Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 29 Ekim 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Görüş

Şevval ayı ve orucu

Şevvâl ayı Ramazan-ı Şerif’i takip eden; birinci, ikinci ve üçüncü günleri Ramazan Bayramı günleri olan mübarek bir aydır. Ramazan-ı Şerîf’i takip etmesi dolayısıyla, hem henüz Oruç ayının lezzetinin devam ettiği; hem de zihnimizin, gönlümüzün, ruhumuzun, dilimizin yavaş yavaş bu tatlı mâneviyattan uzaklaşma tehlikesiyle karşı karşıya kaldığı bir aydır. Şeytanın zincirdeki demlerinin sona ermesiyle, imtihanımız daha bir çetin hâl almaya başlar ki, Şevval ayı bu vecheden zor bir süreci ifade eder. Bir gün evvelinde oruçlu nefeslerimiz, tek bir ağızdan Yüce Yaratıcı’ya yakarırken; ilk gününde, ikinci ve üçüncü gününde mübarek bir ayı idrak edebilmiş olmanın ve bir daha ki idrake—eğer ömür varsa—sadece on bir ay kalışının bayramını kutlarken, ayın dördüncü günü bir boşluğa düşüverir sanki yüreklerimiz. Yetim kalır gibi oluveririz. Hatmin bir parçası olarak zikr-i Kur’ân’la iştigal etmek, bir ay evvelinde her kişinin işiyken, birdenbire er kişinin işi oluverir. Bizi biz yapan, bize bizi katan zikr-i İlâhînin nağmeleri çekiliverir kulaklarımızdan. Teyâkkuz dakikaları son bulunca, ünsiyet ziyadeleşir ve yeniden müptelâ olmaya başlarız nisyana. Bizi insan kılan şahsî ve toplumsal değerlerimiz daha basitleşir en azından. Özümüzden uzaklaşır, kimsesiz kalır gibi oluveririz de farkına varamayız neyi yitirdiğimizin…

Âlemlere Rahmet Efendimiz (asm), ümmetinin mübarek Ramazan-ı Şerîf’te büründüğü kıymettar hâlet-i ruhiyenin devam etmesi için Şevvâl orucunu tavsiye buyurur. Nebîlerin nebîsi Hz. Peygamber Efendimiz (asm) bir hadis-i şeriflerinde: “Her kim Ramazan orucunu tutar da sonra Şevvâl’den altı günü eklerse, bütün sene oruçlu gibi olur” buyurmuşlardır.1 Burada bütün yıldan maksat, kendisinde oruç tutmanın haram olduğu Ramazan Bayramının birinci günü ile Kurban Bayramının dört gününden hâlî bir senedir. Ulemanın çoğunluğuna göre, bu orucu bayramı müteakib altı gün ara vermeksizin tutmak efdal iken, İmam-ı Malik gibi bir takım zevât, kerâhetten ve Hıristiyanlara benzemekten uzaklaştırması gerekçesiyle muhtelif günlerde tutmayı uygun görmüş, aksini mekruh addetmiştir.2 Cumhura göre bu orucun ara vermeksizin tutulması efdal olmakla beraber, çeşitli günlerde tutulması ya da sonuna bırakılması da yine peşpeşe tutulmuş gibi, fazileti hâvî bir amel-i sâlihtir. Yine bu şekilde de, hadiste geçen, Ramazan orucuna Şevval’den altı gün eklemek hususu gerçekleştiğinden, maksat hâsıl olmuş olur.

Şevval ayının altı günlük orucunun bütün bir sene oruç tutmaya eşdeğer sayılması, ibadetlere en az bire on ecir vaad edilmesindendir. Bu hususa yönelik bir te’vildir ki; Ramazan ayının on misli on ay etmekte, altı günün on misli de altmış gün, yani iki ay etmektedir. Böylece Ramazan orucu ve altı günlük Şevval orucu yekûnen bir yıllık oruca eşdeğer bir kıymeti ifade etmektedir. Bediüzzaman Hazretlerinin “nefsin hâcât-ı süfliyesinden ve mâlâyâniyât hâlâttan tecerrüd ve ekl ve şürbün terkiyle melekiyet vaziyetine benzemek”3 şeklinde tarif ettiği oruçluluk hâlinin, senenin tamamında devam etmesi, o kadar kârlı bir ibadettir ki, tarif etmek ne kaleme düşer, ne de kelâm-ı beşere.

