|
|
İslam YAŞAR |
Taştaki tekâmül temayülü |
|
Her şey şiddetli bir sarsıntı ile başladı.
Ard arda gelen artçı sarsıntılarla dağı teşkil eden yekpâre kaya kütlesinden kopan büyük bir taş parçası, birkaç tehlikeli yalpalamanın ardından yavaş yavaş yatağına oturdu.
Bu kopuş onun arzın direği mesabesindeki ana kayadan ayrılması demekti. Oradan ayrılış da dağdaki vazifesinin bittiği, varlığının sebebinin kalmadığı ve artık kendini yok oluşun beklediği mânâsına geliyordu.
Böyle akim akıbete doğru gitmekten gelen ürpertiyle etrafına baktığında, o sarsıntı sırasında veya daha önce ana karadan kopmuş irili ufaklı pek çok taş parçasının olduğunu fark etti.
Onların bazıları yerinde dururken bazılarının çeşitli vesilelerle hareket ederek sık sık yer değiştirdiğini görünce bu hâlin yok oluşa doğru gidiş değil, yeni bir hayat merhalesine geçiş safhası olduğunu anladı.
Cansız bir cismin hareket etmesinin nasıl bir hâl olduğunu ve onlar üzerinde ne gibi tesirler bıraktığını merak ederek baktığında onlardan çok, dağın eteğindeki meşe ağacı dikkatini çekti.
Onun rüzgâr estikçe her yerinin hareket ettiğini, hareket ettikçe de renk ve şekil değiştirdiğini görünce onun gibi olma hevesiyle bulunduğu yerde kıpırdanmaya çalıştı.
Bu çaba uzun süre devam etti. Koca taş kütlesi hareket ettikçe kenarları aşındı, yatağı deşildi. Onlardan hasıl olan kırıntılar nemlenip yumuşadı, rüzgârla gelen çiçek tohumları ot kökleri ile karıştı ve bir süre sonra ana kaya ile arasında otlar yeşerdi, çiçekler açtı.
Onların an be an değişen güzelliğine ve renklenişine şahit oldukça hareket etme imkânı canlanma istidadı hâline gelen taş, bitkiler gibi canlı sıfatı alarak büyüyüp gelişmek için çırpındıkça çatlayan yerlerinden damla damla sular sızmaya başladı.
Böyle taş tabakalarına halk arasında ‘ağlayan kaya’ denmesi, ‘ağlamak’ fiilinin de sadece canlılara has bir sıfat olması, taşın canlı vasfını kazanma ümidini arttırdı.
Zamanla ıslak çatlaklarda ve nemlenen yerlerde yeşeren yosunların, dış yüzeyinin yumuşayan kısımlarıyla beslendikçe büyüyüp gelişmesini canlanmanın başlangıcı olarak kabul etti.
Yaşadığı hallerin ve yaptığı hareketlerin hepsinin kendine göre özellikleri, güzellikleri vardı ama o hep dağın eteğindeki meşe ağacına özendiğinden bunlarla iktifa etmedi.
Gerçi onların canlı olmalarına mukabil kendisinin hâlâ câmid sıfatı taşıdığını biliyordu. Bir taş olarak da o zamana kadar hilkatinin iktizasını yerine getirdiğinin farkındaydı.
Fakat, madem ki yaratıcısı kendisini ana kayadan ayırıp az da olsa hareket edebilen yeni bir hayat merhalesi vermişti, o da bu fırsatı değerlendirerek farklı safhalara geçebilirdi.
“Bir gün mutlaka” diye geçirdi içinden. “Bir gün mutlaka canlı sıfatı taşıyacağım inşallah!..”
Var olmanın kararlılığı içinde lisan-ı haliyle söylediği son kelâm, ona hilkatinde kendisine verilen, fıtratında var olan ve Kur’ân’da ifadesini bulan bir hakikati hatırlattı.
“Öyle taşlar vardır ki, bağırlarından nehirler çağlar. Öyleleri var ki yarılır da aralarından sular akar. Öyleleri de vardır ki Allah’ın korkusundan parçalanıp aşağılara yuvarlanır.”
Bakara Sûresinin 74. âyetinde geçen bu hilkat hakikati, ona önce taş hayatında merhale katetmesi ve Kur’ân’ın senasına mazhar olan taşlar sınıfından birine geçmesi gerektiğini ilham ettirince içinde bulunduğu vaziyeti gözden geçirdi.
Mevcut hâlinin ‘Allah’ın korkusundan parçalanıp aşağılara yuvarlanan’ taşlar arasında yer almaya daha müsait olduğunu hissedince bulunduğu yerdeki kıpırdanışlarını hızlandırdı.
Bir yandan hilkati iktizasınca bunları yaparken diğer yandan Esmâ-i Hüsnânın farklı cilvelerine mazhar olmak için lisân-ı hâliyle mütemadiyen Hâlıkına yalvardı, yakardı.
Bu fiilî ve fıtrî yalvarış mevsimler boyu devam etti. Yazın kavurucu sıcağı, kışın dondurucu soğuğu, baharların taunları, fırtınaları, boraları ona yardım etti ve maksuduna her geçen gün biraz daha yaklaştı.
Nihayet bir gün arzı ihtizaza getirip dağları titreten büyük zelzelenin vukuu sırasında yerinden ayrıldı; kayalara, taşlara, ağaçlara çarpa çarpa bayır boyunca yuvarlandı ve irili ufaklı bin bir parça hâlinde dağın eteklerine saçıldı.
Zelzele dinip artçı sarsıntılar kesildikten sonra kendini şöyle bir yokladı. Hâlâ sağda solda katı tarafları vardı ama özünü teşkil eden kısmı çok küçük parçacıklara ayrılarak taşların arasına karışmıştı.
O günlerde sağanak hâlinde yağan yağmur sularından teşekkül eden seylaplar onları taşların arasından çıkarıp bir araya toplayarak meşe ağacının dibine doğru sürükledi.
Bir süre önce dağın zirveye yakın yamaçlarında heybetle duran koca taş zelzeleden sonra parçalanıp toza toprağa karışmıştı ama yine de eskisi gibi katı ve sert olduğundan maksadını tahakkuk ettirecek şartlardan uzaktı.
Bu yüzden, ‘her bir zerresi muhtelif bütün tohumlar ve çekirdeklere medar ve menşe olan toprakla’ mevsimler boyu karışıp haşir neşir olarak bu yeni hayat safhasına intibak etti.
Ardından yumuşadı, çözüldü, eridi, sıvılaştı mugaddî bir besin maddesine dönüştü ve topraktaki diğer besinlerle birleşerek harekete hazır halde beklemeye başladı.
Zaman geçip cemre toprağa düşünce yerdeki her şey gibi o taşın usaresi de canlandı, hareketlendi. Ağacın kalın gövdesinin emmesi sayesinde yükselerek geçtiği yerleri de canlandırdı.
Bu yükseliş günlerce devam etti. Beraber yola çıktıkları pek çok madde, gövdenin ve dalların değişik yerlerinde kalarak ya dalı gövdeyi biraz daha kalınlaştırdı, ya da kabuklaşarak onları koruma vazifesi aldı.
Onlar da artık birer canlıydı ve ağacın bir parçasıydı ama vazifeleri tek, renkleri donuk, şekilleri sabit, hareketleri mahduttu. Meşe ağacı yaşadığı sürece de oralarda öylece duracaklardı.
Lâkin dağdan kopan taşın usaresi her an renklenip hareket edebilecek bir hayat merhalesi dilediğinden olsa gerek, yükselmeye devam etti. Yükseldikçe süzüldü, süzüldükçe saflaştı ve ağacın tepesinde, dağa bakan dallardan birinin ucunda tomurcuklandı.
Büyüdükçe nasıl bir şekil alıp ne gibi renklere gireceğini ve buradaki memuriyetinin ne kadar devam edeceğini bilmediğinden yaşadığı her yeni hâlde dilediği duâsının tezahürlerini görmeye çalıştı.
Küçük bir habbe şeklinde başlayan tomurcuk hâlinin hızla gelişip renklenerek açılmaya başladığını hissedince yolculuğun bittiğini ve vazife mahalline geldiğini anladı.
Bir zamanlar uzaklardan bakıp imrendiği yerdeydi şimdi. Dilediği gibi her zerresi her an hareket hâlindeydi. Hareket ettikçe büyüyor, büyüdükçe renklenip şekilleniyordu.
Her ânını ilk defa yaşadığı bu teşekkül ve tecessüm safhası birkaç hafta devam etti. Ağacın diğer kısımları gibi o da ‘Hiçbir şey yoktur ki, O’nu övüp O’nu tesbih etmesin’ hakikati mucibince Hâlıkına hamd ederek hem hayat buldu, hem hayat verdi.
Vazifesi, yeşil zeminine düşen güneş ışıklarını hayat enerjisine dönüştürmek olduğundan, ancak bulunduğu yerde ve rüzgârın tesiriyle hareket ederek yaşanan bu yeni hayat hâlinin icaplarını hakkıyla yapabilmek için çırpındı durdu.
