|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
İç içe gündemler |
|
Gerçi eskiden de böyleydi, günlerce konuşulup tartışılan bir gündem neticeye bağlanmadan bir başkasına geçilir ve o da aynı hararetle tartışılmaya başlanırdı.
Ama son dönemde, her biri başlı başına gündem oluşturan konular ard arda, hattâ eşzamanlı olarak öylesine iç içe ve yoğun şekilde gelişiyor ki, yetişmek dahi zorlaşıyor.
Söz gelişi, Sezer’in ve komutanların irtica çıkışlarıyla başlayan süreç Başbakanın “Özel görüşelim” teklifiyle biraz sükûnet bulmuş gibiydi ki, Cübbeli Ahmet Hocanın turistik tatil gezileri tartışmayı farklı bir alana taşıdı.
Gerek görüntülerle de desteklenen yayınlar, gerekse Hocanın verdiği cevaplardaki kimi “açık”lar, Bediüzzaman’ın seneler önce yaptığı ikazları teyid ediyordu.
Tarikatları mağlûp etmek için kullanılan “o mesleğin erkânlarının ve mensuplarının kusurlarını teşhir, üstadlarını ihanetlerle çürütmek, o mesleğin su-i istimallerini göstermek” taktikleri yine devredeydi.
Bu konuyu 14 Eylül’de çıkan “Fitnelere karşı” başlıklı yazımızda detaylı şekilde işlediğimiz için oraya havale ve bu kadarla iktifa edip, cemaatlerin son derece dikkatli olmaları gereken bir sürece girmiş olduğumuzu tekrar hatırlattıktan sonra bir başka gündeme, bilâhare daha geniş şekilde üzerinde durmak üzere, şimdilik kısaca değinelim.
DYP lideri Ağar’ın toplumda ve medyada büyük destek bulurken statükocu cenahı küplere bindiren çıkışlarına bir tepki de Genelkurmay Başkanından geldi. Ama Ağar bu tepkiyi de gayet usturuplu bir şekilde göğüsleyerek yine puan kazanan taraf oldu.
Bu çizgide sebat DYP’yi şahlandırır.
Ve son iki gündem: Fransa Meclisinin Ermeni soykırımını reddetmeyi cezalandıran tasarıyı kabul etmesi ve aynı gün Orhan Pamuk’un Nobel kazandığının açıklanması.
Bu eşzamanlılık, külyutmaz ulusalcıların iki olayı aynı kurgunun yansımaları olarak ilân edip, “Pamuk Ermeni soykırımı ve Kürt katliamına dair sözlerinden dolayı ödüllendirildi” iddiasıyla ayaklanmalarına yol açtı.
Daha önce Pamuk’u 301’den yargılatmak için harekete geçen Kerinçsiz, bu defa da Nobel Komitesinin Pamuk’a ödül kararının iptali için başvuracağı bir merci arıyor.
Bu arada Fransa’ya tepkiler de sürüyor.
Ama yine ağızlardan düşmeyen “ekonomik boykot, ihalelerden dışlama” söylemlerinin pek fazla uygulanabilir bir tarafı olmadığını söyleyenler giderek artıyor. Zira gelinen noktada Türkiye’de, yönetici ve çalışanları Türk olan yüzlerce Fransız firması var.
Asıl önemlisi ise, Ermeni soykırımı meselesinde Türkiye’nin hâlâ içe dönük resmî tepkilerin ötesine gidememiş ve dışarıda etkili olacak bir çalışmayı yapamamış olduğu acı gerçeği daha iyi fark edilip anlaşılıyor.
İç kamuoyuna yönelik hamasî tepkilerin devri çoktan geçti. Türkiye artık bu konuda farklı şeyler yapmak zorunda. Bunların başında da, savunma ve tepki pozisyonlarının ötesinde, kasıtlı iddia sahiplerini köşeye sıkıştıracak “karşı atak”lara geçmek geliyor.
Bunun içinse herşeyden önce samimiyet ve özgüvene dayanan bir cesaret gerekiyor.
17.10.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Murat ÇETİN |
Bizim neslin emekliliği |
|
Şimdiki emeklilerin hali ortada. Kimisi can sıkıntısından bir dükkân açmış, bütün gün oturuyor. Kimi emekli maaşını takviye etmek için çalışıyor. Kimi kahve köşelerinde, kimi evlerinde.
Bunlara bakıp kendi emekliliğimi, dolayısıyla benim neslimin ihtiyarlığını düşünüyorum.
Genel olarak şöyle bir tablo çıkarıyorum. Biz teknolojiyle daha fazla içli dışlıyız, dedelerimiz gibi bihaber değiliz. Emekliliğimiz de, gençliğimiz gibi bilgisayarlarla, internetle, cep telefonlarıyla geçecek gibi geliyor.
Kahve sohbetlerinin yerini chatler, iskambil oyunların yerini sanal oyunlar, evdeki tesisat işlerinin yerini ise bilgisayarda program indirip kurmak, PC’yi çökertip formatlamak alacak.
Torunlarımızla teknolojik sohbetlere girişebileceğimizi, belki karşılıklı oyunlar oynayabileceğimizi de tahmin ediyorum. Bu açıdan kendi neslimi dedelerimizden, torunlarımızı da kendimizden şanslı görüyorum.
Peki etrafımızı saran gençlere ne anlatacağız? “Bizim zamanımızda icq diye bir program vardı. Çok popülerdi. Vaktiyle az chat yapmadım orada.” “Super Mario’yu duydunuz mu gençler? Ben onda rekor kırıyordum be.” “Bir gün posta kutumu kontrol ediyorum. Baktım aralarında ilginç bir mail. Kimden dersiniz? Tabiî ki babaannenizden.”
Arkadaşlarımızın bir kısmı internetten tanıştığımız insanlar olacak. Kimisi yıllardır konuştuğumuz ve irtibatı koparmadıklarımız, bir kısmı ise sonradan tanışıp ahbap olduklarımız.
Eğer çocuklarımızla veya torunlarımızla bilgisayarı paylaşamamak gibi bir problemimiz yoksa, evdeki varlığımız altın gününe gelen hanımları hiç rahatsız etmeyecek ve kendi halimizde bir köşede, ara sıra gelen kekler ve börekleri yiyerek uslu uslu oturacağız.
