Kuru gürültüler ihtilâlcidirler. Bu gürültüleri meydana getirenlerin başarabildikleri en önemli şey, ortalığı velveleye vermek ve insanların birbirlerini anlamasına engel olmaktır. Boş tenekenin çıkardığı sesler gibi gürültü çıkaran ve güya bir ideali savunmayı üstlenen insanlar, savundukları değerlere aslında hep zarar vermektedirler.
İçi dolu olup kendi naslarına güvenen ve insanlığın var oluşu ile uyumlu olan inanç sistemlerinin hiçbir zaman kuru gürültücülere ihtiyacı bulunmamaktadır. Hatta insanlığa huzur ve bütün âleme anlamlı bir sükûn vermek isteyen sistemlerin en çok zarar gördükleri insanlar, kuru gürültülerle perde olma misyonunu üstlenenlerdir.
Akıl, mantık ve kalb üçlüsünün insanı yücelten beraberliğini yaşamak isteyen insanlar, her zaman gürültünün olduğu mekânlardan ürkmekte ve orayı sakinleştirmenin yollarını aramaktadırlar.
Kör hissiyatlarla yola çıkan insanların bağırışları kafaları karıştırmaktan başka bir işe yaramamaktadır. Hamasî nutuklarla ortalığı ayağa kaldıranların uzun vadede hedeflerine ulaşmaları mümkün değildir. İnsan olmanın ağırlığı ile yaşayan ve sahip olduğu hakîkatlerin usûlünce insanlara anlatılması gerektiğini savunan insanlar kazanmaya daha yakındırlar.
Mensubu olmakla insanlık mertebesinin en yücesine ulaşmaya aday olduğumuz İslâm dini, kuru gürültülere ve kör hissiyatlara literatüründe yer vermemektedir. İslâm dini, insanların her şeyden önce, sulh ve selâmet çerçeveli kaideleri dairesinde yaşamalarını hedeflemekte, insanların akıl ve mantık süzgeciyle olaylara bakıp öyle karar vermesini istemekte ve bütün aşırılıklara kalbin aydınlığıyla engel olmaya çalışmaktadır.
İslâm sükûneti emrederken, çıkıp İslâm adına ortalığı velveleye verenler, aslında kendi duygularını, hırslarını tatmin etmeye çalışmaktadırlar. Böylece İslâmın bütün insanlığa hitap eden hakikatlerine perde olmakla, zahiren dost iken aslında düşmanın yapabileceği bir icraatta bulunmaktadırlar.
Daha da meseleyi açmak istersek, bugün güya İslâm adına “Memleket Hıristiyanlaşıyor” diye bağıranları ve İslâm’ın yüce Peygamberine (asm) saldıranlara karşı ölçüsüz mukabelelerle savunmaya çalışanları örnek verebiliriz. Kendi şahsî hayatında İslâmın önceliklerine yer vermeyen ve İslâm inancında imandan sonra en ehemmiyetli bir ibadet olan namaz kılmayı bile ehemmiyetsiz gören bir kısım insanların çıkıp “Din elden gidiyor” diye bağırması ciddiye alınabilir mi?
Yine Peygamber-i Zîşân’ın (asm) insanı insan eden sünnetlerine uymayıp, İslâm dışı bir hayatla gününü gün eden sûreta Müslüman olanların, aşırı tepkilerle İslâmın hiç arzulamayacağı bir yaklaşımla İslâmı ve Peygamberini savunma adına ölçüsüzce bağırmaları samimiyet konusunda inandırıcı olabilir mi?
Kendi içindeki firavuna mağlûp olan insanlar, elbette dışarıdaki bir kısım inanç zıtlıklarıyla mücadele etme iddialarıyla insanları tatmin edemezler. İslâmın yaşama biçimini hayatına geçirmeyen insanlar, güya İslâm adına seslerini bütün dünyaya duyuracak bir şekilde bağırsalar dahi acaba mesuliyetten kurtulabilecekler midir?
Kendi nefsini ıslâh etmeyip dünyanın geçici hevesleriyle günlerini gün edenler, elbette samimiyetleri konusunda insanlara güven veremezler. Hiçbir insan yapmadıklarını insanlara yaptırma ve yaşamadıklarını insanlara yaşattırma hakkına sahip değildir ve olmamalıdır.
İslâmın, en azılı düşmanlara karşı bile “kavl-i leyyin” denilen yumuşak sözle yaklaşma prensibi varken, hiçbirimiz duygularımızla hareket ederek inancımız adına başkalarıyla vuruşma ve çarpışma hakkına sahip değiliz ve olmamalıyız.
Unutmayalım ki duygularımızı ayağa kaldıran ve bizleri fevrî hareketlere teşvik eden şeytanın talebesi olan nefsimizdir. Çünkü nefis her zaman bizleri İslâmca yaşamaktan, İslâmca duymaktan, İslâmca görmekten ve İslâmca hissetmekten uzaklaştırmaya çalışmaktadır. Bundan daha büyük ihanet olur mu?
06.11.2006
E-Posta:
[email protected]
|