06 Aralık 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Hasan GÜNEŞ

Hilm ve öfke


A+ | A-

Haklı olmak önemlidir. Ancak haklı kalmak ve haklılığı devam ettirmek de, en az “haklı olmak” kadar önemlidir. Hakkı ve doğruyu savunurken kızmadan öfkelenmeden vakur fakat mutlaka sakin bir şekilde anlatmak ve takdim etmek gerekiyor. Şüphesiz mânâya uygun bir heyecan katmak şart! Ancak öfke ve kızgınlık farklıdır. Her zaman negatif ve olumsuz bir etkisi olduğunu unutmamak gerekiyor.

Müslüman, yaşarken de, konuşurken de, hatta Hz. Ali’de (ra) olduğu gibi savaşırken de hâlim selim olmalıdır. Bilindiği gibi Hz. Ali (ra) bir savaşta düşmanını tam öldürmek üzereyken, adam kızdırmak maksadıyla yüzüne tükürünce, nefsinin hissesi karıştığı için öldürmekten vazgeçmişti. Öfkeyi yutarak affetmek, kılıçtan daha keskin ve daha kârlı olmuştu. Zira adam Hz. Ali’nin (ra) bu ihlâsı karşısında İslâm’ın yüceliğini görüp Müslüman olmuştu. Bugün Müslümanların sayısı bir buçuk milyarı geçiyorsa, bu anlayışın payı büyüktür.

Öfkeyi kontrol altına almak sadece âhirete ait işlerde değil, dünyevî işlerde de, bilhassa siyasette çok önemlidir. Batı bunu sistem hâline getirmiştir. Propaganda faaliyetleri, görüntü ve imaj onlar için her zaman önemlidir. Bizim, “Haklı olmak yetmez!” dediğimiz gibi, onlar da, “Güçlü olmak yetmez!” derler. Yani en güçlü oldukları ve güçle çok şeyi çözebilecekleri zamanlarda bile propagandayı, görüntüyü ve imajı ihmâl etmezler.

Özellikle İngiliz politikasının propaganda teknikleri her zaman dikkat çekicidir. Toplumların nasıl yönlendirileceğine dair ciddî birikimlere sahiptirler. İkinci Dünya Savaşı’nda, İngiltere’nin yönettiği “Hitler ve Mussolini imajı” neredeyse savaşın akışını değiştirmiştir. Gazete ve radyoları iyi kullanarak; muhaliflerini, ateşli konuşmalarındaki ses tonu ve öfkeli görüntüleriyle vurmuşlardır. Dünya medyasında fotoğrafların ve imajın yaygınlaşmasıyla toplumlarda, Hitler ve Mussolini için dünyayı ateşe verecek acımasız birer psikopat kanaati hâsıl olmuştu. Dünya kamuoyu ikna olduktan sonra başta ABD olmak üzere savaşa yeni katılımlar başlamıştı. Hepsi de Almanya ve İtalya’nın karşı cephesindeydi. Sonuç malûm…

İşin ilginç tarafı Alman ve İtalyan medyası da benzer fotoğrafları ve radyo konuşmalarını kullanmıştır. Onları yanıltan kendi taraflarından bakmalarıydı. Fanatik taraftar gözüyle bakıldığında öfkeli ve kızgın görüntüler cesaret zannediliyor ve düşmanı ancak böyle liderler dize getirebilir deniliyordu. Ancak böyle olmadığı kısa zamanda anlaşıldı. Öfke düşmana değil dosta daha çok zarar veriyordu. Düşmanları birleştiriyor, dostları dağıtıyordu. Hitler’in ne sivil, ne asker kimseyi dinlemeyip öfke ile aldığı kararlar, yaptığı savaş planları meşhurdur. Yanlışlara itiraz eden en yakın arkadaşlarını bile cezalandırmaktan kaçınmamıştır. Malûm yaptığı planların ve aldığı kararların hepsi hüsranla bitmiştir.

Konu İkinci Dünya Savaşı’na gelince hatırlanacağı gibi Risâle-i Nur’da, iman kurtarma dâvâsının bu savaştan daha önemli olduğu şöyle ifade edilir: “Her adam, eğer Alman ve İngiliz kadar kuvveti ve serveti olsa ve aklı da varsa, o tek dâvâyı kazanmak için bilâtereddüd sarf edecek.” Hz. Ali’nin (ra) düşmanı hidayete getiren tavrı da dikkate alındığında, öfkesini kontrol etmek de bizim için en az cihan savaşı kadar önemlidir. Batı medyasının artık Hitler ve Mussolini yerine Müslümanları koyduğunu unutmamak ve ellerine de malzeme vermemek gerekiyor.

Zaten İslâm da, sûlh ve sükûnet demek ve hâlim-selim olmak demek değil midir? Nitekim Peygamberimiz (asm) “Ben güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim” diyor. Gerçekten de öfkeyi yutmak ve hâlim-selim olmak ile hem medeniyet, hem güzel ahlâk, hem de ihlâs arasında güçlü bir irtibat vardır. Peygamberimiz (asm) kendisine kaba davranan, inkârda inad ve ısrar eden bedevilere karşı bile sabırla anlatmaya ve İslâm’ı tebliğ etmeye devam etmiştir. Bir hadis-i şerifte de ifade edildiği gibi şöyle duâa ederdi: “Yâ Rabbî! Bana ilim ver, hilm ile zînetlendir, takvâ ihsân eyle! Âfiyet ile beni güzelleştir.”

Risâle-i Nur’da Peygamberimizin (asm) en büyük mu'cizelerinden birisinin de, aşırılıklardan uzak durarak orta yolu tercih etmesi olduğu ifade edilir. Hak ve hakikatı her zaman, söylenmesi gereken yerde büyük bir ciddiyet ve vakarla çekinmeden söylemiştir. Ancak en zor şartlarda bile öfkelenmeden, kızmadan kavl-i leyyinle yumuşak bir üslûp ve lisanla söylemiştir. Zaten O’nun en önemli hususiyetlerinden birisi de “hilm” yani yumuşak huylu olmasıydı. Nitekim Cenâb-ı Hak, Âl-i İmran Sûre’sinde Peygamberimizin (asm) bu hasletini methederek der: “Sen sırf Allah’ın rahmetiyle onlara karşı yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı yürekli olsaydın, onlar senin etrafından dağılıp giderlerdi. Artık onları sen affet, onlar için Allah’tan mağfiret dile. Yapacağın işlerde onlara da danış!”

