Hakan YALMAN |
|
Kazalar ve ölümler |
Yaşanan her şey, bir kazadır. Yani kader programının icrâ edilmesi ya da şehadet âleminde, bizlerin algılarına hitap eder tarzda ortaya çıkmasıdır. Hiç bir şey tesadüfen, mânâsız şekilde ve gereksiz olarak ortaya çıkmaz. Her yaşanan, bir kelime, bir cümle ya da bir işarettir ve algılayana yönelik mesajlar içerir. Bir zamanların, azamet ve kibriya, hakimiyet ve irade gibi özellikleri yansıtan, insanların çevresine pervane olduğu ve emirlerle işler yürüten valisi, devlet başkanı ve pek çok makam sahibi, bir anda solunum cihazına bağlı, bütün birikimlerinin kayıt yeri ve işletim sistemi olan beyni devre dışı kalmış ve yalnızca kalp çalışarak vücut hücreleri bir bitki misâline dönebiliyor. Artık eline, koluna ve beden azalarına dahi hükmü geçmiyor, kendi ihtiyaçlarını karşılayamıyor, küçük bir bebekten daha aciz bir durumda kalıyor. Ruh, kim bilir nerelerde? Bütün bunlar ve benzeri haller hep şu tanımlamayı hatıra getiriyor: “Yalan Dünya”. Evet, dünya yalan, çünkü hiç bir şeyi kalıcı, istikrarlı, sürekli değil. Bu gün önünüze pek çok nimet seriyor; ertesi gün kat kat fazlasıyla geri alabiliyor. Hiçbir şey kararlı, daimi ve zâtî değil. Gördüğümüz ve görebileceğimiz her şey geçici, fani ve ârızî. Demek ki, varlık âleminde ve mahluklarda gözlenen özellikler onların kendilerine ait değiller. Bir Şems-i Ezelî var ve mahlûklar damlacıklar veya kabarcıklar misâli O’ndaki özellikleri O’na mukabil oldukları süre boyunca yansıtıyorlar, sonra kaybolup gidiyorlar. Varlığın başlangıcından beri sayısız mahluk, dünyanın ömrü boyunca pek çok vali, padişah, büyük insan gelip geçmiş. Sahip oldukları vasıflar ve üstün sıfatlar onlarda durmamış. Demek onlara ait değil. Hayat vazifesi sona ermiş bütün sevdiklerimizi bize sevdiren güzel sıfatları idi. Bir kimliğin arka planında onunla bağlantılı olarak algıladığımız güzellikler o kimliğe ve o bedene sınırlı değil. Öyle ise hayattan terhis olandan yansıyan güzellikler batmadı ve yok olmadı. Çünkü onlar Zat-ı Zülkemal’e, Şems-i Sermed’e ait. O’na yöneldikten ve O’na âyine olduktan sonra çok daha güzel ve kalıcı bir tarzda verilecek. Yaşanan her vefat, hepimiz için büyük ibretler içeriyor. Uğrunda gecemizi gündüzümüze kattığımız dünya, makam, mevki ve paraların son noktada bize hiç bir faydası yok. “Türkiye’nin ona daha çok ihtiyacı vardı”, “Daha pek çok hizmetleri olacaktı” gibi ifadelerin vefat edenin şu anki konumu açısından hiçbir anlamı yok. Öldükten sonra önemli olan Allah için yaptıkları, kullukları ve ibadetleri. Aynı hâl hepimiz için geçerli, yarın sadece kulluk noktasında yaptıklarımızın önem kazandığı benzer bir hâlle yüz yüze gelebiliriz. O yüzden hayatın yoğunluğu içerisinde ve dünya için koştururken bu aklımızın hep bir köşesinde yer almalı. Gerçi her gün yaşananlar bizleri yeterince ikaz ediyor ama her halde duymak istemiyoruz. Mezarlıklardan, kötü haberlerden, hastahanelerden kaçmakla, hatırlamamakla kurtulduğumuzu, rahat edebileceğimizi zannediyoruz. Oysa, bu bir kaçış ve en fazla kabir kapısına kadar sürebilir. Tek çare ölümün yüzüne gülmek ve gerçek mânâsını idrak etmek. Kaçış sadece acıyı artırıyor, hayatı zorlaştırıyor ve sıkıntıları ziyadeleştiriyor. Ölümü de en az hayat kadar iyi tanıyıp anlam veremedikçe bu fani dünyada mutlu olabilmek ve her anında huzurlu yaşayabilmek mümkün gözükmüyor. 26.01.2010 E-Posta: [email protected] |
Nurullah AKAY |
|
Fark ettiğim tehlike |
Her insan ayrı bir âlemdir. Zahiren insanların birbirine benzeyen çok yönleri olmakla birlikte, bilhassa düşünce bazında ve zihnin meşguliyeti açısından hiçbir insan birbirinin aynısı gibi değildir. Zira bir kısım insanların birbirine yakın düşünceleri olmakla birlikte, oldukça fazla birbirinden ayrı düşüncelere sahip oldukları da bir gerçektir. İnsanların kafasından neler geçtiğini sadece her şeyi bilen Allah bilmektedir. Her yönüyle birbirinden oldukça farklı özelliklere sahip olan insanların iyi veya kötü olarak değerlendirilebilen düşünceleri, hareketleri ve alışkanlıkları bulunmaktadır. Çoğunlukla her insan kendisini iyi görmektedir. Ölçü sadece insan iradesi olursa elbette kimse ‘Ayranım ekşidir’ demeyecek ve doğrularda bir mutabakata varmak mümkün olmayacaktır. Ama mahlukatın en güzeli olarak yaratılan insanoğluna, iyi veya kötü olan davranışlar, Kâinat Yaratıcısı olan Allah tarafından peygamberler vasıtasıyla bildirilmiştir. Tarih boyunca insan topluluklarına gönderilen peygamberlerin görevi, insanları yaratışlarına ters olan kötü davranışlardan uzak tutmak ve onları güzelliklerle buluşturmak olmuştur. Madem insanoğluna akıl gibi doğru ve yanlışı birbirinden ayıracak bir âlet verilmiş ve bunun arkasında akla hitap edecek peygamberler ve kitaplar gönderilmiş, elbette insanlar yaptıklarından sorumlu olacaklardır. Bu gerçeği anladığımız zaman imtihanın ne kadar gerekli olduğunu anlayabileceğiz. Çünkü mutlaka iyi insanlar mükâfatlandırılmalı, kötüler de cezalandırılmalıdır. Bu imtihan gerçeğini insanoğlu hayatının her safhasında hatırlamalıdır. Bilmelidir ki, yapılan her hareketi kaydedilmektedir. En küçük iyilikler de, en küçük kötülüklerden de insanlar hesaba çekilecektir. Devamlı bir murakebe altında olduğunu hisseden insan elbette olabildiğince kötülüklerden uzak duracak ve iyiliklerini arttırma gayreti içine girecektir. İyiliklerle anılmak ve kötülüklerden uzak durmak istiyorsak öncelikle zihnimizi gereksiz şeylerden temizlememiz gerekir. Çünkü zihnimize yerleşen bilgilere göre hareket etmek durumunda kalıyoruz. Bundan dolayı, ‘Dervişin fikri neyse zikri de odur’ denilmektedir. Aklımızla hareket ve davranışlarımızı birbirinden ayrı tutmak neredeyse mümkün değildir. Aklımızda başka düşünceler varken bu düşüncelere aykırı bir iş yapmamız başarısız olmamızı netice verecektir. Demek öncelikle zihnimize güzellikleri almamız, aklımızı insanlığımıza yakışır bilgilerle meşgul ettirmemiz gerekir. Bunun için de merakımızı, bize ne dünyada ne de ahirette faydası olmayan meşguliyetlere yönlendirmememiz gerekmektedir. Bunu gerçekleştirebilmemiz için öncelikle okuyacağımız kitaplara, seçeceğimiz arkadaşlara dikkat etmemiz gerekir. Ne kadar kendimizi sağlam görsek de okuyacağımız kitaplardan etkilenmememiz mümkün değildir. Yine ne kadar kendimize güvensek de iyi düşünce ve davranışlara sahip olmayan insanlar mutlaka bizleri güzelliklerimizden ayırmaya çalışacaktır. Bu durumla elbette insanlarla hiç temas etmememiz gerektiğini ifade etmek istemiyorum. Gerek lisan-ı hâlimizle, gerekse lisân-ı kalimizle elimizden geldiği kadar insanlara faydalı olmak çok önemli bir görevimiz olmalıdır. Burada önemli olan etkilemeye çalışırken etkilenmemektir. Bediüzzaman Hazretlerinin “Risâle-i Nur başka eserlere ihtiyaç bırakmıyor” derken ve bizlere “Yüz elimiz de olsa ancak nura kâfî gelir” şeklinde tavsiyelerde bulunurken, zihnimizi ve aklımızı dünyevî, afakî bilgilerle meşgul ettirmememiz gerektiğini bize söylemek istemiştir şüphesiz. Bazen sair kitaplar veya mevkutelerle hemhâl olduğum zaman, zihnimin safiyetinin bozulmaya doğru kaydığını hisseder gibi oluyorum. Belki bana bu satırları yazdıran bu tehlikeyi hissetmiş olmam oldu. Tehlikeyi fark eder gibi olduktan sonra, artık Kur’ân’ı, tefsirlerini (elbette Risâle-i Nur’u) ve Peygamber Efendimizin (asm) hadislerini okumakla zamanlarımı geçirmemin her şeyden daha öncelikli olduğuna karar verdim. Çünkü Rabbimin rızasını kazandırmayacak okumalarla zamanımı geçirecek kadar zaman zengini olmadığımı bir kere daha anlamış bulunmaktayım. 26.01.2010 E-Posta: [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
İnsanlığın imtihanı: Haiti Depremi |
Salih Sütçüoğlu: “Haiti depremini kaderin hükmü, rahmet ve İlâhî adalet açısından değerlendirir misiniz? Ölenlerin ve mağdur olanların ahirette durumu nedir?”
