30 Ocak 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR Mobil İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Sami CEBECİ

İstanbul’un işgal yıllarında Bediüzzaman’ın hizmetleri


A+ | A-

Van ilindeki Horhor Medresesinde talebe okutmakta iken patlak veren 1. Cihan Savaşı’nda, Bediüzzaman Talebeleriyle birlikte beş bin kişilik bir milis alayının kumandanı olarak harbe iştirak eder. Savaştan önce başladığı İşârâtü’l-İ’câz adındaki tefsirin birinci cildini cephede savaşırken tamamlar.

Muhtelif cephelerde çok büyük yararlılıklar gösteren Bediüzzaman, nihayet 19 Şubat 1916 tarihinde Kazak askerlerine esir düşer ve Rusya’nın Sibirya mevkiindeki Kosturma şehrine gönderilir. 1917 Bolşevik İhtilâlindeki kargaşadan istifade ederek firar eder ve Berlin, Varşova, Sofya üzerinden İstanbul’a gelir. Tarih 25 Haziran 1918’dir. Böylece esaret müddeti 2 yıl 4 ay 4 gün içinde tamamlanmıştır.

13 Ağustos 1918 tarihinde de Ordu-yu Hümayun’un adayı olarak tavsiye üzerine Darü’l-Hikmeti’l-İslâmiyeye âzâ tayin edilir. Osmanlı diyaneti olan Meşihatın akademik bir kurulu olan bu müessesede, aktif bir dâvâ adamı olan Bediüzzaman hiç boş durmadı. Önce, o zamanki genel kurmay başkanı olan Enver Paşanın katkılarıyla İşârâtü’l-İ’câz eserini bastırıp bütün müftülüklere dağıtılmasını temin etti. Üç dört tanesi Türkçe, diğerleri Arapça telif edilen Mesnevî-i Nuriye adındaki eserini bastırıp meccânen millete dağıttırdı. Aldığı maaşın büyük bölümünü bu işe harcadı. Dört sene üç ay vazifesi bu kurulda devam etti. 1922 Mart ayında, rahatsızlığından dolayı iki sene izinli sayılmıştır. Zaten aynı sene içinde âzâ olduğu kurul da kapanmıştır.

Mütareke yıllarında dışarıdan gemilerle getirilen alkollü içkilerle ahlâken çökertilmek istenen cemiyeti korumak amacıyla, 5 Mart 1920 tarihinde o zamanki adıyla Hilâl-i Ahdar Cemiyeti kuruldu. İçkiyle mücadele maksadıyla kurulan bu Yeşilay Cemiyetinin kurucuları arasında, her hayırlı işte vazife alan veya destek veren Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerini de görüyoruz.

Osmanlı Devletinin payitahtı olan İstanbul, fethinden 467 yıl sonra tekrar Frenklerin eline geçti. Çünkü, 16 Mart 1920’de İstanbul İngilizler tarafından fiilen işgâl edildi. İstanbul Boğazının bütün topları tahrip edildi. El altından “İngiliz Muhipler Cemiyeti” kurduruldu. İstanbul âlimlerinin yarıdan fazlası bu cemiyete kaydoldu. Şeyhülislâm Dürrizâde Abdullah Efendi fahrî başkanlığını üstlendi. İngilizlerin Mandasına ve himayesine sığınmak fikri yaygınlaştırıldı. Anadolu’daki Kurtuluş Savaşını başlatanlara isyancılar diye silâh zoruyla fetvâ verdirildi.

İşte, böyle bir atmosferde Bediüzzaman, İngilizlerin bütün plânlarını deşifre eden ve bozan Hutuvât-ı Sitte adında bir broşür neşretti. Binlerce nüshasını İstanbul’un her tarafına dağıttırdı. Bu sefer âlimler, İngilizlerin aleyhine geçti. İngiliz işgal kumandanı, broşürü görünce “Bu eser sahibi hayatta olduğu sürece biz maksadımıza ulaşamayız. Görüldüğü yerde vurulsun” emri verdi. Kefeni boynunda dolaşan Bediüzzaman, bu tehditlere beş para değer vermedi. Gazete lisanıyla İngilizlere ağır darbeler vurdu. Anglikan Kilisesinin mağrurâne sorduğu altı suâle, altı yüz kelime ile cevap istemesine mukabil, gazete diliyle bir tükürükle cevap verdi. “Tükürün o ehl-i zulmün o merhametsiz yüzüne!” diyerek haykırdı. Meşihat’ın, Anadolu’daki Kurtuluş Savaşını başlatanlar için verdiği “İsyancılar” fetvâsının geçersiz olduğunu söyleyerek, karşı fetvâ verdi ve Kurtuluş Savaşını destekledi. Mondros Mütarekesiyle başlayan süreçte, Bediüzzaman çok aktif hizmetleriyle İstanbul’un Frenklerden kurtulmasında mühim rol oynadı. Sonunda, İngilizler pılıyı pırtıyı toplayıp def olup gitmek zorunda kaldılar.

Ankara hükümeti tarafından “Böyle kahraman bir hoca bize lâzımdır” diyerek, bizzat Mustafa Kemal tarafından şifreli telgrafla dâvet edildi. Ama o “Ben tehlikeli yerde cihad etmek istiyorum. Siper arkasında mücâhede etmek hoşuma gitmiyor. Anadolu’dan ziyade burayı daha tehlikeli görüyorum” deyip dâveti kabul etmedi. Ancak araya dostu eski Van valisi Tahsin Beyin girmesiyle nihayet Ankara’ya geldi. Tarih 3 Temmuz 1922 idi. 9 Kasım 1922 tarihinde de, Bitlis mebusu Arif Beyin yazılı teklifi üzerine, kendisine resmen “Hoş geldin!” merasimi yapıldı. Ayakta alkışlanarak meclis kürsüsüne çıktı ve ordunun zaferi için duâ etti. Fakat, Ankara’da umduğunu bulamadı. Mebusların namaza soğuk olmalarına ve bir kısmının içki içmesine üzülerek on maddelik bir beyannâmeyle onları namaza dâvet etti. Namaz kılanlar çoğaldı. Bunun üzerine Ankara reisleriyle ciddî tartışması oldu. Fikren uyuşamayacağını görünce, bütün ısrarlara rağmen Ankara’yı terk etti ve Van iline yerleşti. Ancak kaderin garip bir cilvesi olarak muhtelif illerde sürgün hayatı yaşadı. Bu arada, hem Anadolu’nun hem İstanbul’un mânevî fethi için Risâle-i Nur Külliyatını telif etti. Çünkü o, âhirzaman müceddidiydi ve İslâm dinini tahrip edecek olan dehşetli şahısların tahribini tamir ile vazifeliydi.