Aslını unutmamak istemediğinden arada bir kopup geldiği dağın yamaçlarına baksa da vazifesini aksatmamak için nazarını gündüz güneşten, gece ay ve yıldızlardan pek ayırmadı.
Bu renkli ve hareketli hayat, mevsimler boyu devam etti. Hareketlerinin sıradanlaşıp renginin donuklaştığı günlerde fark etti hemcinslerinden birinin dalından koptuğunu. Hafif esen rüzgârın da tesiriyle kendi ekseni etrafında helezonî zikzaklar çizerek aşağıya doğru süzülen yaprağı bir süre takip etti.
Bağlı bulunduğu yerden koparak yeni bir hayat merhalesine geçtiğinden hâlinden çok memnun görünen yaprağa bakarken ağacın altında otlayan koyunları görünce yaprağı bırakıp onları seyre daldı.
Gerçi onlar da kendisi gibi canlı sıfatı taşıyorlardı ama halleri ve hareketleri çok daha farklıydı. Belli bir yere bağlı olmadıklarından gidip geliyorlar, koşup oynuyorlar, otları ve taze yaprakları yiyerek besleniyorlar, sonra da gölgeye yatıp dinleniyorlardı.
Onların kendilerinden çok daha gelişmiş bir hayat merhalesinde yaşadıklarını anlayınca kurumaya yüz tutan damarlarında başlayan o hayat safhasına geçme isteğinin bütün varlığını kapladığını hissetti.
Fakat daha önce câmid sınıfından canlı sınıfına geçme merhalelerini yaşadığından bunun için sadece istemenin, çırpınmanın yetmeyeceğini, dileğini duâsıyla da dillendirerek uzunca bir zaman beklemesi gerektiğini biliyordu artık.
Mevsimin değişme vakti gelince o da diğer hemcinsleri gibi dalından düşecek, şeklini şemailini kaybederek cansızlaşıp toprağa karışacak, dağılıp çözülerek tekrar besin maddesi haline geldikten sonra bir başka bitkinin bünyesinde yer alarak o koyunlardan birine yem olacaktı.
Ne var ki bitki hayatından hayvan hayatına terakkî etmek de pek o kadar kolay değildi. O merhalelerden geçiş sırasında yanmak, rüzgârda savrulmak, sellere kapılmak gibi pek çok tehlike bekliyordu kendisini.
Buna rağmen hedefini değiştirmedi. Karşılaşacağı bütün tehlikeleri lisan-ı hâliyle yapacağı duâlar sayesinde aşacağını ümit ederek yeni bir hayat merhalesine geçmenin icaplarını yerine getirmeye başladı.
Gün geçtikçe rengi solan, şekli katılaşan, damarlarından can çekilmeye başlayan yaprak, kendini hayvan hayatına geçme hazırlıklarının heyecanına kaptırdığı sırada hiç beklemediği bir şey oldu.
Kurban Bayramında tarlanın uç tarafındaki evden gelen insanlar, koyunların arasında kurumla dolaşan iri koçlardan birini seçtiler, kesip ağacın dalına asarak yüzdüler, kuru meşe dallarını gazellerle tutuşturarak yaktıkları ateşte pişirdiler ve âfiyetle yediler.
Yaşanan bayram mutluluğundan her varlık hissedar oldu. İnsanlar kesilen kurbanın etlerinden yiyerek hem maddî lezzet aldılar, hem de kudsî bir vazifeyi yerine getirmenin manevî hazzını hissettiler.
Allah, “Kurban olarak kesilen koyuna ahirette cismanî bir vücud-u bâkî vererek” mükâfatlandırılacağından koç da memnun ve müsterih bir şekilde hayvanî hayat mertebesini terk etti.
O zamana kadar geçtiği hayat safhalarında sürekli kalmadığı için beka ümidini kaybetmeye başlayan yaprak bunları görünce, ebedîyen yaşamanın yolunun o sıfatı taşıyacak bir canlının bünyesinde yer almaktan geçtiğini anladı.
Artık yeni hedefi, birkaç mevsim sonra güzel bir çiçek şeklinde açıp koyunların en irisine yem olmaktı. Cansız bedenini rüzgârın haşin ellerine bırakırken, hayat hedefini bütün varlığına nakşetmek istercesine bir kere daha tekrarladı.
“İnşallah ben de bir gün mutlaka ebedîyen yaşayacak bir varlık olacağım.”
29.10.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Davut ŞAHİN |
Gel de gülme |
|
Güldüren telefon diyalogları kayıt altına alınmış. Peki bu nasıl oluyor?
Konya 112 Acil Yardım Merkezini telefonla taciz eden kişiler, numaraları kaydedilerek, gün içinde tekrar arama yaptıklarında, sistem operatöre bağlanmadan, "112'yi rahatsız ettiğiniz tesbit edilmiştir. Savcılığa suç duyurusunda bulunulacaktır" sesli mesajıyla cevap veriyor. Görüşme iptal ediliyor.
112 Acil Yardım Merkezi Başhekimi Dr. Ömer Ekici, yaptığı açıklamada, hayati öneme sahip bir işi yerine getiren kurumlarının, yanlış haber ve yalan ihbarlar sebebiyle yıpratıldığını söylüyor.
İşte o diyaloglar...
Santral görevlisi:
"Ambulansımız sizi bulamadı, sizin sokakta dolaşıyor."
Hasta yakını:
"Ben ambulansı görüyorum, bu yana gelsin bu yana..."
Santral görevlisi:
"Evinizin yakınında bilinen bir cami, market, okul var mı? Ambulansımızı nerede karşılayacaksınız?"
Hasta yakını:
"Kapının önünde..."
Eşinin kalp krizi geçirdiğini ve Acil yardım ihtiyacını dile getirmeye çalışan ve ağlayan bayanın karşısında heyecanlanan santral görevlisi:
"Eşiniz erkek mi?"...
Santral görevlisi:
"Beyefendi ambulansımız adrese ulaşamaz ise sizi aramamız gerekebilir telefonunuzu verir misiniz?"
Hasta yakını:
"Telefonumu yeni aldım sana verirsem ben neyle konuşacağım?"
İşte yurdumun insanı.
"EŞ"SİZ DAVET
Cumhuriyet Bayramı resepsiyonu için bu gün Çankaya Köşkü'nde bir dâvet var.
Dâvet, yine "eş"siz.
Yani "ayrımcılık" ön planda.
Bu resepsiyonda bir "yasak" daha dikkat çekti:
Kimse cep telefonunu getirmeyecek!
Yani, iletişim de yassah!
ÇİN MALI
Okullara "Çince" ders geliyormuş.
Aman:
Sakın "kalite" düşmesin.
Malûm, "Çin malı" piyasada pek tutmuyor da.
SAHTE RAKI
Gaziantep'te 2,5 ton sahte rakı imha edilmiş.
Peki ya "sahte" olmayan rakılar? Asıl onlar imha edilmeli!
SERİ KATİLLER
İşe bak:
Seri katiller, tek kişilik hücreye alınmış.
Ee, öldürecek adam bırakmayınca, yalnız kaldılar.
HAFTANIN ANKETİ
Yeni kurulacak olan partimizin rengi hangisi olsun?
a) Turuncu
b) Turkuaz
c) Pembe
d) Mavi
e) Yeşil
f) Hiçbiri
Oy ver…
(f) Hiçbiri!
29.10.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Yasemin GÜLEÇYÜZ |
Tercih hürriyeti! |
|
İnsanın dünyaya gelişi, hayat yolculuğunun da sembolik sırlarını taşır aynı zamanda.
Tüm yavrular gibi küçücüktür, acizdir, korunmaya, doyurulmaya muhtaçtır. Bununla beraber doğar doğmaz nev’ine mahsus vazifeyi hemen yapmaya yönelen sair canlıların aksine ilimle inkişaf etmeye ihtiyacı vardır insanoğlunun.
Yeni doğan insan yavrusuna yapılan ilk yardım, onu temizleyip hemen sıcacık ve yumuşacık örtülere sarıp sarmalamaktır. Çünkü kalın derisi ya da tüyleri ile doğan diğer canlıların zıttına, giyinmeye de muhtaç yaratılmıştır insan yavrusu. En değerli emaneti olan hayatına zarar verebilecek dış etkenlerden korunmak için muhafazalı giyinmek zorundadır. (Ki örtünmenin en fıtri şekli, tahrif edilmesine rağmen tüm semavî dinlerde vardır.)
İster istemez yaşadığı mekâna, evceğizine kendi kişiliğini, zevklerini, ihtiyaçlarını, inançlarını yansıtan insan, kıyafetine de bunu yansıtır. Bundan daha tabiî ne olabilir ki?
Dört yaşındaki bir çocuk elbise dolabından kendi tercih ettiği kıyafeti giymek için ayak diretir. Gidilen mağazadan kendi istediği kıyafeti aldırmak ister ya da anne babasına siparişte bulunur. Kabul edersiniz ya da etmezsiniz, gerekçelerinizi anlatırsınız, ama neticede tercihe saygı gösterir ya aynısını, ya benzerini alırsınız. Bilirsiniz ki, sizden cevabı istenildiği halde, burnunuzun dikine gidip karşılığını vermediğiniz her talep ilerde bir problemler yumağı halinde çözüm bekler.