Kur’ân-ı Kerim’de Cenâb-ı Hak, Hz. Musa’ya (as), firavuna hakkı tebliğ ederken, “kavl-i leyyin”le yani yumuşak bir üslûpla hitap etmesini emretmiştir. Hâlbuki Hz. Musa (as) cebbar ve zorba firavuna giderken asâ-yı Musa ve yed-i Beyza gibi iki büyük mu'cizeyle gidiyordu. Masumlara yıllarca yaptığı zulüm de dikkate alınarak düz bir mantıkla bakılırsa, firavuna karşı her türlü sertlik mümkün ve müstahak iken, Cenâb-ı Hak sonsuz merhamet ve şefkatiyle ona da kapıları ardına kadar açmış ve sonra ileri süreceği bir mazeret bırakmamıştır. Âlemlerin Rabbi rahmet kapılarını açmış, ancak firavun kendi kapısını kapatmıştır. Hz. Musa’nın (as) üslûbu boşa mı gitmiştir? Asla! O zaten emre uyduğu ve uygun lisan kullandığı için sevabını tam almıştır. Ayrıca firavunun amcasının bu sözlerden etkilenerek firavuna, Hz. Musa’nın (as) ifade ettiği gibi semadaki her şeyi idare eden bir yaratıcı olması gerektiğini söylemiştir. Evet, zannedildiği gibi muhatap hiçbir zaman tek kişi değildir; işiten, gören herkestir. Hatta koca Mısır’dır. Onun için konuşmada mutlaka ilim ve hilim olmalıdır.

“Vazifemizin sadece tebliğ olduğu”, “teklif var, ısrar yok”, “hidayet Allah’tandır”, “imtihan sırrı”, “kader ve kazaya iman” ve “tevekkül” gibi hakikatleri ihmal etmek öfkenin önemli sebeplerindendir. Belki de biraz tevazu, biraz da tevekkül çok şeyi halledecektir. Şüphesiz Peygamberimizin (asm): “Yâ Rabbi! Bana ilim ver, hilm ile zînetlendir!” duâsını da unutmamak gerekiyor.

06.12.2010

E-Posta: [email protected]



Yeni Asyadan Size

TIR albümü yolda


A+ | A-

Okuyucularımız nezdinde ve kamuoyunda büyük ilgi uyandıran TIR gezisi, muhteşem bir albümle taçlanacak. 17 Eylül-17 Ekim tarihleri arasında “Bediüzzaman Türkiye yollarında” sloganıyla Anadolu ve Trakya’yı dolaşan Bediüzzaman Tanıtım ve Hizmet TIR’ı gezisi için bir albüm hazırlanıyor.TIR güzergâhındaki yerlerde çekilen fotoğrafların ağırlıklı olarak yer alacağı albümde, görüş, düşünce, röportaj, hatıra ve yorumlar da bulunacak. İleriki yıllara kalacak güzel bir hatıra derlemesi hüviyetinde olacak Hizmet TIR’ı albümünün 31 Aralık 2010 tarihinde gazetemizle birlikte verilmesi planlanıyor.

Kuşe kapak, birinci hamur kâğıda basılacak albüm 160 sayfa olarak tasarlandı. Gazetemizle birlikte verilecek olan albümü, fazla satış yoluyla geniş kesimlere duyurabilir, önemli bir hatıra değeri taşıyan bu albümü eş, dost ve akrabalarınza hediye edebilirsiniz.

Not: Abone ve satış çalışması yapan temsilcilerimize fazla gazete talepleri için çalışmalarını şimdiden başlatmalarını hatırlatmak istiyoruz.

***

Sami Cebeci de nihayet beraat etti

17 Ağustos depreminden sonra, binlerce insanın can verdiği çürük binaları yapan müteahhitler hakkındaki dâvâların—“tek günah keçisi” durumunda kalan Veli Göçer hakkındaki hariç—tamamı zamanaşımından düşerken, aynı deprem için Yeni Asya’da çıkan yazılarında “İlâhî ikaz” yorumu yapan yazarlarımızın bir kısmının dâvâları hâlâ devam ediyor.

En başta, gazetemiz İmtiyaz Sahibi Mehmet Kutlular’a bu sebeple verilen ve 276 günü infaz edilen iki yıl bir günlük hapis cezası, bilâhare AİHM tarafından haksız bulundu ve Türkiye tazminata mahkûm edildi. Bu karar sonrasında da Kutlular nihayet beraat etti...

Buna karşılık, deprem yazılarından dolayı önce mahkûm edilip ardından iade-i muhakeme sürecinde hukuksuz bir şekilde gözaltına alınarak tutuklandıktan sonra avukatlarımızın itirazı üzerine ertesi gün bırakılan ve bilâhare, hakkındaki mahkûmiyet yine AİHM’den dönen yazarımız Cevher İlhan’ın yeniden yargılanma sürecinin temyiz aşamasında Yargıtay Başsavcılığı, AİHM kararına rağmen, anlaşılmaz bir şekilde önceki mahkûmiyette ısrar edilmesini istedi.

Bu talep, yargıda AİHM’e de direnen bir anlayışın hâlâ devam ettiğini gösteren son derece dikkat çekici bir örnek oldu.

Ardından, İlhan gibi yine deprem yazıları sebebiyle mahkûm edilen ve gözaltına alınıp tutuklandıktan sonra serbest bırakılan Yönetim Kurulu üyemiz ve yazarımız Sami Cebeci ile ilgili olarak İstanbul 11. Ağır Ceza Mahkemesinin verdiği karar ise beraat yönünde oldu.

Mahkeme kararında şöyle deniliyor:

“Her ne kadar sanık hakkında TCK’nun 312/3 maddesi gereğince halkı ve düşmanlığa alenen tahrik ettiği iddiası ile kamu dâvâsı açılmış ise de,

“Dosyaya konulan AİHM’nin Kutlular dâvâsı ve Mehmet Cevher İlhan dâvâsına ilişkin kararlarda belirtilen gerekçeler dikkate alınarak, dâvâ konusu yazıların görüş açıklama ve anlatma özgürlüğü çerçevesinde kaldığı anlaşıldığından, sanığın atılı suçtan beraatine ...oy birliği ile karar verildi.”

Böylece, on seneyi aşkın bir zamandır devam eden hukuk ayıplarından biri daha sona ermiş oldu.

Tabiî, savcı tarafından temyiz edilip de yeni ayıplara açık bir süreç daha başlatılmazsa...

***

Pazarola yeniden

Seviyeli mizah anlayışını yerleştirmek, tebessüm ettirirken düşündürtmek gayesiyle, geçtiğimiz yıllarda gazetemizde yayınlanan Pazarola sayfası, mütevazi imkânlarla yeniden karşınızda. Haftada bir Pazar günleri yayınlanacak bu sayfamız için eli kalem tutan kabiliyet sahiplerinin destek ve katkılarını bekliyoruz. Çalışmalarınızı [email protected] adresine gönderebilirsiniz.

Hepinize hayırlı haftalar diliyoruz.

