|
|
ÂYET-İ KERİME MEÂLİ
O zâlimleri, yoldaşlarıyla ve Allah'tan başka taptıklarıyla beraber toplayıp Cehennemin yoluna sürün!
Sâffât Sûresi: 22-23
|
20.11.2006
|
|
HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ
Hakkı vermede gecikme bir çeşit zulümdür.
Câmi'ü's-Sağîr, c: 3, 3798
|
20.11.2006
|
|
Çocuklarımızın ebedî hayatını da düşünelim
Evet, bir valide veledini tehlikeden kurtarmak için hiçbir ücret istemeden ruhunu feda etmesi ve hakikî bir ihlâs ile vazife-i fıtriyesi itibarıyla kendini evlâdına kurban etmesi gösteriyor ki, hanımlarda gayet yüksek bir kahramanlık var. Bu kahramanlığın inkişafı ile hem hayat-ı dünyeviyesini, hem hayat-ı ebediyesini onunla kurtarabilir. Fakat bazı fena cereyanlarla, o kuvvetli ve kıymettar seciye inkişaf etmez. Veyahut sû-i istimal edilir. Yüzer nümunelerinden bir küçük numunesi şudur:
O şefkatli valide, çocuğunun hayat-ı dünyeviyede tehlikeye girmemesi, istifade ve fayda görmesi için her fedakârlığı nazara alır, onu öyle terbiye eder. “Oğlum paşa olsun” diye bütün malını verir, hafız mektebinden alır, Avrupa’ya gönderir. Fakat o çocuğun hayat-ı ebediyesi tehlikeye girdiğini düşünmüyor. Ve dünya hapsinden kurtarmaya çalışıyor; Cehennem hapsine düşmemesini nazara almıyor. Fıtrî şefkatin tam zıddı olarak, o mâsum çocuğunu, âhirette şefaatçi olmak lâzım gelirken dâvâcı ediyor. O çocuk, “Niçin benim imanımı takviye etmeden bu helâketime sebebiyet verdin?” diye şekvâ edecek. Dünyada da, terbiye-i İslâmiyeyi tam almadığı için, validesinin harika şefkatinin hakkına karşı lâyıkıyla mukabele edemez, belki de çok kusur eder.
Eğer hakikî şefkat sû-i istimal edilmeyerek, bîçare veledini haps-i ebedî olan Cehennemden ve idam-ı ebedî olan dalâlet içinde ölmekten kurtarmaya o şefkat sırrıyla çalışsa, o veledin bütün ettiği hasenâtının bir misli, validesinin defter-i amâline geçeceğinden, validesinin vefatından sonra her vakit hasenatlarıyla ruhuna nurlar yetiştirdiği gibi, âhirette de, değil dâvâcı olmak, bütün ruh u canıyla şefaatçi olup ebedî hayatta ona mübarek bir evlât olur.
Lem’alar, 24. Lem’a, s. 259, Y.A.N., 2004
Lügatçe:
vazife-i fıtriye: Yaratılış vazifesi.
inkişaf: Açılma, gelişme, keşfetme.
hayat-ı dünyeviye: Dünya hayatı.
hayat-ı ebediye: Ebedî hayat, ahiret.
şekvâ: Şikâyet.
terbiye-i İslâmiye: İslamî terbiye.
hasenât: İyilikler, güzellikler.
defter-i amâl: Amel defteri.
|
Bediüzzaman Said NURSÎ
20.11.2006
|
|
Çözüm, Kur’ân ahlâkında
—Dünden devam—
ÇÖZÜM ARAYIŞLARI
* Çözüm; kâinatın aklı, mizanı, ölçüsü ve dengesi olan Kur’ân’dadır. İslâm ülkeleri ve Müslümanlar için de, diğer ülkeler ve milletler için de tek çözüm budur. Allah’ın merhameti, şefkati, rahmeti, Kur’ân’ın şefkati, Resûlullahın (asm) şefaatine sığınmak en garantili ve şaşmaz çözümdür. Materyalist felsefe ve bilim bu konuda iflâs etmiştir. Kur’ân’la barışık kısmı devreye girerse, insanlığın yararına olacaktır. Tek başına bir şey yapması mümkün değildir.
