Basından Seçmeler |
Ağacı kes, resim gerçek olsun!
KÜÇÜK hikayeye büyük bir kitapta rastladım. Peter Watson’un hacimli “German Genius (Alman Dehası)” kitabında (2010) tarihçi Barbara Tuchman’ın “The Proud Tower (Gurur Kulesi)”nden (1962) bir aktarma (www.arcimuse.com adresinde de mevcut) Sürrealizm, Dada babalarından ressam, şair, heykeltıraş, grafiker Max Ernst’in babası Philip de, evde 9 çocuk ve sağır dilsiz okulundaki öğretmenlikten kalan zamanda resim yaparmış. Baba Ernst, oğlundan farklı, “Gerçekçiliğe” inançlı. Bahçesinin resmini yapmış bir gün. Aynen. Tuvale uzun uzun bakarken, o ana kadar fark etmediği bir eksik görmüş. Ağaçlardan biri tabloda yok. Unutmuş onu resmetmeyi. Siz (ressam) olsanız ne yapardınız, bilmiyorum ama… Philip Ernst resmi öylece bırakmak veya ağaç ilave etmek yerine… Gitmiş, bahçedeki ağacı kesmiş! Böylece, resim “gerçekçi, gerçekliğe uygun, gerçekliğin aynası” olmuş. Resim gerçekliğe tıpa tıp uyamadığında… Gerçekliği resme tıpa tıp uydurarak. Bir gerçeklik sureti için, bizatihi çıplak gerçeği keserek, ortadan kaldırarak. *** Ne var ki… Ne var? Hafıza diye bir şey var. O ağacı bilen var. Çocuklar. Komşular. Esas, gerçeğin bir parçasını yok ettiğini zanneden. O ağacı hep hatırlatacak anılar, vicdan. Ağacın kalan kökleri. Ya yeniden sürgün vererek. Ya toprak altında ölü yatarken, yok olurken bile, doğaya, hayata, gerçekliğe yine karışarak. *** Tarih de biraz böyle resmediliyor… Gündelik tanıklıkların medyaları da. Büyük siyasetçiler, büyük askerler, büyük devlet adamları, büyük devletler, büyük hocalar, büyük efsaneler, milli eğitimler, milli güvenlikler öyle. Zihnimizin tabloları, bazen farkında olmadan, bazen kendi fırça ve baltalarımızla böyle çiziliyor. Yok saymak… Yok farz etmek… Yokmuş, olmamış, ölmemiş, öldürmemiş, öldürülmemiş yapmak; küresel, milli, cemiyetçi veya cemaatçi ya da şahsi gerçekçi tablolar hissini veriyor. Yalan, gerçek yerine geçiyor. Gerçeğin dalları, kökleri yok edilmeye uğraşılıyor. Gizlemek, inkar… Yetmezse baskı, tehdit, gözdağı, korku, işkence vesaire. Size gerçek gerçekliği gerçekçi resmettiğini sandığınız ressamların, “Baltalar elimizde, uzun ip belimizde” olduğunu bilmeyebiliyorsunuz. Belki… Bazen… Zaten o sizsiniz! Bir de şöyle: Biliyorsunuz aslında. Nice fırçacının baltasının da farkındasınız. İtiraz ediyor, feryat ediyor, tablosuna tükürebiliyorsunuz bile! Lakin, mutlaka sizin de benzer “gerçekçi tablolarınız” var. Nice rengi yok ettiğiniz manzaralarınız, nice ağacı kestiğiniz güvenli bahçeleriniz. Onlarla asla yüzleşemiyorsunuz. Yüzleşmeyi kaldıramıyor, ağacı hatırlatana tahammül edemiyorsunuz. *** Siyasetçiler, generaller, efsaneler, eğitim ve öğretimler, tarih kitapları bir dolu “manzara” resmetti. Kimine inanmasanız bile, kimine adandınız. Hiç düşündünüz mü, tabloda ne fazla, ne eksik diye? Düşünmüşsünüzdür herhalde! Ötekiler bir yana… Gazetecilerin, yıllarca tutturdukları veya yutturdukları “Gerçek” tablolar ne olursa olsun; hiç değilse, şöyle evladına bakarken, bir gün torun severken, aynada kırışıklık sayarken, bir gazete kokusunu içine çekerken, bir kameraya yorgun gözünü dikerken, bir hastalıkla sarsılır veya bir ölümle yıkılırken, belki kendi ölümünü beklerken “Gerçeğin gerçeği”yle yüzleşmelerini ne çok isterdim… O ağaçları neden kestik, diye!
Umur Talu Haber Türk, 5.12.2010 |
06.12.2010 |
Kardeşçe birlik nasıl sağlanacak?
