Süleyman KÖSMENE |
|
Mânâ ile bütünleşen kelimeler |
Nihat Bey: “Yirmi Dokuzuncu Sözün Birinci Esasında, ‘Belki madde-i nurdan, hatta zulmetten, hatta esir maddesinden, hatta mânâlardan, hatta havadan, hatta kelimelerden, zihayat, zişuur kesretle halk eder’ (S. 468) diye devam eden cümlede mânâlardan ve kelimelerden yaratma ne mânâya geliyor? Biraz açar mısınız?” 1- Yirmi Dokuzuncu Sözün Birinci Esasında Bediüzzaman Hazretleri, görünen ve bilinen varlıkların çok farklı maddelerden halk edildiğini nazara vererek, farklı türler üzerinde görevli bulunan melaikelerin, ruhanilerin ve cinlerin de farklı tür ve cinslerden yaratıldığını ispat ediyor. Gözden uzak tutulmamalıdır ki, yeryüzünde muhtelif canlılar çok farklı türlerde, çok farklı niteliklerle yaratılıyor, en adi maddelerden hayat yaratılıyor, en yoğun maddelerden ruh sahibi varlık halk ediliyor. Meselâ topraktan, sudan, hatta bozuk ve çürük maddelerden öyle canlılar yaratılıyor ki, bunların kimisi suda, kimisi toprakta, kimisi havada yaşıyor, kimisi sürünüyor, kimisi yürüyor, kimisi uçuyor, kimisi bulunduğu yerde yuvarlanıyor. Yeryüzü canlılarında çeşit ve tür öylesine çoktur ki, bu bize ruhanî ve nuranî varlıkların da çeşitliliği konusunda zengin fikir veriyor. Çünkü Kâinâtın Tek Yaratıcısı sonsuz kudret sahibidir. 2- Çürükten, çarıktan, her şeyden sayısız cismânî canlı halk eden sonsuz kudret sahibi Allah, kusursuz kudretiyle ve noksansız hikmetiyle, nur gibi, esir gibi ruha yakın lâtif ve akıcı maddeleri ihmal edip hayatsız bırakmaz. Öyleyse, kabul edilmelidir ki Cenâb-ı Allah’ın nur, karanlık, esir, elektrik, hava, mânâ ve kelime gibi lâtif ve akıcı maddelerden hayat ve şuur sahibi cins cins ruhanî mahlûklar yaratması kudretinin ve hikmetinin gereğidir. Nitekim yaratmıştır da. Yüce İslâm dininde o sayısız ve cins cins yaratılan yaratıkların bir kısmına melaike, bir kısmına ruhanî, bir kısmına da cin denmektedir. Meleklerin de kendi aralarında aynı türden yaratıldığı söylenemez. Güneşte görevli melek, bir ağaçta görevli melekle veya bir damla yağmurda görevli melekle aynı cinsten değildir.1 3- Mânâ, maneviyattır. Yani maddî olmayan her şey. Yani görünmeyen kuvvetler. Bunlar yaratılmıştır. “Kelime” sözcüğü ile, kelimenin canlandırdığı mânâ anlaşılmalıdır. Yoksa kelimeyi bir küme harfin meydana getirdiği bir sözcükten ibaret saymak yanlıştır. Kelimenin canlandırdığı bir mânâ varsa, bu mânâyı temsil eden bir melek de vardır demektir. Çünkü bu kelime ağızdan çıktıktan sonra, öyle kendi başına durduğu gibi durmuyor, muhatapta tesir meydana getiriyor. Bir söz öldürüyor da, güldürüyor da. Kur’ân’ın ağzımızdan çıkan sözün bizi mes’ûl tutacağını bildirmesi boşuna değildir. Cenâb-ı Allah, “Yapmayacağınız şeyi niçin söylüyorsunuz? Yapmayacağınız şeyi söylemek Allah katında pek büyük bir gazap sebebidir.”2 buyurarak sözün kuvvetini vurguluyor. Kezâ, “Bir topluluk diğer bir topluluğu alaya almasın.”3 Âyeti sözün olumsuz etkisinden sakındırıyor. Kezâ Peygamber Efendimizin (asm), “Tatlı söz sadakadır.” buyurması, sözün maneviyatta ehemmiyetini kavramamıza yeter. Nitekim şair de, “Söz ola kese savaşı,/ Söz ola kestire başı,/ Söz ola ağulu aşı,/ Yağ ile bal ide bir söz” diye boşuna söylememiştir. Anlaşılıyor ki, sözün perde arkasında sözü temsil eden maneviyat yaratılmıştır. Sözün taş gibi tesir etmesi bundan dolayıdır. Bu maneviyattan da bir cins meleğin yaratıldığı anlaşılıyor. 1. Sözler, s. 468, 469. 2. Saf Sûresi: 2,3. 3. Hucurât Sûresi: 11. 25.01.2010 E-Posta: [email protected] |