Geçtiğimiz bayram küçük hanım sayesinde hep bunları düşündüm. Kendisine sunduğum tüm alternatiflere burun kıvırdığı gibi kimi zaman bana giyim tüyoları ihtiva eden dersler bile verdi! Açık ve net… O çorap, o eteğin altından giyilemezdi, çünkü takım değillerdi! Pembe tokasını değil, turuncu kolyesini takmalıydı, çünkü yakışmazdı! Çantamıza patiklerini değil, boncuklu terliklerini koymalıydık, çünkü bayramda patik giyilmezdi!..
Tercih yapabilme kabiliyeti, Yaratıcı tarafından kâinatta insana tanınmış bir ayrıcalıktır… Bir çocuk bile olsa tercihlerine saygı göstermek (değişmez doğrularınıza ters düşmediği müddetçe) insaniyetin gereği değil midir?
Toplum hayatında giyim kuşama “Zinhar!” deyip, sınırlama getirenlerin ev yaşantıları, kardeşleri, yeğenleri, kuzenleri, çocukları, eşleri ile iletişimleri nasıldır acaba? Halleri gardiyanlara benzer mi ki?..
Not: “İnsanın özgürlüğü kısıtlanmamış olsa, özgür olmak için belli bir kıyafet giymez” diye anlamakta güçlük çektiğim garip mantıklar üretenlerin kulakları çınlasın!
Sosyal Darwinizm ve Nübüvvet yolu
Darwin teorisi sadece fen bilimlerini değil, sosyal bilimleri de etkileyen bir sistem. Ve hepimiz şu ya da bu şekilde o sistemden geçtik…
Daha ilkokula giderken özenle kapladığım, rengârenk resimlerle dolu fen bilgisi kitabımda suda yaşayan tek hücreli canlının, sürüngenden maymuna, maymundan gorile, gorilden insana dönüşümünü gösteren dizi çizgileri korku ve tiksintiyle seyrettiğimi hatırlıyorum. Atalarım bunlar mıydı?
Dehşet ve tiksintiyle sayfalarını tekrardan çevirip seyrettiğim bir dizi çizgi daha vardı. Sevimli bir kedinin şahsında temsil edilen canlıların öyküsüydü bu. Canlılar doğar, büyür, ürer, yaşlanır ve işe yaramaz hale gelir ölürlerdi. Sonra çürür, toprağa karışır, ekosistem içinde bir devr-i daim yaşanırdı. Ben ve sevdiklerim de böyle mi olacaktık? Yaşanan onca şey, neden yok olurdu ki? Hayat bu kadar mı anlamsızdı?..
Topraktan yaratılan ve yasaklı meyveyi yediği için Cennetten kovulan ilk insanlar Hz. Adem (as) ile Havva’nın masal tadındaki hikâyesini dinlemekse pek gizemli ve çekici gelirdi. Sonra onların oğulları Habil ile Kabil’in öyküsü… Şimdi olduğu gibi, çocukken de onları kendime daha yakın, sıcak ve samîmî bulurdum. Mıknatıs gibi cazibeli bir öyküydü onlarınki.
Sonra Hz. Yusuf’un kıssası… Ne sürükleyici, maceralı bir hayat… Rüyaları yorumlama ilmi ve saatçilerin önderiydi güzeller güzeli Yusuf Nebi. Züleyha ile yaşadıkları, yaptığı duâlar ne hikmetliydi. İdris Nebi hulle biçerdi, ilâhide anlatıldığı gibi terzilerin kılavuzuydu… Musa Peygamberin (as) asası, tüm sihirleri yok edip, taşlardan su çıkaran maharetli bir hizmetkârdı… Putperest Romalılardan ve Yahudilerden çok cefalar gören İsa Peygamber (as), mucizeli tedavilerle her hastalığı iyileştiren usta bir doktordu aynı zamanda… Peygamberimiz Hz. Muhammed (asm) ve arkadaşlarının mucizelerle dolu hayat öyküleri ne şirin, ne doyurucu, ne keyifli ve huzurluydu…
Evet, evet onları hayat kılavuzu olarak seçmek, onlar gibi yaşama gayreti içinde olmak en anlamlı olanıydı. O zaman hayat yolculuğu adeta puzzle parçaları gibi birbirini tamamlıyordu. Peygamberlerin olmadığı bir hayatın faturası ise yalnızlık, korku ve dehşet duygularının türlü çeşitleriyle doluydu…
Hayat tercihimi daha küçücük bir çocukken onlardan yana yaptım…
Ashab-ı Kehf’in Kıtmir’i gibi olsa da yolculuğumuz birlikte devam ediyor…
Kor parçası taşıyor musunuz?
Kor, teknolojinin gelişmesi sayesinde dağarcığınızdaki tozlanmış kelimeler arasına girmiş olabilir. Kor ateş parçasıdır. Yanmakta olan odun ya da kömürün en kızgın halidir.
“Avucunda kor taşımak” dilimize girmiş bir deyimdir.
Yıllar öncesinin köy hayatı maceralarından bir sahne…
Ateşe ihtiyacınız varsa, ama taşıyacak maşanız ya da benzeri aletleriniz yoksa, avucunuza bolca kül koyar, üstüne koru yerleştirir, üzerine sönmesin diye dilerseniz yine biraz kül koyarsınız ve ihtiyaç mahalline doğru yola revan olursunuz… Riski göze almanız gerekir. Her an eliniz kavrulabilir. Bu yüzden gözünüzü avuçlarınızdan ayırmamanız ve ayağınızı sağlam yere basmanız gerekir. Ayağınızı yere sağlam basmazsanız, tökezlenir kavrulursunuz. Gözünüzü avuçlarınızdan ayırırsanız yine kavrulabilirsiniz… Azamî dikkat!
Bu deyimi neden mi hatırladım?..
Türkçe ezan ve ibadet, kadın ve erkeklerin bir arada bulunması, kadınlara özel park tahsisi, kadın ve erkeğin tokalaşması, faizli Müslümanlık, başörtüsü yasağı, başörtülülerin tesettür emrine riayet etmemesi, namaz vakitleri, namazın rekâtlarının indirilmesi ve daha nice zamanı geldiğinde gündeme sürülen, ağzı olan herkesin konuştuğu, fıkhî tartışmalara kalkıştığı bulanık konu…
Oysa ki hayat modellerimize kaynak olan delillerimiz o kadar sağlam, kılavuzlarımız o kadar güvenilir ki… Kadın kadındır, erkek de erkek. Dinimizde mezhepler de dahil olmak üzere haram ve helâlin sınırları güneş gibi aşikârdır. Asırlardır tüm Müslümanlar buna göre hayatlarını tanzim etmişlerdir. Bu sınırları eğip bükmenin neye, kime yararı oluyor ki?...
Kafes arkasında gizlenen kadın mı kaldı? Mehmet Akif’in “Kadınlarınızı niye evlerinden çıkarmıyorsunuz?” diye soran bir Batılı hanıma dediği gibi “Evden çıkardık Madam. Şimdi, içeri girmiyorlar…”
Geçen hafta gittiğim bir sergide okuduğum Leonard Cohen’in şu sözleri durumu özetliyor aslında: “Herkes biliyor zarların hileli olduğunu. Herkes biliyor dövüşün danışıklı olduğunu. Hep böyle gider. Herkes biliyor, herkes biliyor…”
Avuçlarınızdaki korun sıcaklığını siz de hissediyor musunuz?
29.10.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Abdurrahman ŞEN |
Artık Denizli’nin de “altın horoz”u var! |
|
Ramazan’ın son günlerini; Necip Sarıcı, Yılmaz Atadeniz, Agâh Özgüç ağabeyler ve Mine Soley hanımla birlikte Denizli’de geçirdik. Denizli Sanatsevenler Derneği girişimiyle başlayan ama öncelikle Cevval Tufan öğretmenin lokomotifliğinde gerçekleşen faaliyetle, Denizli’de bir “ilk” gerçekleşmiş oldu. TRT’den belgeselci dostlar ve İzmir’den gelen “Su Grubu” ressamlarıyla birlikte, Denizli’de san’at konuşulan, san’at solunan bir haftaya misafirlik ettik. Olan biteni yerinde gördük, gözlemledik. Ve önümüzdeki yılda daha derli toplu bir festival için yapılması gerekenleri tesbit etmiş olduk.
İsmiyle müsemma Cevval Tufan öğretmenin, fakülte arkadaşım olan Yılmaz Sağdıç ile birlikte İstanbul’a gelip katkı istemesiyle bilgi sahibi olduğum festivalin tam adı; “1. Denizli Altın Horoz Sinema, Tiyatro ve Sanat Festivali”ydi… Olayın sinema yönüne katkıda bulunmak üzere sözleşildi. Son derece kısa bir süre içinde de sevgili ağabeylerim Necip Sarıcı, Yılmaz Atadeniz ve Agâh Özgüç’le, sevgili Mine Soley Hanımın da katılımıyla, bir “tertip komitesi” gibi gözlemde bulunulmasına karar verildi.