Bu büyük İslâm âliminin vefatından sonra da, onun nurânî cemaati bu tamir vazifesini devam ettirmekle mükellefti. Mânevî fetih ve mânevî cihadın özü buydu. “Yüzer milyon kahraman başlar fedâ oldukları kudsî bir hakikate başımız dahi fedâ olsun” diyen başta İstanbul olarak Anadolu’nun iman fedâileri de bunun farkındaydı. Onlara ne mutlu...

30.01.2010

E-Posta: [email protected]



Yasemin YAŞAR

Günahların giriş kapıları


A+ | A-

İnsanda günah işlemeye meyilli bir takım hisler ve zayıf damarlar mevcuttur. Fakat his ve damarları işletecek kapıları şeytana açma veya kapatma iradesi insana aittir. Nasıl bir yerin istilâ edilmesi ve orada hâkimiyetin sağlanması için, önce kendi içindeki unsurları birbirine düşürmek gerekecektir. Tâ ki vücut böylelikle güçsüz kalsın. Aynen onun gibi, insanın manevî mekanizmasının üç önemli ayağı olan nefis, kalp ve akıl, maksadına uygun çalışmazsa, manevî bünye güçsüz kalacak ve dışarıdan kaynaklanan tehditlere açık hale gelecektir. Bu yüzden dışarıdaki şeytanın casusu hükmünde olan nefsi terbiye etmek, akıl ve kalbi güçlendirerek, nefsi zayıflatmak şeklinde olacaktır. Böyle yapıldığı takdirde manevî hayat güçlü olacaktır.

Akıl gerekli marifet beslenmeleri yapmaz, kalp de sağlıklı ve selâmetli gidişatı için gerekli takviyeleri yapmazsa, nefis güçlenecek ve manevî hayatın hakimi durumuna geçip, akıl ve kalbi susturarak hükmünü icra edecektir.

İşte nefsin bayrağını çektiği bu durum şeytanın kolayca girebildiği ve insanı türlü türlü günahlara atabildiği bir hâldir.

Şeytanın günahları işlettirmek için kullandığı giriş kapıları dört tanedir. Bunlardan ilki bakıştır. Zira bakış, şehvet duygularını kabartan öncü gibidir. Peygamber Efendimiz (asm) “Bakış iblisin oklarından zehirli bir oktur” diye buyurmuştur. Risâle-i Nur satırlarında da nazarın; günahı sevaba, sevabı günaha çevirdiği, mahiyet-i eşyayı tağyir ettiği geçmektedir.

Nefsin kontrol ettiği bakışlar kalpte yaralar açar.

Günahların giriş kapılarından ikincisi ise, akla gelen fikirlerdir. Sürekli gelen bu fikirleri kontrol altına almak, bakışı kontrol etmekten daha zordur. Bu fikirleri kontrol etmek için, sağlam bir manevî yapılanmaya ihtiyaç vardır. Hayır ve şerrin başlangıcı olan bu fikirlerden iradeler, niyetler, kasıtlar, kararlar doğar. Fikirlerine ve vesveselerine hâkim olan kişi, nefsinin dizginini ele almış, heva ve hevesini dize getirmiştir. Bu noktada sağlam fikirlere sahip olmak ve vesveselere kapılmamak için, ilim öğrenmek; fikri, hakikatle meşgul etmek gerekir. Çünkü cehil onu dâvet eder, ilim onu tard eder.

Fikirler sürekli kalbe gelip durur ve sonunda boş temenniler hâline dönüşür. Özellikle kuvve-i akliyenin hikmet hâlini bozmaya çalışıp; hakkı batıl, batılı hak sûretinde göstermeye çalışır. İnkâr ile ilgili, Cenâb-ı Hakk’ın zatı ile ilgili fikirler gelir. Cennet ve cehennemin varlığına dair şüpheler atar. Böyle insanlar hakikatler, gerçekler, ispatlar yerine, temennilere razı olur ve onunla avunur. Böylelikle günahlar bu kapıdan girer. Cehennemin varlığını ispat etseniz bile, Cenâb-ı Hak, Gafur-u Rahîm’dir, der, sefahatine devam eder. Acizlik, tembellik, tefritler, pişmanlıklar, kederler hep bu düşüncelerden doğar. Bu fikirler itikadı bozan fikirler olduğu gibi, şehveti tahrik eden fikirler de olabilir.

Bazen kalp yorulur, fikir kendini eğlendirmek için rastgele şeyle meşgul olur. Şeytan fırsat bulur ve pis şeyleri önüne sürer (Sözler). Öyleyse kulun hayallerini, fikirlerini sınıflandırması gerekmektedir.

Günahların bir başka giriş kapısı ise, konuşmalardır. ‘Ya doğru söyle, ya sus’ hakikatinden yola çıkarak, Allah için olmayan, din ve dünyaya faydalı olmayan boş sözlerden uzak durmak gerekecektir.

Resûllullah (asm) şöyle buyurmuşlardır, “Kulun kalbi düzgün olmadıkça, imanı düzgün olmaz; dili düzgün olmadıkça, kalbi düzgün olmaz.” İnsanın en çok uğraştığı ve baş edemediği kapıdır dil kapısı. Çünkü dil, kula en zarar veren uzuvdur. Denildiği üzere söz, söylenilmeden evvel insanın esiridir, ancak ağızdan çıkınca, insan sözün esiri olur.

Günahların bir başka giriş kapısı ise, atılan adımların nereye doğru olduğudur. Eğer atılan adımlar hayır getirmeyecekse, kişinin atmaması daha hayırlıdır. Kulun, mübaha doğru attığı her adım, iyi bir niyetle ibadete dönüşür. Bunun tersi de mümkündür, şerre atılan her adım da günah olabilir.

Hâsılı günahların giriş kapılarına engel olmak için, sağlam bir iradeye sahip olmak ve kalbi güçlendirmek gerekir. Kalbin güçlenmesi ise, “kalbin kumandanlığında, letâif askerleri ile kahramanane maksada yürümesiyle mümkündür.” (Sözler)

30.01.2010

E-Posta: [email protected]



Mehmet KARA

Anayasa değişmiyorsa sorumlusu kim?