Osman ZENGİN |
|
Gençlerle beraber olmak |
Geçenlerde; gazetemiz yazarlarından Latif Salihoğlu kardeşimiz, gençlerle beraber oldukları bir okuma programından bahsetmişti. Güzel şeyler anlattı, şevke medar olacak manzaralar çizdi. Bu kabil programlara katılıp şevk veren, şevk alan bir çok arkadaşımız intibalarını satırlara da döküyorlar. Meselâ; bu programlardan biri için geçtiğimiz yıllarda Avustralya’ya da gitmiş olan gazetemizin Genel Yayın Yönetmeni Kâzım Güleçyüz, intibalarını yazmıştı. Biz de bu yakınlarda, buna mümasil bir şey yaşadık. Geçtiğimiz hafta; Bursa’daki umumî sohbetimizde, gençlerin fazlalığı ve biraz da aşina olmadığımız simaları görünce, anladık yine bir yerden okuma programı için gelenlerin olduğunu. Çay molasında tanıştık. İzmit’teki çeşitli üniversitelerde okuyan gençler; İzmit’in hizmet erlerinden Salih Çökren ve Ali Dönmez’in organizesiyle Risâle-i Nurları daha çok okuyabilmek için Bursa’ya gelmişlerdi. Her günkü programlarında yer alan müzakereli sohbetlerine bizim de iştirak etmemizi arzu ettiler. Biz de; en az bir gün iştirak edebileceğimizi söyledik. Bu gençlerle iki gün beraber olduk. Maşaallah, hepsi de cevval, gayretli kardeşlerim. Biz, dilimizin döndüğünce anlattık, onlar da anlatarak hoş ve güzel bir müzakere gerçekleşmiş oldu. Tabiî, onlarla sohbet ederken bizim gençlik yıllarımız aklımıza geldi. Şimdi ile çok farklılıklar vardı aramızda. Onlar, bize nazaran daha çok imkân ve kolaylığa sahiptiler. ”İşte” dedim “Üstadımın Said’leri, Hamza’ları, Osman’ları, Ali’leri, Talha’ları vesaireleri… Bu zeminde çiçek açan bahar sayfasının neşv-u nemasının alâmetleri bunlar.” Biraz lâtife yaparak atıfta da bulunduğumuz zaman, bizim de genç olduğumuzu ihsas ediyorlar, ama biz kendimizi iyi biliyoruz. Allah nasip ederse, iki ay sonra bu günlerde ömür kitabımızın 56. sayfasını kapatıp, 57. sayfasına başlamış olacağız. Daha ne kadar, kaç sayfa nasib olur bu kitabı okumak, Allah bilir. Menzi-l-i maksudumuza gidinceye kadar Rabbimiz; bizleri bu yoldan, bu hizmetten ayırmasın, milletimizin istikbali olacak olan böyle nurlu, nuranî gençlerin sayısını da arttırsın İnşaallah! 25.01.2010 E-Posta: [email protected] |
Ali FERŞADOĞLU |
|
Kişilik ve karakterimiz nasıl oluşur? |
Kişilik; karakter, huy, mizaç ile eş anlamlı olarak kullanılır. Mizâç ve huy; günlük hayatımızda, kişiye has oldukça sınırlı ve belirli hissî tepkiler ile bunların yoğunluğunu ihtivâ eden durumlardır. Sakin, teennî ile hareket etmek veya çabuk kızmak, öfkelenmek; mizâç özellikleridir. Huy ve mizâçlar; kişiliğimizin bir yanını ifâde eder. Karakter de, kişilikle eş anlamlı ve kişiye has duygu, düşünce, tutum, davranışların bütünüdür. Karakterimizi, şahsî özelliklerle, içinde yaşadığımız âile, toplum ve çevrenin ahlâkî değerleri, yargıları oluşturur. Kişiliğimizi; biyolojik ihtiyaçlar, dürtüler, eğitim, tecrübeler, içinde yaşadığımız toplumun değerleri, inançları ve