Öncelikle bu büyük felâket nedeniyle Haiti insanına geçmiş olsun der; ölen masumlara rahmet, geride kalanlara sabır, sıhhat ve âfiyet dilerim. Tevhid inancı ve İslâm ahlâkı böyle zor zamanlarda insanın elinden tutar. Çünkü kadere teslimiyet, rıza, sabır, yardımlaşma, hayat kurtarma gibi güzel ahlâk ve çeşitli iyilikler böyle zamanlarda yaşanır. Tevhid inancı ve İslâm ahlâkı insanın elinden ahiret noktasında da tutar. Deprem münasebetiyle vurgulamamız gereken öncelikli husus, Allah’ın zalim olmadığıdır. Allah kullarına zulmetmez. Allah hikmet, adalet ve merhamet sahibidir. Tecellilerinde hem hikmetini, hem adaletini, hem merhametini birlikte gösterir. Hikmetini, adaletini ve rahmetini gösterdiği her olayda aynı anda kullarını da imtihan eder. 1-Önce teslimiyet: Böyle kaderin net biçimde hükmünü icra ettiği ve merhametsizlik gibi görünen tecellilerde insan, önce Allah’a, Allah’ın doğru tecelli sahibi olduğuna teslimiyet göstermekle yükümlüdür. Çünkü hüküm ve emir Allah’tan gelmiştir. Kul Allah’ın hükmüne boyun eğer ve rıza gösterir. Bediüzzaman hazretlerinin ifadesiyle, “kazaya rıza, kadere teslim İslâmiyet’in bir şiarıdır.”1 Nitekim kul Allah’a isyan etmez, rıza gösterir ve tecellilerine teslim olursa “meyl-i sa’ye kuvvet” bulur.2 Yani tedbir almaya, çare aramaya ve çalışıp kurtulmaya kendinde güç ve kuvvet bulur. Ne başlangıçta tedbir almayı ihmal eder, ne de musibet gelip çattığında rızayı elden bırakır. Yani evini barkını muhtemel sarsıntıları hesaplayarak sağlam yapar. 2-Sonra sabır: Kul, başına gelen musibetlerde sabrı elden bırakmaz. Çünkü çok musibetler vardır ki, insanın hiçbir çaresi fayda etmez. İnsanın sabırla karşılaması yapılacak en büyük iş olur. Sabır ise insana Kur’ân’ın ifadesiyle müjdeyi ve Allah’ın yardımını beraberinde getirir. Nitekim Kur’ân, “Allah sabredenlerle beraberdir”3 müjdesini veriyor. Allah’ın beraberliğini getiren sabır gibi bir güzel ahlâk böyle zor zamanlarda yaşanabilirse, insan mutlak şekilde kazanıyor. Kur’ân sabrı bu müjdeyle kucaklarken, bunun hikmetini de şöyle açıklıyor: “Andolsun ki Biz sizi biraz korku ve açlıkla, bir de mallar, canlar ve ürünlerden eksilterek imtihan ederiz. Sabredenleri müjdele.”4 3-Diğer bir güzel ahlâk yardımlaşmadır: Böyle zor zamanlarda insanoğlu bencilliğini, rahatını ve menfaatlerini bir tarafa bırakmalı ve yardımlaşmayı mutlaka başarmalıdır. Yardımlaşma Allah’ın kayıtsız şartsız emridir. İnsan keyfi ve rahatı yerinde olduğunda bencilleşiyor, dünya-perest olup çıkıyor. Oysa kalplerin birleşmesini5 isteyen Allah (cc) “İyilikte yardımlaşın!”6 diye emrediyor. Yardımlaşmaya zor zamanlarda gerçek ihtiyaç hissedilir ve yardımlaşma mânevî bir boyut kazanır. Müslüman olsun olmasın ayırt etmeden böyle bir semavî felâkette insanlar tek yürek olabilmelidir. Bütün teknik imkânlarını seferber edebilmeli, ellerinde ne varsa paylaşabilmelidirler. Özellikle Müslümanlar böyle bir felâkette yardımlaşmak ve paylaşmak için seferber olsalar, hem dinlerinin emrini yerine getirmiş olurlar, hem de güzel dinlerini âleme güzel şekillerle tanıtmış olurlar. İslâm gibi güzel ahlâkı emreden güzel bir dini tanıtmak için bundan daha güzel bir vesile olabilir mi? Kurtarabildiğini kurtarırsın. Öyle ya, “Kim bir insanın hayatını kurtarırsa bütün insanların hayatını kurtarmış gibi olur”7 diyen bizim kitabımız değil mi? Bu güzel emri kulağımızın arkasına atabilir miyiz? Gelelim Haiti depreminde ölenlerin durumuna… Allah’ın merhamet sahibi olduğunda şüphe yoktur. “Musibet-i beşeriyeden biçarelere gelen felâketler, helâketler, sefaletler, açlıklar şiddetle rikkatime dokundu” diyen Bedîüzzaman Hazretleri, “Birden ihtar edildi ki: Böyle musibetlerde kâfir de olsa hakkında bir nevî merhamet ve mükâfat vardır ki, o musibet ona nispeten çok ucuz düşer. Böyle musibet-i semaviye masumlar hakkında bir nevî şehadet hükmüne geçiyor” diye müjde ediyor. Bedîüzzaman bu müjdeyi şöyle açıklıyor: “O musibet-i semaviyeden ve beşerin zalim kısmının cinayetinin neticesi olarak gelen felâketten vefat eden ve perişan olanlar, eğer on beş yaşına kadar olanlar ise, ne dinde olursa olsun şehit hükmündedir. Müslümanlar gibi büyük mükâfat-ı mâneviyeleri, o musibeti hiçe indirir. On beşinden yukarı olanlar, eğer masum ve mazlum ise, mükâfatı büyüktür, belki onu Cehennemden kurtarır.” Bedîüzzaman Hazretleri bu müjdeye istisna koyuyor şüphesiz: “Eğer o felâketi gören zalimler ise ve beşerin perişaniyetini ihzar eden gaddarlar ve kendi menfaati için insan âlemine ateş veren hodgâm, alçak insî şeytanlar ise, tam müstahak ve tam adalet-i Rabbaniyedir.”9
Dipnotlar:
1- Mektubat: 78; 2- Sözler: 665; 3- Bakara Suresi: 153; 4- Bakara Suresi: 155; 5- Al-i İmran Suresi: 103; 6- Maide Suresi: 2; 7- Maide Suresi: 32; 8- Hutbe-i Şamiye: 30; 9- Kastamonu Lahikası: 79 26.01.2010 E-Posta: [email protected] |
Ali FERŞADOĞLU |
|
Niçin ibadet ediyoruz? |
Bizi yokluk karanlıklarından şu aydınlık varlık âlemine çıkaran; en güzel cihazlarla donatan ve sayısız ni’metler veren yüce Rabbimize ibâdetle teşekkür etmek vicdânî bir borçtur. Bunun yanında; cinnî ve insî şeytanların şüphe, dürtü ve vesvese tarzında gelen mesajlarından etkilenmemek için de ibâdet etmek gerekmektedir. İnsan “Allah’ı tanımak ve Ona ibâdet etmek” 1, “Allah’ı tanımak ve yeryüzünü mamur etmek üzere”2 dünyaya gönderilmiştir. İnsanlar ilk yaratılışında ibâdete istidatlı ve takvâya kabiliyetli olarak yaratılmışlardır. Nasıl ki bir insan, bir iş için bir adamı teçhiz ettiği (çeşitli bilgi ve cihazlarla donattığı) zaman, o işin o adamdan yapılmasını ümit eder. Teşbihte hata olmaz, Cenâb-ı Hak, insanlara, kemâl için bir istidat, teklif/imtihan için bir kabiliyet ve bir ihtiyar/hür irâde vermiştir. Bu itibarla, Cenâb-ı Hak, insanlardan o işlerin