06.12.2010

E-Posta: [email protected]



Faruk ÇAKIR

Bu tabloyu değiştirelim


A+ | A-

Türkiye’yi idare edenlerin göz ardı etmemesi gereken göstergeler ya da neticeler vardır. Bunlardan biri de “Birleşmiş Milletler İnsani Gelişim Endeksi”dir. Nasıl ki enflasyon ya da işsizlik rakamları görmezden gelinerek bir adım atılamazsa, bu rapor ve neticeler de görmezden gelinemez, gelinmemeli.

Siyasetçiler ya da sosyologlar ne kadar “her şey yolunda” dese de, asıl inandırıcı olan rakamlar ve göstergelerdir. Bunu ifade ederken, rakamların da yanıltıcı olabileceğini unutalım demiyoruz.

“İnsanî Gelişme Endeksi” (ya da göstergesi) nedir? Herkesin kolayca ulaşabileceği ‘sanal alem’deki bilgiler şöyle: Dünya’daki ülkeler için yaşam uzunluğu, okur yazar oranı, eğitim ve yaşam düzeyi doğrultusunda hazırlanan bir ölçümdür. İnsanların düzgün yaşaması, özellikle çocuk hakları için bir ölçü teşkil eder. Bu araştırma sonucunda bir ülkenin gelişmiş, gelişmekte olan ya da gelişmemiş bir ülke olduğu; bunun yanı sıra ekonomisindeki etkinin yaşam niteliğini ne düzeyde etkilediğini gösterir. İnsanî Gelişme Göstergesi ülkelerde üç başlıca gelişimleri göz önünde tutar:

*Uzun ve sağlıklı bir yaşam; ölçümü ortalama yaşam süresi ile yapılır.

* Bilgi, ölçümü okur yazar oranı (2/3’ü) ve ilkokul, lise ve üniversite kayıtları yüzdesi (1/3’ü) ile yapılır.

* Ölçülebilir yaşam düzeyinin hesaplanması kişi başına düşen gelir ve alım gücünün Amerikan doları üzerinden hesabıyla yapılır.

Bu ‘teknik’ bilgilerden sonra Türkiye’nin “İnsani Gelişme Endeksi”ndeki yerini merak ediyorsanız, durumun iç açıcı olmadığını söyleyebiliriz.

Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği Başkanı Rifat Hisarcıklıoğlu, bu tabloya dikkat çekerek bir anlamda Türkiye’yi idare edenleri ikaz etmiş: “Bu kriz döneminde krizden çıkan 14 ülkenin içinde 12. sıradayız, bundan büyük memnuniyet duyuyoruz. Ancak bizim hedefimiz hiçbir zaman arkamızdakiler değil, önümüzdekiler. Hedefimiz var. 2023 yılında dünyanın ilk 10 büyük ekonomisi içinde olmak istiyoruz. Bu nedenle büyümemizi daha hızlandırıyor olmamız lâzım. Bir rahatsızlığımız var. Türkiye dünyanın 16. büyük, Avrupa’nın da 6. büyük ekonomisi, ama maalesef Birleşmiş Milletler İnsanî Gelişim Endeksi’nde 155 ülke içinde 126. sırada, bu bize yakışmıyor. İş yatırım ortamında 65, Uluslararası Rekabet Endeksi’nde 133 ülke içerisinde 61. sıradayız. Peki, bunların düzeltilebilmesi için ne yaptık? İşte, bizim hep ifade ettiğimiz yapısal reformları yerine getirmeliyiz. Türkiye rakiplerini hızla geçmek istiyorsa, bu tabloları 16. büyük ekonomiye yakışır seviyeye getirmeli. Bunun için de en önemli şey Avrupa Birliği. Gereksiz bir tartışma içindeyiz. AB Türkiye’yi alır mı almaz mı? Benim için hiç önemli değil. İster alsın, ister almasın. Benim için önemli olan, bana bir yol haritası lâzım, endekslerde öne geçebilmek için. O yol haritasını çizmişler. Tekrar Amerika’yı keşfetmeye ihtiyaç yok, adamlar keşfetmişler.’’ (AA, 4 Aralık 2010)

Bardağın hem dolu, hem de boş kısımlarına dikkat çeken bu tesbitlerin gereği yerine getirilmeli değil midir? Topyekûn iyileşme için AB yolculuğu devam etmeli. Hepimizi üzen bu tablonun değişmesi için elbirliği ve işbirliği yapmak gerek. Bunu başamazsak, insanî gelişim listesindeki yerimiz her geçen gün daha kötüye gidebilir...

06.12.2010

E-Posta: [email protected]



Recep TAŞCI

Başbakan nihayet fark etti


A+ | A-

ABD diplomasisinin iç yazışmalarını içeren binlerce gizli belge dünya kamuoyuna sızdırıldı.

Wikileaks internet sitesinde bunların çok azı yayınlandı.

Kıyamet koptu.

Gündem alt üst oldu.

Ama biz yine de ekonomiyi takip edelim, ortalığın durulmasını bekleyelim.

Döviz durumuna bir göz atalım.

Merkez Bankası kayıtlarına göre; Ekim ayı boyunca ülkemize giren döviz tutarı 4,5 milyar doları bulmuş.

Ekim ayı sonu itibariyle “Sıcak para” diye nitelendirilen portföy yatırımlarının değeri, 120 milyar dolara dayandı.

Şimdiye kadar ulaşılan en yüksek seviye.

Son dört ayda sıcak para hacmi hızla büyüyor.

Haziran sonunda 90 milyar dolardı.

Artış 30 milyar dolar.

Yani dolar yağıyor.

Şaşırmıyoruz.

Dünyada döviz bolluğu var.

ABD, ekonomisini canlandırmak, bütçe açığını kapatmak ve finans kuruluşlarını desteklemek için karşılıksız para bastıkça küresel likidite büyüyor, yağacak ya da sağacak verimli alanlar arıyor.

En elverişli ülke de Türkiye.

Neden?

Bir kere bankaları sağlam.

2001 krizinden gerekli dersleri çıkarmış, sektörü güçlendirmiş.

ABD ve Avrupa’da bir çok banka batarken veya can çekişirken Türk bankaları dimdik ayakta, kârlarını katlamış.

İkincisi siyasî istikrar.

8 yıldır kesintisiz ülkeyi aynı parti hükümeti yönetiyor, sermayeyi ürkütecek çatlak ses çıkmıyor.

Muhtemelen önümüzdeki bir dört yıl daha iktidarını sürdürecek.

Ayrıca makro göstergeler olumlu.

Bütçe açığı hedefi tutacak gibi görünüyor.

Bütçe açığı ve kamu borçlarının GSYH’ya oranı Maastricht kriterlerine uygun.

Büyüme tahminleri yüzde 8’lere kadar çıktı.