bize yüklediği roller belirler. Karakterli olmak; iyi, güzel, doğru yapmak, fedâkârlık ve başkalarını sevmek gibi olumlu hasletlerle bezenmek demektir. Karaktersizlik ise; kötü huylu, yalancı, egoist, kibirliliktir. İslâmiyet; mensuplarının kişiliğini, karakterini oluştururken temel/genel kaideleri dışındaki ahlâkî değerleri esnek tutarak geniş bir hareket alanı sağlar. Ferd, cinsiyet, sınıf, cemiyet, zaman ve mekâna göre farklılıklar arzederek; her yerde uyarlanabilirlik özelliği taşırlar. Bediüzzaman, Asr Sûresi’nin 3. âyetindeki “sâlihât” kelimesinin mutlak, müphem (kapalı) bırakıldığına dikkat çeker: Ahlâk ve fazîletler, güzellik ve hayır çoğu nisbîdirler. Toplumdan topluma değişir, sınıftan sınıfa indikçe farklılaşır, bölgeden bölgeye mekân değiştirdikçe başkalaşır. Fertten cemaate, şahıstan millete çıktıkça mâhiyet başkalaşır.3 Nisbî/göreceli hakikat, “alt-üst, sağ-sol, büyük-küçük, güzel-çirkin, iyi-kötü” gibi başka şeylere kıyasla belirlenenlerdir. Meselâ, 40’a büyük, 30’a küçük diyoruz. 30 ile 20’yi kıyasladığımızda, “küçük” diye vasıflandırdığımız 30’a bu sefer “büyük” diyoruz. Genel ahlâkın dışındaki normlar, haslet ve davranış biçimleri de böyle kıyasî/görecelidir. Bir yöneticinin, makamındaki ciddiyeti “vakar”dır; fakat aynı ciddiyeti/resmîliği evine taşırsa “kibir” olur. Bir insan milleti, cemaati, müessesesi adına iftihar edebilir, gurur duyabilir; fakat kendi nâmına etmemelidir, ederse kibir olur. Kendini yerebilir, ama milletini yermemelidir. Meselâ “Kendimle iftihar ediyorum, beni anlayamadılar, benim gibi adam nerede?” diyemez. “Milletim, cemaatimle iftihar ediyorum; yaşasın!” diyebilir. Bizim örfümüzde hocalarımızın, yaşlı akrabalarımızın ve yaşlıların elini öpmek saygıyı ifâde eder. Başka toplumlarda garip karşılanabilir. İşte mizâç/kişilik ve karakterimiz; duygu cephemiz; çevrenin etkisi; inançlarımız ve kültür değerlerinin yoğrulmasından hâsıl olan bir sonuçtur. İmân ve Kur’ân gerçekleri, yüksek derecede bir kul, faziletli bir kişiliğe sahip, diğergam; başkasının hakkına tecavüz etmeyen; ancak kendi hakkını da arayabilen, hakperest, karakterli bir Müslüman tipi ister ve yetiştirir.
Dipnot:
1- Sünûhat, s. 19-20 25.01.2010 E-Posta: [email protected] [email protected] |
Saadet BAYRİ |
|
Yeniden yenilenmek |
Havalar iyice soğumuş, yıl değişmiş ve tarih başka bir seneyi haber verirken, üzerine bir de bembeyaz kar düşünce insan ister istemez dalıp gidiyor. Bu yılın ilk karı tarifsiz bir sevinçle beraber şehre konuk olurken, ne kadar da özlediğimi fark ettim. Zira geçen yıl görmek nasip olmamıştı. Salına salına semadan inişleri ve gördüğüm her şeyi beyaza boyaması, bu mevsimin en güzel hali ve rengi olsa gerek. Soğuk havalarla aram pekiyi olmasa da, kar başka bir şey. Bende tarifi olmayan güzelliklerden biri. Hava soğuk buz gibi. Dışarı çıkmayı iki kere düşünmek gerekiyor. Bu kadar soğumuşsa elbet kar gelecektir ki; soğuğu kırsın ve hava ılısın biraz. Derken bu kadar titremenin üzerine işte o an, minik minik buz taneleri semadan yeryüzüne iniyor. Hiçbirinin birbirine benzemediğini bilmek, şekil olarak farklı olduklarını görmeden seyretmek ayrı bir keyif. Çok özlediğim bir dostu görür gibi oldum. Meğer ne kadar uzun zaman