Ama yine de, “Bizim zamanımızda”lar ve “hey gidi eski günler” dilimizden eksik kalmayacak.
17.10.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Davut ŞAHİN |
Pamuk eleştiriler |
|
Orhan Pamuk’un aldığı Nobel, başarı mıdır, değil midir, tartışılıyor.
Kimi edebiyatçılar, Pamuk’un bu ödülü iade etmesi gerektiğini, kimileri ise “hak ettiği” yönünde açıklamalar yapıyor.
TRT’deki bir açıkoturumda Alev Alatlı’nın dediği gibi... Pamuk’un bu ödülü derhal vermesi gerektiğini söylüyordu.
Serdar Akinan’ın sunuculuğunu yaptığı “Ne Var Ne Yok”ta (Sky Türk) Nihat Genç, Orhan Pamuk’un hem yazarlığını, hem kitaplarını, hem de ödül alışını eleştirenlerden.
“Orhan Pamuk’a verilen bu ödül bir illüzyondur. Kendisi de bir illüzyon. Kitapları okunmayan biri nasıl ödül alır? Ama bizim Pamuk’a verirler.”
Bu “mesele” daha çok tartışılacak gibi.
Yaşar Kemal’e verilseydi veya Zülfü Livaneli’ye... Acaba “tepkiler” nasıl olurdu merak ettim.
DİZİ DÖKÜMÜ
Televizyon dünyası acımasız bir çark gibi. Girdiği ürünü ezer, parçalar.
Sezonun dizileri şimdi patır patır dökülüyor. Düşünebiliyor musunuz 100 dizi ile start alan ekranlardan, şimdilik 4 diziyi yayından kaldırdı.
Önümüzdeki aylarda bakalım ne olur, bilinmez...
“Aşk Oyunu (atv)” bunlardan biri.
“Hacı” dizisi geçen yılın en iddialı yapımlarından biriydi (Show TV). Kaldırıldı.
“Kız Babası (Show TV)” ve yeni dizi “Taşların Sırrı (Star)” ekrana veda eden yapımlardan.
Bakalım sıradakiler hangisi?
TÜRBAN AVI
İngiltere’de üniversite hocaları, Müslüman öğrencileri izleyip, yönetime ihbar edecekmiş.
İngiltere’de üniversite hocalarından ve mensuplarından, İslâmî duyarlılığı olanların veya “Asyalı görüntülü Müslüman öğrenciler” hakkında “casusluk” yapmaları isteniyormuş, iyi mi?
Guardian gazetesinin haberine göre, İngiltere Eğitim Bakanlığı’nın, yıl sonuna kadar üniversitelere ve diğer yüksek öğretim kurumlarına gönderilmek üzere bir teklif hazırlamış.
Aslında bu yöntem, bize yabancı değil.
YÖK’ü ne kadar hatırlatıyor değil mi?
REHA, MESUT...
Programcı ve TV eleştirmeni Mesut Yar diyor ki:
“Reha Muhtar’a ne oldu anlayamadım. Cuma gecesi şovunu dikkatle izledim. Kadro dört dörtlüktü. Ama sorun vardı. Sorun, kadroda değil, bizzat Reha Muhtar’ın kendisiydi… Muhtar, daha emekleme çağındaki şovu için, bence biraz erken sayılabilecek bir zamanda Gülşen’i çıkararak, telaşını belli etti. Telaşı reytinglerle ilgiliydi ta-biî.. Ama beklediği ilgiyi bulamadı program… Bana yenilik vadeden bir şey bulamadığım için kaçtım Reha Muhtar Televizyonu’ndan. İzlenme sonuçlarına bakılırsa, izleyicinin de ilgisini çekmemiş… Neyse bu yazıdan sonra biliyorum ki Reha Muhtar yine arayacak ya da ortak dostlarımız kanalıyla ayar verecek bana. Ama bu, ne beni tatmin, ne de onu mutlu edecek. ‘Keşke efsane anchorman olarak kalsaydı akıl defterimde’ diyorum ve sanırım sıklıkla diyeceğim de!”
Reha Muhtar yaşlılık sendromuna girdiği için mi, “gazetecilik” mesleğine zıt hareket ediyor?
Muhtar, hem televizyonun büyüsünden, hem de “rating” büyüsünden kurtulmalı.
17.10.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
İsmail BERK |
Kendimizle yüzleşmek |
|
Son yüzyıllık devlet maceramızda, yakın tarihin üstü örtülmüş. İkame edilen resmî tarihle yönlendirilmişiz. Yücelerin cüce, cücelerin yüce sunulduğu resmî bir söylem eğitime işledi.
Sorgulamaktan, objektif araştırmaktan, öteki dediğini anlamaktan ve konuları hür bir zeminde kavramaktan uzak cumhuriyet süreci, ismiyle mütenasip bir sonucu bu millete yaşatamadı.
Pamuk ipliği ile birbirine bağlanmış konuların mütecanis olmayan zayıf tarih ağları, takıldığı yerde yırtıldı. Yetersizliğin delili oldu.
Sıkıntıları konuşmayı yeğleyen, başarısız olmuş yöntemleri tecrübe diye tekrarlamaktan yorulmayan bir yapı, iyileştirici çarelerin ve yenilenmelerin düzlemine oturamıyor.
Sadece “biz” diye nitelenen grup/kitle kibir ve gururunun kurumsal kültürün oturmadığı kamu düzeninde “Ben” egosuna gizlenmiş tekil görüşün, toplumlaştırılması, kabileciliğin ve diktatörlüğün modern versiyonu olarak önümüzde duruyor.
Disiplinin sevgisiz barınaklarında ciddiyetin kasavetini kusmak ve haklı tepkileri hakaretin mengenesinde tuzla buz yapmak, gerçeğin kimyasını değiştirmez. Sadece ruhunun kimyası ve şifreleri bozulmuş bir halin tezahür şekilleri değişir.