A+ | A-

Memur-Sen tarafından düzenlenen, üç gün süren ve 47 bilim adamı, siyasetçi, sendikacı ve hukukçunun panelist olarak katıldığı Uluslararası Demokrasi Kongresi sona erdi. Kongre boyunca, temel hak ve özgürlükler, kamu görevlilerinin siyaset yapma hakkı, yükseköğretimde özgürlükçü anlayış, kimlik sorunları, din ve vicdan özgürlüğü, demokratikleşme süreci gibi dokuz oturumda yapılan tartışmaların vardığı nokta, sivil, demokrat bir anayasa tartışıldı, sonuç bildirgesi yayınlandı.

Öncelikle, demokrasinin gelişmesi ve ihtilâl anayasanın değiştirilip daha demokrat, özgürlükçü ve sivil hale getirmesini kendine dert edinen Türkiye’nin en büyük memur konfederasyonunun böyle bir kongreyi tertip etmesini tebrik etmek lâzım.

Hafta başında kongrenin başladığı gün açılış konuşmasını yapan Memur-Sen Genel Başkanı Ahmet Gündoğdu’nun konuşması da sivil bir anayasa üzerine kuruluydu. Başbakan Erdoğan başta olmak üzere birçok bakanın da katıldığı açılışta Gündoğdu, milletin nasıl bir anayasa istediğini madde madde sıralamıştı. Daha fazla özgürlük, devlet arasında duvarlar ören değil, köprüler kuran, temel hak ve özgürlükleri değil, sınırlamaları sınırlandıran, parti kapatma yetkisinin millette olduğu bir anayasa isteklerini sıralamıştı. “Yeni Anayasa yapma çalışmalarına bugünden başlamalı ve yarından önce bitirmeliyiz. O halde neyi bekliyoruz. Daha özgür, daha güçlü, daha sivil, daha demokrat bir Türkiye’yi inşa edecek, hem özüyle hem de sözüyle sivil ve yeni bir Anayasa yapalım” diye seslenmişti yeni anayasa yapacak hükümet üyelerine…

Hükümetin yedi yılı aşkın sürede yapamadığını da başbakanın ve hükümet üyelerinin yüzüne söylemişti Gündoğdu. Başörtüsü sorunu, Kur’ân kurslarında yaş sınırlaması, YAŞ kararlarının yargı denetiminden çıkarılması, YÖK’ün yapısı…

Gündoğdu’dan sonra kürsüye gelen Başbakan Erdoğan da Türkiye’nin yeni bir anayasaya ihtiyacın olduğunu söyledi. Anayasa sorununun olduğunu icraatın başı olarak açıkladı. “Türkiye yakışan bir anayasa yapalım diyoruz, yanaşmıyorlar, ‘sizi de yanaştırmayız’ diyorlar” dedi. Bazı çevrelerin hemen “korku tüccarları”nın önlerine çıktığını ifade etti.

Türkiye’nin yeni bir anayasaya ihtiyacı varsa ne yapmak lâzım. Yeni bir anayasa yapmak lâzım. Bunu yapacak kim? Meclis… Hükümet bir tasarı hazırlayacak, Meclis’e getirecek ve Meclis’te kabul veya reddedecek. Yıllardır yapılamayın bu işte. Parça parça değiştiriliyor ama bir türlü tamamı üzerinde bir değişikliğe gidilemiyor.

Erdoğan’ın bir tepkisi de dikkat çekiciydi. “Bu meclis Anayasa değiştiremez” diyen Kanadoğlu’nu isim vermeden tenkit ederken “Peki neden? Bu Meclis seçimle oluşmadı mı? Milletin iradesiyle oluşmadı mı? Bu Meclis uzaydan mı geldi? Uzaylılardan mı oluştu?” dedi peşinden de “sivil dikta” diyenlerin yeni anayasaya karşı olanlar olduğunu söyledi. Siyasî olarak her türlü bedeli göze alacağını vurguladı. Peki, sivil ve demokrat bir anayasa için neden adım atılamıyor? Bu irade neden gösterilemiyor? Meclis’in anayasayı değiştirebileceği niçin ispat edilemiyor?

Artık mazeretler arkasına saklanmayı bırakıp, muhalefetin ve “bazı çevrelerin” suçlanması inandırıcı gelmiyor. Çünkü tek başına bir iktidar fırsatı yakalanmışken ve çalışmalar belli bir safhaya gelmişken Meclis anayasayı değiştirebilmeliydi. Üç anayasadan ikisinin ihtilâllerden sonra yapıldığı gözönüne alındığında, anayasayı yapmakta asıl görevli olan Meclis bunu yapabilmeliydi.

Peki gelinen noktada yeni anayasaya bu kadar ihtiyaç olduğu söylenirken bir irade var mı? Hükümetin bu aşamada kararlı olduğunu söylemek zor. Böyle olunca da “Bu Meclis anayasa değiştiremez” diyenler haklı mı çıkmış oluyor? Görünen o ki, maalesef anayasanın bir bütün halinde değiştirilmesi bir yana 4-5 maddesinin bile değiştirilmesinde ayak sürünüyor. Sadece lâfı ediliyor ama icraat yok.

Bu aşamadan sonra yapılması gereken, anayasanın parça parça değiştirilmesi değil, tamamının Meclis’ten geçirilip, genel seçimlere ya da öne alınacak erken seçimlerde iki sandıkla milletin önüne konulması. Ancak bu yapılırken, “gerçekten” sivil ve demokrat bir anayasa metni hazırlanması. Böyle olursa en iyi kararı millet verecektir. Ve anayasa millete mâledilmiş olacaktır.

“Artık bu darbe ve vesayet anayasası ülkeyi taşıyamıyor. Zamana ve insanların ihtiyaçlarına cevap vermiyor. Üçte birisi değişse de ihlâlin ruhu hep üzerinde yapışık kalıyor” deniliyorsa o zaman niye bekleniyor?

Son olarak da şunu aktarmak istiyorum. Kongrede konuşan Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek’te Türkiye’de demokrasi ve anayasa sorunu olduğunu kabul ederek birçok sorunun buradan kaynaklandığını söyledi. Ve anayasada bir değişiklik yapıldığı takdir de anayasa mahkemesine götürüleceğini dile getirirken de, “Anayasa değiştirilemiyorsa bunun sorumlusu kim?” diye sordu. Bu konuda “yan çizen ve ayak sürüyenlerin” sandığa gömülmesi gerektiğini ifade etti. Ne kadar doğru bir söz. Millet gereğini yapar zaten... Hiç merak etmemek lâzım.