yapılmasını intizar etmektedir (beklemektedir) denilebilir. Sanki beşere emrediyor: Ey beşer! Yüksek ve alçak bütün ecramı/cirimleri sizin istifadenize tahsis etmekle sizlere bu kadar izaz ve ikramlarda bulunan Cenâb-ı Hakk’a ibadet ediniz ve sizlere yaptığı kerâmete karşı liyakatinizi izhar ediniz!3 Öte yandan; olgunlaşabilmek, yâni gerçek insan özelliğini kazanabilmek için de ibâdet etmeli. Mü’min, ancak ibâdetle nefis ve hevâ, cin ve ins şeytanlarına karşı mücâhede edip günahlardan ve rezîl ahlâktan, kalb ve ruhunu, ebedî felâketten kurtarabilir.4 Eğer, kendisine biçilen rolü oynayamazsa; huzûr bulamaz; vesveselere maruz kalır. Emânete (İlâhî hakikatlere, emirlere) lâyık bir hilâfete liyakat kazanmamız5 ibâdet ve tefekküre bağlıdır. Aksi halde, şeytanın ordusuna iltihak etme gibi bir tehlike ortaya çıkmaktadır. Çünkü, amele/ibâdet ve üretime muvaffak olamayanlar yeise (ümitsizliğe) düşer.6 Ümitsizlik ise şeytanın büyük silâhlarındandır; insanı onunla avlar. Dolayısıyla, insan, “kuvve-i akliye ve kuvve-i gadabiye” gibi ruhun sâir temel ihtiyaçlarını da vasatta tutabilmesi için ibâdet etmeli. Hayatını ibâdetlerle programlarsa, kuvve-i şeheviye de dengelenir. Diğer taraftan Akıl, kalb gibi duygu, duyu, organ ve hattâ hayâlin de vazifesi içinde bir ibâdeti olmalıdır. Gözün ibadeti helâl dairesini temâşa etmek, kulağın güzel sesleri işitmektir. Rûhî tekâmül; bize verilen kalb, sır, ruh, akıl, hattâ hayâl ve sâir kuvvelerin yüzlerini sonsuz hayata çevirerek, her biri kendine lâyık özel bir kulluk vazifesiyle meşgul etmektir. Böylece duygular, şeytânî düşünce ve vesveselerden, meşgalelerden de uzaklaştırılmış olur.7
Dipnotlar:
1-Kur’ân, Zariyat 56, 2-Age, En’am, 156 3-İşârâtü’l-İ’câz, s. 153-154, 4-Sözler, s. 29 5-Age, s. 298 6-Mesnevi-î Nûriye, s. 57 7-Sözler, s. 27 26.01.2010 E-Posta: [email protected] [email protected] |
M. Latif SALİHOĞLU |
|
Saydam ve Ecevit'in ilk Başbakanlığı |
Türkiye'de tanınmış iki siyasî kişiliğin ilk kez başbakan oluşları, ay ve gün itibariyle birbirine denk düştü. Bu politikacılardan biri Dr. Refik Saydam, diğeri ise Bülent Ecevit'tir. İkisinin de kabineyi kurup Başbakan sıfatıyla göreve başlaması 25–26 Ocak günlerine rastlar. Ocak 1939'da ilk kez Başbakan olan Refik Saydam, Cumhurreisi İsmet Paşanın has adamı olup CHP Genel Sekreterliği görevini yürütüyordu. Aciptir ki, Ocak 1974'te ilk kez Başbakanlık makamına gelen Bülent Ecevit de tıpatıp aynı durumda ve aynı konumda görev yaptı. Yani, o da İsmet'in has adamı olup, aynı partinin Genel Sekreterliği görevinde bulundu. Bu iki politikacının Başbakanlığı zamandında, İsmet Paşa açısından iki mühim hal yaşandı. Dr. Saydam zamanında en güçlü konumda olan İsmet İnönü, Ecevit zamanında ise en zayıf bir duruma düştü. Zira, 1972'ye kadar CHP Genel Başkanı olan İnönü, bu sene içinde yapılan kongrede rakibi olan Ecevit'e mağlup düştü ve başkanlık kolduğunu kaybetti. İsmet Paşa, bu duruma düşmeyi kabullenmedi. Yaklaşık elli senedir içinde ve başında yer aldığı CHP'den de, üyesi bulunduğu parlamentodan da ümidini keserek istifa etti. Böylelikle, siyasetteki halefi M. Kemal'le dünyada küs ayrılan M. İsmet, selefi M. Bülent'le de küs olarak gitti. İsmet Paşa, esasında vaktiyle beraber çalışmış olduğu siyasî ve askerî bütün liderlere küs gitti. Bu küskünler listesinin başında 1925'te hükümetini devirdiği ve 1930'da da partisini kapattırdığı Fethi Okyar, 1944'te Genelkurmay Başkanlığından emekliye sevk etmiş olduğu Fevzi Paşa, dünyasını zindana çevirdi Rauf Orbay ile darbecilerin eliyle siyasî hayatını bitirdiği eski rakibi Celal Bayar gibi isimler geliyor.
Saydam doktordu
26 Ocak 1939'da Başbakanlık görevine fiilen başlayan Refik Saydam, asker kökenli bir doktordu. Askerî Tıbbiye mezunuydu. Gülhane'de ve yurt dışında ihtisas yapmış, mesleğinde kendini iyi yetiştirmiş ve büyük tecrübe kazanmış, aynı zamanda siyasetle de irtibatını hiç koparmamış olan çok yönlü bir kişiydi. Dr. Saydam, 1938 yılı Sonbahar'ına gelindiğinde, M. Kemal'in hastalığının ölümcül olduğunu en iyi bilenlerin arasındaydı. Ayrıca, M. Kemal'in çevresinde bulunan, hatta yanı başında görev yapan meslektaşlarıyla sıkı irtibat halindeydi. Olup bitenleri yakından takip ediyordu. Bu arada, yakalandığı siroz hastlığının pençesinden kurtulamayacağını anlayan M. Kemal de, bir vasiyetname hazırlamayı düşünüyordu. Ne var ki, kendisinden sonra yaşanacak muhtemel gelişmeler zihnini kurcalıyor, hele hükümetin başından uzaklaştırdığı İsmet'in durumu onu iyice tedirgin ediyordu. Vasiyetini yazma hazırlığında olan M. Kemal, İsmet'in rahat durmayacağını, kendisinden sonra makamına geçmeye ve ülke yönetimini teslim ettiği siyasileri de rahat bırakmayacağını kuvvetle muhtemel görüyordu. Bu sebeple, iddiaya göre İsmet'in bir şekilde devre dışı edilmesini istiyordu. Vasiyetini de ona göre yazacaktı. Nitekim, vasiyetin 5. maddesinde yer alan şu ifadeler, bu yöndeki iddialara kuvvet veriyor ve adeta senet teşkil ediyor: "İsmet İnönü'nün çocuklarına yüksek tahsillerini ikmal için muhtaç olacakları yardım yapılacaktır." İsmet Paşa, şayet hayatta ve Pembe Köşk'te bir asker ve siyaset emektarı olarak hayatını devam ettiriyor ise, onun çocukları neden "yardıma muhtaç" bir durumda olsunlar ki? Bu konuda ortaya atılan iddiaların özeti şudur: İsmet Paşaya kuyu kazıldığını haber veren ve M. Kemal'in ölümüne kadar bir şekilde gizlenmesi için en büyük çabayı harcayan kişi, Dr. Refik Saydam'dır. Onun bu iyiliğinin karşılığı da, M. Kemal'in ölümünden iki ay iki hafta sonra gelen Başbakanlık makamı olmuştur. İsmet Paşa, 25 Ocak 1939'da istifa etmeye mecbur bıraktığı Celal Bayar'ın yerine, Dr. Refik Saydam'ı adatı. Saydam, ölüm tarihi olan 8 Temmuz 1942'ye kadar bu makamda kaldı.
Ecevit ise şair...