Birey olarak; ailede, toplumda, ülke bazında ve küresel ölçekte maruz kaldığımız kültürel ve fiziki tacizlerin ve dayatmaların baskısı altında ezilen ruhumuzun direnme güçsüzlüğünü yaşıyoruz çoğu zaman. Tepki vermenin makulünü bulamadığımızda ve haklı olmanın dozajını ayarlayamadığımızda, elde edeceğimiz yeni sonuçlar daha farklı hüsranlar doğuruyor.
Kamu yönetimi ve devlet olma ciddiyeti de bundan farklı değildir. Kurum olmanın insana dayalı yönetim modeli içinde, mikropların her an üreyebildiği bir organizma gibi yaşaması kabul edilebilir bir sosyal yapıdır.
Bünyenin bu mikrobik sistemle sarılması ve vücudun savunma sistemini kaybetmesi, ağır sonuçların habercisi olabilir. Bütün yanlışları düzeltmek mümkün değildir. Ancak yanlışların tolerans sınırlarında kontrol edilebilir olması önemlidir. Bir sistem bu seyri izleyip kendini yenileyerek düzeltiyorsa, sağlıklı bir bünyenin işaretlerini taşıyor demektir.
Tersi durum vaki ise, yani ana sistemden kaynaklanan strateji, yaklaşım ve niyet aşamasında bir yanlışlık varsa ve bulanıklığa davetiye çıkaracak sonuçları ortadaysa, burada daha köklü sorguya ve şok edici özeleştiriye gidilmelidir. “Hayır” dedirtecek şekilde zihinleri uyandıracak, akıllı cesaretin emaresi olacak çıtası yüksek, farklı ve çözümcü bir algıya götürecek tartışmalara kapı açılmalıdır.
Türkiye, bu yönüyle; kendisiyle yüzleşmeyi deneyecek bir cesaret ve metanet ortaya koymalıdır. Son yüzyılın ağır bunalımlarını ve değişimin yönetilemeyen acı neticelerini göz önüne alarak, bugüne kadar tabu kabul edilmiş konuları tartışmanın ötesine taşıyıp, yenileme iradesini göstermelidir.
Türkiye, bakiyesi olduğu mirasın ve yarınların hakkı için kendisiyle birkaç ana başlıkta yüzleşmeyi, buluşmayı ve konuşmayı acilen gerçekleştirmelidir.
Türkiye;
1- Tarihle yüzleşmelidir. Hatasıyla sevabıyla analiz edip, yeni sonuçlara ulaşmalıdır. Tarihin tekerrürlerini önlemenin yolu budur. Ders almak, dersine çalışmakla ve doğru anlamakla mümkündür. Resmî tarihin tahrifinden çıkıp, zihnî bulanıklığın labirentlerinden kurtulmalıdır.
2- Dinle buluşmalıdır. Çünkü din ortak bir paydadır. Müslüman bir coğrafya olmanın gerçekleri ışığında, dinin hayatımızdaki yeri, toplumsal mutabakata katkısı ve siyaset üstü duruşu itibariyle pozitif değerlendirilmelidir. Korkulmamalıdır.
3- Halkıyla konuşmalıdır. Çare, hak sahibini dinlemekten geçer. Çözüm onun talepleri bilindiğinde kolaylaşır. Doğruları duymaktan çekinmemelidir. Demokratik haklara ön şartsız saygılı olmalıdır.
Bu altın üçgende millete sunulacak bir manifesto hazırlayacak akil insanlara ve siyaset adamlarına duyurulur.
17.10.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Allah yolunda seferber olunca |
|
İyiyle kötünün mücadelesi Hz. Âdem’le başlamış, kıyamete kadar devam edecektir. İyiliği emredip kötülükten sakındırmak, iyiliğin kuvvetlenmesi ve hâkim olmasını sağlamak mü’minin aslî görevlerindendir.
Cihad da bunun için değil midir?
Cihad ise mal, can ve dille olur. Bazan üçü bir arada bulunurken, bazan da bir-ikisi öne çıkar. Mü’min şart ve imkânlar ölçüsünde bu cihadda yerini alacaktır.
Dini anlatma gayretinin de dille yapılan cihad olduğu düşünülürse bu hizmetlerin güçlenmesi için mü’minin maddeten ve mânen seferber olması gerektiği kendiliğinden anlaşılır.
Bugün bu manevî cihad, akıl, ruh ve kalpleri mânen fetih gayretleri her zamankinden daha çok önem ve hız kazanmıştır.
Bedenen, ruhen, kalben bu hizmetlerin içinde olabilmek ne büyük bir mutluluk, kazancı çok bir ticaret!
Birgün Allah Resûlüne adamın biri infak edilmek üzere bir deve getirmiş, Allah Resûlü de (asm) bunun karşılığında kendisine kıyamet gününde yedi yüz deve verileceğini bildirmiştir.1
Böylelerine Allah sevap ve mükâfat vermekle kalmaz, dünyada da fazlasıyla karşılığını verir. Birgün Ensardan Kays bin Sehl kardeşleriyle paylaştığı hurmalarını Allah yolunda infak ettiğini, arkadaşlarına dağıttığını söyleyince Efendimiz (a.s.m.), “İnfak et ki Allah da sana versin” buyurmuşlardı.
Demek bu bir Allah kanunu. Allah, verene veriyor. İnsan vermeli ki Allah da kendisine versin. Elini sıkı tutanların kulakları çınlasın. Sıkmakla mallar çoğalmıyor. Aksine verdikçe bereketleniyor, Allah ona kat kat fazlasıyla veriyor. Nitekim Kays bin Sehl, bu olaydan sonra “Sonraki bir cihada katıldığımda bineğim de vardı ve akrabalarım içerisinde en çok zengin ve varlıklı olan bendim”2 der.