olmuş. Kıymet bilmek için özlemek ya da kaybetmek gerekiyor ya bu halim de onlardan biri. Kış mevsimi geldiğinden beri nadiren araladığım perdem bugün defalarca çekilip kapandı. Yenilik ve farklılık illa kişinin kendisinde olması gerekmiyormuş, bazen bir mevsimin içindeki bir an insanı heyecanlandırabiliyor. *** Derken bugünlerde bayağı bir değişim yaşadım kendimde ve çevremde… En önemlisi ise öylesine geçtiğim hayatı yeniden keşfetmeye başladım. Her gün aynı güne başka bir tarihle uyandığımı düşünürdüm. Ve farklı bir şeyler arardım. Ama son zamanlarda hep söylediğim ancak yapmadığım bir şeyi fark ettim… Ayrıntılar… Bu keşfe yardımcı olan ise minik bir çift göz. Evet küçük kızım dışarıya her çıkışımızda, sadece çevresiyle ilgileniyor. Evde iken her türlü halime tebessümle karşılık verirken, dışarıda hiçbir şekilde yüzüme bakmayınca bana da gördüklerimizi en ince ayrıntısıyla anlatmak düştü. İlk kedimizi gördük geçenlerde. Kızımdaki heyecan ve hareketliliği görünce, “anlıyor mu?” diye düşünmeden, başladım kediler hakkında bildiklerimi anlatmaya. Kedilere “Bak kızım miyav geliyor.” Bir anda çıkan bu cümleye şaşkınlığımın ardından güldüm. Meğer kediler hakkında ne kadar çok şey biliyormuşum. Ve kediler hayata ayrı bir renk katıyormuş. Sanırım benim de bir kediyi ilk görüşümdü bu! Derken gökyüzüne bakıyoruz beraber, bulutların şekilleri ilginç geliyor ikimize de... En son bu kadar dikkatli gökyüzüne ne zaman baktığımı unutmuştum. Ve çevremde farkına varmayıp, keşfettiklerim birkaç yazı konusu. Sözün özü şu; dünyanın en dertsiz insanları hayatı ilk defa keşfederken dokunmak istiyorlar. Acaba diyorum biz dokunmayı mı unuttuk? Yani bir kediyi okşamayı, sarı bir ota yaklaşıp bakmayı ya da bütün yapraklarını döküp dua makamında kalan ağaçları izlemeyi... Bildiğimizi ve artık ezberlediğimizi düşünüp koşarken hayatın içinden yavaşlamaya ne dersiniz? Hatta emeklemeye... 25.01.2010 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
Gizli gizli yönetim |
Darbelere ve planlarına karşı gösterilen tepkilerin artarak devam etmesi, bundan sonra darbe planlamak isteyenleri tevbeye sevk edebilir. Türkiye ve dünyada şartların değişmesi, istemeseler de darbecileri kendi kabuklarına çekilmeye zorlayacak. Bir şekilde kamuoyu ile paylaşılan darbe planları, bundan önce olduğundan daha farklı tepkiler alıyor. Geçmiş yıllarda bu belgeleri kökten inkâr edenler, artık bu imkândan mahrum. Şimdi inkâr yerine ‘yorum farkı’yla hadiseyi perdelemeye çalışıyorlar. En büyük iddiaları, bu belgede anlatılanların ‘savaş oyunu’ olduğunu söylemek... Onlara göre ‘darbe’ de bir oyun. Canları sıkıldıkça darbe yapmaya alışmışlar. Bu güne kadar yaptıkları darbeler sebebiyle de kimse onlara hesap sormamış. Yaptıkları yanlarında kâr kaldığı için de darbe yapmayı hak olarak görmeye başlamışlar. Darbe planlarının ifşa edilmesinden sonra dile getirilen eleştirilerde bir iki nokta özellikle dikkat çekiyor. Öncelikle darbelere zemin hazırlayan kanun ve düzenlemelerin bir an önce değiştirilmesi talebi var. Bunların başında da EMASYA geliyor. Neymiş EMASYA? Cevabı, Ali Bayramoğlu özetlemiş: “5442 Sayılı İl İdaresi Kanunu’nun 11/D maddesi, askerin iç güvenlik alanında nasıl kullanılacağını