* İnanan insanlar arasında, kuvvetli bir sebât, ihlâs, ciddiyet, samimiyet ve kardeşliğin sağlanıp pekiştirilmesi, iman hizmetinin mutlak sûrette öne çıkarılması, gerçek mânâda İslâmın ve Kur’ân’ın hükümlerinin kalp ve gönüllere nakşedilmesi ve işlenmesi en sağlıklı ve en kısa ve kesin çözümdür.
* Bilhassa namazlardan sonra, masum insanlar ve hayvanlar için, Resûlullahı, Kur’ânı Kerim’i ve Risâle-i Nur’u şefaatçi yapıp duâ etmek. Duâya devam etmek ve yaygınlaştırmak.
* Zamanın ihtiyarlandıkça, Kur’ân’ın gençleştiğine tam inanıp, onun sağlam itikat ve inanç esaslarına göre hareket edilmesi kuvvetli bir çözümdür.
* Bir adamın imanının kurtarılması dâvâsının, dünya kadar ebedî bir mülkün anahtarı ve nuru olduğunun idrakiyle çalışmak ve gayret etmek etkili bir çözümdür.
* Bu dehşetli kâinatın fırtınaları, yokluk ve tahribatları içinde ve bu nihayetsiz fezada her şeyle alâkadar olan insan için hakikî teselliyi ve dayanak ve kurtuluş noktalarını yalnız Kur’ân’ın verdiğini, her mü’minin nefsinde yaşayıp başkalarına yaşatma sevdasına tutulması bir çözümdür.
* Bu manevî zehirli ve kasavetli havanın zararından kurtulmak çaresi, Kur’ân’ın ve onun bu asırdaki manevî tefsiri olan Risâle-i Nur’un gözüyle bakmak ve ne kadar zorluk fazlalaşsa, kudsî vazife itibarıyla daha fazla ciddiyet ve şevkle hareket etmek.
* Bu zamanda her şeyin üzerinde, en birinci öncelikli meselenin iman hizmeti ve hayatın en önemli gayesinin buna çalışmak olduğunu tam olarak idrak etmek.
* Bu zamanda tahribât ve menfî cereyan dehşetlendiği için, takvânın bu tahribata karşı en büyük esas olduğunu kavrayarak bir hayat yaşamak.
* Kuvvetli iman dersini veren Risâle-i Nur’un dairesine girmekle bu tahribatlardan kurtulabileceğini idrak edip, anlayıp, anlatmak ve yaşama gayretine sarılmak.
* Bilhassa genç kuşaklara ve farklı mizaçta olanlara karşı daha toleranslı ve anlayışlı davranmak.
* Kâinatta ve her asırda en büyük makamın Kur’ân’ın olduğunu öğrenmek ve öğretmek.
* İman hizmetiyle uğraşanlara ilişmenin, doğrudan doğruya imana tecavüz olduğunu birilerine anlatmak.
* En halis, selâmetli, kestirme, mühim ve en başarılı iman hizmetinin, Risâle-i Nur talebelerinin daireleri içindeki kudsî hizmet olduğunu anlatmak.
* Risâle-i Nurların, dostlara ilaç olduğu gibi, düşmanlara da zehir gibi tesir ettiğini kavratmak.
* Demir gibi sebat etmek.
* İmanın hayata hayat olması halinde, hem geçmiş, hem gelecek zamanların, imanın nuruyla ışıklandığını ve vücut bulduğunu; zamanı hâzır gibi, ruh ve kalbine, iman noktasında ulvî ve manevî zevkleri ve vücut nurlarını verdiğini kavrayıp kavratmak.
* Bu zamanda, farzlarını yapıp büyük günahları işlemeyenin kurtulduğunu müjdelemek.
* Hadisçe, sadaka belâyı defettiği gibi, o tahkikî iman derslerinin kuvvetinin dahi her türlü semavî ve arzî âfetlere karşı derecesine göre bir manevî paratoner olacağını tebliğ etmek.
* Tahribata karşı en önemli ve etkili çarenin iman meselesi olduğunun idrakinde olmak.
* İnananların daima müsbet hareket etmeleri gerektiğini teyit etmek ve uygulamak.
* İnananların tecavüz edenlere karşı bile, bedduâyla karşılık vermemeleri gerektiğinin şuurunda olmak.
* Her harfinde, ondan, yüzden tâ binler sevap bulunan Kur’ân’ın, her mekân ve zamanda ezberlenmesi ve okunmasının önünün kapanmamasının, açılmasının gerekliliğini anlatmak.