İsmet Paşanın ilk gözdesi olan Refik Saydam dorktordu, son gözdesi olan Ecevit ise şairdi. Şairliği sebebiyle olacak ki, çok duygusal bir politikacıydı. Bazan hırsızları, canileri, hatta komünist anarşistleri dahi affettirecek kadar yufkalaşır; bazan da halkın iradesiyle milletvekili seçilmiş saygıdeğer bir hanımefendiye karşı kükremiş aslan kesilerek, akıl almaz bir husûmet ve huşûnet ateşiyle hareket ederdi. Koalisyon ortağı Necmettin Erbakan'ın desteğiyle "74 Affı"nda anarşistleri hapishanelerden salıverdiren Ecevit, yine aynı Erbakan'ın partisinden 1995'te Meclis'e giren Merve Kavakçı'ya karşı ise, en yasakçı militarizme dahi rahmet okutacak bir yasakçı tavır sergiledi. * * * İlk kez 26 Ocak 1974'te Başbakanlık koltuğuna oturan Bülent Ecevit, yaklaşık kırk yıl (1957'den itibaren) müddetle siyasetin değişik kademelerinde görev yaptığı halde, ortaya övünülecek hiçbir varlık koyamadı. Bugün itibariyle—Kıbrıs gailesi haricinde—ona izafe edilecek bir tek hizmet eseri yoktur. Şayet sırf şair olarak kalsaydı, hani belki iyi bir şair olabilirdi. Ne var ki, bir siyasetçi olarak geride hayırla yâdedilecek herhangi bir eser bırakmadı.
Siyasetin handikapları
Darbe plânı yapanlara vur gitsin; Darbe yapmış olanları ise, bırak gitsin. * * * Kaos plânı döşeyenlerin vay ki, vay haline; Darbe anayasasını dayatanların ise, sakın ola dokunma haline. * * * Darbe isteyenler, erkekçe çıksın ortaya; Darbe yapmış olanlar ise, zaten paşa paşa ortalıkta gezinip duruyor. * * * Darbe yapma emelinde olanlar, mahkeme yoluyla bitirilecek; Darbe yapmış olanlara ise, (Gecici 15. Madde gereğince) dokunulmayacak. * * * Darbecilik geleneği bitti, tarihe karıştı; Darbe gerekçesi olan metinler ise, olduğu gibi duruyor. 26.01.2010 E-Posta: [email protected] |
Hüseyin EREN |
|
Tabibi beklerken… |
Yatağıma yattım, bekliyorum; dünyaya gelmek için beklediğim; emeklemek, yürümek, koşmak, konuşmak için beklediğim gibi… Olacaklar mı beni bekliyor, yoksa ben mi olacaklara gidiyorum… Hemşire iğne vurdu; altı kişilik odada ameliyat için sıramı bekliyorum; eşim ve kalemimle birlikte… Biraz sonra doktor gelecek, son kontrollerden sonra yürüyeceğim—yürütüleceğim—kendimden habersiz, bıçak masasına. Makas, bıçak seslerini duymayacağım, ruhumun derinliklerinde yine ben olacağım… Ruh girmiş ki bir defa beden evine, bir gün ayrılsa da; geldiği yere; ölümsüzlük ülkesine geri dönecek… Bekliyorum, beklemeyi bekliyorum, biraz baygın, biraz belirsiz… ‘Bekle beni ölüm’ diyecek kadar cesur ve aceleci değilim; hayatta anlayacak ve o anlam üzere yapacağım, yapmak istediğim çok şey var. Hastane penceresinden uzak ufuklara bakıyorum belli belirsiz; tansiyonum düşük çıktı. Hayatın ritmi hiç sabit değil ki; bazen sevinç, bazen kader, bazen sağlık, bazen hastalık, illâ da değişim, illâ değişim… İki de bir gözüm odaya girenlerde; ‘hadi’ demelerini bekliyorum. Bir gün bir melek gelip en değerli şeyimiz ruhumuzu alıp gitmesi gibi bir bekleyiş. Ölümü beklemek boş boş durup hiçbir şey yapmamak değil, mademki ömür her “an” azalıyor öyleyse hayat adına çok iyi şeyler yaparak beklemek. Kalemim yanımda; beklerken onunla birlikte şahit oluyoruz yaşananlara. Hasta bakıcılar yatakları temizliyor, pencereyi açtılar, dışarıdan klakson sesi, şehrin uzak uğultusu geliyor, refakatçiler hastalarıyla ilgileniyor. Bekliyorum; kelâm etmeden, kalemle konuşarak. Hakikatin hayatıma konuşmasını bekliyorum. Az önce doktorum geldi.— Op. Dr. Hakan Çamlıkıyı—hâlimi hatırımı sordu. Hayat hakikatini, hakikat hayatını bilen doktor da gelse, hâlimi görse ve bana tedavi edici ilâç verse… Bekliyorum… O sevgili tabip, bekletme gel ve tut elimden; bırakmamacasına, terk etmemecesine… Sonsuzluk ülküsünde yaşayıncaya, sonsuzluk ülkesine katılıncaya dek. Doktorum hâlâ gelmedi; pencereye güvercin kondu; umut taşıyarak, ümit bırakarak. Umudumu yitirmedim; maddede ve mânâda iyileşeceğime; iyileşeceğimize dair… Teşhis, tedavi, ameliyat ve sonrasında sevgi ve samimiyetimi üzerimden eksik etmeyen, enerjisiyle bana moral veren doktorum Hakan Çamlıkıyı ve ekibine sonsuz teşekkürlerimi iletirim… Hastalık hakikatiyle hayata farklı hikmet pencereler açan Şafi-i Hakîkî, Rahman ü Rahîm’e dertler ve devalar adedince hamdü senalar olsun… Bizzat gelen, telefon eden, gıyabımda duâ eden, gazete ilânı veren bütün dost ve arkadaşlarıma teşekkürlerimi iletirken, af ve âfiyette, iman sağlığında uzun ömürler, sevdikleriyle sonsuz saadetler diliyorum. 26.01.2010 E-Posta: [email protected] |
Şükrü BULUT |
|
Turuncunun aslı kızıldı |
Turuncu, yalnızca bir yansımasıydı kızılın. Kızılı tanımayanlar bu ismi bulmuşlardı. Azıcık ötelere yürüyebilse ve dağların ufuklarına bakabilselerdi, göreceklerdi kızılı... Akşama meyletmiş güneşin kızılından bahsetmiyoruz. Onun bağ ve bahçelerdeki turuncu yansımalarından da. İnsanlığın ahirzaman tarihindeki kan, yoksulluk, kaos ve feryatlarla kızıla boyayan bir cereyanı sizinle konuşmak istiyoruz. Cihanşümul bir kızıl cereyanı... Hakikat güneşi ara sıra bulutların arkasına düşünce, bize yanlışça gösterilen renklerin asıl mahiyetini sizlerle paylaşmak istiyoruz.
KIZILIN MÂNÂSI Turuncunun aslı kızıldı. Fakat insanlık kızıldan çok çektiğinden ne duymak ve ne de görmek istiyordu. Kızılı bayraklaştıranların sicili cinayetlerle doluydu. Âdem babamızdan günümüze cereyan eden harplerdeki tüm kayıplara denk bir bedel ödemişti insanlığımız kızıla. Kızıl denilince dünyanın dört bir yanını tutmuş ihtilâl sadâları, intikam çığlıkları, feryat ve figanlar, insan iskeletlerinden dağcıklar ve insanlığın gericilik, bedevîlik ve vahşetinin en dehşetli derin derecesi hatıra geldiğinden, “yeni kızılcıklar” kendilerine “turuncu” namını taktılar. İnsan nisyandan geldiğinden, tarihin tekerrürünü çoğunlukla fark edemiyor. Temel inanç, metod ve üsluplarında kızılı aynen seslendirdikleri halde, nasıl anlaşılmadılar turuncular. Fikren yüz sene önceki Kuzey Avrupa kızıllarını harfiyen takip ediyorlardı. Dinsizliği, ahlâksızlığı, aile düşmanlığını, kaos ve çatışmayı her çeşit tonlarıyla kullandıkları halde, dünya kamuoyuna hürriyetçi, şeffaf, hatta hayırsever görünebilmişlerdi. Bunu nasıl ve hangi araçlarla başarmışlardı; önemli, uzun ve bir başka boyut. Biz burada, turuncuların batmakta olan “devrim güneşlerinin” arka planlarına bakmaya çalışacağız.