hükme bağlar. Kural valinin, sivil emniyet güçlerinin yetersiz kaldığı durumda, askerî birlik talep etmesidir. EMASYA Protokolü işte bu maddenin somut uygulamasına yönelik bir düzenlemedir. Sorun odur ki protokol yasa hükmünü terse çevirmiş, askere iç güvenlik konusunda sürekli, özerk olarak kullanabileceği ve denetimi olmayan bir kanal açmıştır. Buna göre birçok anti demokratik, hatta yasalara aykırı uygulama EMASYA Protokolü’ne dayandırılmıştır.” (Yeni Şafak, 23 Ocak 2010) EMASYA Protokolünün devre dışı bırakılması bir adımdır, ama tek ve yeterli adım olduğu düşünülmesin. Şu anda ‘uykuda’ tutulan başka madde ve protokoller de bulunabilir. O bakımdan mevcut düzenlemelerin bu gözle dikkatlice elden geçmesinde fayda var. Darbe tartışmalarıyla birlikte gündeme gelen diğer bir konu da “darbecileri yetiştiren eğitim sistemi”dir. Sadece askerî eğitim değil, sivil eğitim de bu gözle incelenmelidir. Silâhlı kuvvetlere personel yetiştiren okullarda nasıl bir eğitim veriliyor ki, ilk fırsatta ‘darbe planı’ yapmaya meylediyorlar? Harbiyeye giren herhangi bir öğrenci, son hedef olarak darbe yapmak mı ister? Eğer öyle ise, bu nasıl bir eğitim sistemidir? “Balyoz darbe planı”nı kınayan Sakarya Adalet Girişimi Başörtüsü Platformu da önemli bir noktaya dikkat çekmiş. Platform adına basın açıklaması yapan yetkili, “Türkiye ‘gizli’ ve hiçbir yasal dayanağı olmayan belgelerle mi yönetilecek? EMASYA yürürlükte kalacak mı? ‘İç tehdit’ değerlendirmesini kim yapıyor? Neye göre yapıyor? Hangi hakla yapıyor? TBMM’nin denetimine tabi olmayan bir ‘Millî Güvenlik Siyaset Belgesi’ ve ‘İç tehdit’ olabilir mi?” diye sormuş. Bakalım Türkiye’yi idare edenler bu hayatî sorulara ikna edici cevaplar verebilecek mi? 25.01.2010 E-Posta: [email protected] |
Recep TAŞCI |
|
Değirmenin suyu nerden geliyor? |
Sabahın ilk saatleri... Henüz gün ışımamış... Bir cezaevinin önü... Gazeteciler, fotoğrafçılar, TV kame-raları... Ana baba günü... Mercedes’ler Audi’lerden oluşan 10 araçlık bir konvoy... Yanaşıyor. Kim için? Bir adam. İsmini zikretmesek de olur. Davul zurna eşliğinde tahliye oluyor. Tam 29 yıl 2 ay yatmış. Yalnız yerli medya değil... Bütün dünya izliyor. Kapıdan görünmesiyle hareketlenme başlıyor. Basın mensupları bir kare resim, bir kaç söz için çırpınıyor. Arbede çıkıyor. Önce hastaneye sevk ediliyor. Muayeneden geçiriliyor. Askerliğe elverişsiz raporu veriliyor. Hem de 5 saatte. Görülmemiş bir sür’at. Teşhis mi? Kişilik bozukluğu. Çürüğe çıkarılıyor. Askerlikten sıyırıyor. Sonra evine mi? Hayır. İstikamet 5 yıldızlı otel. Normal bir odada değil. Suit dairede konaklayacak. Geceliği 540 euro. Sizi yormayalım TL’ye çevirelim. Kabaca bin liranın üzerinde. Asgarî ücret 577 lira TL. Mukayese edin. Kendisi konuşmuyor. Avukatları devrede. Müvekkili “mesihmiş”. “Mükemmel İncil” yazacakmış. Birden manşetlerde... Hollywood’dan milyon dolarlık film, kitap, senaryo teklifleri. Paylaşılamıyor. Medyanın yaklaşımı içler acısı. Ayrıca değerlendirilmeli. Kim bu adam? Meşhur bir yazar mı? San’atçı mı? Kahraman mı? Bilim adamı mı? Hiç biri. Karanlık bir geçmiş. Hâlâ çözülememiş sır dolu bir hayat. İki ayrı gasp suçundan hükümlü. Bir cinayet işlemiş. Ya da üstleniyor. O