* Her türlü menfî hadiselerin karşısında, ehli imana düşenin; itidâlli davranmak, sarsılmamak, düşmanca tavırlara girmemek ve o karşı görüşün liderlerini çürütmemek gerektiğini bilmek.
* Güzel niyetin, şişeleri elmasa çevirip, toprağı altın yapan bir kimya olduğunu anlayıp anlatmak.
* İslâmî terbiye ile eğitilen gençlerin o gençlik nimetine karşı bir şükür olarak ömürlerini iffet, namusluluk ve itaatte sarf etmelerinin hem bu, hem öbür dünya, hem kendileri, hem de toplum için çok büyük bir kazanç olduğunu anlatmak.
—Devam edecek—
|
Nejat EREN
20.11.2006
|
|
SORULARLA RİSÂLE-İ NUR
Olumsuz anlamdaki kıskançlığın sebep ve çareleri nelerdir? Ahiretle ilgili amellerde kıskançlık olabilir mi?
Umûr-u diniye ve uhreviyede rekabet, gıpta, haset ve kıskançlık olmamalı. Ve hakikat nokta-i nazarında olamaz. Çünkü kıskançlık ve hasedin sebebi: Birtek şeye çok eller uzanmasından ve birtek makama çok gözler dikilmesinden ve birtek ekmeği çok mideler istemesinden, müzâhame münakaşa, müsabaka sebebiyle gıptaya, sonra kıskançlığa düşerler. Dünyada bir şey-i vâhide çoklar talip olduğundan ve dünya dar ve muvakkat olması sebebiyle insanın hadsiz arzularını tatmin edemediği için, rekabete düşüyorlar. Fakat, âhirette tek bir adama beş yüz sene mesafelik bir Cennet ihsan edilmesi ve yetmiş bin kasır ve huriler verilmesi ve ehl-i Cennetten herkes kendi hissesinden kemâl-i rıza ile memnun olması işaretiyle gösteriliyor ki, âhirette medar-ı rekabet bir şey yoktur ve rekabet de olamaz. Öyleyse, âhirete ait olan a’mâl-i salihada dahi rekabet olamaz; kıskançlık yeri değildir. Kıskançlık eden ya riyâkârdır; a’mâl-i saliha sûretiyle dünyevî neticeleri arıyor. Veyahut sadık cahildir ki, a’mâl-i saliha nereye baktığını bilmiyor ve a’mâl-i salihanın ruhu, esası, ihlâs olduğunu derk etmiyor.
Çaresi
Haset evvelâ hâsidi ezer, mahveder, yandırır. Mahsud hakkında zararı ya azdır veya yoktur.
Hasedin çaresi: Hâsid adam, haset ettiği şeylerin âkıbetini düşünsün. Tâ anlasın ki, rakibinde olan dünyevî hüsün ve kuvvet ve mertebe ve servet, fânidir, muvakkattir. Faydası az, zahmeti çoktur. Eğer uhrevî meziyetler ise, zaten onlarda haset olamaz. Eğer onlarda dahi haset yapsa, ya kendisi riyakârdır; âhiret malını dünyada mahvetmek ister. Veyahut mahsûdu riyakâr zanneder, haksızlık eder, zulmeder.
Hem ona gelen musibetlerden memnun ve nimetlerden mahzun olup, kader ve rahmet-i İlâhiyeye, onun hakkında ettiği iyiliklerden küsüyor. Âdetâ kaderi tenkit ve rahmete itiraz ediyor. Kaderi tenkit eden, başını örse vurur, kırar. Rahmete itiraz eden, rahmetten mahrum kalır.
Mektubat, s. 257
Lügatçe:
umûr-u diniye ve uhreviye: Dine ve ahirete ait işler.
hased: Başkasının iyi halini istememe, çekememezlik, kıskançlık.
şey-i vâhid: Tek bir şey.
müzâhame: Çekişme, birbirine zahmet verme.
kasır: Saray.
medar-ı rekabet: Rekabet sebebi.
a’mâl-i saliha: Salih ameller.
riyâkâr: Gösteriş yapan, iki yüzlü.
hâsid: Hased eden, kıskanan, çekemeyen.
mahsud: Hased edilen, kıskanılan.
hüsün: Güzellik.
uhrevî: Ahirete ait.
|
20.11.2006
|
|
Namazın bitmesini bekleyen at
Hem nakl-i sahihle, bir defa Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm seferde, namaz kılacak vaktinde, atına dedi: “Dur!” O da durdu, namaz bitinceye kadar hiçbir âzâsını kımıldatmadı.