SOROS YALNIZCA BİR TEMSİLCİYDİ... Toplumumuzdaki zihin tutulması “sosyal gafletle” de izah edilebilir mi? Bolşeviklerin girişimiyle kurulan müstebit Sovyetler Birliği komünizmin kendisi miydi? Komita diktatörlüğün eseri olan bu imparatorluk dağılınca komünizm bitmiş mi oluyordu? Halbuki Lenin’den yüz sene önce başlamıştı bolşevizm veya komünizm. Troçki, Amerika’dan gönderilmiş bir Yahudi çocuğuydu. Leo Troçki’nin kızıl ordusunun hâkim olduğu coğrafya parçalanınca, materyalizmi din edinen, insanlığın tüm mirasına itiraz edip bozgunculuk yapanlar kılık değiştirerek yola devam ettiler. Türkiye’deki mizansen sağ-sol çatışmalarını 12 Eylül’cü generaller bir gecede bitirince, solculukla birlikte inançsızlık ve ahlâksızlık da mı tarihe karışmıştı? Müşahhas sorularla uzayıp gidebilecek bunca zihnî yanılmaya nasıl kurban edildiğimizi sesli düşünerek, zihnî tutulmanın yönünü merak ediyoruz. Turuncu flamaların altındaki kızıldan George Soros bizi haberdar etmişti. Rothschild ailesinin Amerika’dan Moskova’ya gönderdiği Troçki üslûbunda değildi Soros. Yumuşak ve hayırsever görünüyordu. Karl Popper’a özeniyor, açık toplum ve hürriyetlerden bahsediyordu. Dünyanın dört bir yanındaki sivil hareketlere para dağıtıyordu. (Acaba Ekim Devrimi öncesinde Troçki de rüşvet dağıtmış mıydı?) Efkâr-ı ammeye hâkim olma isteğiyle, üniversite ve sosyal kuruluşlara kamuoyu yoklamaları yaptırıp, nehirleri kendi istikametine akıtmak istiyordu. Sovyetler bakiyesindeki ülkelerde, yapay diktatörlere karşı halkın yanında görünüyordu. Kırgızistan’da ve Ukrayna’da halkı organize ederek sokağa salıyordu. Yalnızca Sovyetler’den kalma diktatör fosillerine değil, Kemalist komita diktatörlerine de kafa tutuyordu. Modern komünizm ve bolşevizmin donanımlı bu temsilcisi veya temsilcileri Kemalizmin de miadını doldurduğunu gördüklerinden, belki de Rothschild’in büyük paralarıyla Anadolu’da “kendilerine açık” bir toplum inşa etmeye çalışıyordu. Bu hedef istikametinde çalışırken, garip bir şekilde sık sık Kemalist direnişçilerle karşı karşıya kalıyordu. Müstehcen neşriyatı teşvik, aileye düşmanlık, mezhep ve ırk çatışmalarını tahrik, kaos ve din karşıtlığıyla Kemalistleri hayretten hayrete düşürüyordu. Zevkleri, nefretleri, karşıtlıkları ve dinsizlikleri bu denli örtüşmesine rağmen, turuncuların Kemalist düşmanlığını bir türlü anlayamıyorlardı. Eski Marksist yazarların kalemleri mızrak kesilmişti. Bütün bunları neoliberaller finanse ediyordu. Daha doğrusu Sovyet bakiyesi diktatörlerin akıbetini Kemalistler yaşarken, Soros ve ekibi elini çabuk tutmaya çalışıyordu. Kemalizm rafa kalkarken Türkiye’nin her yanı turuncudan kızıla renklenmeli, dinsizlik ve sefahat liberalizmin kucağında bu ülkeye gelmeliydi. Ergenekonculuk oyunu da bu hakikate dayanıyor. Kemalizm sonrasının inşası için anlaşmaya çalışıyorlar. Türkiye ne Balkanlar’a benziyor, ne de Kafkaslar’a. Stratejik önemini “yeni kızıllar” bizden daha iyi bildiklerinden, ülkenin her yanını “istikrarsızlaştırmaya” çalışıyorlar. Son olarak Ukrayna tokadını yiyen turuncuların acelesi var. Kemalistler üniversite, yargı, bürokrasi ve siyasetteki yerlerini terk etmeden nöbet değişimine çalışıyorlar. Turuncunun gittikçe kızıllaştığını hepimiz biliyoruz. Renk ve ses tonlarındaki şu küçük farklılık şayet bizi “zihnî tutulmaya” götürecekse, vay halimize. Bundan bir asır önceki kızılın hücumunu püskürten Nurlar inşaallah bunları da püskürtecek. Önemli olan ahaliyi iğfalden kurtarmak değil mi? Kızılların hücum yollarını herşeyden önce kapatmak, zaferin ilk adımı olsa gerek. 26.01.2010 E-Posta: [email protected] |
Muzaffer KARAHİSAR |
|
Bolvadin seyahatinden kalanlar |
17 Ocak 2010, arkadaşlarla Bolvadin’e gitmek için buluştuk. Sabahın erken saatlerinde yağmurlu bir havada yolculuğumuz başladı. Aynı düşünceleri, aynı ideali taşıyan insanlar bir araya geldiklerinde, insanların yüzünden neşe, sürûr, huzur hemen fark ediliyor. Bu seyahat, Peygamber Efendimizin, “Sıhhat bulmak için” insanlara tavsiye ettiği, Allah’ın rızasına ve sünnet-i seniyyeye uygun olmasını temenni, niyaz ve niyet ettiğimiz bir yolculuk. Yolculukta sohbetler, muhabbet, tefekkür olur. Bir ara böyle seyahat ve ziyaretlere katılan, ehl-i hizmet, ihlaslı çalışmalara devam ederken vefat etmiş olan merhum Çetin Aktaş kardeşimizin ismi geçince, sonradan aramıza katılan ve Çetin Beyi bilmeyen birisi; “Çetin Bey kimdir?” diye sordu. Yanımda oturan Ersan Bey’e dönerek, “Bir zaman gelecek ve ‘Muzaffer kimdi?’ diye soracaklar. Yeni insanlar, yeni simalar, yeni hizmet erleri bu ziyaretleri üstlenecekler… Bizler de kabrimizde, onların bizlere gönderecekleri yaptıkları hizmetlerden, ibadetlerden, zikirlerden, tefekkürlerden, dualardan kazandıkları sevaplardan ‘iştirak-ı âmel-i uhreviye’ (Ahiret hizmetlerindeki ortaklık) sırrıyla bizlere de hisseler gelecek inşallah” diye ümit, temenni ve dua ettik. Yolculuk sohbet ve muhabbetle devam ederken herkes hayatta gördüğü, duyduğu farklı olayları anlatmaya başladılar. Bunların içersinde çok ibretli ve farklı olanı Abdurrahman Göktaş Ağabey’in anlattığı yaşanmış bir olaydı: Bu olayı bizzat yaşayan kişi Abdurrahman Ağabeyin babasının çok yakın ve samimi dostu olduğu için başından geçeni kendisi anlatmış. “Adıyaman’ın Samsat ilçesinin Uzuntepe (Selik) köyünde Ramazan Yıldırım ismindeki bir vatandaşın beş-altı yaşlarında, annesi ölmüş, öksüz bir çocuğu varmış. Bu çocuk oynarken başının üstüne kuyuya düşmüş. Çocuğu kurtarıp, çıkarmışlar ve Adıyaman Devlet Hastanesine yetiştirmişler. Çocuğun başı yarılıp, beyni hasar gördüğü için acilen Ankara’ya sevk edilmiş. Ancak çocuğun babası çok yoksul ve muhtaç bir insan olduğu için, Ankara’ya götürmesi mümkün değildir. Köyde herkes seferber olmuş, aralarında para toplayıp, tedarik edip çocuğun babasını Ankara’ya gitmek üzere yola çıkarmışlar. Ömründe ilk defa Ankara’ya giden Ramazan Bey şaşkın, ürkek ve çekingen, tahsili olmayan bir insandır. Çocuğunu kucağına almış ve sevk edilen hastanenin yoluna düşer. Hastaneye güç-belâ varmış ve çocuğunu muayene ettirmiş, o hastane de başka bir hastaneye