Her an Rabbinin her şeyi gördüğüne, her yaptığını bildiğine ve kontrolü altında olduğuna inanan insan, bütün organ ve duygularını onun emrettiği istikamette kullanır. Allah’ı aklından hiç çıkarmaz, dilinden eksik etmez. Kalbiyle, diliyle Allah’ı anarken maddî imkânlara sahipse onları da Allah yolunda harcamakta tereddüt etmez. Birgün Allah yolunda cihad ederken Allah’ı zikretmekten söz eden Allah Resûlü (a.s.m.), zikrin her kelimesine yetmiş bin ecir verileceğini ve her ecri de Cenâb-ı Hakkın on misli arttıracağını bildirmiş, “Ya Resulallah, infak da böyle mi?” diye sorulunca da onun mükâfatının da zikir gibi olduğunu, cihadda bizzat bulunup da infak edene Allah’ın rahmet hazinelerinden dilediği kadar sevap vereceğini, kulların bunun miktarını bilemeyeceklerini müjdelemişlerdir.3
Ne büyük bir kazanç maddeten, manen Allah yoluna seferber olabilmek!
Dipnotlar:
1. Müslim, 2:37.
2. Tergib, 2:173.
3. Mecmaü’z-Zevâid, 5:282.
17.10.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Nimetullah AKAY |
Hayallerin nimet olduğu bir zaman |
|
Gözümüzle gördüğümüz insanların, gürültü kirliliği oluşturup kulaklarımızın zarına zarar veren seslerinden kurtulmak için ve bin bir hikmetle dolması gereken beynimizin kıvrımlarındaki pasları temizlemek için isterseniz geliniz birlikte kendimize başka bir âlem arayalım.
Çünkü sayısız âlemlerin yaratıldığı bir dünyada yaşamaktayız. İnsan olmamızın üstünlüğüyle istifade edebileceğimiz çok âlemlerin var olduğunu biliyoruz. O zaman hayatımızı niye her yönüyle muzır olan âlemlerin karanlıklarına terk edelim?..
Bizler, adları insan olduğu halde, insanlık değerlerinin baş düşmanı olan mahlukların âlemlerine kendimizi mahkûm etmek istemeyiz her halde. İnsan olmamızın misilsiz ayrıcalığıyla kendi insanlığımıza uygun âlemleri kendimize bulabiliriz.
Sinnen, cismen ve rütbeten büyük olan, ancak insan olmanın üstün ayrıcalığının farkına varamayanların dünyalarında gezinmek zorunda olmadığımızı artık kendimize kabul ettirmemiz gerekir. Onların dünyaları başlarını yesin.
Onlar varsınlar, hiç ölmeyecekmiş gibi dünyada yaşamaya devam etsinler. İsterlerse pamuk ipliğine bağlı olan hayatlarının her an kopmaya mahkûm olduğunu hiç düşünmesinler. Ve isterlerse at gözlükleriyle olaylara ve dünyaya bakmaya devam etsinler.
İsterlerse yaşlarının ilerlediğinden, cisimlerinin çürümeye doğru gittiğinden ders almasınlar ve hatta rütbelerinin ve tomar tomar paralarının kendilerini her yerde kurtaracağını da düşünsünler. Onlar farkında olmazlarsa dahi, dünya dönüyor ve insanlar dünyanın hiçbir gücünün onları kurtaramayacağı bir sona doğru gidiyorlar.
Onlar da gidiyorlar. Bu gidişin önünün kesilmeyeceğini de biliyorlar. Ama kartondan kuleler yapmaya da devam ediyorlar. Dünyaları çürük da olsa gafletin kalın perdesiyle kurtulacaklarını sanıyorlar. Aslında dışları bazı zahirperest insanları yakarken, içlerindeki cehennem ateşi dünyalarını kasıp kavuruyor.
Onlar farkında olmazlarsa dahi, farkında olan veya olanlar vardır. Onlar çevresindekileri aldattıklarını sanırken, aslında hiç aldanmayanlar vardır. Onların gülmelerinin içten olduğunu düşünenler olsa bile, içlerinin kan ağladığı çok gözlerden kaçmamaktadır. Fırtınalar, kasırgalar hayatları alt üst ediyor bunların karanlık âlemlerinde…
Geliniz hep birlikte gerçeklerin izlerinin bulunduğu hayaller âlemine dalalım. Zahirperestlerin zahiri dünyaları bizi kendine çekmesin. Onların yalancı cennet şeklindeki cehennemî dünyalarından yüz çevirelim. Onların karın sancılarına sebep olan meyveleriyle tatlı ve değerli zamanlarımızı geçirmeyelim. Onların zehirli ballarıyla hayatımızı sancı verici karanlıklara terk etmeyelim…
Hayalistan ülkesi bile, sergerdan olan hemcinslerimizin dünyalarından daha çok güzellikleri bünyesinde taşımaktadır. Hayal deyip geçmeyelim isterseniz. Görünen, duyulan ve el ile tutulan dünyaların günah çirkefine battığı bir âlemde, bizleri tezkiye edecek, bizleri temize çıkaracak çok hayaller yok mudur dersiniz?
Akılları kendine çekecek, kalbleri inanç nurlarıyla parlatacak sayısız san'at harikalarına rağmen, inançsızlık ve kirlilik içinde kıvrananların âlemimizi aslî hüviyetinden uzaklaştırıp fesada vermeye çalışmaları, aklı sönmemiş kalbi bozulmamış insanların kurtuluşu hayalistan ülkelerinde aramasına sebep olmaktadır sanki…
Gerçek dünyada ruhumuzun daraldığı anlarda, Yaratıcımız bizlere hayal etme nimetini vererek bize ferahlık vermektedir gibime geliyor. Böyle zamanlarda gerçekler âlemlerine kanat açarız. Karanlıklardan iz bulunmayan yükseklere ulaşmak için hayal tayyaresine biner gideriz.
Bilmem sizler ne dersiniz, benim bu hayallerin de zaman zaman çıkış yolu olabileceği şeklindeki düşüncelerime?.. Lütfen tahammülünden aciz olduğumuz vak'aların sarstığı dünyamızdan kaçma girişimlerimi mazur görün. Hayalen de olsa…
17.10.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
İtikâf günlerinde bulunuyoruz - 2 |
|
İsimsiz okuyucumuz: “İtikâfın şartları nelerdir? Bir kimse, kendi evinde itikâfa girebilir mi?”
İtikâfın şart ve rükünleri; 1- Niyet yapılmalıdır. 2- Gündüzü oruçlu olmalıdır. 3- İtikâf bir mescitte yapılmalıdır, 4- İtikâfa niyet eden Müslüman olmalı ve dinî emirler hususunda mükellef bulunmalıdır.