***

TAZİYE VE GEÇMİŞ OLSUN

Bu arada kongrenin yapıldığı günlerde Memur-Sen Genel Teşkilât Sekreteri ve Diyanet-Sen Genel Başkanı Ahmet Yıldız Hakk’ın rahmetine kavuştu. Kendisine Cenâb-ı Hakk’tan rahmet ve mağfiret, kederli ailesine ve Memur-Sen camiasına taziyelerimizi sunuyoruz. Yine Memur-Sen’e bağlı Bem-Bir-Sen’in Genel Sekreteri İbrahim Keresteci de ağır bir trafik kazası geçirdi. Şu anda Ankara’da tedavi altında olan Keresteci’ye de Cenâb-ı Hakk’tan acil şifalar niyaz ediyoruz.

30.01.2010

E-Posta: [email protected]



Cevher İLHAN

“Kriz” ve “şaka”!


A+ | A-

Türkiye, son yılların dehşetli “darbe ortamını oluşturma” ve “darbe teşebbüsleri”ni tartışırken, “alçak koltuk krizi”nden sonra İsrail’le ilişkiler daha da ilerletiliyor.

Bilindiği gibi, mâlum “kriz”in ardından İsrail Savunma Bakanı Barak Ankara’ya geldi; İsrail’le yeni “sürpriz işbirlikleri”ne gidildi. Heron ihâlesinin yanısıra, İsrail devlet şirketi IMI ile ASELSAN’ın M-60 Amerikan tanklarını modernizasyonu ortaklığı protokolü imzalandı. İsrail’le 60’ın üzerinde anlaşma yapıldığını açıklayan Millî Savunma Bakanı Gönül, İsrail’le teknolojik işbirliğinin yeni projelerle devam edeceğini” söyledi.

Keza Türkiye ile İsrail arasında düzenli yürütülen “siyasî istişare toplantıları”nın 13’ncüsü Ankara’da yapıldı; İsrail Dışişleri Müsteşarı Yossi Gal, “ilişkilerin iyileştirilmesi” ile Cumhurbaşkanı Gül ve Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun İsrail ziyaretlerine zemin hazırladı.

Ve en son gazetecileri çağırıp Türkiye Büyükelçisi’nin “alçak koltuğu”na ve “sehpada bir tek İsrail bayrağı”nın bulunmasına İbranice dikkat çeken krizin baş mimarı İsrail Dışişleri Bakan Yardımcısı Ayalon, “Her şey bir şakayla başladı; olay medyaya yansımamalıydı, “İsrail hükümetinin Türkiye ile bir sorunu kesinlikle yok” dedi. (NTV, Tayhan Karaca, 26.1.2010)

DP VE AP CİDDÎ YAPTIRIMLARDA BULUNDU

Dikkati çeken husus, bu “kriz”de de Türkiye’nin İsrail’e karşı hiçbir ciddî yaptırımda bulunmamasıydı. Türk Büyükelçisi’nin çağrılmayıp, Telaviv’de bekletilmesiydi…

Bu arada Ayalon’un “özel özür mektubu”yla yetinen Ankara’nın tavrı, “büyük bir diplomatik başarı” olarak sunulurken, bir tek “AKP hükûmeti döneminde İsrail’e tavır konulduğu” propagandasıyla, yakın siyasî tarihte özellikle Demokrat Parti ve Adalet Partisi iktidarlarının İsrail’e gösterdiği “diplomatik tepki” ve “yaptırımları” gözardı edildi, politik şaşırtmalara başvuruldu…

Oysa CHP devrinde Müslüman ülkeler içinde Ocak 1950’de Tel-Aviv’e ataşe gönderilmesiyle başlattığı ve 6 Mart 1950’de İsrail’in tanınmasıyla resmileşen diplomatik ilişkilerde ilk resmî tepkiyi koyan DP hükûmeti idi.

Peşinden 1955’te Bağdat Paktı kurulurken, yine Menderes hükûmeti, İsrail’in 1947’deki sınırlarına çekilmesini resmen iletti. 1956’da Mısır’ın Süveyş Kanalı’nı millileştirmesi üzerine, İsrail’in İngiltere ve Fransa’yla birlikte kanal bölgesini işgalini ve Sina Yarımadasına girip Mısır’a saldırmasını DP hükûmeti kınamakla kalmadı. Tel Aviv’deki diplomatik temsilcisini geri çekti, Ankara’daki İsrail temsilcisinin de gitmesini istedi. İsrail’in 1947’deki sınırlarına çekilme talebini tekrarladı.

Yine AP hükûmetinde Türkiye, 1967’deki “Altı Gün Savaşı”nda İsrail’e karşı açıkça Arapları destekledi. BM’de Filistin lehine oy verdi ve resmen Filistin’den yana tavır aldı. Başbakan Demirel, ABD’nin Arap ülkelerine karşı Türkiye’deki üsleri kullanmasına izin vermeyeceğini açıkça ilân etti. Savaştan sonra ise İsrail’in Mısır’ın Sina Yarımadası ile Suriye’nin Golan Tepeleri’nden çekilmesini açıkça istedi.

Türkiye Başbakanı ile Ürdün Kralı Hüseyin Ankara’da “İsrail’in işgal ettiği topraklardan çekilmesini ve Kudüs’le ilgili BM kararlarının uygulanmasını” bir bildiri bildirdiler. Peşinden Sovyetler Birliği’ni ziyaret eden Demirel, Türkiye’nin İsrail’in işgal politikalarına karşı çıktığını tekrarladı…