sevk edince Ramazan Efendi iyiden iyiye şaşkınlaşmış. Onun durumunu sezen birisi ona yakınlık göstermiş, yardımcı olabileceğini, kendisinin de aynı hastaneye gideceğini söylemiş. Birlikte taksiye binmişler, samimiyet, sohbet, muhabbet iyice artmış. O kişi Ramazan Beye, bu yerlerin tekin olmadığını, kendisine başkasının yaklaşıp da şöyle cebine elini uzatırsa, dikkatli ol, diyor. Bir taraftan da uygulamalı o hareketi tarif edip göstermiş. O şahıs, yolda ‘Ben inmem lazım’ diyerek inmiş. Hastaneye varınca taksiciye para vermek için cebindeki cüzdana el attığında bakar ki cebi bomboş. Kucağında hasta ve öksüz çocukla kalakalan Ramazan Bey’in dünyası yıkılır, üzülür ve ne yapacağını bilemez. Bir süre düşünür ve ümit dünyası, belki o şahsı indiği yerlerde arayayım, bulmaya çalışayım, başka da şansım yok, diye kucağındaki çocukla geldiği istikamete doğru yaya yürümeye, koşmaya başlar. Gerçekten de aradığı şahsı uzaktan görür, kaçırmamak için gözlerini üzerinden hiç ayırmadan, hemen yanına koşarak gider. O şahıs elinde cüzdanla heykel gibi, hareketsiz, donmuş, durmuş ve öylece kala kalmış. Ramazan Bey hızlıca varıp hareketsiz duran şahsın elindeki cüzdanı çekerek almış! Daha sonra şoktan kurtulan o şahıs hızlıca, kaçarak oradan uzaklaşmış. Böylece masum, öksüz ve hasta bir çocuğun tedavisi için temin edilen para, tekrar sahibine geri dönmüş. Bu olay Ramazan Beyin köyünde ve çevre köylerde dilden dile anlatılarak meşhur olmuş. Köyde, şehirde nerede olursa olsun Ramazan beyi gören herkes o olayı sorup başından geçenleri anlattırmış.” Bolvadin’e vardığımızda bizi muhabbetle karşıladılar. Bolvadin’de iman, Kur’ân hizmeti ile ilgili sohbetler oldu. Bolvadin’de Üstad’a “Bediüzzaman Dede” diye, yoluna koşuşan, elini öpen çocukların hatıralarını çok okuduk. O çocuklar şimdi kendileri, “dede” olmuş durumdalar. O sohbet esnasında Üstadı gören ve elini öpen kişilerin sayısının çok olduğunu oradaki herkes bahsetti. Mehmet Ünlü Ağabey de bu bahtiyarlardan biri. O Üstadı gören birçok insanı tanıdığı gibi, hatıralarını da biliyor. Onlardan birisi çocukken Üstad’ın arabasını görünce koşmuş, açık olan arabanın camından kendini içeri atmış ve üstadın elini öpmüş. Bu duruma oradaki ağabeyler kızmak isteseler de Üstad onların kızmalarına müsaade etmemiş. Yine bir gün insanlar, Bolvadin’de şehir merkezinde Çarşı Camii yanında Üstadın etrafını çevirmiş, tazimle onun elini öperlerken bir terzi çırağı sırada iken en arkada kalmış ve öylece beklemiş. Kendisinde guslü icap ettiren bir durumu olduğu için tereddüt etmiş ve el öpmeye gelmemiş. Üstad onu yanına çağırmış ve elini öpmesine izin vermiş ve kulağına “Kardeşim Müslüman kirli olmaz” demiş. Üstad Emirdağ tarafından gelirken yol boyunca çapa yapan her tarladaki tüm kadınlar yola koşarak, uzaktan ondan dua isterlermiş. Uzaktaki bir tarlanın yanında durdurulan Üstadın arabasını fark eden komşu tarladaki çapa yapan kadınlar da üstadı görmek, selam vermek ve dua istemek üzere yola koşuşurlarmış. Bolvadin halkında Bediüzzaman sevgisi, saygısı, hürmet ve coşkusu hâlâ eksilmeden devam ediyor. Geçtiğimiz sonbaharda, 10 Ekim günü Üstadın talebelerinden Hacı Hafız Mehmet Taktak vefat etmişti. Bolvadin Merkez Çarşı Camii’nde kıldığımız cenaze namazına Üstadın talebelerinden Mustafa Sungur ve Mehmet Fırıncı Ağabeyler ve hizmet ehli birçok insan katılmıştı. Ondört yaşında Üstadı ziyaret edip, duasını alan Hacı Hafız Mehmet Taktak Ağabey, 77 yaşına kadar iman Kur’ân hizmetinde sadakatle, sebatla devam etmiştir. Kabirde cenazenin defin esnasında Kur’ân-ı Kerim okunurken üstümüzde bir yığın martıya benzeyen kuşlar belirdi ve tavaf eder gibi süzülerek gökyüzünde, kabrin üstünde dönmeye başladılar. Bu durumu orada bulunan herkes gördü. Dost tv kameramanı da o kalabalık kuşları ve dönüşlerini görüp çekmeye başladı. Herkesin nazarı oraya doğru yönelince o kuşlar da kabrin üzerinden kıble istikametine doğru yavaşça uzaklaştılar ve gözden kayboldular. Hayatın seyri içersinde insanlar çok şeyleri görüp geçiriyor. Her hadisede alabileceğimiz ibretler ve dersler vardır. Kâinatta hiçbir şey tesadüfen ve rastgele olmamıştır. En büyükten en küçüğüne kadar her şeyde Kudret ve Kuvvet Sahibi Allah’ın takdirini, tasarrufunu unutmamak gerekiyor. Bir günlük Bolvadin gezimizde; tatlı dilli güler yüzlü ve misafirperver olan Bolvadinlilerin gönlümüze serpilen manevi ziyafetlerini alarak ve önümüze serilen envaî çeşit maddî ikramlarını tadarak, vedalaşıp ayrıldığımızda vakit hayli ilerlemiş, sağanak halde yağan yağmur devam ediyordu. 26.01.2010 E-Posta: [email protected] |
Cevher İLHAN |
|
"Referandum"la siyasî rant |
Türkiye, en son “Balyoz harekâtı”yla darbe ortamını oluşturma ifşaatlarıyla çalkanırken, iktidar, “durumdan vazife çıkarıp” demokratikleşmeyi siyasî ranta dönüştürme peşinde. Başbakan Erdoğan, halka karşı darbelere, darbecilere meydan okuyor; veryansın ediyor, “yağma yok” diyor; lâkin “yeni demokratik anayasa”yı “teğet” geçiyor. İşin ilginç tarafı, bir tek 2003-2007 arası “başarısız” darbe teşebbüsleri gündemde, bunun dışında “başarılan”, dayatılan darbeler hakkında ciddî bir soruşturma yok… Diğer taraftan Türkiye’nin yakın siyasî tarihiyle yüzleşmesi, darbelerle hesaplaşması adına büyük iddia ve ümitlerle açılan “Ergenekon soruşturması”nda garip bir biçimde peşpeşe tahliyeler devam ediyor… Bu arada “Arınç suikastı” zanlıları serbest bırakılıyor. Büyük bir gürültüyle “kozmik oda”daki araştırma sessiz sedâsız bitiyor. Mahkemeden önce Genelkurmay basın sözcüsü, “suç teşkil edecek bir delile rastlanmadığını” belirtiyor. En çarpıcısı da iktidarın AB’nin de öncelikle önerdiği Anayasa’nın 145. maddesini değiştirmek yerine gece yarısı apar-topar çıkardığı askerlerin sivil yargıda yargılanmasına dair yasa değişikliği, Anayasa Mahkemesi’nde oybirliğiyle iptal ediliyor… Ve bütün bunlara, “sivil diktatorya ve diğer diktalar, mafya ve çeteler bizimle son buldu” diye kerâmeti kendinden menkul “iktidarın sivilleşme mücadelesi”ni öven Başbakan ve “sivil siyaset”, muhtevalı bir “demokratikleşme paketi” hazırlamıyor...