Öncelikle şunu ifade etmeliyim ki; sosyalleşmenin, ortak kültür paylaşmanın yolu, kültürel faaliyetlerin varlığından ve kalitesinden geçiyor. Bugün çeşitli il ve ilçelerde “kültür” kelimesinin de “san’at” kelimesinin de içinde geçtiği öyle programlar düzenleniyor ve bu olaylara öyle ciddî paralar harcanıyor ki. Aklı şaşıyor insanın! Denizli’de başlayan yolculuk öyle değil. Gerçek bir san’at ve kültür atmosferi oluşturma çabası için başlamış durumda yolculuk…
Haydar Enginsoy başkanlığındaki Denizli Sanatsevenler Derneği tarafından planlanan ve Cevval Tufan öğretmenin omuzlarında, Yılmaz Sağdıç gibi birkaç dostunun omuz vermesiyle gerçekleşen “1. Denizli Altın Horoz Sinema, Tiyatro ve Sanat Festivali”nde; belgesellerin gösterimi, resim sergileri ve 5 adet uzun metrajlı film Denizlili san’atsevenlerle buluştu.
Denizli’de sadece üniversitede 24 bin öğrencinin varlığını göz önüne alınca, bu genç nüfusa şehrin genç ve dinamik nüfusunu da ekleyince, böylesine kapsamlı çalışmaların önemi daha bir net çıkıyor ortaya…
Faaliyet çerçevesinde çevre ilçelerde yaptığımız gezintilerle bizim açımızdan zenginleşen festival süresince ODTÜ’nün ilköğretim okulunda bir söyleşiye katıldık ve o cıvıl cıvıl öğrencilerle sohbet etme imkânı bulduk. Ayrıca bir akşam, kısa adı DRT olan Denizli Radyo Televizyonu’na Yılmaz Atadeniz ağabeyimle Mine Soley Hanım katıldılar ve bu tip festivallerin önemi üzerinde durdular.
Yine DRT kanalı 2 gün sonra da 45 dakikalık bir zaman dilimini canlı yayınla bizlere ayırdı. “Özel Söyleşi” adı altında duyurulan programa da konuşmacı olarak sevgili Necip Sarıcı ve Agâh Özgüç Ağabeylerimle sevgili Mine Soley Hanım ve Ankara televizyonu Belgesel Programlar Müdürlüğü’nden belgesel yönetmeni Tülin Sertöz Hanım konuşmacı olarak katıldılar. Bu özel söyleşiyi yönetmek de bana nasip oldu.
Konuşmacılar; yıllara uzanan tecrübelerinden yola çıkarak, böylesi faaliyetlerin yapıldıkları bölgelere maddî, manevî ve hepsinden önemlisi kültürel ve san’atsal katkıları bulunduğunu vurguladılar. Bundan sonrasına katkıda bulunmak için de söz verdiler. Bu güzelliklerin olabilmesi için gerekli yapılanmalara işaret ettiler ve özetle; “Böylesine önemli bir faaliyet uzun vadeli hazırlıklarla ve sadece bir derneğin sırtına bırakılmadan yapılmalı. Şehrin valisi, belediye başkanı hatta ticaret ve sanayi odaları ile üniversite el ele vermeli ve 2. Altın Horoz; Denizli’ye yakışacak, Denizli’nin adını kültür ve san’atla yan yana olarak ülke sınırları dışına bile taşıyacak çapta düzenlenmelidir” dediler…
DRT ekranlarındaki 45 dakikalık söyleşiyi açarken ve kaparken yaptığım konuşmalarda ben de özetle şunları söyledim: “Ülke ihracatının ciddî bir bölümünü karşılayan, sanayi alanında önde gelen ve 24 bin nüfuslu bir de üniversiteye sahip olan, üstelik M.Ö. 4000 yıllarına uzanan tarihî bir zenginlikle iç içe yaşayan Denizli gibi modern ve gelişmiş bir şehrimizin, ilk defa böylesine kapsamlı bir festival düzenlemesine yine de sevinmek lâzım. ‘Zararın neresinden dönülürse kârdır,’ denilir ya, tam da öyle işte… Denizli de bugüne kadar böyle bir faaliyet yapmama zararından dönmüş bulunuyor. Zararın burasından dönülmek için atılmış bu adıma bütün Denizli ayak uydurmalı. Kültürel ve sanatsal anlamdaki açığın kapatılması yolunda atılan bu temele festivalin ertesi gününden itibaren bütün yetkililer destek vermeli, kolları sıvamalı. Valisiyle, belediye başkanı, üniversite yetkilileri, iş adamlarıyla, halkıyla…”
Evet, san’at ve kültür faaliyetlerinin yayılması ve sıklaşması halinde göreceğiz ki ülke çapında boşu boşuna çok zaman harcamışız. Ama olsun, bir yerlerden başlamak gerek. Denizli de işte bu güzel başlangıcı yapmış oldu “1. Denizli Altın Horoz Sinema, Tiyatro ve Sanat Festivali”yle… Emeği geçen ve katkıda bulunan herkese teşekkürler…
Seneye katkıda bulunacak olanlara da şimdiden teşekkürler!
Cumhuriyet 83 yaşında
Bugün Cumhuriyet’imizin 83. yılını kutluyoruz… Ne yazık ki aradan geçen 83 yıla rağmen hâlâ korkularla, paranoyalarla “cumhur”a olan güvensizlik üzerinden siyaset yapanlar, geçimlerini sağlayanlarla birlikte kutluyoruz bu özel ve güzel, anlamlı günümüzü.
Uzun söze gerek yok. Ne yazık ki yeni bir şeyler söylemeye de… Çünkü maalesef yıllardır aynı üretilmiş korkular etrafında kümelenip, tartışıp duruyoruz…
Bu sütunlarda, 77. kutlama yılında yazdığım yazıda, Sayın Mehmet Barlas’ın o günlerde yazdığı, “21’inci yüzyılı da eskisine benzetmeyelim!“ başlığı altında yazdığı yazıdan şu bölümü paylaşmışım sizlerle: “Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk 5 yılı olan 1923–28 döneminde hangi sorunlar gündemin ön-maddeleri ise 2000 yılında da aynı sorunlar yine gündemde...
1- Gelişmemişlik ve kalkınma ihtiyacı. 2- İrtica tehdidi ve şeriat yanlıları ile mücadele. 3- Güneydoğu sorunu ve bölücülükle mücadele.
Meseleyi daha açık koyalım. ‘Takrir-i Sükûn Kanunu’ ile kimlere ve nelere karşı savaş açılmışsa, 2000 yılında da aynı savaş devam ediyor. Ve yine, ulusal ekonomimize ilişkin rakamlar, gelişmiş dünya ülkelerinin rakamlarının çok gerisinde. Özetle, çok büyük bir yanlış yaptığımız ortada. Aradan 77 yıl geçmiş. Hâlâ ‘Güneydoğu sorunu’na çözüm üretememişiz.
Hâlâ ‘laiklik’ olgusunun, ‘halk’ ve ‘devlet’ tarafından farklı algılanmasına, ulaştırıcı bir çözüm bulamamışız. /....../ Sanki ne dünya değişti, ne de Türk toplumsal yapısında temel değişiklikler oldu...
Sanki her şey, donduruldu... Sorunlar da, aynen 1923’ten alınıp, 2000 yılına aktarıldı. Müthiş bir yanlış olduğu kesin... /..../ Hepimiz, bütün kişi ve kurumlar, oturup tartışmalıyız... Nerede yanlış yaptık? /....../
Nerede yanlış yaptığımızı belirleyelim... Önümüzde ‘Kopenhag Kriterleri’ gibi ayıraçlar da var. Önümüzdeki yüzyılı, farklı yaşamaya çalışalım...“
Sadece 6 yıl önce, 2000 yılında yazılmış bu yazıda bugün için “eski” denebilecek bir satır var mı?
Maalesef yok… Bu anlayışla gidersek, Cumhuriyetimizin 100. yılında da aynı konuları konuşuyor olacağız…
Her şeye rağmen; milletime/cumhur’a olan güvenimle ve en kısa zamanda gerçek mânâda demokrasi tâcıyla da süsleneceğine inandığım Cumhuriyet Bayramı’nızı kutluyorum efendim.
29.10.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Musibet karşısında |
|
“Dünyada rahat yoktur” sözü meşhurdur. “Tam mutluluğu tatmaya başlamıştım” demeye kalmadan bir sıkıntı sarıverir insanı. Daha doğrusu dertsiz, sıkıntısız hayat mümkün değildir. İmtihan sırrı gereği Cenâb-ı Hak kullarını nimetlerle olduğu gibi bazan da musibetlerle imtihan eder.
İnsan gün gelir musibetin altında öyle ezilir ki, nerdeyse çatlayacak hâle gelir.
Peki, insan gerçekten bu noktaya mı geliyor, yoksa kendi kendini mi bu noktaya getiriyor?