Orucun kıymetini ve etkisini tam olarak anlayabilmek, hem bu ibadeti lâyıkıyla yerine getirmek, hem de alınan lezzeti had safhaya çıkarmak adına çok önemlidir. Öylesine kıymettar ve şumüllü bir ibadettir ki, bizden önceki ümmetlere de farz kılınan umûmî bir tavr-ı ubudiyettir oruç. Kavl-i Nebevî ile, ağız kokusunun Allah indinde misk kokusundan daha güzel olduğu bir terbiye-yi mübarektir oruç. Hz. Muhammed’in (asm) nefsin süflî emellerinden kurtulmanın bir çaresi olarak tavsiye buyurduğu bir zırh, bir esenliktir oruç. Kıymetini anlayamasak da çoğu kez, öylesine tesirli bir terbiye halidir ki o, Bediüzzaman Hazretlerinin bu konudaki şu ifadeleri, kavlen zikre, zihnen te’kide fazlaca şayandır: “Hadîsin rivayetlerinde vardır ki, Cenâb-ı Hak nefse demiş ki: ‘Ben neyim, sen nesin?’ Nefis demiş: ‘Ben benim, Sen sensin!’ Azap vermiş, Cehenneme atmış, yine sormuş. Yine demiş: ‘Ene ene, ente ente! (Ben benim Sen sensin!)’ Hangi nevî azabı vermiş; enâniyetten vazgeçmemiş. Sonra açlık ile azap vermiş; yani, aç bırakmış, yine sormuş:

‘Men ene vemâ ente?’ Nefis demiş: ‘Sen benim Rabb-i Rahîmimsin; ben senin aciz bir abdinim.’”4 İşte böylesine muazzam bir etkiyle hiçbir azabın kıramadığı enaniyet damarını kıran, insanın firavunluk cephesine darbe vuran tesirli bir terbiyedir oruç...

Bir ‘Kur’ân ayı’nı daha idrakin ardından unutmamalıyız ki; on bir ayın sultanını yaşayabildiğimiz kadar yakınlaştık O’na ve bir dahakini bekleyebildiğimiz kadar yakınız... Duâlarımız kadar değerli, yakarışlarımız kadar kıymetli, acizliğimiz kadar kudretliyiz... Kulluğumuz, samimiliğimiz kadar sevimliyiz Rahman’a... Muhabbetimiz kadar ‘sevgili’yiz... Ve oruçluluğumuz kadar ‘terbiye’li...

Cenâb-ı Mevlâ, senenin tamamında bu mübarek hâlet-i terbiye içerisinde soluk alıp, Kur’ân ayındaki melekiyet vaziyetini Şevvâl orucuyla bütün bir sene muhafaza etmeyi, bütün Müslümanlara, bütün inananlara, hususan “Nur”a aşık bütün talebelere nasib eylesin inşaallah. Ümitsizlikten ve de geride bıraktığımız Ramazan’ın ve sâir evkatın amellerine güvenmekten, amellerimizi boşa çıkarmak tehlikesinden, her türlü hüsrandan bizleri ism-i Hafîz’inin hürmetine muhafaza eylesin inşaallah. Bizleri kâinat yaratıldığından bu âna dek oruçla alınmış bütün nefeslerin hürmetine, gafletin her türlüsünden ve gafletten gâfil olmak gafletinden muhafaza buyursun inşaallah. Duâ ile…

Dipnotlar:

1- Sahîh-i Müslim Tercüme ve Şerhi, Ahmed Davudoğlu, Sönmez Neşriyat, cilt 6, s. 237

2- A.g.e., s. 238

3- Mektûbât, 29. Mektub, İkinci Kısım, Altıncı Nükte, s. 390

4- A.g.e., s. 393.

Yasin TOPAL

29.10.2006


Vicdanları harekete geçirme zamanı

Eğitim ortamları son zamanlarda ciddî alarm veriyor. Herkes, ortaya çıkan sonuçlardan şikâyetçi. Ama dikkat çekilmeyen şey ise, bu noktaya nasıl gelindiğidir. Bu sonuçlara getiren sebepleri kimse konuşmuyor.