Dış konjonktürde sıcak paranın rotasını ülkemize çevirmesinde önemli rol oynuyor.

Şöyle ki;

Büyük çapta bütçe açıkları ve borçlar ile boğuşan ve kırılgan bir bankacılık sistemine sahip olan ABD ve AB ülkeleri sıcak para için cazibe merkezi olmaktan uzak.

Gelişmekte olan ülkeler ise sıcak para girişine çeşitli engeller koyuyor.

Bütün bunların yanı sıra Türkiye en yüksek faiz veren ve borsası en çok kazandıran bir ülke olduğundan dolayı da sıcak paraya dâvetiye çıkarıyor.

120 milyara ulaşan sıcak paranın 78 milyarı borsada.

Paraya para demiyor.

Kâr oranı yüzde 30’larda.

Vergisiz.

Sıcak paranın 33 milyar doları ise hazine bonosuna yönelmiş.

Banka mevduatında da 8 milyar dolar mevcut.

Yüzde 8’lerde garanti faiz geliri.

Dış ülkelerde faizlerin sıfır seviyesinde olduğu dikkate alınırsa çok yüksek bir getiri.

İşte bu saydığımız sebepler yüzünden dolar girişi sürüyor.

Sıcak para girdikçe TL değerleniyor.

Bunun sonucu ihracat zar zor artarken, ithalat patlıyor, dış ticaret açığı büyüyor.

Nitekim Ekim ayı dış ticaret açığı 6,3 milyar dolarla beklentilerin üzerinde gerçekleşti.

2010 yılı carî açığı 40 milyar doları geçecek.

Carî açığın finansmanında ilelebet sıcak paraya güvenemeyiz.

Ani döviz çıkışı dengeleri bozar.

Başbakan da nihayet tehlikenin farkına vardı, “Sıcak para akışını kontrol altına almak şart.” dedi.

Borsa düştü, dolar hareketlendi.

Dengeler öylesine hassas ki bir beyanat bile sarsabiliyor.

Ekonominin bıçak sırtından kurtulması için tasarruf gerekli.

Ne var ki bizde yetersiz.

Dış kaynağa ihtiyaç duyuluyor.

Bu ihtiyaç sıcak parayla değil doğrudan sermaye yatırımı ile giderilmelidir.

Uluslar arası reyting kuruluşu Fitcht, Türkiye’nin BB+ olan kredi notunu durağandan pozitife yükseltmesi, doğrudan yabancı sermayenin ülkemize çekilmesi açısından iyi haber.

Bu olumlu hava yapısal reformlarla desteklenmeli.

Yasal düzenlemelerle işe koyulabiliriz.

Türk Ticaret Kanunu, Borçlar Kanunu, Gelir Vergisi Kanunu, İş Kanunu...

Tasarıları TBMM’de bekliyor.

Neden yasalaşmaz?

Anayasayı değiştirmekten daha mı zor?

Oysa yatırım ikliminin oluşması için gerekli.

Haydi çalıştırın Meclisi.

Bırakın kısır çekişmeleri.

06.12.2010

E-Posta: [email protected]



Cevher İLHAN

Ankara, neden tutuk ve çekingen?


A+ | A-

Amerikan Dışişleri Bakanlığı’nın filtrelemesinden geçen Wikileaks’in servis ettiği yüzbinlerce “gizli belge”deki Türkiye ifşaatları, Ankara mahreçli sekiz bine yakın belgenin binde birini bile bulmuyor. Yani pandoranın kutusu henüz açılmış değil. Turpun büyüğü heybede…

Doğrusu bir tek hakkındaki isnadlara şiddetle tepki gösteren Başbakan’ın, “gizli belgeler”deki diğer iddialara dair konuşmaması dikkat çekici.

Oysa Amerikan büyükelçilerinin Washington’a yolladığı kriptolarda yalnız iç politika ile politikacıların karakter analizi yakıştırmalarıyla “yolsuzluk iddiaları” değil, sâdece yıkıcı gizli psikolojik savaşa dair fevkalâde önemli deşifreler var.

Meselâ 26 Ocak 2010’da, altı ay öncesine kadar ABD’nin Ankara Büyükelçiliğini yapan –Bağdat Büyükelçisi- James Jeffrey’in Washington’a yazdığı “gizli” ibâresi bilgi notunda, Erdoğan’ın Füze Kalkanının İran’a karşı İsrail’i koruyacak olmasından endişe ettiği, “iç siyasette bunu kaldıramam” diye yakındığı belirtiliyor. Peşinden de Erdoğan’ın Türkiye’nin füze sistemine katılımını NATO şemsiyesinde bizzat istediği belirtiliyor.

Yine daha iki hafta önce küresel hegemonya projeleri ve çıkarları hesâbına “Füze Kalkanı” konuşlandırmasını dayatan ABD’nin, bölgedeki gerçek stratejik ortağı İsrail’le birlikte Türkiye’ye karşı terör örgütüne silâhtan eğitime kadar her türlü lojistik desteği vererek palazlandırdığı, koruyup kolladığı anlaşılıyor.

Keza Kıbrıs’tan kalkan U2 Amerikan CIA casus uçakları, “dağ savaşçıları” operasyonuyla Türkiye üzerinden Kuzey Irak ve Lübnan’daki Hizbullah’ı tâkip etmiş. ABD Türkiye’nin AB üyesi olamayacağını propaganda edip, politikalarına ram etmeye çalışmış…

“VÂHİM İFŞAATLAR” SORGULANMIYOR!

Meselâ Amerikan Bern Büyükelçiliği’ne ait 12 Kasım 2009 tarihli “belge”de, ABD’nin Almanya Büyükelçisi Philip O. Murpthy ile Amerikan Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı Philip Gordon’un Almanya Ulusal Güvenlik Danışmanı Christoph Heusgen’le görüşme kaydına yer verilmiş. Almanya’nın ABD’den topraklarındaki nükleer silâhları çekmesi isteğine Amerikalıların, “Bu durumda Türkiye’dekileri de tutmamız zor olacak” cevabı, Türkiye topraklarında ABD’nin nükleer silâhlarının olduğunu su yüzüne çıkarıyor.

Ayrıca Erdoğan’ın Obama’yla görüşmesinde, “İran’la ilgili Batının endişelerini anladığı ve belli ölçüde de paylaştığı” değerlendirmesi yapılmakta. Los Engeles Times’de, “Türkiye’nin İran hakkında istihbarat toplamak için bir üs olarak kullanıldığı”, Erdoğan’ın “İsrail’ye yönelik çıkışları”nın iç politikaya yönelik popülist söylemler olduğu yazılmakta…

Kısacası, medyanın titizlikle gizlemeye çalışmasına rağmen “gizli belgeler”deki vâhim ifşaatlar peyderpey açığa çıkmakta. “Amerikan belgeleri”nde Türkiye yerden yere vuruluyor. ABD, Türkiye’yi hedef alan terör örgütüne açık desteğinden dolayı “özür” dileyecek yerde “Türkiye’nin El Kâide’ye silâh ve mühimmat verdiği” ithamını ileri sürmekte.