“ONE MİNUTE” VE “ÖZÜR” PARAVANINDA…

Yine AP hükûmeti döneminde, Türkiye, BM Genel Kurulunda, İsrail’e “Kudüs’ün statüsünü değiştirebilecek her türlü oldubittiden sakındırıp” ikaz etti, “hukuksuz emr-i vakilerinin geçersizliğini” karar altına alan tasarının kabulünde önayak oldu. İsrail’in savaşta işgal ettiği topraklardan çekilmesini öngören 242 sayılı kararının kabulünde aktif çalıştı. 1969’da Mescid-i Aksa’nın kundaklanması üzerine, İslâm Zirve Konferası’na katılan Dışişleri Bakanı Çağlayangil’in çabalarıyla Türkiye İsrail’i sert bir şekilde kınayan grubun başında yer aldı. 1973’teki Arap- İsrail savaşında, Adalet Partisi’nin on iki bakanla yer aldığı Talû hükûmeti, ABD’nin Türkiye üzerinden İsrail’e silâh götürme isteğini geri çevirdi. Bir NATO ülkesi olmasına rağmen, Sovyetler’in İsrail’e karşı Türk hava sahasını kullanarak Mısır ve Suriye ordularına askerî yardım ulaştırmasını sağladı, savaşın kaderini değiştirdi. Keza 1975’te Demirel’in başkanı olduğu Milliyetçi Cephe koalisyonu, BM’de “Siyonizmin ırkçılıkla eşdeğer olduğunu” belirten karar tasarısında baş rolü oynadı. Türkiye, Filistin Kurtuluş Örgütü’nü, Filistin halkının temsilcisi olarak tanıdığını açıkladı. 1978’deki Camp David barış anlaşmasının ardından İsrail’in itirazına rağmen FKÖ’nün Ankara’da temsilcilik açmasına izin verildi.

12 Eylül ihtilâlinden iki hafta önce, 28 Ağustos 1980’de İsrail, Kudüs’ü ilhak edip “başkent” ilân etmesine karşı, yine Demirel’in başında bulunduğu Adalet Partisi azınlık hükûmeti, Kudüs Başkonsolosluğunu kapattı. Tel Aviv’deki temsilciliğini ise ikinci kâtiplik seviyesine düşürdü. Bunun üzerine darbeye günler kala Dışişleri Bakanı Hayrettin Erkmen, MSP’nin desteklediği CHP’nin gensoru önergesiyle düşürüldü…

Ancak son yedi yıllık AKP iktidarında Ankara, her defasında “kuru kınamalar”la gürledi ama bir türlü yağmadı, yağmıyor. DP-AP hükûmetlerinin duruşunu göstermedi, göstermiyor.

Kamuoyuna karşı gerçekler perdeleniyor; “one minute” ve “özür” gösterisi paravanında İsrail’le her türlü ekonomik anlaşmalar, savunma sanayii ve silâh ihâleleri kotarılıyor…

Kısacası, “kriz”in baş mimarının itiraflarıyla, Türkiye’nin son iki haftada İsrail’le ilerlettiği işbirlikleri yan yana konulduğunda, Ayalon’un “şaka” dediği söz konusu “kriz”in de bir taktik olduğu iddiası, daha da kuvvet kazanıyor…

30.01.2010

E-Posta: [email protected]



Faruk ÇAKIR

Dipsiz terör kuyusu


A+ | A-

Terörün ülkemize ödettiği faturanın büyüklüğünü tahmin ediyoruz, ama bu rakamı net olarak ortaya koymak neredeyse imkânsız. Faturanın büyüklüğü anlatılırken yüz milyar dolarlardan bahsediliyor. İlk bakışta bu rakamlarda ‘abartma’ olduğu iddiâ edilse de, ciddî araştırmalar yapıldığında bir abartma olmadığı anlaşılabilir.

Bir vesile ile daha önce aktarmıştık: Çeyrek asırdır devam eden terörün sadece Şırnak ilimizde ve sadece hayvancılığa vurduğu darbenin maddî karşılığı 100 milyar dolar seviyesinde. Rakamı telaffuz eden Şırnak Valisi, “Bir araştırma yaptık ve devam eden terörün Şırnak’taki hayvancılığa vurduğu darbenin maliyetinin büyüklüğü karşısında şok olduk. İlmî tesbitlerin yapılması için konuyu ziraat fakültelerine havale ettik. Keşke rakam bu kadar büyük olmasa. Ama biz daha da büyük olabileceğinden korkuyoruz” demişti.

Benzer bir tesbit, Torunlar Gıda Yönetim Kurulu Başkanı Mehmet Torun tarafından dile getirilmiş. İş adamı Torun, hadiseye ‘tarım’ penceresinden bakmış ve terörün maliyetinin büyüklüğünü göz önüne sermiş.

Terörün bitmesiyle Harran Ovası’nın verimli topraklarının ekonomiye kazandırılacağını söyleyen gıda toptancısı iş adamı Mehmet Torun, “Harran Ovası’nda tarım yapılabilse, Türkiye’nin ambarı olur ve hiçbir tarım ürünü ithalatına gerek kalmaz, ihracatçı oluruz. İşsizliğin de, çektiğimiz ekonomik sıkıntıların da kaynağında terör yatıyor. Ülkenin çok geniş bir coğrafyasında terör yüzünden tarım ve hayvancılık yapılamıyor. Kentlere göç yaşanıyor. İşsizlik artıyor” şeklinde konuşmuş. (Milliyet, 21 Ocak 2010)

Farklı zamanlarda ve farklı kişilerce dile getirilen bu nokta, aslında Türkiye’nin kafa yorması gereken bir konu. Öyle bir rüzgâra kapıldık ki, terörün olmadığı yerlerde bile üreten insan sayısı azaldı. Karadeniz’in köyleri buna örnek sayılabilir. Kış aylarında herkes şehirlere iniyor ve ‘üretici’likten ‘tüketici’liğe terfi ediyor. Yaz aylarında yüzlerce bacanın tüttüğü köylerde, kış aylarında 3 ya da 5 hanenin dumanı tütüyor.

Tabiî ki yaz aylarında köyde yaşayan ekseriyetin kış aylarında şehirlere taşınmasının haklı gerekçeleri var. Artık köylerimizin çoğunda ilköğretim okulu bulunmuyor. Başka sebeplerin yanında bu sebep de çocuklu ailelerin kış aylarını köylerde geçirmesine imkân vermiyor.

Hiç değilse öğrencisi olmayan ailelerin köylerde ikamet etmesi teşvik edilebilir. Bunun köyde kalanlara da faydası var. Herkes biliyor ki şehir hayatı stresin kaynağı haline gelmiş. Bilhassa ‘genç emekliler’in köylerde kalması, imkânlar ölçüsünde tarım ve hayvancılıkla uğraşması onları daha mutlu eder. Büyük şehirlerde tüketici olmak yerine, köylerde üretici olmak daha faydalı değil mi?

Başka konular arasında bu ‘ayrıntı’ların da tartışılması, araştırılması ve teşvik edilmesi lâzım. Bilhassa büyük şehirlerde yaşayanlar köy hayatını özlüyor, ama çoğu bu imkânı bulamıyor. Uzun dönemli planlar yapılarak imkânı olanların köylerde yaşaması teşvik edilebilir. Böylece hem köyler şenlenir, hem de şehirler daha yaşanır mekânlar haline gelir.