Konu sadece Türkiye gündemini değil, Avrupa ve Amerika gündemini de meşgul etmektedir. Nitekim Amerika’da on beş gün içinde üç eyalette meydana gelen lise katliâmları sonucunda Amerika, okullarda güvenlik tedbirlerini arttırmış, fakat güvenlik tedbirlerinin ve bütün tedbirlere rağmen şiddeti önlemenin bir yolunun bulunmadığı sonucuna varmışlardır.

Amerika’nın bu konuda çaresiz kalışı akla çok da uzak gelmiyor. Buna karşılık Türkiye’deki şiddeti ortadan kaldırmak için sunulan çözüm tekliflerinin, Amerika’dan pek bir farkının olmaması düşündürücüdür.

Her şeye mâneviyattan yoksun, materyalist bir anlayışla çözüm arayan Amerika, bu problemle daha çok boğuşacağa benziyor.

Mânevî bir derinliğe ve zenginliğe sahip olan Türkiye’de, bu Amerikavârî metodu uygulamaya koymak, problemlerin burada da artarak devam edeceğini göstermektedir.

Bu tablo nasıl ortaya çıktı?

Sorunun sebebini bulunca, çözüm bulmak da kolaylaşacaktır. Onun için Türkiye’de okullardaki şiddet olaylarının bu noktaya gelinceye kadarki sürecini gözlemlemek gerekecektir.

Tarih boyunca bu ülkede medeniyet adına bozmaya yönelik pek çok oyunlar oynanmıştır. Bu ifsat oyunlarının en büyük hedeflerinden birisi gençler olmuştur. Gençleri hedef alırken, tabiî ki onun ailesi ve hatta çocukluktan itibaren ifsat etme projelerini gerçekleştirmişlerdir.

Bu ifsat komiteleri, medya ve diğer iletişim organlarıyla önce kadınları yuvalarından çıkarmışlar, eşitlik adına erkeğin evdeki idareci konumunu zedelemişler, sonra bu ortamda doğan çocukları mânevî eğitimden de yoksun bırakarak, bütün zihinleri dünyaya çevirmişlerdir.

Âfâkî olaylarla meşgul edilen anneler babalar, evlerindeki yangından bîhaber olarak, saatlerce TV başına kilitlenmiş, baba, iktisatsızlık ve kanaatsizlik yüzünden maişet derdiyle meşgul edilmiş ve ortaya ilgisiz, şefkatsiz, manevî hatta maddî hayatını bile düşünmekten uzak aile tabloları çıkarılmıştır.

Öyle ki akşama kadar erkek gibi çalışan annenin ve geçim derdiyle sarhoş olmuş babanın eve geldiklerinde artık verecek şefkati, hoşgörüsü, toleransı kalmamış, küçük bedenler şiddete bile maruz bırakılmıştır.

İşte bu ortamın çocukları şiddet gördüğü için şiddete meyilli, şefkatsiz büyüdüğü için merhametsiz, ilgisiz büyüdüğü için ilgi çekmek adına her türlü rezaleti işleyecek kadar gözü dönmüş, maneviyattan yoksun olduğu için, kul olduğunu hatırlamayan ve nefsinin bütün isteklerini mübah gören bir anlayışla topluma karışmışlardır.

Gençlerin en başta gurur saikiyle enelerini kabartmışlar, sonra hırsı aşılamışlar ve sonra da sınır konmamış kuvveleri ifrata çekmişlerdir. Hayatın merkezine ‘ben’i yerleştiren, zevk ve hazları koyan ve sorgulamadan yaşanan bir hayat modeli sunulmuştur. Gençleri ideallerden, ahlâktan, sadelikten, kulluktan uzaklaştırmak için türlü türlü planlar uygulanmıştır. Ve sadece lezzet almaya programlanan gençler, bu heveslerini tatmin için her türlü ahlâkî değerleri feda etmek derecesine getirilmiştir.

Gençlerin kafa yordukları meselelere baktığımızda ürkütücü bir manzara ortaya çıkmaktadır. Çevremizdeki on on beş gence mini bir anket düzenlesek ve sorumuz da, ‘Bir genç olarak ne istiyorsunuz?’ olsa, alacağımız cevaplar, ‘şöhret’, ‘kısa yoldan, çalışmadan zenginlik’, ‘cinsellik ve güzellik’ gibi cevaplar olacaktır.