Ne var ki, AKP siyasî iktidarı, bütün bunlara karşı gerekli cevabı vermiyor. Ankara, Washington’dan hiçbir diplomatik “izâhât” istemiyor. Hakkındaki iddialara sert çıkan Erdoğan, Amerikalılara bu hususta en ufak bir ta’rizde bulunmuyor. “ABD bu diplomatlarla ilgili gerekli olan bütün girişimleri yapmak durumundadırlar” cevabıyla iktifa ediyor.

Sözkonusu “belgeler”in kaynağı ve adresi ABD’yi “teğet” geçip, “ABD yönetimiyle de bunları konuştuk. Zaten özür beyanında bulundular, ama biz bunu yeterli bulmuyoruz” diyor. Lâkin peşinden “Bu, ABD’nin sorunudur, bizim sorunumuz değil” cümlesiyle geçiştiriyor…

“ETKİN DIŞ POLİTİKA” BU MU?

Bu arada Meclis Başkanı Şahin, “Belgelerin ABD’ye rağmen yayınlandığına inanmıyorum” diye konuşurken, AKP Genel Başkan Yardımcısı Çelik, “Diplomasi, bohçacı dedikodularıyla yapılmaz, ABD ile ilişkilerimiz aynen devam edecek” diye konuşuyor.

Cumhurbaşkanı Gül ise, “ABD’li bir diplomat tutmuş, Başbakan ile ilgili ‘şu kadar şeyi var’ demiş. Kim inanır bilmiyorum” yorumuyla örtbas etmeyi sürdürüyor. Bir yandan, ABD’nin bile yalanlayamadığı “gizli belgeleri”, “diplomatik dedikodular” olarak basitleştirirken, diğer yandan “Bu ABD’nin sorunu, kendi belgelerine sahip çıkmalıydı” diye belgelerin gerçekliğini örtülü ifâdelerle kabul ediyor!

“ABD ve Türkiye’nin oluşan yeni küresel düzende birbirine ihtiyacı olduğunu” söyleyen Dışişleri Bakanı Davutoğlu, Amerikalı diplomatların “yazışmaları”na mukabil, “Muhatabımız, eminim ki küreselliğin yeni ortaya çıkan jeopolitiğini çok iyi bilen Obama ve Clinton’dur” diyor. Hâlâ “Bizim için değişmez” deyip ABD ile ilişkilerin süreceğini açıklıyor.

Washington’da Foreign Policy dergisinin, kendisinin de yer aldığı “en önemli 100 küresel entelektüel listesi”yle ilgili törende, bütün dünyayı sarsan “gizli ifşaatlar”a karşı sanki bir şey olmamış gibi tecâhül-ü âriflik yapıp, “Önümüzdeki yıllarda ABD ile güçlü bağlarımız ve Ankara’dan gelecek raporlar çok daha iyi olacak” temennisini tekrarlıyor…

Tıpkı AKP sözcüleri gibi bir taraftan “komplo” derken, diğer taraftan Washington’dan sonra en fazla “gizli belge”nin Ankara’dan yazılmasıyla övünüyor! Bu çarpıklığı, “Türkiye’nin gündemin en üst sırasında olması”na, dahası “aktif ve etkin dış politika”ya yorumluyor! “Belgeler”de Ankara’nın “komşularla sıfır sorun” politikasının her cihette iflâs ettiğine tek kelime değinmiyor…

Gerçekten Ankara neden tutuk ve çekingen? “Stratejik derinlikli etkin ve aktif dış politika” bu mu?

06.12.2010

E-Posta: [email protected]



Şükrü BULUT

Almanya'daki Müslümanları kim rahatsız ediyor?


A+ | A-

Bu yazının başlığı, "Avrupa'daki Müslümanlar" olacaktı. Hadiselerin müşahhasiyeti ile mevcut Alman hükümetinin "İslâm politikası" bize bu başlığı seçtirdi. Zira, en az Fransa, İngiltere, Hollanda, Belçika ve Avusturya gibi bünyesinde İslâm orjinli vatandaşlarını barındıran ülkelerdekine benzer problemler yaşıyor Almanya'daki Müslümanlar.

Hadisenin tarihî görünüş psikolojik ve sosyolojik boyutlarının beraberinde getirdiği sıkıntıları on yıllardır, yazıp çiziyoruz. Fakat 11 Eylül 2001'den sonraki gelişmeleri ayrı bir çerçevede değerlendirmek gerekiyor.

NEDEN 11 EYLÜL?

Bize göre, 11 Eylül ile başlayan olaylar, merkezleri Batıda olan organizeleri dinsiz bazı gurupların ABD ve İngiltere gibi güçlü ülkeleri iğfal ile Müslümanlara saldırısıydı. Çerçevenin içine yerleştirilen kareleri dikkatlice incelediğimizde, bunun bir iddia olmadığı görülüyor. Meselâ, Mekke'de doğmuş Arap kökenli Usame bin Ladin... Bütün Hicaz bölgesi bu vesile ile kareye giriyor. Sonra Afganistan'da, ellerinde kaleşnikof silâhlarla medyaya poz vermiş, Pakistan giyimli başlarında sarık, sakallı insanlar... Afganistan ve Hint diyarını tanımayan Batı toplumuna garip garip kadın manzaraları... Burkalı... Siyah çarşaflı... Ve Kur'ân’dan âyetler okuyarak Avrupa ve Amerika'ya bağırıp çağıran tuhaf insanlar... Arşivlere girip New Yor Times, The Guardian veya Der Spiegel gibi gazete ve mecmuaların arşivlerine dönüp baktığınızda, herhangi bir enstitüde İslâmiyetin ve Müslümanların aleyhine hazırlanan bu senaryonun dehşetini daha net hatırlarsınız. Hâlâ izine rastlanmayan Asyalı Müslüman teröristlerin arabalarında bulunan Kur'ân parçaları ve daha bir çok unsuru aynı karede 11 Eylül’le birlikte sunanların, hakikaten organizeli ve tüm semavî dinlere düşman gruplar olduğunu sonradan daha iyi anlıyorsunuz. Yukarıda tasvir ettiğimiz karelerin ABD ve AB medyasında yayınlandığı zaman, aksi istikamette konuşacak bir kahramana Avrupa’da ulaşamayışlarının üzüntüsünü, Müslümanlar kolayca unutmayacaklar.