Hanefîlerden İmam Ebû Yusuf’a ve Malikîlere göre itikâfın en az süresi “bir gün”dür. İmam Muhammed ile Hanbelîlere göre itikâfın en az süresi, kişiye bağlı olarak “bir andır”. Şafiîlere göre ise itikâfın en az süresi “Sübhânallah” diyebilecek kadar bir zamandan biraz fazla olmalıdır.
Demek oluyor ki bir Müslüman, Ramazanın son on günü girdiğinde, itikâf niyetiyle, bir mescitte veya bir camide, “bir an” veya “Sübhânallah” demek süresinden daha fazlaca beklerse, bu sünneti ifa etmiş olur. Bir diğer ifadeyle, bir Müslüman, Ramazanın son on günü içerisinde bir mescide vakit namazı kılmak için girerken aynı zamanda “vakit namazı kılma süresince” itikâfa niyet etse, namazı kılıp camiden çıkarken bu sünneti ihya etmiş olarak çıkar.
Sünnet-i Müekkede olan itikâfın en çok süresi ise, Ramazanın sonuna denk getirmek sûretiyle on gündür. Eğer aralıksız on gün itikâfta bulunmaya niyet edilmemiş ise, bu günlerde istenilen vakitlerde itikâf yapılabilir. Meselâ yalnız gündüzlerde veya bu günlerin belli vakitlerinde itikâfta bulunmaya niyet etmek sahihtir.
Aralıksız on gün süreyle itikâfta bulunmaya niyet eden birisi, bu süre içinde mecbur kalmadıkça itikâf yaptığı mescitten çıkmaz. Yalnız zarurî bir ihtiyacı için çıkar ve hemen geri döner. İtikâf süresince hanımına yaklaşmaz.
Ramazanın son on günü içerisinde itikâfın sünnet-i müekkede olmasının hikmeti, Kadir Gecesini ihyâ etmektir. Çünkü Kur’ân’ın beyan buyurduğu gibi, bin aydan daha hayırlı1 olması hasebiyle Kadir Gecesi, gecelerin en faziletlisidir. Kadir Gecesinin, Ramazanın son on günü içerisinde bulunduğu hususunda kuvvetli görüş birliği vardır. İtikâfın bu geceye rastlamasının feyiz ve sevabı hadsiz ve hesapsızdır.
İtikâfta bulunan kişi, Kur’ân-ı Kerim, hadîs ve ilim okumak veya okutmakla meşgul olmalı, dînî ve îmânî eserler okumalı, zikir yapmalı, namaz kılmalı, tefekkür yapmalıdır. İtikâf süresince hayırdan başka bir şey konuşmamalıdır. Günah ihtiva etmeyen sözleri ve kelimeleri konuşmasında bir beis yoktur.
Dünya meşgalelerinden sıkılan ruhumuzun, hususî vakitlerde bütün zamanını ibadete ve tefekküre ayırması, önemli bir ruhî teneffüs ve istirahat olarak değerlendirilmelidir.
Kadir Gecesinin de Ramazanın son on gününde bulunduğunu hesaba katarsak itikâfa girmek hususunda mümkün olan fırsatları değerlendirmek ve bu ibadeti ifa için imkânlarımızı yoklamak, hiç şüphesiz mühim bir Sünnet-i Seniyyenin ihyasına vesile olacaktır.
Duâ
Allah’ım! Bize makbule şayan kavli, kalbî ve fiilî duâ nasip eyle! Bizi işte tembel, kullukta itaatsiz, amelde duâsız, ibadette etkinliksiz, doğru bilgiye ulaşmada faaliyetsiz kılma! Kusurlarımızı bağışla! Bizi dünyada ve âhirette yardımsız ve muavenetsiz bırakma! Duâlarımızı kabul buyur! Eksiğimiz var, kusurumuz var; Rabbim, kulluğumuzu yüzümüze vurma! Kalbimize çalışma şevki ver! Aklımızı faydalı bilgiyle donat! Müslümanları Müslüman olmayanların tasallutundan kurtar! Müslümanlara dünya ve âhiret işlerinde yardım et! İslâma ve Müslümanlara yardım et!
Âmîn...
Dipnotlar:
1- Kadir Sûresi, 97/3
17.10.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Ağar'ın yankı uyandıran sözleri |
|
Türkiye'nin siyasî atmosferinde tuhaf mı tuhaf, hatta zaman zaman boğucu gelen bir durgunluk, bir durağanlık vardı.
Bu ürkütücü durgunluk, DYP lideri Mehmet Ağar'ın özellikle son günlerde estirdiği rüzgârın etkisiyle bozuldu, dağıldı. Durgunluğun yerini canlı, heyecanlı bir atmosfer aldı.
Hemen herkes ve her çevre, bu yeni heyecan dalgasının farkında. Buna ilgisiz kalan hemen hemen yok gibi.
Zira, Mehmet Ağar, hemen her tarafta mâkes uyandıran tarihî sözler sarf etti. Bu sözler, kimi müzmin muhalifleri tarafından bile takdir gördü, destek buldu.
Ağar'ın sözlerine karşı gelenler ise, ciddiye alınır bir taraftar kitlesi bulamayarak, söyledikleriyle orta yerde kalakaldılar.
Ağar, bu noktada bir adım daha ileri giderek, ne yaptığını bildiğini ve sözlerinin arkasında olduğunu birkez daha deklare etti.
Üstelik, evvelki sözlerine yenilerini ilâve ederek, kararlı bir duruş sergiledi. Söyledikleri "vecize gibi" sözlerdi gerçekten. (Aşağıda, bunlardan bir kısmını okuyabilirsiniz.)
Geniş dalgalanmalara yol açan ve siyaset zemininde yeni bir heyecan dalgası uyandıran bu sözlerin sahibi olan Ağar, aynı zamanda Türk siyaset dünyasında inisiyatifi de ele almış oldu.
Neredeyse, ülkenin hayatî hiçbir meselesi artık Ağar'sız konuşulamaz, tartışılamaz bir hale geldi.