Keşke terör sona erdirilse ve dipsiz terör kuyusuna dökülen para ve imkânların bir kısmı bu konulara harcansa...

30.01.2010

E-Posta: [email protected]



H. İbrahim CAN

Avrupa Parlamentosu 2009 Yılı Türkiye İlerleme Raporu Taslağı üzerine ( 2 )


A+ | A-

Avrupa Parlamentosu’nun Dışişleri Komisyonunda kabul edilen Türkiye 2009 İlerleme Raporunda ülkemize yönelik tavsiyelerin başında Kıbrıs meselesine ilişkin tavsiyeler geliyor. İkinci sırada ise azınlıklar sorunu yer alıyor.

KIbrIs Sorunu

Öncelikle hükümetin süren müzakereleri aktif biçimde desteklemesi ve BM Güvenlik Konseyi kararlarına uygun olarak iki bölgeli, iki toplumlu bir federasyona dayalı çözüme katkıda bulunması övülüyor; sonra da müzakerelere uygun bir ortam sağlanması için Türk askerinin adadan çekilmesi isteniyor.

Elbette bir anlaşmaya varılması halinde, bu anlaşmanın takvimi kapsamında her iki ülkenin askerlerinin adadan çekilmesi ve kurulacak federasyonun askerî gücünün onların yerini alması gerekecektir. Ancak ortada böyle bir anlaşma yokken ve Türk tarafının onayladığı Annan planı Rum tarafında reddedilmişken; müzakerelerde uzlaşmaz tutum hep Rum tarafından gelmişken, Türkiye’den böyle bir taviz istenmesi düşündürücüdür. Hele Avrupa Birliği’nin bütün vaatlerine rağmen Annan Planı sonrasında Türk kesimine verdiği sözleri yerine getirmediği dikkate alınırsa, bu tavsiyenin ardında iyiniyet aramakta güçlük çekiyoruz.

Rapordaki eleştirilere rağmen, Rum uçak ve gemilerine limanların açılmaması ve Doğu Akdeniz’de Rum gemilerinin petrol aramalarına izin verilmemesinin gayet olumlu tedbirler olduğu kanaatindeyiz. Son Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararı sonrasında daha da büyüyen yerlerinden edilmiş nüfusun malvarlıkları konusunun, müzakerelerde öncelikli olarak çözümlenmesi gerekmektedir.

AzInlIklar Sorunu

Vakıflar Yasası’nda azınlık vakıflarına ilişkin olarak yapılan değişiklikler övülürken, dini cemaatlerin halen mülkiyet sorunlarının sürmesi eleştiriliyor. Ancak asıl eleştiri Patrikhaneye ilişkin. Bu konuda Patriğin “ekümenlik” sıfatını açıkça kullanmasına izin verilmesi, Heybeliada Ruhban Okulu’nun açılması ve din adamlarının eğitimi ve Patriğin seçimine ilişkin engellerin kaldırılması isteniyor.

Heybeliada Ruhban Okulu’nun açılmasına ilişkin taleplerin, Lozan Antlaşmasına uygun olarak yalnızca Türkiye’deki Ortodoksların din adamı ihtiyaçlarını karşılayacak şekilde ve Türk mevzuatına göre karşılanması gerekmektedir. Ancak Ortodoksların bunu istemediği, Patrikhaneyi bütün Ortodoks dünyasının merkezi haline getirme projesinin bir parçası olarak bütün dünya için din adamı yetiştiren bir kuruma dönüştürmek istedikleri bilinmektedir. Zaten ekümenlik sıfatının kullanımına izin verilmesi talebi de aynı projenin gereğidir. Halen millî siyaset gereği izin verilmeyen bu iki hususun; ülkenin değişen menfaatleri çerçevesinde yeniden değerlendirilmesi düşünülebilir; ancak bunda özellikle Batı Trakya Türklerinin yaşadığı sorunların çözümlenmesi gibi bir karşılıklılığın esas alınması yararlı olacaktır.

Yine Süryanilerin mülkiyet haklarının iadesi ve korunmasına ilişkin tavsiyeler raporda yer almaktadır. En büyük eleştiri ise azınlıklara uluslar arası hukukun verdiği haklara ilişkin Türkiye’nin çekincelerinin sürmesidir. Bizce de bütün vatandaşlara din ve vicdan hürriyeti verilmesi, mülkiyet hakkının kutsallığına saygı gösterilmesi çerçevesinde bu çekincelerin gözden geçirilmesinde yarar vardır.

Rapor bütün bu eleştirilere rağmen olumludur. Hatta muhalefet partilerinin iktidarın “ısmarladığı” bir rapor olduğu eleştirilerine yol açacak kadar olumlu. Bizce bu raporun Türkiye’nin –yanlı da olsa- bir fotoğrafı olduğu dikkate alınarak, eksikliklerimizin giderilmesinde önemsenmesi gerekir.

30.01.2010

E-Posta: [email protected]



Kazım GÜLEÇYÜZ

Ne yapacağını bilmek


A+ | A-

Peş peşe gündeme gelen darbe planları için “Hükümet olarak, bunları bildiğiniz halde yedi senedir ne yaptınız?” sorularının sıklaşması üzerine Başbakan yine öfkelendi.

“Kimse bize gaz vermesin. Biz neyi ne zaman yapacağımızı gayet iyi biliyoruz. Yola çıkarken bütün bunların planlamasını yaptık” diye çıkıştı.

Ve bu bahisler açıldığında hep söyleyegeldiği, adeta statüko karşısındaki direnme görüntüsüyle taviz ve teslimiyet realitesini harmanlamanın formülü haline gelen “Dik duracağız, ama diklenmeyeceğiz” sözünü bir defa daha tekrarladı.

Daha önce de darbe girişimlerini başından beri bildiklerini, ama gerilim olmasın diye üzerine gitmediklerini belirten beyanlarda bulunmuştu.

Başbakan herşeyi planlayarak yola çıktıklarını ve neyin ne zaman yapılacağını gayet iyi bildiklerini söylediğine göre, sekizinci yılına giren iktidarları boyunca ya hiç el atmadıkları, ya da atma girişiminde bulunup da netice alamayıp yarım bıraktıkları ve bazılarında durumu daha da kötüleştirdikleri hususların hesabını, kendilerine büyük ümitlerle oy veren seçmenleri başta olmak üzere kamuoyuna vermeleri gerekmez mi?