Âmene’r-resûlü’de geçtiği gibi, “Allah hiçbir kimseye güç yetiremeyeceği şeyi yüklemez.” demek Allah bize dayanabileceğimiz kadar sabır veriyor. Sabrı yanlış yerde kullanıp da sabırsızlık göstermemeli. Daha büyüğünü düşünüp sabretmeli. “Ya Sabûr!” deyip sabır istemeli Allah’tan. Ve hemen Allah Resûlünün (asm) çektikleri hatıra gelmeli. Hayatta onun kadar sıkıntı çekip bunları sabırla göğüsleyebilen kim var? Onun için Allah Resûlü (asm), “Müslümanlar, başlarına musibetler geldiğinde, bana gelen musibetleri düşünüp teselli bulsunlar”1 buyurmuşlardır.
Allah Resûlü (asm) ateşli hastalığa yakalandığında İbni Mes’ud Hazretleri, ateşten dolayı çok sıkıntı çektiğini belirttiğinde, Efendimiz (asm), iki kişinin çektiği kadar ıztırap çektiğini söylemiş, İbni Mes’ud’un, “Herhalde bu size iki kat sevap kazandırmak içindir” dediğinde “Evet” cevabını vermiş, sonra da şöyle buyurmuşlardı: “Musibete maruz kalan hiçbir Müslüman yoktur ki, Allah bu vesileyle, ağacın yapraklarını döktüğü gibi onun günahlarını affetmesin”2 buyurmuşlardı. Bir başka zaman da bir Sahabîsinin sıtmadan titrediğini görmüş; ona, körüğün demirin pasını giderdiği gibi, sıtmanın da öyle günahları silip süpürdüğünü müjdelemişti.3 Buharî ve Müslim’de yer alan bir hadis-i şerifte de şu müjde yer alır: “Müslümana ağrı, yorgunluk, hastalık, üzüntü, bir sıkıntı gelip de buna sabretse, karşılığında bir kısım günahları affolunur.”4
Musibet illâ günahlar sebebiyle de gelmez. Bazan Cenâb-ı Hak kuluna bir musibet verir, onu dener, sabrettiğinde de derecesini yükseltir. Bir hadis-i şerifte buna şöyle dikkat çekilir: “Allah, her kime iyilik dilerse onu musibete maruz bırakır.”5
Demek Allah’ın bağışları sayesinde musibet musibet olmaktan çıkıyor. Asıl musibet dine gelen ve dinden uzaklaştıran musibettir, gerisi rahmettir.
Dipnotlar:
1- Muvatta, Cenaiz: 41.
2- Buharî, Merda: 3; Müslim, Birr: 45.
3- Müslim, Birr: 53.
4- Buharî, Merda: 1; Müslim, Birr: 52.
5- Buharî, Merda: 2.
29.10.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Gerçek cumhuriyetçi olun, bayramınızı kutlayayım |
|
Eğer kafanızdaki ve gönlünüzdeki cumhuriyet, gerçekten şahıs ve zümrelerin baskısını kaldırmaksa ve bunu değil gerçekleştirmek, sadece arzuluyorsanız, sizi alnınızdan öpüyor ve bayramınızı kutluyorum! Önce cumhuriyet mefhumunda anlaşalım:
Cumhuriyet; adâlet ve meşveret ve kanunda inhisar-ı kuvvetten (gücün hukukun emrinde olması, kuvvetin kanunla sınırlanmasından) ibârettir.1 Ferd, nazar ve himmetini direkt “devlet ve ideoloji” üzerine çevirip teksif etmeden; başta imân, ahlâk, adâlet, meşveret, hürriyet için cihad ediyorsa, dolayısıyla “İslâm devletinin sistemi” için katkıda bulunuyor demektir. Kur’ânî ve Sünnetî metod ve üslûp da budur.
Hukukun hâkim olmadığı, güç, baskı ve diktatörlükle yönetilen ülkelerde, başta inanç ve düşünce olmak üzere, giyim-kuşam, hâl, hareket ve tavırlara kadar her şeye “devlet” karar verir. O takdirde de, ferdin hürriyeti yoktur ve birkaç mesele dışında sınırlıdır. Bu durumda devlet emreder; onun köle vatandaşları harfiyyen uymak zorunda kalır! Bu, devleti, bütün toplum görevlerinin, ekonomik ve kültürel hayatın tek düzenleyicisi olarak gören anlayıştır: Devlet, hukukun, kültürün ve geleneklerin kaynağıdır.
20. yüzyılın başlarından beri hâkim olan devletçilik zihniyeti, devletçiliğin katı temsilci Sovyetler Birliğinin yıkılmasından sonra itibardan düşmüştür.2 İşin en tehlikeli tarafı, devletin, sistemin kutsallaştırılmasıyla birlikte putlaştırılmasıdır. Buna göre devlet, bir nevî “yeni putperestlik”tir.
Milletin sosyal ve siyasî taleplerini dikkate almayan devlet, demokratik gelenekleri yerleşmiş olan ülkelerdeki kadar milletle barışık olmadığı için, (kamu alanı) ciddî bir mücâdele halindedir.3 Bu anlayışa göre, “devlet millet için değil, millet devlet için” vardır. Şu halde, jakoben laik cumhuriyetçilerin de, “siyasal İslâmcıların” da devlet anlayışı, zıt kutuplarda olmakla beraber, aynı muhtevâdadır.
Her devletin, hattâ yamyamların da bir kanunu, bir sistemi vardır. Devlet kanûnî olabilir. Ancak, önemli olan hukûkîliktir. Keyfîliğin ve istibdadın hâkim olduğu teşkilâtlanmaya “hukuk devleti” denemez. Şöyle bir sistemi de “cumhuriyet” diye yutturmaya kalkanlar sahtekâr değilse nedir?
Dipnotlar:
1. Hutbe-i Şâmiye, 79.; 2. Prof. Dr. Süleyman Hayri Bolay, Felsefi Doktrinler ve Terimler Sözlüğü, Ankara, 1997, s. 98-99.; 3. Prof. Dr. Süleyman Hayri Bolay-Prof. Dr. Mustafa İsen, vd., Türk Eğitim Sistemi/Alternatif Perspektif, TDV, Ank., 1996, s. 5.
29.10.2006
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Duâ ve hayır/şer ekseni |
|
Yüksel Doğan: “Benim tanıdığım bütün ‘Yüksel’ isimli kişiler maddî manevî zorluk yaşamaktalar. Bu benim gözlemlediğim bir şey. Allah’a çok şükür yine de birçok Yüksel’den iyi durumdayım. Gerçekten isim, insanın kaderi üzerine etkili midir? Bu konuda küçükken bir zatın isminden dolayı kıyafet seçiminde çok zorlandığını duymuştum. Hakikaten böyle bir şey varsa ne yapmalıyım?”
İsimlerin insan kaderi üzerinde hiçbir etkisi yoktur. İnsanın kaderi üzerinde Cenâb-ı Allah’ın takdiri ile insanın duâsı ve ameli etkilidir. İnsan duâsıyla dilek ve isteklerini Cenâb-ı Allah’a arz eder. Amelini de duâsına uygun hale getirir. Yani duâsı ile amelini çeliştirmez. Yani duâ ile istediğine doğru elindeki Allah vergisi imkânları seferber eder. Böylece insan umduklarına kavuşur, zorluklardan kurtulur, kötülüklerden uzak olur, korktuklarından emin olur, iyiliklere ulaşır. İnsan isminden dolayı bir adım ne yükselir, ne de alçalır.
Ne var ki şüphesiz ismin güzel olması sünnettir. Zira isim kişinin hem dünyadaki, hem de ahiretteki ismidir.
***
Sezgin Yılmaz: “Duâların kabul olma kıstasları nelerdir? Hayır mı, şer mi olduğunu nasıl anlayacağız? Rabbim kullarının çok istediği her şeyi verir mi? Beni bu konuda aydınlatırsanız sevinirim.”
Peygamber Efendimiz (asm) “Duâ, ibadettir”1 buyurmuştur. Kul, her derdini, her ıztırabını, her halini Allah’a arz eder ve isteyeceği her şeyi yalnız Allah’tan ister.
“Duânız olmazsa ne ehemmiyetiniz var?”2 ve “Duâ edin, size cevap vereyim”3 âyetlerinin tefsirinde önemli duâ üsluplarına işaret eden Bedîüzzaman Said Nursî Hazretleri, duânın kabul kıstaslarının bu üslûplar ve diller içinde gizli olduğunu bildiriyor. Bediüzzaman’a göre, adabına uygun olarak Cenâb-ı Hak’tan bir şey istendiğinde, Cenâb-ı Hak verir. Duâda kullanılan önemli üslûplar ve diller şunlardır:
1- İstidat dili: İstidat ve yeteneklerin dili ile istenen şey daima verilir. Tüm varlıkların istidat dili ile yaptıkları duâlar Allah’ın dergâhına yükselmekte ve kabul görmektedir. Buna tüm kâinat şahittir.