Ağar, yakalamış olduğu bu rüzgârı estirmeye ve toplumda yeni heyecan dalgaları uyandırmaya bir yıl daha devam ettirebilirse, 2007 yılı seçimlerinde ipi göğüsleyeceğine kesin gözüyle bakılabilir.
Mehmet Ağar'ın bundan sonra gündemdeki konulara ilişkin neler söyleyeceğini ve siyasette nasıl bir performans sergileyeceğini bekleyedururken, özellikle son bir hafta zarfında sarf ettiği vecize değerindeki tarihî sözlerinden sizlere bir demet sunalım. Buyurun, birlikte okuyalım:
* Bizim iktidarımızda, dağda silâhlı kalmayacak.
* Türkiye'de silâhlar sussun, silâhlar konuşmasın artık.
* Dağ başında silâhla gezeceklerine, gelip düz ovada siyaset yapsınlar.
* Ovadan dağa adam devşiriliyor. Ben bu mekanizmaya çomak soktum.
* Bizim iktidarımızda, askerî bürokrat kendisini konuşmak mecburiyetinde hissetmeyecek.
* Türkiye'de askerle siyaset yapamazsınız. Askersiz de devlet idare edemezsiniz.
* Müşterek yaşama iradesi vatanı vatan yapar.
* Benim yediğim pekmez, gittiğim Antep'tir.
* Allah'tan başka kimseden bir korkum yoktur.
* Ben sözlerimin arkasındayım. Ne yaptığımı da, ne dediğimi de gayet iyi biliyorum.
* Anaların feryadını duymayan, bu ülkede siyaset yapamaz.
* Biz analar arasında ayrım yapmayız.
* Ben gerilimleri ortadan kaldırırım. Ben milletten icazet alıyorum.
* Türkiye'nin huzurunu bozacak bir harfi bile kimse benden beklemesin.
* Kimse bana vatanperverlik, milletperverlik dersi vermeye kalkışmasın. Mahçup olurlar; benim yanımda çırak kalırlar.
* Biz siyaseti huzur getirmek için yapıyoruz.
Ölçü
Demokratlara istinat noktası
Yeni ve heyecanlı dalgalanmalara yol açan siyasî gelişmeler karşısında, duyarlı okuyucularımızdan ikaz mahiyetinden bazı sinyaller alıyoruz.
Ortak dilek ve temennileri şudur: Her halükârda itidalli gidin, vasattan ayrılmayın. Aman ha, iftara yahut tefrite düşmeyin.
Onların bu iyiniyet yüklü temennilerini tebrik ve duâ ile karşılayarak, kısa ve öz ifadelerle diyoruz ki:
Müsterih olun. Risâle–i Nur'un, hiçbir siyasî cereyana "âlet ve tâbi" olmadığının kat'î şuur ve idraki içindeyiz.
Aynı şekilde, Risâle–i Nur Müellifinin "Demokratlara nokta–i istinat olun" mânâsındaki tavsiyesini de, hiçbir zaman hatırdan çıkarmamaya ve sarf–ı nazar etmemeye gayret ediyoruz.
Patlıcan mûcizesi
Çınarcık'tan yazan Kamuran Alaca isimli bir vatandaş, 36 yıl süren basur illetinden patlıcan sapı sayesinde nasıl kurtulduğunu şu sözlerle ifade ediyor:
36 yıldır devamlı sanki tuvalet ihtiyacı var gibi bir hisle yaşamanın, üstelik ağrı ve kanamanın olmasının ne demek olduğunu ancak bu derdi çeken bilir.
Allah, sebep olandan razı olsun. Tarifi yapıldığı gibi, 10 adet kemer patlıcanın yeşil sap kısmını 10 bardak su ile kaynatıp bu sudan sabah akşam bir bardak içtim.
Beşinci gün sonunda basur diye bir derdim kalmadı. Sevincimden sokaklarda bağırıp bu derdi hâla çeken kardeşlerime duyurmak istiyorum.
İlâçla tedavisi çok zor denilen bu hastalığın çaresini patlıcanın sapına yerleştiren Rabbime sonsuz şükürler olsun diyorum.
Günün Tarihi
Dâmat Ferid Paşanın gidişi
17 Ekim 1920: İki buçuk ay önce beşinci kez Sadrazamlık makamına getirtilen Damat Ferid Paşa, istifasını vererek hükümetten tamamıyla çekildiğini ilân etti.
Sultan Abdülmecid'in kızlarından Mediha Hanımla evlendiği için "Dâmat" ünvanını alan Ferid Paşa, 1853 İstanbul doğumludur.
Tahsilini tamamladıktan sonra, Paris, Berlin, Petersburg ve Londra elçiliklerinde hariciyeci olarak çalıştı.
1908'de Ayan Meclisine seçilen Ferit Paşa, 4.3.1919'da ise ilk kez Sadrazamlık makamına tayin edildi.
Toplam 1 yıl, 1 ay, 1 hafta, 1 gün sadrazamlık yapan Damat Ferid Paşa, bu süre zarfında tam 5 kez istifa edip yeniden sadrazam oldu.
(Arada, toplam yedi ay süren Ali Rıza Paşa ile Salih Hulûsî Paşanın sadrazamlığı var. Ayrıca, Tevfik Paşadan sadrazamlığı devralan Ferid Paşa, bu makamı son olarak yine Tevfik Paşaya devretti. Tevfik Paşa da Osmanlı Devletinin son sadrazamı oldu.)
Ferid Paşanın sadrazamlık dönemi, Osmanlı Devletinin ve bilhassa Türkiye coğrafyasının en buhranlı günleri olarak tarihe geçti.
Bu müddet zarfında yaşanan ve tarihte derin izler bırakan bazı hadiseleri, kısaca şu maddeler halinde sıralayabiliriz:
ª Geniş Osmanlı mülkünü payimal ettikten sonra, Anadolu topraklarını da istilâcı İtilâf devletleri arasında taksim eden meşhûr ve mahut "Sevr Antlaşması", Damat Ferid Hükümeti tarafından imzalandı. (Padişah imzalamadı.)
ª Boğazlıyan Kaymakamı M. Kemal Bey, Bayezid Meydanında darağacında sallandırılarak, işgalciler memnun ve Ermeniler mersur edildi.