Oysa bakıyoruz, aynı Başbakan meselenin bu boyutu için şu söylemlerle halkın önüne çıkıyor:

“Biz direksiyondayız, gaza basıyoruz. Birileri geliyor, frene basıyor. Birileri geliyor, debriyaja basıyor. Birileri vites küçültüyor. Bir başkası geliyor, direksiyona müdahale etmeye çalışıyor...”

Erdoğan’ın gaza basarak hızlandırmak isteyip de engellenmekten yakındığı araç için, hükümetteki bir numaralı yardımcısı Cemil Çiçek, “Araç yağ yakıyor, egsoz patlak, lastikler kabak” benzetmesi yapmıştı. Bu haldeki bir araç, direksiyonuna oturup gaza basmakla hızlanabilir mi? Hattâ hızlanmak bir yana, hareket edebilir mi?

Mesele, evvelâ aracı sıkı bir rektifiyeden geçirip o halden çıkararak işler hale getirmek; sonra da frene, debriyaja, vitese, direksiyona yapılan müdahaleleri engelleme dirayetini göstermek.

Ama bakıyoruz, 2003 Mart’ında kendisi için yapılan Siirt seçimiyle milletvekili sıfatını kazanıp ardından başbakanlığı devraldığında “Tecrübeli kaptan fırtınalı denizlerde belli olur” ifadesini kullanan “şoför” yine şikâyet makamında:

“Yedi yıldır nelerle karşılaştığımızı biliyorsunuz. Yasa çıkaracağız, cumhurbaşkanı seçeceğiz, anayasayı değiştireceğiz, çetelerle mücadele edeceğiz... Ama hepsinde ‘Hayır, yapamazsın’ diyen statüko karşımıza çıkıyor ve engelliyor.”

Hani bütün bunları bilerek ve nasıl aşacağınızın da planlarını yaparak yola çıkmıştınız? Hani neyin ne zaman yapılacağını siz biliyordunuz?

Eğer öyleyse bu yakınma ve sızlanmalar neyin nesi? Yedi yıldır oturduğunuz yerin şikâyet değil, icraat yeri olduğunu hâlâ fark edemediniz mi?

Bir de, “Ne yapacağımızı biliyoruz” deyip de, çözmek üzere devraldığınız sıkıntıların bugünlere daha da katmerlenerek gelmesini netice veren vahim ve tarihî hatalarınız var ki, başlı başına ele alınması gereken bir dosya oluşturuyor.

HSYK krizinde başı çeken isimlerden birinin, vakti zamanında bu hükümet tarafından ödüllendirilip o makama getirilmesinden başlayın...

Gizli anayasa olarak da adlandırılan Millî Güvenlik Siyaset Belgesinin, yine askerî inisiyatifle ve yirmi yıl boyunca geçerli olmak üzere güncellenmiş şekline hükümetin geçit vermesine...

Eşzamanlı olarak, 28 Şubat ürünü EMASYA protokolünün geçerlilik süresinin uzatılmasına...

Anayasa Mahkemesinden dönüp, daha kapsamlı anayasa reformlarının da önünü tıkayacağı bilinmesine rağmen ve iyiniyetli “Vazgeçin bu işten” ikazlarına kulak tıkayarak, önce üniversite öğrencilerine başörtüsünü serbest bırakma, ardından askerlere sivil yargı yolunu açma gerekçesiyle yapılan anayasa değişikliklerine kadar...

Bunlar, en iyiniyetli yorumla “Çok iyiler var ki, iyilik zannıyla fenalık yapıyorlar” tesbitine denk düşüp, bedelini millete ödeten, dolayısıyla halkın da hesabını sorması gereken yanlışlar değil mi?

30.01.2010

E-Posta: [email protected]



Süleyman KÖSMENE

Otuzuncu Söz üzerine - 2


A+ | A-

Mehmet Ali Akten: “Otuzuncu Sözde izahı yapılan ‘Ene’, İkinci makamında geçen ‘Tahavvülât-ı Zerrât’, ‘İmam-ı Mübîn’, ‘Kitâb-ı Mübîn’, ‘Levh-i Mahv’, ‘Levh-i Mahfuz-u Azam’ terimleri ile Üçüncü Noktada geçen ‘Yedi Kânûnu’ açar mısınız?”

Peygamberler beşeriyetin ahsen-i takvîm sûretini korumaları için birer rehber hüviyetindedirler. Kulun ilâhlık dâvâ etmesi esfel-i sâfilînde olduğunun göstergesi; kulluk sıfatını benimsemesi ise, ahsen-i takvîm üzere oluşunun alâmetidir. Çünkü insan—hâşâ—bir rab değil; Allah’ın kuludur. Allah’ın kulu olduğunu idrâk ettiğinde kâinât üstünde bir kıymeti hâiz bulunan insan, rablik dâvâ ettiğinde aşağıların aşağısına inmektedir.

Allah nasıl tanınır? Allah bütün sıfatlarıyla mutlak, bütün sıfatlarıyla muhît, yani kâinâtı kuşatmış, bütün sıfatlarıyla hudutsuz ve nihâyetsiz, bütün sıfatlarıyla kayıtsız ve sonsuz! Allah’a şekil verilmez, sûret biçilmez, kayıtsız, sınırsız ve her şeyi kuşatan olduğundan belirleyici bir hüküm konulmaz, mâhiyetinin ne olduğu anlaşılmaz. Meselâ karanlık olmasaydı dâimî bir ışığı fark edebilir miydik? Ne zaman vehmî bir karanlık ile ışığa bir hat çekersek, işte o zaman ışığın keyfiyetini birazcık kavrama imkânımız olur.

İşte kulluk içindeki ene, kendisine verilen vehmî ölçücüklerle Kâinât Sultan’ını sıfatlarıyla, isimleriyle ve sermedî halleriyle tanıma imkânı elde eder. Eğer ene cüz’î bir ilim sahibi olmasaydı, Kâinât Sultân’ının Alîm olduğunu bilemezdi. Eğer ene cüz’î bir kudret sahibi olmasaydı, Kâinât Sultân’ının Kadîr olduğunu; cüz’î bir şefkat sahibi olmasaydı, Kâinât Sultân’ının Rahîm olduğunu; cüz’î bir hikmet sahibi olmasaydı, Kâinât Sultân’ının Hakîm olduğunu... ve hâkezâ bilemezdi.