İşte böyle gençlerin sayısı her geçen gün artmakta, insanlığın başına belâ olmaktadırlar.

Anlaşılamayan bir nokta var ki, bütün bu sonuçları hazırlayanların veya ilgisiz kalanların şikâyete hiç mi haklarının olmadığıdır.

Medya bir taraftan bu sonuçlardan şikâyet ederken, bir taraftan da sefihane oyunlarına hızla devam etmektedir.

İdareciler de bir taraftan bu sonuçlardan şikâyetçi olurken, yarım yamalak çözüm teklifleriyle toplumun gözünü boyamaktadırlar.

Aileler de bu tablodan şikâyet ediyor, ancak derinlemesine çözüm için kimse yeterli çareler aramıyor.

Türkiye, bu problemlerin üstesinden gelebilecek birikime ve tecrübeye sahiptir. Hatta ortaya koyacağı projelerle, Avrupa ve Amerika’daki okul şiddetinin önüne geçebilecek ahlâkî ve dinî altyapıya da sahiptir.

Bu proje, vicdanı harekete geçirme projesidir.

Ne yapmak lâzım?

‘Zararın neresinden dönersek kârdır’ anlayışıyla ilk olarak yapılması gereken, fizikî tedbirlerle beraber, bireydeki vicdanî güçleri harekete geçirecek manevî tedbirlerin de alınmasıdır. Bu da dini, hayatın dışına değil, hayatın tam merkezine oturtmaktan geçecektir.

Çünkü insan yaşadığı hayat boyunca şu üç soruya cevap arar. Bu üç sorunun gerçek ve doğru cevabını ise, ancak din verir. Bunlar; “Nereden geliyorum? Nereye gidiyorum ve niçin geldim?” sorularıdır. İşte her insanın, muhatap olduğu bu üç soruya cevap veremediği takdirde, problemlerin başladığı görülür.

“Nereden geliyorum, nereye gideceğim ve ne için?” soruları, hakiki bir ömrün nasıl yaşanması gerektiğinin sınırlarını ve ip uçlarını bize sunmaktadır.

Nereden geldiğini bulan bir insan, iman edecektir ve vicdanın iki ayağı olan ‘istinad’ ve ‘istimdad’ noktalarını bulmaya başlayacaktır.

“Niçin geldim?” sorusuna cevap bulan bir insan, kulluğun derecelerinde artık yol alacak, haram ve helâle dikkat edecek, sınır konmamış üç kuvvesini, ifrat ve tefritten vasata çekecektir.

Nereye gideceğini bilmek ise, “Niçin geldim?” sorusunun hem çekirdeği, hem neticesi olacaktır.

Bu soruların cevabı esnasında, insan gerçek mânâda insan olmanın cevabını da bulacaktır. Bunun cevabı:

1- İyi akval (Ya hayır söyle, ya sus)

2- İyi ef’âl (Amel-i salih esasları)

3- İyi ahlâk (İmanın somutlaşmış biçimi)

4- Mârifet (Her şeyde Allah’a giden bir yol bulmak)

Ve bu Kur’ânî prensipler insanı gerçek mutluluğa taşıyacaktır. İnsanın olarak bilmemiz gereken önemli bir düstur da, ‘İnsan bu dünyaya yalnız güzel yaşamak için, rahat ve safa ile ömür sürmek için gelmediğidir. Belki azim bir sermaye elinde bulunan insan, burada ticaretle ebedî, daimî bir hayatın saadetine çalışmak için gelmiştir.’

İşte çocuklarımızı ve gençlerimizi bu soruların cevabını verecek ve bu düsturları hayat prensibi haline getirecek şekilde yetiştirmekle ancak yaşanan problemlerden kurtulur ve şikâyet etmeyiz.

Her gencin başına bir polis dikmek mümkün değildir. O vakit vicdanlarda yasakçı bırakmak en sağlıklısıdır.

Vicdan polisini harekete geçiren şey ise, imandır.

Yasemin YAŞAR

29.10.2006

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004