Mektubat, s. 154
|
20.11.2006
|
|
Münâcâtü'l-Kur'ân
DUHÂ:
1. Ey kuşluk vaktinin ve kararıp durgunlaştığı zaman gecenin Rabbi! (1-2)
2. Ey Peygamberine, hoşnut edinceye kadar ihsanda bulunacak olan! (5)
İNŞİRAH:
1. Ey Peygamberinin gönlüne genişlik veren ve yükünü üzerinden alan! (1-2)
2. Ey zorlukla beraber bir kolaylık meydana getiren! (5)
|
20.11.2006
|
|
Risâle-i Nur’dan herkes derecesine göre istifade eder
Bediüzzaman’ı ve Risâle-i Nur’u her yeni tanıyan müdrik ve takdirkâr kimseler, daha evvel tanımadıklarına binler teessüf edip kaybettikleri zamanları telâfi edebilmek için müsait vakitlerini boşa sarf etmeyerek, beş dakikalık bir zamana dahi ehemmiyet verip, geceli gündüzlü Risâle-i Nur’a çalışmaya başlıyorlar. Bu rağbet ve şiddetli alâka hiçbir psikolog, sosyolog ve filozofun eserinde görülmemiştir. Onlardan ancak tahsilli kimseler istifade edebilmişlerdir. Bir ortaokul çocuğu veya okumasını bilen bir kadın, büyük bir filozofun eserini okuduğu zaman istifade edememiştir. Fakat Risâle-i Nur’dan herkes derecesine göre istifade etmektedir.
|
20.11.2006
|
|
Yirmi Beşinci ve Yirmi Dokuzuncu Sözler
Bediüzzaman Hazretleri talebelerine yazdığı bir mektubda bu iki eser hakkında diyorki:
“Bu defa hediyelerinize mukabil, elimden gelseydi yalnız maddî fiyatına göre herbir risâleye on lira ve Yirmi Beşinci Söz’e, yirmi beş altın, belki elmas ve Yirmi Dokuzuncu Söz’e, yirmi dokuz yakut verirdim. Öyleyse, verilmiş gibi kabul ediniz.”
(Kastamonu Lâhikası, s. 31)
|
20.11.2006
|
|
BİR KISSA, BİN HİSSE
Sahabelerden hal ve tevekkül dersleri
Hz. Ömer (ra) demiştir ki:
“İster hoşuma giden olsun, isterse de gitmeyen; hangi hal üzere sabahlarsam sabahlayayım benim için fark etmez. Çünkü ben hayrın hoşuma gidende mi yoksa gitmeyende mi olduğunu bilmiyorum.”
Hz. Ali’ye (ra):
“Ebu Zerr-i Gıfârî (ra), “Benim yanımda fakirlik zenginlikten, hastalık da sıhhat ve afiyetten daha sevimlidir!” diyor. Siz ne buyurursunuz?” denildi.
Hz. Ali (ra) şunları söyledi:
“Allah Ebu Zer’den (ra) razı olsun! Ben diyorum ki, insan Allah’ın kendisi için vermiş olduğu şeylere razı olup, bundan başkasını temenni etmemelidir. Kaza ve kaderin tasarrufuna razı olmanın sınırı budur.”
Hz. Ali (ra) devamla şöyle buyurmuştur:
“Allah’ın kaza ve kaderi kendisine razı olan ya da olmayan herkes üzerinde hükmünü icra eder. Ancak hükmüne razı olanlar sevap kazanırken, razı olmayanların amelleri boşa gider.”
Abdullah b. Mesut (ra) da diyor ki:
“Kıyamet gününde bütün insanlar dünyada az bir geçimle yetinmiş olmayı temenni edeceklerdir. Nefsinde bir şüphe bulunmadığı sürece sizden herhangi birinize akşam ya da sabah içinde bulunduğu durum zarar veremez. Sizden birinizin bir ateş korunu ağzına alıp sönünceye kadar tutması, Allah’ın kendisi için hükmettiği bir şeye “Keşke bu olmasaydı! Keşke şöyle olsaydı!” şeklinde itiraz etmesinden daha hayırlıdır”
(Kenz, II/145)
|
20.11.2006
|
|
|
|