Allah’ın; her şeyi kuşatmış olan, sonsuz, kayıtsız, hudutsuz, şeriksiz, eşsiz ve benzersiz isim ve sıfatlarını tanımak ve kavramak için ene’ye birer anahtar koymak gerekiyordu. Tâ ki ene, bu anahtarlar mârifetiyle birer gizli hazîne olan Allah’ın isimlerini tanıyabilsin ve kâinatın kapalı sırlarını açabilsin. Ama ene kendisi de bir muammâ, kendisi de hayret verici bir tılsımdır.

Öte yandan, böyle bir anahtar hakîkî olmamalı; gâyet vehmî ve farazî bir hat olmalıdır. Çünkü ene’nin hakîkî mâlikiyet dâvâ etmemesi için varlığının vehmî ve farazî olması; Allah’ın varlığından bîhaber kalmaması için de varlığının bir anahtar ve vâhid-i kıyâsî hükmünde bulunması gerekir.

Bu mes’eleyi On Birinci Söz’de de ele alan Üstad Bedîüzzaman, ene’nin bire bir ölçü ile kendisinde bir hayâlî mâlikiyet, bir kudret, bir ilim tasavvur ettiğini; kudretine, mâlikiyetine, ilmine ve sâir sıfatlarına bir sınır çizdiğini, sonsuz ve sınırsız İlâhî isim ve sıfatları ancak bu hayâlî ölçülerle ve sınırlarla tanıyabildiğini kaydeder. Bu mevhum hadlerle ene, “Buraya kadar benim; ondan sonrası O’nundur” diye bir taksimat yapar. Kendindeki mevhum ölçücükler ile Allah’ın sonsuz ve sınırsız sıfatlarını anlar. Cüz’î ilmiyle Allah’ın sınırsız İlmini; küçük san'atçığıyla Allah’ın sonsuz San'atını, zâhirî mâlikiyetiyle Allah’ın hakîkî Mâlikiyetini ve hâkezâ, binler sırlı haller, sıfatlar ve hislerle ene bir anahtar gibi Hâlık’ının isimlerini, sıfatlarını ve hallerini tanıma imkânı elde eder.

Ene bu cihetle yalnız hayra ve vücuda bakar. Yalnız feyze kâbildir. Vereni kabul eder. Kendi îcad edemez. Fâil değildir. Mâhiyeti harfiyedir; yani Allah’ın varlığını bildirir. Rubûbiyeti ve mâlikiyeti hayâliyedir. Vücudu o kadar zayıf ve incedir ki, bizzat kendinde hiçbir şeye tahammülü yoktur. Bu sıfatlarıyla ene, ancak ve ancak Allah’ın kayıtsız, sınırsız ve sonsuz sıfatlarını bildiren bir mîzan ve ölçücük olur.

Mâhiyetini bu tarzda bilen ene, “Nefsini günahlardan arındıran kurtuluşa ermiştir” 1 müjdesine nâil olur. Emâneti bihakkın edâ eder. Kâinâtın ne olduğunu ve ne vazîfe gördüğünü görür ve idrâk eder.

Son olarak, mevhum rubûbiyetini ve farazî mâlikiyetini de terk etmeye râzı olan ene, “Mülk O’nun, Hamd O’nun, Hüküm O’nundur; ve O’na döndürüleceksin” der, hakîkî kulluk hâlini takınır ve Allah’ın izniyle, yaratıldığı biçim ve şekle lâyık olarak ahsen-i takvîm makâmına çıkar.2

Bedîüzzaman Hazretleri İkinci Maksad’ı da “Tahavvülât-ı Zerrât”a tahsis eder. Tahavvülât-ı Zerrât, kısaca, Allah’ın “Muhavvil” isminin tecellîsiyle kâinâttaki zerrelerin baş döndürücü derecede hareket içinde olmaları demektir.

Zerrelerin hareketlerini ve değişimlerini ifâde eden “Tahavvülât-ı Zerrât”, İmam-ı Mübîn, Kitâb-ı Mübîn, Levh-i Mahv, İspat ve Levh-i Mahfuz-u Azam gibi kâinâtı ilgilendiren önemli kavramların izahı için de önemli bir mihenk teşkil eder.

Zerre, bilindiği gibi, kimyâ ilminin “atom” dediği, kâinâtın maddî plânda en küçük yapı taşıdır. Atom, baş döndürücü hareketiyle kâinâtın var oluş sırrını mâhiyetinde barındırmaktadır. Üstad Bedîüzzaman’a göre atomların hareketleri, Allah’ın kudret kaleminin kâinât kitabına yaratılış âyetlerini yazarken çıkardığı titreşim ve cızırtıdan başka bir şey değildir. Gayb âleminden olan her şeyin geçmiş aslında ve gelecek neslindeki intizamlara kaynaklık edecek derecede Allah’ın emirlerinin imlâsından ve yazılımından gelen hareketler ve heyecânlar, atomları sür’atle dönmeye ve titreşime sevk etmektedir.3

Ene’nin, insanın mânevî varlığının en küçük yapı taşı; atomun da kâinâtın ve insanın maddî varlığının en küçük yapı taşı olduğunu dikkatimizden uzak tutmamalıyız. Ene bir “elif” olarak Otuzuncu Söz’ün Birinci Maksad’ında; atom da bir “nokta” olarak aynı Söz’ün İkinci Maksad’ında ele alınmış, Kur’ân-ı Hakîm’in âyetleriyle kâinâtın tılsımı ve var oluşun gizli sırları her iki bahiste farklı açılardan incelenmiş ve keşfedilmiştir.

Yarın inşallah devam edelim.

Dipnotlar:

1- Şems Sûresi, 91/9. 2- Sözler, S. 496, 118. 3- Sözler, s. 505.

30.01.2010

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Geri



Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Ali Rıza AYDIN

  Atike ÖZER

  Baki ÇİMİÇ

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H. İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Muzaffer KARAHİSAR

  Nejat EREN

  Nurullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin YAŞAR

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu

Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.
Kurumsal Linkler: Risale-i Nur Kongresi - Bediüzzaman Haftası - Risale-i Nur Enstitüsü - Yeni Asya Vakfı - Demokrasi100 - Yeni Asya Gazetesi - YASEM - Bizim Radyo
Sentez Haber - Yeni Asya Neşriyat - Yeni Asya Takvim oktay usta yemek tarifleri Köprü Dergisi - Bizim Aile - Can Kardeş - Genç Yaklaşım - Yeni Asya 40. Yıl