11 Eylül'ü organize edenlerin isimleri önemli değildi. Onların verdiği işaretlerle harekete geçen Avrupa'daki din düşmanları bizim için önemliydi. ABD Savunma Bakanlığı’nın balkonundan parmağıyla Afganistan, Irak, İran, Yemen ve Pakistan'a işaret eden adamlar, global organize olmuş bir cemaatin bireyleriydi. Devrimciydiler. Önceleri emekçilerle sahne çıkarlarken, şimdi pozisyon gereğince kapital ve fon sahipleriyle medyaya görünmüşlerdi. En önemli özellikleri ise, “Yeni Dünya Düzeni” sloganıyla dünyayı devrimleri istikametinde hareket ettirirken, bütün eski değerlere itiraz ve onları reddetti: Aile, din, temel insanî değerler, milletlerin kendi gelenekleri, geleneksel ittifaklar, çevre ve adaletli paylaşım.

KİMDİ BUNLAR...?

Eskiden emekçi ve şimdi kapitalist olan bu Marksist devrimcilerin Amerika ayağının yeterince yazılıp çizildiğini düşünüyoruz. Fakat Fransa'dan başını kaldıran ve Efendisi Chirac'a ihanet eden Sarkozy'nin "genç iş adamlarını" arkasına alarak Fransa'yı Şaron ile birlikte "Antisemitizm" ile nasıl korkuttuğunu arşivler daha iyi hatırlar.

Katolik geleneklerini, inançlarını ve hayatını rencide eden Nikola'nın burda İslâmî dernekleri nasıl kontrol altına aldığını ve bilhassa Kuzey Afrikalı Müslümanlar üzerinde terör estirdiğini, Paris imamları bizden iyi bilirler. Arkasından başta başörtüsü olmak üzere, dinî sembolleri yasaklayan Sarkozy, İslâm düşmanlığını ilan ederken, Müslüman Türkiye'nin AB'ye girmemesi için büyük kampanyalar başlattı ve maalesef müttefiki Almanya nezdinde epeyce tesirli de oldu.

Angela Merkel hükümeti Neocon'ların dünyayı velveleye verdiği dönemde kuruldu. Köken olarak Hıristiyanlığa düşman bir topluluktan geliyordu Angela... Çevresindekiler de en az Merkel kadar İslâmiyete ve Müslümanlara düşman oldular. Almanya ailesi ve çocuklarının istifade edeceği düzenlemeleri Müslümanlar da yararlanacaklar diye rafa kaldıracak kadar İslâm karşıtı. İdarî mahkemelere aldırılan başörtülü öğretmen yasağını da bir yere not etmek gerekiyor. Angela Merkel, emperyal ve ırkçı düşünceyle Sarkozy ile aynı noktadaydı. Vatandaşlığa geçişi zorlarken, Müslümanları samimiyet testine dahi tutacak kadar bu asrın insanî prensiplerinden uzaklaştılar. Bilhassa Merkel'in Schweble'nin yerine getirdiği İçişleri Bakanı işi ileri noktaya taşıdı. Müslümanları potansiyel terörist göstermeye kalkışan neoconların unutulmuş tezlerini başka yollarla tekrar gündeme taşıdı. Medyayı kaşıdı ve polislerle camilere baskınlar düzenledi. Müslümanlar, mabedlerine bu tür baskınları yalnızca düşman işgallerinde yaşamışlardı. Bir de Sovyet Rusya’nın komünistleriyle Türkiye’nin tek parti dönemindeki Kemalistlerinde... Almanya İçişleri Bakanı Thomas de Maiziere'nin hangi psikoloji ile Müslümanlara yaklaştığını Müslümanlar tam olarak bilemiyorlar.

KİLİSE DE HEDEFTE

11 Eylül’den sonra semavî dinlere ve temel insanî değerlere karşıtlıklarını gözlemeyen Alman politikacalırının en büyük bir hedefi de kilise... Kiliseyi geçmişte Fransa’da olduğu gibi tamamen safdışı ettiklerini düşünen “saldırgan laikler”, kilisenin gün geçtikçe hayatta rol alması, onları saldırganlaştırıyor. Kilisenin veya dinin toplumda tesir kazanmasına sebep de Müslümanları gördüklerinden, başta Almanya Müslümanları olmak üzere Avrupa Müslümanları modern Bolşeviklerce hakikaten rahatsız ediliyorlar. Zaten ırkçılığı doğuranlar da bu dinsizler değil miydi? Dazlakları veya sanal Nazileri finanse edenler de onlar. Homoseksüelleri organize ettikleri gibi Dazlakları veya Nazileri de finanse ediyorlar. Müslümanların İslâmiyetle yaşadıkları değerler ve Hıristiyan Avrupa ile insanî entegreleri, bu yeni dinsizleri harekete geçirdi düşüncesindeyim.

06.12.2010

E-Posta: [email protected]



H.İbrahim CAN

Suriye-Hizbullah ilişkileri yeni bir tehdit mi?


A+ | A-

Türkiye’nin iki yangın söndürme uçağı göndermesiyle, sanki yangın sönmüş gibi sevinen Netanyahu, Cumhurbaşkanı ve Başbakanın açıklamalarıyla hayal kırıklığına uğradı. Türkiye Gazze ablukasının kaldırılması, özür ve ölenlerin ailelerine tazminat şartlarından vazgeçmemişti.

Wikileaks belgelerinden hiç etkilenmeyen hatta çevresindeki Müslüman ülkelerin olumsuz etkilenmeleriyle mutlu olan İsrail’in bölgesindeki statüsünü güçlendirmek için, son günlerde İran tehdidinin yanı sıra Suriye meselesini de Amerikan yönetiminin gözüne sokmaya çalıştığı görülüyor.

Bağlantıyı da şu şekilde kuruyor: Beşar Esad Lübnan’daki Hizbullah’ı destekliyor. Hizbullah’ın asıl patronu ve hamisi ise İran. Dolaysıyla Suriye İran tehdidini güçlendiren ikinci bir güç odağı olarak bölgede yeniden güçleniyor. Bu da bir tehdittir. Öyleyse Suriye durdurulmalıdır. Zaten uluslar arası mahkemenin Hariri suikastından Hizbullah yöneticilerini suçlayacak bir karar alması halinde, Hizbullah’ın yeniden Lübnan’da sorun çıkarması da muhtemel. Suriye destekli olması bu sorunu büyütecek, İsrail’i içine alan bir çatışma ortamı doğuracaktır.

Peki bu değerlendirme doğru mu?

Doğru ise bizi etkileyen yönü var mıdır?