sıralarda... Memlekette sıkıyönetim hüküm sürüyor. Hemen yakalanıyor. Askerî cezaevine konuyor. Bir kaç gün sonra... İnanılması güç bir olay gerçekleşiyor... Elini kolunu sallayarak kaçıyor. Doğrusu kaçırılıyor. Sahte pasaport uyduruluyor, ver elini Avrupa. İzini kaybettiriyor. Rahat durmuyor. Bir kaç sene sonra... Papaya suikast girişiminde bulunuyor. Uzun yıllar İtalyan hapishanelerinde yatıyor. Cezasının son yıllarını ülkemizde çekiyor. Ve geçen gün tahliye oluyor. İşte medyanın gözdesi olan adamın kısa geçmişi böyle. Gerçek katil kim? Amacı neydi? Arkasında hangi karanlık güçler vardı? Hapishaneden kimler kaçırdı, pasaportu kim temin etti? Sorumlular hakkında işlem yapıldı mı? Bu sorular bayatladı, yıllardır cevap bekliyor. Komplo teorileri, spekülasyonlar yığınla. Ama... Sır perdesi kaldırılamıyor. Belki bir babayiğit günün birinde olayı aydınlatır. Şimdi yeni istifhamlar kafamızı kurcalıyor. Bizi ilgilendiren ve ilgimizi çeken olayın malî boyutu. Lüks araç konvoyu... Çok yıldızlı otelde konaklama... Koruma ordusu ve avukatların ücretleri... Nasıl finanse ediliyor? Değirmenin suyu nerden geliyor? Esasında bu sorular havada kalıyor. Çünkü bu ülkede “Nerden buldun” sorusu sorulamaz. Sorulmayınca da... Yollarda cirit atan pahalı cip sahipleri, lüks villalarda sefa sürenler, su gibi para harcayan bir eli balda bir eli yağda olanlar... Vergi mergi ödemezler. Sonra da... Bütçe açığını kapatmak için... Zam üstüne zam yapılır. Fakir fukara ezilir. Gündem de böyle Bir katilin öyküsüyle Meşgul edilir. 25.01.2010 E-Posta: [email protected] |
Cevher İLHAN |
|
AKP'nin GDO ısrarı... |
Başta şiddetli ekonomik kriz olmak üzere yoğun gündemin gürültüsüne gelen bir diğer konu ise Tarım ve Köyişleri Bakanlığı’nın daha önce Anayasa Mahkemesi’nin iptal etiği 26 Ekim tarihli “Gıda ve Yem Amaçlı Genetik Yapısı Değiştirilmiş Organizmalar ve Ürünlerinin (GDO) İthalatı, İşlenmesi, İhracatı, Kontrol ve Denetimine Dair Yönetmelik”te değişiklik yapması. Sözkonusu değişiklikle 1 Mart’a kadar ülkeye sokulacak genetiği değiştirilmiş organizmalardan oluşan GDO’lu ürünlerin üretilmesi ve ithaline GDO’lu bebek mamaları ve devam formülleri ile bebek ve küçük çocuk ek besinleri de eklendi. AB’ye taahhüd edilen demokratikleşme, yargı reformu, inanç ve ifâde özgürlüğüne dair temel düzenlemelerde gevşek davranan ve başta yasadışı başörtüsü yasağı ve Kur’ân kurslarındaki yaş yasağı olmak üzere inanç ve ifâde özgürlüğünü kısıtlayan hiçbir yasağı kaldırmayan hükûmetin, öncelikle bebeklerin ve çocukların sağlığını tehdit eden GDO’lu gıdalara dair yasağı kaldırması, dikkat çekici… Böylece önümüzdeki bir ayı aşkın süre içinde, GDO’lu gıdaları ithal eden “yerli” ve yabancı firmalar, gümrüklerde bekletilen, biriken ve hiçbir denetimin yapılmadığı tonlarca GDO’lu gıdayı devlet eliyle Türkiye pazarına sokacak. Yıllarca yetişkinlerin yanısıra bebeklere ve çocuklara da yedirilerek vatandaşların sağlığı ciddî tehlikeye sokulacak…