“MİNİ PAKET”TE GÖZBOYAMA DEMOKRATİKLEŞME! Başbakan ve iktidar partisi temsilcileri, her fırsatta demokratikleşmeden dem vuruyor. AB’den sorumlu Başmüzâkereci Bakan, başta “yeni anayasa” olmak üzere Ankara’nın AB kriterlerini yerine getireceğini söylüyor. Hükûmet sözcüsü Başbakan Yardımcısı, “Anayasa değişikliği oksijen gibi ihtiyaç haline geldi” diye konuşuyor. Ne var ki iktidarda böyle bir irâdenin olmadığı her haliyle ortaya çıkıyor. “Bu Meclis’le yeni anayasa mümkün değil” kırılmasının ardından, Meclis Anayasa Komisyonu Başkanı, iktidar partisi sözcüleri, “yeni anayasa”dan vazgeçildiğini” ve birkaç maddelik “mini paket”le iktifa edilceğini peşinen ikrar ediyorlar. Böylece, “yeni anayasa”, yargı reformu ve siyasetin demokratikleşmesi başta olmak üzere, vaadedilen düzenlemeler, yarım yamalak yüzüstü bırakılıyor. Mesela Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun siyasî ve antidemokratik etkilerden uzak AB’nin hukukun üstünlüğü ve yargı bağımsızlığı statüsüne kavuşturulması yerine bir başka biçimde “siyasî vesâyet” altına alıcı kısıtlı değişiklikler öngörüyor… Yine siyasî sistemin düzeltilmesi, siyasî partiler ve seçim kanunun demokratik standartlara ulaştırılması yerine, bir tek “100 Türkiye milletvekilliği”yle yetiniliyor. Ne askerlere “Cumhuriyeti koruma ve kollama görevini” veren TSK İç Hizmet Kanunu’nun 35. maddesinin kaldırılması. Ne 12 Eylül darbelerini ve darbecilerini koruyup kollayan “12 Eylül Anayasası”nın 28 yıldır yürürlükteki “geçici 15. maddesi”nin ayıklanması. Ne 28 Şubat sürecinde “irtica ile mücadele konsepti”yle dindarlığı “iç tehdit ve düşman” gören, yüzbinlerce vatandaşın sırf düşüncelerinden dolayı mağduriyetine sebebiyet veren ve AKP iktidarında (2005’te) güncellenen “Millî Güvenlik Siyaset Belgesi”nin iptali. Ne yine bu dönemde Genelkurmay’la İçişleri Bakanlığı arasında yenilenen 28 Şubat “postmodern darbe”den kalma vatandaşları fişleyip demokrasinin başında hâlâ bir “balyoz gibi” duran “EMASYA protokolü”nden vazgeçilmesi. Ne yüzlerce subay ve astsubayı mesleklerinden yargısız, sorgusuz-sualsiz ihrâç eden YAŞ kararlarının, bütün demokratik ülkelerde olduğu gibi yargı denetimine tabi tutulması. Ne binlerce öğrenciyi hak kazandıkları okullarından eden yasadışı başörtüsü yasağına karşı demokratik eğitimin temini. Ne inanç ve ifâde özgürlüğünün sağlanması…
POLEMİKLERLE POLİTİK PLÂN… Kısacası, yedi yıl geçti; demokratikleşmeye dair temel hukukî ve yasal altyapı hazırlanmadı. Darbe ve demokrasi dışı ara dönemlerin tortuları temizlenmedi. DP Genel Başkanı’nın tesbitiyle, “tenekeye dönüşen 82 anayasası”nı düzeltmesi hep bir başka bahara bırakılıyor. Gelinen noktada AKP siyasî iktidarı, derde deva olmayan içi boş yetersiz “mini paketler”le geçiştirmeyi deniyor. Siyasî atışmalarla kamuoyunu oyalıyor. Amaç, BDP’nin desteğiyle 260 dolayında oyla geçecek “yama tasarılar”ı referanduma sunup, gerginlikler ve polemikler arenasında toplumu kamplaşma ve kutuplaşmayla “AKP” ve “karşıtları” ayrışmasına tabi tutmak. “Yeni anayasa” için seçim sonrasını vaad etmek… Ve referandum sürecindeki hayhuyda konjonktüre göre öne alınan bir seçimle bir dönem daha iktidar koltuğunda kalmak. “Mağduriyet” edebiyatıyla ve yine “yapmak istedik ama yaptırmadılar” söylemine sığınarak seçmenden oy devşirmek… AKP’nin “anayasa için referandum” sloganıyla yaptığı politik plânı bu. Peki bu “plân”ın demokratikleşmeye ve ülkeye ne faydası olacak… 26.01.2010 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
Uzlaşma tuzağı |
Türkiye’yi idare edenler “Her konuda işler yolunda” dese de bazı işlerin yolunda gitmediği belli. Sebeplere bakıldığında işlerin yolunda olması gerekir, ama bir noktada ‘terslik’ olduğu anlaşılıyor. ‘Tek başına iş başına’ gelen hükümet, ikinci iktidar devresini sürdürüyor. Muhalefet partilerinin ‘erken seçim’ çağrılarına itiraz eden Başbakan, “Ne seçimi? Seçimler zamanında yapılacak” diyor. Siyasette “bir gün” bile uzundur, ama bugün itibarıyla bakıldığında erken seçim isteyenlerin menfaatine olabilecek bir durum görünmüyor. Her ne kadar seçim atmosferi olmasa da, muhalefet partilerinden güçlü bir demokrasi ve şeffaflık çağrısı duyulmaması onlar adına bir eksiklik. Fiilî darbeler ve onları aratmayan darbe planları sonrasında bu planlara itiraz eden, alternatifler ortaya koyan ya da kanun dışı yollar arayanlara hesap sorulmasını isteyen bir muhalefet sesi duyulmadı. Oysa Türkiye’nin hür ve demokrat olması hepimizin menfaatinedir. Bütün siyasî partilerin hür ve demokrat olma yolunda birbirleriyle yarışması günümüz şartlarının gereğidir. Çünkü seçim sandıkları kurulduğunda “Ben daha hür, daha demokrat ve daha zengin bir ülke vaad ediyorum” diyen kazanır ve kazanmalıdır. İktidar partisi “Biz elimizden geleni yaptık, ama muhalefet bize destek olmadı” anlamına gelecek şekilde serzenişte bulunuyor. İktidarın attığı her adımda muhalefetten destek beklerse doğru olmaz. Elbette muhalefetin iktidara ‘temel konular’da destek olması iktidarı sevindirir, ama attığı her adımına muhalefet desteği beklemek eşyanın tabiatına aykırıdır. Daha da önemlisi ‘tek başına iktidar’da olan hükümetin ‘elinden gelen her şeyi yaptığı’ tartışmalıdır. Tek başına yapması mümkün olan pek çok şeyi “uzlaşma arayışı” bahanesininin arkasına sığınarak ertelediği bellidir. En çarpıcı örnek yeni ve sivil bir anayasa yapılması yönünde atılan adımlardır. AKP’nin iktidara geldiği ilk günlerden beri seslendirdiği “yeni ve sivil bir anayasa yapma” çalışmaları hep ‘uzlaşma bahane’sine tosladı. Üstelik uzlaşılmak istenen parti, yıllarca ‘Tek parti’ anlayışıyla millete eza ve cefa çektiren bir parti. Bu partinin son yıllarda sergilediği tavır, ihtilâlcilerin tavrıyla eşdeğer. Dolayısı ile mevcut anamuhalefet partisiyle uzlaşmaya çalışmak, darbecilerle ya da ihtilâlcilerle uzlaşmaya çalışmaya eşdeğer. Onlarla yapılacak bir uzlaşma sonucu hazırlanan anayasanın yeni olması belki mümkün, ama ‘sivil anlayış’ı temsil etmesi mümkün değil. İktidar partisinin bir yanlışı, kendisini savunmak uğruna, doğruları savunmayı ihmal etmesi. Başbakan, dün düzenlenen “Uluslararası Demokrasi Sempozyumu”nda yaptığı konuşmada partilerine yöneltilen eleştirileri cevaplandırırken, “Biz iktidara geldik de ne değişti? Kimin hayatında bir değişme oldu ki? Rahatça içkilerinizi içiyorsunuz, sizi kimse engellemiyor. Belediye başkanlığı dönemimde de ‘otobüsleri harem-selamlık olarak ayıracaklar’ demişlerdi. Ayırdık mı?” anlamına gelecek sözler söyledi. İyi de, kendi partinizi savunmak uğruna “gerçekleri ve doğru”ları savunmaktan niçin vazgeçersiniz? Dünyanın başka ülkelerinde ve üstelik dinî hassasiyet gereği olmadığı halde otobüs ya da trenlerde “harem-selamlık” uygulaması yok mu? Var. O halde Türkiye’de de böyle bir talep varsa niçin bu talep yerine getirilmesin? “Bazıları istemez” diye gerçekleri inkâr mı edelim? Bazıları istemiyor diye ezân-ı Muhammedî’yi aslıyla okumayalım mı? Bazıları istemiyor diye Kur’ân okunması ve eğitimi sona mı ersin? Bazıları istemiyor diye başörtüler çıkarılsın mı? Her zaman yanlışların yapılmasını isteyenler de olacak. Ama bize düzen her hal ve şartta doğruları savunmak, doğru adım atmak ve Hakk’a sığınmak. Uzlaşma bahanesiyle gerçeklerden vazgeçemeyiz vesselam. 26.01.2010 E-Posta: [email protected] |