Hizbullah ağırlıklı son Hariri hükümeti üzerinde Suriye’nin çok etkili olduğu bilinmektedir. Hizbullah’ın en büyük silâh tedarikçisinin Suriye olduğu yönünde de çeşitli haberler yayılmaktadır. Ayrıca Suriye’nin bu örgütle ilişkilerini kesmesi için heyetler göndererek uğraşan ABD yönetiminin yeniden büyükelçi göndermesine Kongrenin engel olması, İsrail’in etkisiyle Obama yönetiminin ilişkilerini tamamen normalleştirmekten kaçınması iki ülke arasındaki gerginliğin sürmesine yol açıyor.

Suriye-İsrail arasındaki sorunlar da, İsrail’in Türkiye’nin arabuluculuğunu kabul etmemesinin de etkisiyle çözüm sürecine giremedi.

Suriye ise, hem Lübnan’daki nüfuzunu yeniden kazanması hem de Türkiye ile tarihinin en sıcak ilişkilerini kurması sayesinde, bölgesinin daha güçlü bir aktörü konumuna geliyor.

Peki bunun Türkiye açısından anlamı ne?

Suriye ile ilişkilerimiz, Esad yönetimi boyunca kapalı kutu halindeki bu ülkenin hem sınırlarını hem de ufkunu açtı. Demokratik yapıdan uzak, azınlığın iktidarına dayalı bir yönetim yapısının sürdürülebilmesi, Suriye yönetiminin şeffaflık, hukukun üstünlüğü ve halkın iradesine saygıya dayalı yeni bir anlayışa geçişini zorunlu kılıyor. Her gün yüzlerce Suriyeli ve Türk iki ülke arasında mekik dokuyor. Suriye halkı da artık dünyadaki gelişmeleri yakından izliyor. Eskisi gibi verilenle yetinmesi zor. Bu gelişmeleri sağlıklı bir şekilde karşılayabilmek için Esad’ın güvenebileceği bir dosta, müttefike ihtiyacı var. Bu müttefik aynı zamanda ticarî ilişkilerinde de ona yeni ufuklar açabilmeli. Bu role en uygun aday Türkiye.

Ayrıca Suriye, Hizbullah’la ilişkileri hangi yoğunlukta olursa olsun, gerek İran gerekse Irak’taki Şiî yönetimlerle ilişkilerinde kontrollü hareket etmesi gerektiğinin farkında. Zira özellikle İran açısından Suriye bir müttefikten çok rakip konumunda. İran-Irak ilişkilerinin güçlenmesi ise Suriye açısından bir tehdit oluşturuyor.

Bütün bu unsurlar dikkate alındığında, İsrail Yönetiminin Suriye’yi ABD’nin tehdit listesinde tutabilmek için her türlü tezgâhı kurmaya devam edeceği aşikâr. Ancak ABD yönetimi cephe sayısını arttırmamak için, şimdilik Suriye’ye yönelik bir adım atacak gibi görünmüyor. Böyle bir durumda her ne kadar Suriye-Hizbullah ilişkileri bütün bölge ülkeleri gibi bizi de tedirgin edebilecek bir unsur ise de, Suriye ile ilişkilerimizin mevcut durumu, bizim bu gelişmeyi bir sorun olarak görmemizi önlemeye yetecek güçtedir.

Kısacası; İsrail’in bütün kışkırtmalarına rağmen, Suriye’nin ABD ve müttefiklerince ikinci İran olarak görülmesi şimdilik mümkün değildir. Bizim açımızdan ise dostluk ve ticaretin yolu açık görünmektedir.

06.12.2010

E-Posta: [email protected]



Ali FERŞADOĞLU

Çocuklarımız çiçeklerimizdir


A+ | A-

Çocuklarımız, en nadide, en kıymetli, en değerli çiçeklerimizdir. Fakat, kaçta kaçımız şunun şuurunda: Çiçeklerimizi sularız... Toprak kurtlandığı zaman değiştiririz. Aşırı soğuk ve sıcaktan koruruz. Hattâ onlara “şefkat”le yaklaşırız.

Ya hayatımızın çiçekleri çocuklarımız için ne yapıyoruz? Çocuklarımız, lekesiz temiz bir kâğıt gibidir. Onları bizim davranışlarımız, bizim yamukluklarımız etkiler.

Çocuklar, hamur gibidir. Hangi şekli verirsek, ona göre biçimlenirler. Evet, aç kaldıklarında yedirdik, içirdik, giydirdik... Fakat bu kâfî mi?

Onların ruhlarını, akıllarını, mânâ âlemlerini doyurmak, giydirmek gerekmiyor mu? Bunu hakkıyla yaptığımıza vicdanen kani miyiz?

Çocuk, en rahat, en güzel ve en mükemmel, huzurlu bir âile zemininde yetişir. Yanlış davranış ve hareketlerimiz, onları istenmeyen hâllere; suçlara iter.

Suçlu çocuklar üzerinde yapılan araştırmalara göre, çocuklar, en çok 15-17 yaşları arasında suç işliyor.

Bunun en büyük sebeplerinden birisi, âilede verilen yanlış, eksik terbiye eğitimdir.

Boşanmış âilelerin çocukları daha çok suç işliyor. Aile fertlerinin birbirlerine olan muâmele ve davranışları da, müsbet veya menfîlik durum ve derecesine göre çocuklara tesir ediyor. Bu, konuşmalardan davranışlara, insanlara muâmeleye kadar uzanan zincirleme bir hareketler psikolojisini doğuruyor. Eğer bir âilede, birbirine karşı saygı ve sevgi hâkim ise; çocuklar da ona göre şekil alıyorlar.

Eğer bir âilede, başkalarının malına, haklarına nâmus ve iffetine karşı saygılı ve hürmetkâr davranılıyorsa, çocuklar da ona göre müsbet tesir altında kalıyorlar.

Dokuz Eylül Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Namık Çevik, suçlu çocuklara kelepçe takılmaması gerektiğini ifade etmiş. Haklıdır. Bu, doğru bir teşhistir. Ancak, eksik bir yönü vardır:

Kelepçe annelere babalara vurulmalıdır. Çünkü, akıl ve bâliğ olmayan çocukların işledikleri suçlarda pay, çocuklardan ziyade anne babaların ve velilerin.

Çocuklar çiçeklerimizdir. Gerçi, çiçeklerle çocuklar kıyas edilmez.

Çiçeklere gösterdiğimiz ihtimamın yüz bin katını çocuklara göstermek gerekir. Yaz Kur’ân kursları ve eğitimi de önem arz eder.

Ömrümüzün en nadide ve en nazik çiçeği olan çocuklarımızı; bir heves, bir his, bir nefis, bir boş ve geçici zevk uğruna soldurmayalım...

06.12.2010

E-Posta: [email protected] [email protected]



S. Bahattin YAŞAR

Pozitif insan deyince ne anlıyoruz?