2- Fıtrî ihtiyaç dili: İstenen şey, fıtrî bir ihtiyaç ise, kabul edilir. Duâlarını fıtrî ihtiyaç diliyle yapan canlılar, ihtiyaçlarına ummadıkları şekillerde nail olmaktadırlar.
3- Iztırar dili: Zorda kalan ve dert çeken acı sahibi birisinin “acı diliyle” yaptığı duâyı Cenâb-ı Hak makbul sayar.
4- Hal ve fiil dili: Bizzat fiil ve davranışlarıyla uygun tutum sergilenerek yapılan duâlar makbule şayandır. Sebepleri bir araya getirmek, Allah’ın istenen şeyi vermesi için görmek istediği bir fiilî duâ hâlidir. Meselâ hasta olan birisi doktora, eczacıya Allah’tan şifa talebiyle gider, ilâçlarını Allah’tan şifa talebiyle alır ve kullanır. Hastanın bu hâli bir duâ vaziyetidir ki, Cenâb-ı Hak katında makbul sayılır. Yine meselâ bir çiftçi, Cenâb-ı Hak’tan bereketli ürün istemek için, toprağı sürmekle rahmet kapısını çalmış olur.
5- Söz ve kalp dili: İlk dört dil ile ulaşılmayan bir istek ve ihtiyaç için nihayet söz dili ile duâ edilir ve Cenâb-ı Hak’tan istenir. Kul, güç yetiremediği konularda diliyle ve kalbiyle Allah’ın kudret ve rahmetine sığınır, Cenâb-ı Hak da bu sığınışı inşallah kabul eder.
Duâ da bir ibadet olduğundan, dünyevî maksatlar gaye edilerek yapılmayacağını beyan eden Üstad Saîd Nursî, ibadetin gayesinin uhrevî olduğunu, dünyevî maksatların ise ancak bu ibadetin özel vakitleri hükmünde olduğunu kaydeder. Bediüzzaman’a göre, belâların gelmesi, dertlerin verilmesi, hastalıkların ve muzır şeylerin musallat olması bazı duâların hususî vakitleridir. Bu vakitlerde Cenâb-ı Hakk’a duâ edilmelidir. Ancak belâlar gitmez ise, “Duâm kabul olmadı” denilmemeli; “Duânın vakti bitmedi” denilmeli ve duâya devam edilmelidir. Allah’ın rahmetinden ümit kesilmemelidir.4
“Duâ edin, size cevap vereyim” âyeti gereği her duâya mutlaka cevap verilir. Ama bu, bazen istenilenin aynısının, bazen daha iyisinin verilmesi, bazen de hiç verilmemesi tarzında olur. Şartlarına uyarak duâ edildiği halde, istenilen verilmediğinde, bunda da mutlaka bir hayır olduğu düşünülmelidir. Cenâb-ı Hakk’ın bizi bizden daha iyi bildiği unutulmamalıdır. Onun hikmetine itimat etmeli, rahmetini ittiham etmemelidir.
Ve unutmamalıdır ki, Allah’ın bizim için seçtiği şey hayır, seçmediği şey bizim için şerdir.
Dipnotlar:
1- Tirmizî, Duâ, 2
2- Furkan Sûresi, 25/77
3- Mü’min Sûresi, 40/60
4- Bedîüzzaman, Sözler, s. 287
29.10.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Hüseyin GÜLTEKİN |
Taziyelerin dinimizdeki yeri |
|
Dinimizin güzel âdetlerinden birisi de, bir yakını vefat eden din kardeşimize taziyede bulunmaktır.
Herhangi bir yakını vefat edene, başta yakın akrabalarımız olmak üzere taziyede bulunmak üzerimize önemli bir vazife olduğu gibi, sevdiğimiz bir dostumuzun veya arkadaşımızın taziyesinde bulunmak da, dinimizin bize yüklediği güzel ve yerinde bir vazife olsa gerek. Hatta hiç tanımadığımız mü’minlerin de taziyesinde bulunup onlara tesellide bulunmak da önemli bir âdettir.
Taziyedeki gaye ve niyet, bir yakınını veya tanıdığını kaybettiği için me’yus olan, elem ve üzüntü içinde bulunan mü’mine tesellî ve duâda bulunarak ona manevî destekte bulunmaktır. Gam ve kedere giriftar olan kalp ve ruhunu ferahlandırmaktır.
Bu meyanda ölümün hakikî mahiyetini, gerçek çehresini bilmenin verdiği avantajla, ahiret yurdunun güzelliklerini derk etmenin verdiği iz’an ve şuurla yakın bir akrabasını kaybeden bir çok mü’min, bu ölüm acısı karşısında hiç metanetini bozmadan, bu acı olayı sabır ve şükürle karşıladığı gibi; ölümün gerçek mahiyetini derk etmeyen, ahiret yurdunun huzur ve saadetinden bîhaber olan bir çok ehl-i dinin de, böylesi anî ölümler karşısında metanetlerini muhafaza edemeyip, aşırı gam ve kederlere dûçar oldukları da diğer bir gerçektir.
Vefatlardan kaynaklanan gam ve kederlerin, üzüntü ve elemlerin şekli ve boyutu, kişiden kişiye farklı olsa da, ölüm ânında veya ölüm sonrası insanoğlu manevî bir desteğe, teskin edici bir tesellîye mutlaka muhtaçtır. Bir yakın sevdiğini kaybeden her insanın giriftar olduğu üzüntü ve hüzünler, kalp ve ruhunu yaralar ve hâlet-i ruhiyesinin dengesini sarsar. İşte hâlet-i ruhiyeyi bozan, ölüm ayrılığının sebep olduğu acı ve ıztırapları dindirmenin en tesirli yolu, en şifalı çaresi dost ve akrabaların verdikleri tesellî ve manevî desteklerdir.
Taziye sahibine manevî tesellî ve destekte bulunan kişiler, bu vesileyle büyük bir sevabı da kazanmış olurlar. Konu ile alâkalı bir hadiste şöyle buyurulur: “Başına musibet gelen kimseye taziyede bulunan kişiye, (sabreden) musibet sahibine verilen sevabın bin misli verilir.”
Bütün dinî âdetlerde olduğu gibi, taziyede de göz önünde bulundurulması gereken bazı kâideler ve kurallar vardır ki, bu kâide ve kuralların şeklini ve sınırını da Kur’ân ve sünnet belirlemiştir. Mü’min, şekli ve niteliği belirlenmiş bu kaideler çerçevesinde hareket ettikçe, doğru olanı yapmış olur ve bunun sonucunda da matlup olan sevabı kazanmış olur. Bunun tersi olan bir durumda, yani dinî emir ve tavsiyelerin dışındaki örf ve âdetler veya başka niyet ve gayelerle, uygun olmayan bir biçimde icrâ edilen âdetlerin bize bir faydası olmadığı gibi, karşı tarafta da istenmeyen bazı nâhoş durumlara sebep olabilir.
Genel mânâda yakın çevreler için taziye müddeti üç gündür. Bu süre içerisinde bizzat ölü evine gelerek taziyede, tesellîde bulunulur, ehl-i din için ölümün gerçek mahiyetini ve güzelliklerini konu alan ders ve sohbetlerde bulunulur. Hatta ölünün yakınlarına ve orada bulunan diğer misafirlere yemek yedirilir. Taziyeye bizzat gelebilme imkânını bulamayanlar da, ya telefonla veya daha sonraki bir zamanda gelerek taziyede bulunma vazifesini yerine getirmiş olurlar. Sünnet-i Seniyye olan tâziye bu şekilde yapılmalı.
Böyle yapmayıp, günlerce, hatta haftalarca taziye adı altında ölünün yakınlarına ziyaretlerde bulunarak sürekli ölü merkezli sohbetlerde bulunmak veya gam ve keder yüklü konuşmalarla ölü sahiplerinin üzüntülerini arttırıcı sohbetlerde bulunmak, faydadan ziyade zarar getiren hâl ve davranışlar olduğundan bu gibi durumlardan kaçınmak lâzım. Hele bir de bazı yörelerde tamamen sürur ve sevinç günlerimiz olan dinî bayramlarda “ölünün ilk bayramı” adı altında yapılan taziye ziyaretleri oluyor ki, bunun hiçbir mantıklı tarafı olamaz ve dinimizde dinî bayram günlerini matem günlerine, ağlama-sızlama günlerine çevirmenin yeri yoktur.
29.10.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
İsmail BERK |
“Nasılsınız?” sorusuna otomatik cevap |
|
Sık sık eş-dost ortamında, hal-hatır sorma kabilinden “Nasılsınız?” sorusu ile karşılaşırız. Otomatik cevabımız, çocukluktan beri ezberlediğimiz “iyiyim/şükür, ya siz nasılsınız?” ifadeleridir. Cevabımız bu defa aynı misliyle muhatabımızda yankı bulur.
Bu iletişim kalıbı, Müslüman ve mütevekkil bir toplumda, şikâyetçi olmamak ve hayata pozitif bakmak açısından güzel bir üslûp ve niyet bildirisidir.