ÜLKEMİZDE Kürt meselesi, Alevi meselesi, başörtüsü, İmam Hatip Okulları gibi bazı konular var ki, etrafında oluşturulan şartlar sebebiyle soğukkanlılıkla ele alınamıyor, adil bir yaklaşımla tahlil, teşhis ve tashih edilemiyor. Doğulu, kendisi de Kürtçe konuşarak büyümüş bir kişinin Kürt meselesi hakkındaki görüşlerini içeren bir mektubunu –imlasına bile dokunmadan- yayınladım. Bu konu üzerinde birbirinden farklı pek çok görüş ve yaklaşım var, bu da bilinsin, duyulsun, tartışılsın istedim. Detaylardaki tartışmaya açık hükümler –bunların içinde en önemli ve kışkırtıcı olanı Kürtlerin de aslının Türk olduklarıdır- bir yana bırakılırsa mektup sahibi özet olarak şunu diyordu: “İsteyen kendini inandığı ve bildiği gibi tanımlasın, “Kürdüm, Türküm, Çerkezim, Arnavutum...” desin; dilini de konuşsun, ama etnik aidiyeti bölünme aracı ve bunun üzerine politika yapmasın. İslam temelinde birlik ve bütünlük korunsun”. Ben mektubun esas tezinin bu olduğunu gördüm ve köşemde duyurdum. Bu temel teze katılıyorum, ama dolaylı da olsa “Ülkemizde yaşayan insanlarımızın tamamının Türk veya bir başka ırka mensup olduğu” iddiasını ikide birde ileri sürmenin zarardan başka bir şey getirmediği inancındayım. Madem ki bu mektubu yayımladım, bazı dostları üzdüm, şu halde mesele üzerindeki kendi düşüncelerimi de –özetle ve maddeler halinde- yazmam gerekiyor. 1. Müslümanlar etnik köken ve ırk meselesini tartışma alanının dışında tutmalıdırlar. Kardeş ve değerli olmanın ölçütü “dindarlık”tır. (Dinsiz veya başka dinden olanlar da İslâm toplumu içinde insanca ve adil paylaşım çerçevesinde var olma hakkına sahiptirler.) 2. Daha eski olanları bir yana bırakalım, Cumhuriyet döneminde Kürtlere zulmedilmiştir, isyanlara sürüklenmiş, isyan tertiplerinin içine sokulmuşlar, acımasızca kırılmışlardır. Yerlerinden yurtlarından çıkarılmışlar, bölgeleri uzun yıllar bakımsız ve ilgi dışı bırakılmıştır. PKK meselesi ortaya çıktıktan sonra da önemli yanlışlar yapıldığı, sivilleri bırakın, bazı komutanlar tarafından bile itiraf edilmiştir... Herkes bunları bilmek ve itiraf etmek durumundadır. 3. Bu yanlışlara, zulümlere Kürt olmayan Müslümanların da razı olmaları mümkün değildir. 4. Yapılan yanlışları kullanarak ayrı bir Kürt devleti kurmak ve Türkiye’yi bölmek isteyenler yanlış yoldadırlar. Doğru yol/çözüm yanlıştan dönmek, hakkı teslim etmek, her hal ve kârda “İslam kardeşliği” temelinde birliği kurup korumaktır. 5. Nasıl kendisini Türk bilenler dillerini korumak, kendi –bölgesel, özel- âdetlerini muhafaza etmek istiyorlarsa, kendisini Kürt, Çerkez, Boşnak, Özbek... bilenler de aynı değerlerini koruma hakkına sahiptirler ve –namus cinayeti, başlık parası vb. istisna edilirse- bunlar İslam’a aykırı değildir. 6. Sonu ayrılığa giden talepler yerine, değerleri korumayı hedefleyen ve birliği bozmayan talepler üzerinde durulmalıdır. Bu cümleden olarak yalnızca bir bölgeye ait “bölgesel özerklik” yerine, bütün bölgelerde idarenin yeniden yapılandırılması ve yerel yönetimlerin yetki alanlarının genişletilmesi tercih edilmelidir. 7. -Kendine göre meşru veya değil- hangi sebeple olursa olsun devlete isyan etmiş, elini kana bulamış insanlar pişman (tevbe) ve teslim olurlarsa onların affedilmeleri de İslam’a aykırı değildir. 8. Problemlerin çözümünü iç ve dış siyasete bırakmak yerine, iyi niyetli insanların içinde bulunduğu sivil toplum kuruluşları üslenmelidirler.