ª Anadolu'daki Millî Kuvvetlerin karşısında savaşmak ve onları tepelemek için, Anzavur Paşa kumandasında "Kuvâ–yı İnzibatiye" teşkilâtı kuruldu.
ª Sevr Antlaşması gereği, Kars'tan İzmir'e, Maraş'tan Bursa'ya, İzmit'ten Adana'ya kadar Anadolu'nun hemen bütün bölgelerinde işgal ve istilâ hareketleri başladı.
ª İstanbul'dan Anadolu'ya geçmek ve Millî Harekete katılmak isteyen 70 kadar aydın kişi, önce Bekirağa Bölüğünde mevkuf tutuldu. Ardından da, bir şekilde kaçırılacağı korkusuyla, İngilizlerin isteğiyle topluca Malta adasına sürgüne yollandı.
ª Mütareke (ateşkes güvenliği) için İstanbul'a gelen İngiliz öncülüğündeki İtilâf kuvvetleri, kan dökmek sûretiyle İstanbul'u fiilen işgal etti.
ª 22 Eylül 1922'de firar ederek Fransa'nın Nis (Nice) şehrine giden Damat Ferid, 1923'te burada vefat etti.
17.10.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Serdar MURAT |
Sivil duruşa destek |
|
Haftaya Meclis Başkanı Bülent Arınç’ı izleyerek başladık.
“Yaklaşan cumhurbaşkanlığı seçimi nedeniyle ülkemizi germek isteyenlere, kargaşa ve tartışma çıkartmak isteyenlere kulak asmayın. Sizi korkutmak isteyenlere, ‘ülke elden gidiyor’ iddialarına itibar etmeyin. Meclisimiz görevinin başındadır” dedi Meclis Başkanı Arınç.
Bir ölçüde topluma yapılmış bir sağduyu çağrısıydı bu.
Arınç, aslında yeni yasama yılının ilk günlerinde basın toplantısı düzenleyip, kamuoyuna ‘bu dönem cumhurbaşkanlığı seçimi nedeniyle büyük gerilimler yaşatılmak istenecek, bunlara prim vermeyin, Meclis cumhurbaşkanını seçip, ülkeyi zamanında yapılacak olan seçimlere kadar götürecektir’ mesajını verecekti. Ancak ağır bir grip geçirmesi buna engel oldu. O gün söylenemeyenler, bugün söylendi.
Sadece cumhurbaşkanlığı seçimi yoktu Arınç’ın gündeminde. Hatta temel vurgu bu da değildi. Arınç, öz olarak Meclis’in saygınlığı üzerinde durdu.
“Yaralı bir demokrasimiz var. Özellikle Türkiye’de yaralı bir demokrasinin var olduğu bir ortamda güçlü ve saygın bir Meclise daha çok ihtiyaç vardır” sözünü bu bağlamda kullandı Arınç. Ancak yetinmedi, darbe, muhtıra ve post modern süreçlerde sistemli olarak Meclisin gücünün daraltıldığını anlattı.
Tecrübeli bir politikacı olmanın ötesinde Arınç, konuyu rejim içerisinde parlamentonun, seçilmişlerin ve öz olarak millî iradenin yerinin ne olması gerektiğini çok iyi bilen, bunu özümsemiş ve bulunduğumuz noktayı tarihî seyri içinde yerli yerine oturtan bir akademik altyapıya sahip bir entelektüel olarak konuyu yerli yerine oturttu.
Hepsi de her demokratın altına tereddütsüz imza atacağı sözlerdi.
“Rütbeli demokratlar” çıktığı gibi, bu ülke, ”rütbeli siviller”e de tanıklık etti. Post modern 28 Şubat sürecine öncülük eden isimlerden birisi de dönemin Meclis Başkanı Mustafa Kalemli değil miydi?
Asıl altını çizmek istediğim nokta bunlar değil.
“Askerlik yan gelip yatma değildir” diyerek büyük bir çam deviren başbakan Erdoğan’dan ve Dışişleri Bakanı Gül’den de ılımlı, gerginlikleri giderici, ancak sivil süreçleri de cesaretlendirici değerlendirmeler geldi.
Demokrasinin kazanç hanesine yazılmak üzere bunları not etmek istedim.
DYP Genel Başkanı Mehmet Ağar’ın PKK’ya genel af olarak çarpıtılmaya çalışılan, ancak güçlendirilip, desteklenmesi gereken bir önerisi oldu. “Dağda silâhlı dolaşacaklarına düz ovada siyaset yapsınlar.”
İfade ediliş tarzı da çok şık duran ve Ağar gibi terörle mücadelenin karşı ucunda simgeleşmiş bir isimden gelmesi açısından çok çarpıcı olan bu öneri, askerlerden beklenenden öte sert bir karşılık gördü.
Her sivil adımın bıçak gibi kesmeyi amaçlayan bir tavırdı bu.
Ancak asıl önemli olan hükümetin ne diyeceğiydi.
Resmî görüş dışında tek bir cümle üretemeyecek beyin fukaralığına sahip CHP’yi bir kalemde geçtiğim için, dikkatimi iktidar üzerine yoğunlaştırdım.
Bu arada, bakmayın Ağar’ın bu önerisi seçimden sonra bir AK Parti-DYP koalisyonu türü haberlere. Onlar DYP liderinin bu cesaretli teklifini sulandırma çabalarından başka bir şey değil.
AK Parti sözcüleri, örneğin Grup Başkanvekili Eyüp Fatsa, hemen Ağar’ın geçmişini hatırlatarak, samimiyetsiz ithamında bulundu. Ama hem Dışişleri Bakanı Gül’ün, hem Başbakan’ın yaklaşımı sağlıklıydı.
Ayrıca sivil duruş adına önemliydi.
Hükümetin iki numaralı ismi Abdullah Gül, ”Ağar, İçişleri Bakanlığı yapmış, profesyonel olarak güvenlik alanın içinden gelmiş, Emniyet içinde gelmiş, bu konularda tecrübesi olan tecrübeli bir kişi. Söylediklerini şahsen ben dikkatli biçimde okuyorum takip ediyorum. Dikkatlice okunması gerekir” dedi.