A+ | A-

Ya hep ya hiç mantığı bizim toplumda her yerde geçerli. Yani ya başarılısın ya da başarısızsın. Ya yaparsın ya da yapamazsın. Ya da olur ya da olmaz. Çalışırsan yaparsın, biraz gayret göstersen bu olur, neden olmasın gibi teşvik edici cümleler nadiren yaşanıyor.

Bu versiyon bakışın eğitimcesi ise, ‘senden adam olmaz’, ‘senin için bu mümkün değil’, ‘bunları sen benim külâhıma anlat’ gibi bir şeyler yapabilme hevesini kökünden kazıyan yargılar veya bir başka uç yorumlar olan, ‘Bu işi ya sen yaparsın ya da senden başka kimseler yapamaz.’, ‘Sen bir dahisin.’, ‘Sen bir harikasın.’’ gibi cümleler de balonu şişirmek anlamlarını içeriyor.

Oysa bu iki yaklaşım cümleleri de gerçekçi değil.

Gerçek şu ki, eğitim yolculuğu, evlât yolculuğu, öğrenci yolculuğu, iş yolculuğu, aile yolculuğu hasılı bir bütün halinde hayat yolculuğu ‘inişler’den ve ‘çıkışlar’dan oluşuyor. Yani ne buradaki çıkışlar hep olumlu bir anlam taşır ne de düşüşler hep olumsuz, negatif bir anlam taşır. Bazen düşüşler içinde sıçrayışların gücünü, enerjisini; bazen de çıkışlar düşüşün enerji kaybını bünyesinde barındırır. Bu tamamen toprağa atılmış olan bu tohumu işletme ile alâkalı bir durumdur.

Evet, hemen belirtmek gerekir ki, pozitiflik hayatın gerçeklerinden kopmak demek değildir. Belki gerçekleri görüp, ona uygun adımlar atmaktır.

O zaman negatiflik ve pozitiflik davranışlarının neler üzerinde yoğunlaştığını bilmek ve ona uygun yaşamak önemlidir. Yani birisinin yüklediği pozitif davranış, diğeri için bu anlamı içermiyor olabilir ya da birisinin yüklediği negatif davranış, bir başkası için pozitif olabilir.

Yani bir insan, bir insanın hayatına kastedip öldürdüğünü görmüştür. Burada nasıl bir adım atılsa pozitiftir? Elbette genel anlamda doğru, pozitif davranış, görgü şahitliği yapmak ve bu uğurda gerekirse, biraz bedel ödemeyi göze almaktır. Ama birileri için bu davranış negatif olarak algılanabilir. Bu ölçü değildir. ‘Aman başını ağrıtma, boş ver, görmedim, duymadım, bilmiyorum’ gibi kaçışlar doğru davranışlar değildir. Bu aslında yapılan cinayete ortaklık anlamı içerir ve böyle bir yaklaşım negatiftir. Yani senin sessiz kalman, bir caninin cezasını görmemesinin sebebi oluyorsa, bu o fiili yapmak kadar ağır bir durumdur. Oysa o olayın o kişiye gösterilmesi bir imtihanın başlaması anlamındadır. Çünkü bu insan kendi üzerinde böyle bir davranış olsa, insanların ilgisizliği, görenlerin şahitlik etmemesi oldukça rahatsız edici ve inciticidir.

O zaman, pozitif davranış algısını, pozitif enerji kaynaklarından, pozitif insanlardan, pozitif değer yargılarından almak gerekir. Yoksa, negatif enerji ile yüklenmiş bir insandan pozitif davranış algıları beklemek mümkün değildir. Ama bazen pozitif insanlar, negatif gibi gözüken adımlar atabilirler. Çünkü oradaki negatif, gerçekte negatif değildir. Yani negatif davranışların eğer dersleri alınırsa, negatiften pozitif dersler alınmış olur.

Pozitiflik, nerede, nasıl adım atmak gerekiyorsa atmaktır. Yoksa pozitiflik, eylemsizlik değildir. Yani eylemsizlik bile, bir amacın sonucu ise, eylemsizlik değildir.

Pozitiflik ne değildir; kabalığa prim vermemektir. Haksızlığa, hukuksuzluğa yol açmamaktır. Baskı, zulüm etmemektir. Köprüyü geçinceye kadar ayıya dayı dememektir. Yerinin dışında konuşmamaktır. Negatif kelimelerle cümle kurmamaktır.

Oysa pozitiflik; yapıcı bir şeyler yapmaktır. Hakkın hatırını ali tutmaktır. Hak ve hukuku gözetmektir. Gerekirse bu uğurda bedeller ödemektir. Kişiliğini, değerlerini çiğnetmemektir. İzzetini ve şerefini ayağa kaldırmaktır. Yerinde tenkidini yapmak, ama onun dışında yapmamaktır.

Şunu kabul etmek gerekir ki, negatif insanlar için, pozitif insanlar; negatif kabul edilir; oysa pozitif insanlar için de negatif insanlar zıtlıklar bile anlamlı olduğu için, böyle değerlendirilmez. Yani, pozitifler için, negatifler; muhafaza edilmesi gereken ve pozitifi daha anlamlı kılan değer ölçütleridir.

Yani Ebu Lehep için, Hazret-i Peygamberin (asm) varlığı, pozitif değildir. Ebu Lehep, Hazret-i Peygamberin (asm) söylemlerini, yaşantısını pozitif olarak değerlendirmeyecektir. Ama aynı durum Hazret-i Peygamber (asm) için geçerli önerme değildir. Ebu Lehep’in varlığı, Hazret-i Peygamber için bir imtihan vesilesidir. Yüz kere de olsa, gidip tebliğ edilmesi gereken bir gerekliliktir.

Bu insanlık tarihi kadar eski ve derin bir gerçekliktir.

Yani Kabil, negatif bir insan modeliydi, Habil ise pozitif.

Hesabınızı buna göre yapın, bir insan birden ne negatif olur, ne de pozitif. Negatiflik veya pozitiflik, uzunca bir birikimin sonucudur. Süreklilik arz eden bir zaman diliminin meyvesidir.

O zaman pozitiflik ve negatiflik; iman ve küfür gibi hep var olageleceklerdir. Zaten negatiflik; inançsızlık, ümitsizlik, karamsarlık, güvensizlik anlamında küfrün bir meyvesi; pozitiflik ise, ümit, sevinç, inanç, sabır, duâ anlamında imanın bir meyvesidir.

06.12.2010

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri




Son Dakika Haberleri

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Abdullah ŞAHİN

  Ahmet ARICAN

  Ahmet BATTAL

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Ali Rıza AYDIN

  Atike ÖZER

  Baki ÇİMİÇ

  Banu YAŞAR

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H.İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Hakan YILMAZ

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehmet YAŞAR

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Muzaffer KARAHİSAR

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Saliha FERŞADOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  YENİ ASYA NEŞRİYAT

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin YAŞAR

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.