Ancak, bu ifadeleri besleyecek ve yüz güzelliği ile destekleyecek bir beden dili ve ruh halinin fizyolojik belirtilerini aynı anda göremiyoruz. Bazen zihni meşgul, yüzü soluk veya zoraki bir tebessüm kalıbı içinde tabir yerindeyse “rol kesen” bir davranış sergilenebiliyor.
Peki, “Ne demeliyiz?” sorusu akla geliyor. Elbette olumsuz konuşup, otomatik silâh gibi etrafa yaylım ateşi açacak şekilde tahripkâr konuşmanın da bir anlamı yok. Belki de gerçekten iyiyiz ve pozitifiz. Buna da itirazım yok.
Burada belirtmek istediğim, genel nezaket cümleleri içinde de olsa, usûlen geçiştirici ve içimizi yansıtmayan bir diyalog kurgusu yerine iç telkinlerimize mal olmuş bir hissedişle, o anda bile kendimizi iyileştirici bir atmosferin tercümesi olabiliriz.
İsterseniz, şu anda “Nasılsınız?” sorusuna, gerçek halinizi söyleyerek cevap verin. Mümkünse bunu ayna karşısında söyleyin. Yüz hattınızı gözlemleyin. Aynadan geribildiriminizi alın. Nasıl bir portre çizdiğinizi görün. Hatta, konuşmanızı derinleştirerek nefesinizi duyun ve zihnî kodlarınızın ifade serbestisini geliştirerek kendi aynanızda kendinizi okuyun.
Sonra, aynı soruya pozitif bir cevap vermeye çalışın. Ya bildiğimiz ezber cevap biçiminde, ya da kendinize özgü tabirlerle sonuçlarına razı ve geleceğine mutlu bakan bir söylemle seslendirin. Sonuçta bir satırı geçmeyecek bir cümle kuracaksınız en fazla. Benim dikkat çekmek istediğim, ruh dünyanıza yapacağınız müsbet telkin ve kendini inandırarak bunu etrafınıza yansıtma iradeniz.
Ayna karşısında pozitif provanızın inandırıcılık düzeyini ve tezahür şeklini müşahede edin. Düzeltilmesi ve rötuş yemesi gereken davranışınızı gözden geçirin.
Bir de, iki yansımanın içinizde ve dışınızda size kazandırdığı sonuçları ve imajınızı anlamaya çalışın. Hissediş farkını ve kendini algılatma tarzını görmeye çabalayın.
Bütün bu yaklaşımlar, bizde neyi değiştirecek? Diğer ifadeyle, ne yapmaya çalışıyoruz?
Müsbetleşme yolunda yeni bir adım atmaya mı çalışıyoruz? Ya da bildik tavırların ve klişe sözlerin etkisini alamadığımız muhtevadan mahrum ambalajıyla mı uğraşıyoruz/uğraşmıyoruz?
Sizin için “Nasılsınız?” sorusunun, daha anlamlı ve size mahsus bir cevabı var mı? Bunu ne zamandan beri yapıyorsunuz? Yaptığınızda neyi daha farklı hissediyor ve idrak ediyorsunuz?
Şimdiye kadar böylesi bir “teferruat”la uğraşmadığınızı veya özel bir cümle kalıbınızın olmadığını farz edelim. O zaman bir soru daha:
Bundan sonrası için, sizdeki anlamları teşvik edici ve rahatlatıcı olan pozitif hatırlı kelimelerinizi bulmaya ne dersiniz? Evet, kelime bulmaktan bahsediyorum. Yani bir buluş yapmaktan.
Gerçekten size ruh ve mânâ kazandıracak doğru kelime şifrenizi seçer ve bunu kendinize ait kılıp iç âleminize onaylatırsanız, yeni bir keşfin kapılarından dâvet bekleyecek noktadasınız demektir.
“Kim dâvet edecek?” sorunuzu duyar gibiyim. Merakınızı fazla tahrik etmeden cevabını vereyim: Siz.
“Kimi dâvet edecek?” derseniz, cevap belli: Elbette sizi. Herkes nefsine tatbik edebilmeli. “Biz bize”, ya da “siz size”…
İçimizdeki dâvete icabet etmeye ne dersiniz? İçerdeki ses: “Hoş geldiniz?” dediğinde, nasıl karşılandığınızı düşünmeye değer. Tepkilerine hazır olun. Sabrınıza da mukayyet. İhmalin faturalarını önünüze koyarlarsa şaşmayın. Hafif bir şok geçirmeye ve yüzleşmenin soğuk yüzünü hissetmeye değer.
Sonrasına yeni bir dâvet var. “Kimden” mi? Kopya vermeyeceğim artık. Çünkü sınavdayız ve sınanıyoruz. Bundan sonrası size ait. Yani bize... Hepimize...
29.10.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Üç Aylar sonrası |
|
Kastamonu mektuplarından birinde, Üç Aylar sonrası hem kendisinde, hem de yakınındaki Nur talebelerinde bir yorgunluk ve şevklerinde azalma olduğunu belirten Bediüzzaman, buna şu yorumu getiriyor:
“Nasıl ki maddî hava fena ise fena tesir ediyor, manevî hava da bozulsa, herkesin istidadına göre bir sarsıntı verir.” (s. 41)
Devamında ise bunun izahını yapıyor:
Buna göre, Üç Aylarda bütün mü’minlerin ciddî şekilde ahiret kazancına ve ticaretine yönelmeleri, gayret ve himmetlerini bu noktada yoğunlaştırmaları, İslâm âleminin manevî havasını temizliyor ve güzelleştiriyor.
Manevî fırtınalara bu hava ile mukabele edilerek tahribatlarına meydan verilmiyor.
Ve herkes iç dünyasında, o havaya katkıda bulunma derecesine ve nisbetine göre bundan istifade ediyor.
Bu izahların yeni ve çarpıcı örneklerini geçtiğimiz Üç Aylarda ve özellikle de Ramazan ayında bir defa daha hep birlikte görüp yaşamadık mı?
İrtica konulu kritik çıkışların ve bu bağlamdaki tehlikeli tahriklerin büyük ölçüde akim ve neticesiz kalmasında, fâhiş bir zamanlama hatası olarak Üç Aylara ve Ramazan’a denk getirilmiş oldukları için ters tepmelerinin payı az mıydı?
Gündemi irticaya çevirme çabalarının bu kez tutmaması, ahiret eksenli ibadetlere yoğunlaşmış insanların, bu halet-i ruhiye ile hiç bağdaşmayan itici söylem ve tartışmalara itibar etmeyişinin de bir neticesi değil miydi?
Ama Üç Aylar gittikten sonra, adeta, ahiret ticareti için kurulmuş bulunan tezgâhlar kalkıyor, yerine yine dünya sergileri açılıyor.
Receb, Şaban ve Ramazan’da, tedrîcen yükselen bir süreç içinde ahirete yönelmiş himmetler tekrar dünyevî hedeflere çevriliyor.
İmtihan sırrının gereği olarak hiçbir zaman eksik olmayan ve manevî havayı zehirleyen kirli buharlar da devreye girince, herkes yine derecesine göre bundan zarar görüyor.
Şimdi Üç Aylar ve Ramazan geride kaldı.
Dolayısıyla, dikkat, gayret ve himmetlerin uhrevî hizmetlere yoğunlaşmasıyla fıtrî bir şekilde büründüğümüz manevî zırhın koruyucu tesirinin azalacağı bir sürece girmekteyiz.
Bediüzzaman, bu durumun hizmetlerde yol açabileceği durgunluğu önlemek için nasıl hareket edilmesi gerektiğinin yolunu “Bu havanın zararından kurtulmak çaresi, Risale-i Nur’un gözüyle bakmak ve ne kadar müşkilât (zorluklar) ziyadeleşse, kudsî vazife itibarıyla daha ziyade ciddiyet ve şevkle hareket etmektir” ifadeleriyle gösteriyor. (a.g.e.)
Demek ki, iki şeye dikkat etmek lâzım:
Biri; hayata, dünyaya, hadiselere ve hizmetin önüne çıkarılacak engellere Risale-i Nur’un gözüyle bakmak. Herşeyin dizgini elinde ve herşeyin anahtarı yanında olan; ihsanı, merhameti çok, abes işi yok bir Rahman ve Hakîm’e iman, tevekkül ve teslim ve Onun, bize şer gibi gelen olaylarda da nice hayırlar gizleyen kader programına itimad.
Diğeri: Zorluk ve engellerdeki artışı, hizmete çok daha fazla sarılıp sahip çıkarak aşma kararlılığı içerisinde yola devam etmek.
Zaten başka da bir çıkar yol yok...
29.10.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mehmet KARA |
İlk 500’de "YÖK”üz! |
|
Üniversitelerimiz büyük bir başarıya imza attılar! Çin ve İngiltere’de yapılan iki ayrı araştırma, Türk üniversitelerinin bilimsel başarısızlığını ortaya koydu. Türkiye’den hiçbir üniversite, dünyanın en iyi üniversiteleri sıralamasında ilk 500’e dahi giremedi.