H. İbrahim CAN |
|
Dikkat FBI telefonunuzu dinliyor |
Türkiye usulsüz telefon dinlemelerinden çok çekti. Yıllar boyu kimin kimin telefonlarını neden ve hangi yetkiyle dinlediği bilinemedi. ABD Adalet Bakanlığı Genel Müfettişliğinin yayınladığı son rapora göre Amerika’da da durum farklı değil. 11 Eylül 2001 saldırıları sonrası doğan panik havası, terör paranoyası, tüm dünyaya şimdiki domuz gribinden daha hızlı yayıldı. ABD Afganistan ve Irak’ta savaş yürütürken kendi ülkesinde de Vatansever Yasası çıkardı. Amerikan federal polisi olan FBI’a terör suçları için telefon dinleme yetkisi verildi. Ancak şimdi yayınlanan rapora göre FBI bu işi çığrından çıkardı ve 3500 kişinin telefonlarını yasadışı olarak dinledi. Dinlenenler arasında Washington Post ve New York Times muhabirleri de var. Bu dinlemeleri yapmak için üç telefon şirketinin FBI içinde birer şubesini oluşturmuşlar. Bu şirket görevlileri FBI görevlisi gibi, gelen her türlü talebe –e-posta ile yapılsa bile- cevap vermişler. Hatta “acil durum var şu telefon numarasını dinlemeye alın ve kayıtlarını verin” diyen görevlinin talebini bile yazılı emir aramaksızın karşılamışlar. Halbuki bu yapılanlar tamamen yasaya aykırı. ABD’deki Elektronik Haberleşmenin Gizliliği Yasası haberleşmenin gizliliği tek istisna tanıyor: “uluslar arası terörizme karşı yasal bir soruşturma yada gizli bir istihbarat faaliyeti” nedeniyle yetkili makamın onay vermesi hali. Bir FBI ajanı telefon dinleme kolaylığını “sanki oturma odanızda bin bankamatik olması gibi” diye tanımlıyor; “bir talimat yazıyorsunuz bilgi anında geliyor”. FBI ise bu yaptıklarının gelecek terör saldırısı tehdidini savuşturmak için yapıldığını savunarak, gazetelerden özür diledi. Adalet Bakanlığı raporundan sonra sorumluların cezalandırılıp cezalandırılmayacağını, telefonları dinlenenlerin neler yapacağını zamanla göreceğiz. Ancak bu olay teknolojik gelişmelerin insanların özel hayatını gizlenemez hale getirdiğinin açık bir göstergesi. Gücü ve imkânları ellerinde bulunduranlar yasal olup olmadığına bakmaksızın, bu gücü insanların özel yaşamlarına müdahale pahasına kullanıyorlar. Ülkemizde yasadışı telefon dinlemeleri konusundaki bunca tepkilere ve yasal düzenleme çabalarına rağmen, halen yüzbinlerce kimsenin telefonunun dinlendiği söyleniyor. Bazen de çok genel bir mahkeme kararıyla bu dinlemeler yapılıyor. Elbette bir örgütlü suç ve terör suçu soruşturması yapılıyorsa veya ulusal güvenlik sözkonusuysa telefonlar dinlenebilir; ama ancak yasal izin alındıktan sonra. Bu arada kilometrelerce öteden ortam dinlemesi ve görüntülemesine imkân veren araçların üretimi ve satışının mutlaka sıkı kontrol altında tutulması, özel şahısların şantaj yada başka amaçlarla bu tür izlemeleri yapmasının önüne geçilmesi gerekir. Yoksa BBG evine döndürülen özel yaşamların bedelini masum insanlar ödeyecektir. İzlediğim bir TV dizisinde bakan müsteşarına soruyordu: “-Müsteşar bey tüm telefon görüşmelerini dinliyormuşuz öyle mi?” “-Hayır efendim. Yalnızca bazı sözcükler geçen görüşmeleri dinliyoruz.” “-Ne tür sözcükler bunlar?” “-Mesela ‘Alo’ gibi…” İnsanların özel hayatının gizliliğinin kutsal olduğu ve bu gizliliği korumanın devletin görevi olduğu bilincinin kısa sürede yerleşmesi dileğiyle. 26.01.2010 E-Posta: [email protected] |
Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
“Sivil dikta”nın arkaplanı |
Hükümetin demokratik açılım adı altında gündeme getirip Meclise sevk ettiği ilk düzenleme olan Kamu Düzeni ve Güvenlik Müsteşarlığının kurulmasını askerin ısrarla talep ettiğini ve konunun 2005 yazından beri gündemde olduğunu yazmıştık (13.1.10) Burada, 2005 yazına özellikle dikkat edelim. Şu anda alttan alta seslendirilen birçok sıkıntının kaynağında, o zamanki kritik tercihler var. Bunların başında, gizli anayasa olarak da adlandırılan Millî Güvenlik Siyaset Belgesinin, o dönemde hükümetçe “onaylanıp” yürürlüğe konulması geliyor. (Bkz. 13.11.09 tarihli yazımız.) İrticayı yine bir numaralı iç tehdit sayan, Türkiye’nin bütünlüğünü korumanın yolunu Atatürk milliyetçiliği olarak gösteren, inkılâp kannunlarının “ödünsüz” uygulanmasını isteyen... bu belgenin, uygulamada hiçbir kıymeti harbiyesi olmayan kayıtlarla yürürlüğe konulması, sonuçları bugünlere uzanan sıkıntılara sebep oldu. Gelişmeler, o dönemde bu belge için iktidar açısından yaptığımız “Teslimiyet belgesi” nitelemesinin (21.12.05) haklılığını açıkça teyid etti. Hükümet, asker tarafından hazırlanıp eline tutuşturulan bu belgeye “evet” demek suretiyle, “sakalı kaptırdığını,” yani askerî iradeye boyun eğdiğini gösterdi. 27 Nisan muhtırasına karşı sergilediği direniş dahi durumu değiştiremedi. Çünkü konjonktürel duruşlarla üstesinden gelinemeyecek derin bir problem söz konusuydu. Çözümü için de, o duruşları takviye edip kalıcı zemine oturtacak yapısal reformlar gerekiyordu. 22 Temmuz’da halkın verdiği güçlü destek de, bu yöndeki reformlar için değerlendirilemedi. Bu noktada, “Eğer öyle ise, Ergenekon operasyonları, kozmik oda aramaları, kuvvet komutanlığı yapmış emekli orgenerallerin sorgulanması gibi, cumhuriyet tarihinde örneği görülmemiş gelişmelerin izahı ne? İktidar askere sakalı kaptırdıysa bunlar nasıl olabiliyor?” diye sorulabilir. Bir defa, bütün bunlarda önemli olan, sonuç. İkincisi; 68 kuşağı eylemcilerinden Ertuğrul Kürkçü’nün “AKP tek parti hakimiyetini TSK ile ittifak halinde kuruyor. Bu ittifak Kürt sorunu üzerinde kuruldu” (Vatan, 15.1.10) sözlerine dikkat! Günlerdir tartışılan “sivil dikta” iddiasına çok farklı bir bakış açısıyla yaklaşan bu yorum, iktidar partisine izafe edilen suçlamanın arka planındaki asker silüetine dikkat çekerek, “Vitrinde AKP var, ama gerçekte askerin dediği oluyor” diye ifade edilebilecek bir tesbiti dile getiriyor. Yani AKP’nin sivil bir iktidar olarak ön planda görünmek suretiyle üzerini örttüğü ve derindeki iktidarın askere ait olduğu bir düzen ve işleyiş... Hükümetin demokratik açılımı “devlet projesi” olarak takdim etmesinin perde gerisine de ışık tutabilecek ilginç bir bakış açısı ve yaklaşım. Bu yorum, bir taraftan demokratik açılımdan söz edilirken, diğer taraftan DTP’nin kapatılması, ardından KCK ve BDP’ye karşı yürütülen operasyonların hızlandırılması ve gözaltındaki BDP’li başkanların kelepçeli olarak hizaya sokulması gibi gelişmelere de açıklık getirmiyor mu? BDP’li Hasip Kaplan da bu gelişmeleri, sözünü ettiğimiz 2005’te hükümetin EMASYA protokolünü uzattığını hatırlatarak değerlendirdi. Ve Önder Aytaç’ın bu konuda da soruları var: “Stratejik öneme sahip ve dinsel duyarlılığı olan illere, EMASYA planları çerçevesinde, şehir merkezlerinin güvenliği için, askerî birlikleri metropollere hemen davet edecek valiler mi yerleştirilmekte? Bu bağlamda, Kasım 2009’dan bu tarafa, TSK içindeki birliklerdeki askerlere EMASYA protokolleri çerçevesinde tatbikatlar yaptırılmakta ve sivilin bacağına nasıl ateş edileceği ile ilgili eğitimler mi verilmekte?” (Taraf, 4.1.10) Peki, Balyoz planıyla gündeme gelen tartışmalar, bu sorularla işareti verilen gidişatı tersine çevirme fırsatı olarak kullanabilecek mi? Hükümet hiç değilse şimdi EMASYA protokolünün âcilen iptaliyle işe başlayıp, diğer gerekenleri de yerine getirmek suretiyle, bu durumu değerlendirebilecek mi? 26.01.2010 E-Posta: [email protected] |