Hükümetin bir numarası yani Başbakan Erdoğan ise, “Burada Sayın Mehmet Ağar’ın yaklaşımını ben negatif bir yaklaşım olarak görmüyorum. Orada pozitif bir yaklaşım var. Yani ben, Sayın Ağar’ın bunu iyi niyetle söylediğine inanıyorum. Nedir o? Silaha karışmamış, bu tür olayların içerisine girmemiş, katil değil, böyle bir şey yok. Yapacaksan gel siyaset yap. Yani bir idealin varsa, gel siyaset yap, diyor” sözleriyle değerlendirdi.
Ağar’ın sözleri üzerine başlayan tartışmaya Meclis Başkanı Arınç, “İki kişi arasındaki polemiğe girmem” diye karşılık vermedi, ancak burada sadece terörün durması için yapılmış bir öneri yoktu. Meclis’te temsil edilen bir partinin liderine, “O zat da hükümet olsa konuşurduk” diye verilen bir cevap var. İşte demokrasi böyle yaralanıyor, parlamentonun, sivil siyasetin alanı, konuşanın kafasına tokmak yöntemiyle daraltılıyor..
Ağar’ın sözlerine verilen destek, yıllar içinde örselenen, hırpalanan bu yüzden yaralanan sivil duruşun güçlenmesine cesaret vereceği için önemsiyoruz.
17.10.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Saadet Bayri FİDAN |
Hoş gidiyorsun Ramazan |
|
Haftalık yazınca, Ramazan’ı günler öncesinden yolcu etmek bana kalıyor galiba. Tadı damağımda kalarak gidiyor on bir ayın sultanı. Beş gün sonra bayram; ama Ramazan öyle bir tat bırakmış ki hayatımın orta yerinde, “Ne de çabuk geçti” demekten kendimi alamıyorum.
“Hoşgeldin” dedik, Ramazan geldiğinde, şimdi ise “Hoş gidiyorsun” diyoruz. Zira gelişi de hoş, gidişi de. Seher yelinin esintisi gibi manevî bir tat var Ramazan’da. Düşünüyorum da farklı bir maneviyat var Ramazan’da. Normal günlerde bırakın akşama kadar yememeyi, öğlene kadar yemek yemezsem yürüyecek takat kalmazken bende, Ramazan ayında akşam ezanını beklerken sanki bir saat önce yemek yemiş gibi bir tokluk var üzerimde. Ramazan’a başlarken, büyüklerin “Allah oruç tutana yardım eder” deyişindeki sırrı yaşayarak anlıyorum her yıl olduğu gibi, bu yıl da. Ramazan bu, her hâliyle farklı ve özel bir ay.
Hep “Ah o eski Ramazanlar” denir ya, bu yıl da yine o eski Ramazanlar hasretle anıldı. Bu defa şunu fark ettim: Eski Ramazanlar diye tutturan kişiler, aslında çocukluk Ramazanlarını özlemişler. Hele bir de en sevdiklerini kaybetmişlerse, hatırlandıkça sızlatır yüreklerini. En güzel anılar düşer insanın düşlerine, geçen her yıl eskiyi gençleştirir biraz daha. Ki bunun içine bütün yetişkinler girer. İleride bugünün çocukları da büyüdüklerinde, “Ah o eski Ramazanlar!” demeleri ihtimal dahilindedir.
Bu sebeple küçüklerin hafızasında Ramazanları hoş bir şekilde bırakalım. Onları üzmeyelim, incitmeyelim. Birkaç çocuk, evlerine yakın camiye gitmeyip hayli bir yol yürüyerek diğer camiye gidiyormuş. Sebebini soran arkadaşıma, “Hatice abla diğer camide bizi kovuyorlar, dövüyorlar. Burada ise en önde kılıyoruz namazımızı. Kimseyi rahatsız etmiyoruz hem de” dediklerinde, canım acıyor. Ağaç yaşken eğilir, diyoruz. Ama neden eğerken kırıyoruz bu fidanları? Hatıralarına en güzel anı olarak ekleyecekleri sahneleri neden onlara çok görüyoruz ki? Ramazan bizler için hoş gelip hoş giderken, neden küçüklerimiz için de hoş gelip gitmesin? Bayramı bekledikleri gibi, Ramazan’ı da o heyecanla bekleseler ne iyi olur!
Oruç ve çocuk ne kadar yakın ifadeler oysa. Karşı komşumun ikiz kız çocukları var: Neslihan ve Aslıhan. Ramazan başladığından beri annelerini zorla camiye, teravihe götürüyorlarmış. Anneleri de onları kırmıyor; çünkü camide o kadar uslu durup o kadar güzel namaz kılıyorlarmış ki… “Çok yorgun da olsam, yine onların hatırına kalkıp yollara düşüyorum” diyor anneleri. O kadar seviniyorum ki… Ramazan çocuklara başka geliyor velhasıl.
Hafta sonları okullarının tatil olması sebebiyle oruç tutuyormuş bu ikiz kardeşler. Yalnız bu hafta sonu çok üzgündü ikizler. Zaman çabuk geçsin diye dışarı çıkıp oynamışlar. Akşam ezanına az bir zaman kala, diğer komşu anne bütün çocuklara tatlı dağıtmış. İki kardeşe de verince, tatlılara dayanamayıp yemişler. Sonra oruçlu olduklarını hatırlamışlar; ama yine de yemeye devam etmişler. Üzülerek, “Şimdi orucumuz bozulmuştur değil mi?” dediklerinde, tebessüm ettim ve “Bozulmuştur; ama sizin orucunuz yine de olmuştur. Henüz küçük olduğunuz için azar azar tutun. İnşallah ilerde tam gün tutarsınız” dedim.
Bu sözlerim üzerine birbirlerine bakıp gülüştüler. “Oh be, biz de hiç olmadı sandık. Yarın da öğlene kadar tutarsak bir gün olur” deyip oyuna daldılar.
Sizi bilmem; ama sadece bu bile en azından benim için yarınlar adına “gel-git”leri tatlı bir hoşluk uyandıran Ramazan’ın tadını doyumsuz kılıyor.
17.10.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|