Türk üniversiteleriyle ilgili ilk kötü haber Çin’den geldi. Şanghay Jia Tong Üniversitesi Yükseköğretim Enstitüsü’nün yaptığı “Dünya Üniversiteleri Akademik Sıralaması” araştırmasının 2006 yılı sonuçları açıklandı. Dördüncüsü gerçekleştirilen araştırmada Türk üniversiteleri bilimsel bir başarı ortaya koyamadı. Sıralamaya Şili, Güney Afrika, Yeni Zelanda, Singapur, Çek Cumhuriyeti, İrlanda, Macaristan girdi.
İngiltere’de uluslar arası eğitim ve kariyer konularında kılavuzluk yapan araştırma kuruluşlarından The Times Higher Education Supplement’in (THES) yaptığı araştırma da sonuç değişmedi. Türk üniversiteleri yine sıralamaya giremedi.
Öte yandan, Avrupa Üniversiteler Birliği (EUA) raporuna göre, Türkiye’deki 77 üniversiteden sadece 10’u uluslar arası kurumsal değerlendirme sürecinden geçebilmiş, yüksek öğretim kalite notumuz 2, diplomalarımızın tanınması notu ise sadece 3 olmuştu.
Bu haberler gazetelerin sayfalarında fazla yer almadı. Bu kadar önemli görülmesi gereken bir konu küçük haberlerle geçiştirildi. Peki, listede yer alan Şili, Güney Afrika, Meksika ve Singapur’un yer alması üniversitelerin ve Yükseköğretim Kurulu’nun (YÖK) umurunda oldu mu? Hayır.
Üniversite rektörleri, hükümetin araştırmalar için ayrılan fonlara el koyduğunu ileri sürerken, hükümet, bunun doğru olmadığını söylüyor. Başarısızlığın sebebini sadece kaynak yetersizliğinde aramak hiç de gerçekçi değil. Herkesin üzerinde anlaştığı bir gerçek var. Bu YÖK zihniyeti ile bilimsel başarı elde edilemez...
Bilim yerine siyasetle ve birilerine lâf yetiştirmekle ilgilenen üniversitelerimizin, bilimsel başarı açısından uluslar arası alanda varlık gösterememesi Türkiye açısından “onur kırıcı” olarak değerlendirilmekte.
Türkiye’de şu anda 68 devlet üniversitesi, 25 vakıf üniversitesi ve 5 adet askerî yükseköğretim kurumu bulunuyor. Bu üniversitelerde yaklaşık iki milyon öğrenci okuyor. Her sene 1.5 milyon gencimiz üniversite sınavı için ter dökerken 200 bini ancak üniversiteyi kazanabiliyor.
Türkiye’deki üniversiteleri ilk 500’e dahi sokamayan YÖK nelerle uğraştı?
1999’a kadar bütün lise mezunlarının hiçbir ayrıma tabi tutulmadan başarılı oldukları oranda diledikleri okulda okuma hakları varken, daha sonra sırf imam hatip lisesi mezunlarının üniversiteye girişlerini engelleyebilmek için ticaret meslek lisesi, endüstri meslek lisesi gibi 50’ye yakın meslek lisesi çeşidi kurban edilerek katsayı uygulamasını başlattı. Bu uygulamadaki katsayı oranlarını üç kez değiştirdi. Bu da yetmedi, din dersi öğretmenliğini ilahiyat fakültelerinden ayırıp eğitim fakülteleri bünyesine alırken, öğretmen lisesi mezunlarının da bu okullara ek puanla gidebilmesinin önünü açtı. Şimdi İHL öğrencilerine sadece 650 kişilik ilahiyat kontenjanı kaldı…
Bu sonuçlara bakıp, ilgililer kendilerine bir çeki düzen verirler mi bilemiyoruz, ama insanların başındaki örtüyle ve düşünceleriyle uğraşacaklarına “500’e nasıl girileceğini” tartışsalar iyi olacak.
Eğitim sendikalarının tespiti ile YÖK “ıslâh edilmediği” sürece bu tartışmalar sürecek. Bu durum düzeltilmezse her sene aynı haberi almaktan halk olarak bıkacağız ama ilgililer buna kulak tıkayacaklar. Son günlerin güncel tabiri ile üniversiteleri yan gelip yatma yeri olarak görüldüğü sürece de bunlar devam edecek...
Üniversitelerin demokratikleşmesi, bilimsel özerkliğe kavuşması için mücadele eden kesimlerin öncelikli talebi, YÖK’ün kaldırılması…
O halde yeni bir YÖK reformu acilen çıkarılmalı. Hem de hemen…
29.10.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Milletle kaynaşan kazanır |
|
Her yıl olduğu gibi bu yıl da, cumhuriyetin ilânının yıldönümünde muhtemeldir ki birbirinden ‘ilginç’ konuşmalar yapılacak. “Türkiye’yi idare eden”ler yaptıkları icraatları anlatıp, alkış bekleyecek. Muhtemeldir ki bu ‘alkış’ı da alacaklar.
83 yıl önce, idarî sistem olarak ‘cumhuriyet’i seçen Türkiye’nin; bu sistemi tam anlamıyla tesis edebildiğini söylemek kolay değildir. Geçmiş yıllara nisbeten mesafe alındığı ortada, ancak sıkıntıların sona erdiğini söylemek imkânsız. Geriye dönüp baktığımızda, yıllar önce yapılan bazı tartışmaların; isim ve şekil değiştirmiş olsa bile bu gün de devam ettiğini görüyoruz.
“Cumhur/millet” ile, “Türkiye’yi idare edenler”in bir bakıma ‘kan uyuşmazlığı’ yaşadığı söylenebilir. Her defasında milletin ‘ak’ dediğine, “Türkiye’yi idare edenler”in ‘kara’ dediği görülmüştür. Bugünkü tartışmaların kaynağında da bu yok mudur?
“Hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir” ibaresi TBMM’yi süslemiştir, ancak fiilî olarak bunun gerçekleştiği söylenebilir mi? ‘Hâkimiyet’ millette olmuş olsa, ‘tek başına/iş başına’ gelen hükumetlerin eli kolu bağlanır, onlara karşı ‘ihtilâl’ler düzenlenebilir miydi?
Peki, bu ‘hâkimiyet’ kavgasından kim zarar görüyor ve ‘çare’si nedir? Zarar görenlerin başında maalesef ‘millet’ var, ama son kazanacak olanın da ‘millet’ olduğunu görmek lâzım. Bugün itibarıyla ‘ihtilâlciler’in kazandığı şeklindeki görüntüye aldanmamak lâzım. Çünkü onların ‘başarı’sının kalıcı olması mümkün değildir. Er ya da geç, bu yarışı milletin kazanacağında şüphemiz olmamalıdır.
İslâm ülkelerinde (hadi, ‘Halkın ekseriyeti Müslüman olan ülkeler’ diyelim) yöneticiler ile yönetilenler arasında problem yaşandığını ‘uzman’lar da ifade ediyor. Meselâ, Radikal’den (24 Eylül 2001) Neşe Düzel’in sorularını cevaplandıran Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi öğretim üyesi Dr. Çağrı Erhan şöyle demişti: “(...) Şu ince farkı da görmek gerekir. O da, Müslüman ülkelerin çoğunda yönetimle halk aynı çizgide değildir.”
“Aynı çizgi”de olmayan ‘halk’ ile ‘yönetici’lerin bulunduğu ülkelerde ‘huzur ve saadet’ sağlanabilir mi? Türkiye’de yaşanan sıkıntının bir yönü de bu değil midir?
Yönetilen ile yöneten, ‘hak ve adalet’ çizgisinde bir araya gelemedikten sonra yapılan konuşmaların bir faydası olacağı düşünülmesin... Yöneticiler, millet ile ‘aynı çizgi’ye gelirse hem ‘millet’, hem de ‘ülke’ kazanır.
*
Et-bul dünyası
“Yalan haber yayınladıkları için” gazetecileri eleştirenlerin en başında yine “(diğer) gazeteciler” geliyor. Çünkü onlar, ‘medya dışındaki’ insanlara göre, ‘medyanın içindeki iş’lerin nasıl döndüğünün farkındalar...
Bir şekilde ‘tehdit’e maruz kalan ‘ünlü haber sunucu’ Reha Muhtar, bundan dolayı (belki de ‘dün’e kadar ‘arkadaşları’ olan) medya mensuplarını, gazetecileri ağır bir dille suçlamış.
Muhtar yaptığı açıklama ve ‘köşe’sinde şöyle diyor: “Belki de hayatımı sonlandıracak o gence karşı hiçbir tepki duyamıyorum. Onun yerine kendini gazeteci ya da televizyoncu sanan bazı kişilerin birer cani olduğunu düşünüyorum. İnsan kanıyla beslenen birer cani... Ölürsem, onların cenaze görüntülerimi yayınlamalarını istemiyorum. Vasiyetimdir.” (Star ve Vatan gazeteleri, 28 Ekim 2006)
Neredeyse ‘mezarların içinden canlı yayın yapan’ bir ‘haberci’nin bu vasiyeti çok sürpriz değil mi? “Etme-bulma dünyası”nın cilvesi bu olsa gerek.
29.10.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|