Hayrettin Karaman, Yeni Şafak, 5 Aralık 2010 |
06.12.2010 |
WikiLeaks sarsıntıları
BELKİ yıkıcı bir deprem yaratmayacak ama Amerika’nın 274 diplomatik misyonundan Washington’a gönderilen 251.287 yazışma diplomasi ve siyasetin üzerinde durduğu zemini bir süre sarsacağa benziyor. Yazılardaki bilgiler birilerinin hayatını tehlikeye atacak cinsten değil. Daha çok sezgi veya rivayet olarak ortada dolaşan bilgileri netleştiriyor. Ama zaten bütün toplumlar kendi diplomatlarının biraz casus ve siyasetçilerinin değişen ölçülerde yalan söylediklerini biliyor. Belgeler, çeşitli ülke diplomatlarının ve siyasetçilerinin ne kadar birbirine benzediğini bir kez daha kanıtladı. Bu nedenle de tepkiler birbirine çok benziyor. Mesela İran’da Mahmoud Ahmedinejad, ABD’de Hillary Clinton, İngiltere’de David Cameron aynı şeyleri söylediler: “Hiç kimseyle ve hiçbir ülkeyle ilişkilerimiz bozulmayacak.” Ancak kamuoyunda giderek yaygınlaşan bir kuşku belirginlik kazanıyor. Nasıl oluyor da açıklanan belgelerde Amerikan dış politikasına ilişkin ciddi bir eleştiri yok ve hepsi ABD’nin jeopolitik hesaplarını destekleyecek içerikte? Başka bir deyişle ABD’nin diplomatları hiç kendi ülkelerinin politikalarının, en azından görev yaptıkları yörelerde, etkilerini ve yansımalarını eleştirmezler mi? Tespit ettikleri olumsuzlukları bildirmezler mi? Yoksa bu belgeler gün yüzü görmeden bir danışıklı dövüşle önceden ayıklandı mı? Bir başka kuşku uyandıran konu da belgelerin çoğunun İran’a, daha doğrusu İran’ın ne kadar tehlikeli (hele nükleer güç olursa) ve çevresinde kaygı uyandırıcı olduğu gerçeği. Bu konuda Suudi ve Ürdün Kralı’ndan Mısır ve Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) liderlerine kadar herkesin ağzından sözler sızdırıldı. Bunların içinde şaşırtıcı ayrıntılar var. Mesela BAE liderlerinden biri, “İran, güney Lübnan ve Gazze gibi yörelerde bir dizi emirlikler yaratıyor” diyor. Sonra daha vahim bir iddiada bulunuyor: “Kuveyt, Bahreyn, Suudi Arabistan’ın doğu bölgesinde ‘uyuyan’ emirlikler oluştururken ‘tüm emirliklerin anasını’ güney Irak ve Yemen’de kuruyor” diyor. Yani Sünni İslam dünyası, İran’ın etkisinde olacak bir radikal Şii ablukasına alınıyor alarmı verilmeye çalışılıyor. Tehlike çanları çalınırken bu kez Abu Dabi’nin veliaht prensi, “Ahmedinejad (ahir zaman) Hitler’(i)dir” diyerek Batılılar’a daha anlaşılır gelen bir bilinçaltına hitap ediyor. Hitler sadece yoğun hava bombardımanı ile dize getirilmemişti. Hitler Almanya’sını kara harekatı çökertmişti. O nedenle veliaht, İran’a kara saldırısı yapılmasını da salık veriyor. İlginçtir, bunları Amerikalı diplomatlar söylemiyor. Belgeler, müttefiklerine söyletiyor ve onları hedef tahtasına oturtulan İran’ın karşısına idam mangası gibi diziyor. Buradan iki sonuç çıkarmak mümkün. İran’ın nükleer programı bombayla sonlandırılamaz. Kara birlikleri göndermek (işgal) lazım yargısı yerleştirilmek isteniyor. Bu ABD’nin askerlikte yeniden celp sistemine dönmesi demek. ABD halkı Irak felaketinden sonra buna razı olur mu? İkincisi, kapalı kapılar arkasında başka, dışarıda başka konuşan Arap liderlere ABD bir İran harekâtında ne kadar güvenebilir? Güvenirse, onlar İran’a sıcak bakan kendi halkları karşısında ne kadar güvende hissederler? Nitekim itibarlı Brookings Enstitüsü’nün yeni yaptığı kamuoyu yoklamasına göre Araplar’ın %80’i İsrail’i, % 77’si ABD’yi asıl tehdit olarak görüyor. Sadece %10’u İran’ı tehdit olarak algılıyor. Üstelik Araplar’ın % 57’si, Ortadoğu’da Amerikan ve İsrail hegemonyasını dengelemek için İran’ın nükleer silahlara sahip olmasını istiyor. Uhh, gazeteciler ve komplo teorisyenlerine gün doğdu!
Doğu Ergil, Bugün, 5 Aralık 2010 |
06.12.2010 |