtılacak.

23-26 Kasım tarihleri arasında İstanbul-Yeşilköy’de bulunan Dünya Ticaret Merkezinde (CNR) açılacak olan fuar 10:30-20:00 saatleri arasında gezilebilecek.

Yerli-yabancı beş bine yakın işadamını buluşturacak ve hükümetler seviyesinde üst düzey bir katılımla açılması beklenen fuarın bu seneki sloganı “Yeni İpek Yolu bu fuardan geçiyor. Büyük işler sizi bekliyor” olacak.

***

Faruk Çakır Aceh yolunda

Farklı organizasyon ve dâvetlerle katıldığımız dış geziler sürüyor. Yazıişleri Müdürümüz Faruk Çakır, İnsanî Yardım Vakfı İHH’nın dâvetlisi olarak Endonezya’nın Aceh (Açe) bölgesine gidecek. 2004 yılının son günlerinde meydana gelen şiddetli deprem ve ardından oluşan tsunaminin yerle bir ettiği bu ‘uzak’ coğrafyada yaşayan Müslümanlara yardım eli uzatan vakfın çalışmalarını yerinde görecek olan Çakır, gezi dönüşü izlenimlerini bizlerle paylaşacak.

***

Ve kampanya

Birbirinden değerli eserlerin hediye edildiği kültür kampanyamızın son halkasını teşkil eden “Medenî Davranışlar Ve Sosyal Yaşantı-Görgü Kuralları” adlı eserin kupon neşrine 1 Aralık’ta başlanacak.

Eserin ‘tanıtım çalışmaları’nda kullanılacak örnek baskıları ve bu eser için özel tasarlanan reklâm baskılı kolonyalı mendiller ile kâğıt ve bez afişler büro ve temsilciliklerimize ulaştırıldı.

Kampanyamızın abone çalışmaları, ulusal ve mahallî radyo ve TV’lerde önümüzdeki günlerde yayınlanacak reklâmlar ile desteklenecek.

Gayret bizden tevfik Allah’tan...

Hepinize hayırlı haftalar diliyoruz.

20.11.2006

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habip FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahaddin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004