“GDO’DA AB KRİTERİ” ALDATMACASI! GDO’lu gıdaların bebekler ve çocuklar için fevkalâde tehlike arz ettiği, ilgili mütehassısların uyarılarıyla yıllardır yapılıyor. GDO’lu gıdaların antibiyotik başta olmak üzere ilâçların insan bünyesi ve canlılar üzerindeki olumsuz etkiyle bağışıklık sistemini yok ettiği, insan ve çevre için fevkalâde riskler taşıdığı bütün dünyada kabul ediliyor. Keza yaratılıştaki mükemmel ve fıtrî yapısı bozdurulmuş ve genetiği değiştirilmiş gıdaların, tarım ilâçlarını, böcek ilâcını ve birçok kimyasal maddeyi ve virüsü içinde barındırdığı belirtiliyor. Kanserden kısırlığa, felçten, erken doğum ve çeşitli kalıcı hastalıklara ve ölüme sebebiyet verip halkın sağlığını tehdit ettiği, çevre ve sağlık otoritelerince ifâde ediliyor. Ziraat ve gıda mühendisleri, gofretten çikolataya, hazır çorbadan paketlenmiş ürünlere kadar birçok yiyecek ve içeceğin içine kimyasal toksinler işlendiği nazara veriyorlar. Bu hususta Ziraat Mühendisleri Odası Başkanı’nın, “Halen sofralarımızda 800 çeşit üründe GDO bulunuyor” tesbiti, kayda değer… Ne var ki GDO’lu gıdalarla bebek mamalarının ithali yasağını kaldıran Bakanlık, bütün bunları “AB kriterlerine uyum” perdesinde çarpıtıyor. Diğer yandan GDO’lu gıdaların “kontrol ve denetime tabi tutulduğu” da bir tamamen bir saptırmadan olduğu ortada. Zira Bakanlığın mevcut haliyle tamamen bir zehirden ibâret olan “genetiği bozdurulmuş gıdalar”ın üretimini ve piyasasını inceleyeceği ve denetleyeceği yeterli kurumu, laboratuvarı ve personeli bulunmuyor. Tarım Bakanı’nın daha önce açıkladığı “üç laboratuvar”dan birisinin çalıştığı, üçü tam kapasiteyle çalışsa dahi Türkiye çapında bu ürünlerin kontrol ve analizini yapamayacağı konunun uzmanlarınca ifâde edilmekte. İnsan, hayvan ve bitki sağlığını bozan, ekolojik dengeyi altüst edip çevreyi kirleterek toksit ve zehirli etki yapan, zararlı maddelerle genetiği bozdurulmuş ürünleri teste yetmeyeceği rakamlarla ortaya konulmakta. Bu açıdan, “izin verilecek gıdalar”ın “binde 9 oranında GDO’lu olduğu” iddiası da bütünüyle bir aldatmacadan ibâret. Zira “binde 9”un da insan sağlığına ve çevre tahribine ciddî riskler ve tehditler taşıdığı, dünyada tartışılan konuların başında. Kaldı ki “yüzde 9 GDO’lu” konusu bir yana, sıkı bir denetim yapılsa bile paket ve ambalajların etiketlerinde “GDO’lu” yazılması zorunluluğu da kaldırıldığından, hangi gıdanın, bebek mamasının ve çocuk besininin “GDO’lu” olduğunu da halk bilmeyecek…
GLOBAL DEV ŞİRKETLERE RANT Görünen o ki uluslar arası global dev şirketlerin ve “yerli” işbirlikçi çıkar gruplarının, diğer GDO’lu gıdalara ilâveten GDO’lu bebek mamaları ve çocuk besinlerinin ithaliyle, büyük rant ve avantanın önü resmen açılıyor. Siyasî iktidarın, duble lobi”yle çift taraflı çalışan “GDO lobisi”nin baskısına gelip göz göre göre milleti felâkete sürüklediği, bütün çıplaklığıyla açığa çıkıyor. Böylece çoğu Yahudi lobisi güdümündeki ifsad komitelerine finansörlük yapan Amerikan ve diğer yabancı küresel holdinglerin, uluslar arası tekellerin Dünya Ticaret Örgütünü kullanarak dünya piyasalarına ihraç edip pazarladığı GDO’lu gıdalara kapı açıyor. Özetle İsrail firmalarının önde geldiği uluslararası ecnebi şirketlerine sınırdaki toprakları “kiralatma ihâlesi”yle “49 yıllığına kullandırma yasası”nda olduğu gibi, GDO’lu ürünlerin yurda girişi, satılması ve tüketilmesi halka rağmen dayatılıyor. Ve Bakanlığın uzun zamandır hazırladığı ve Meclis’e sevk edeceği “biyogüvenlik yasası”nın “GDO’lu yönetmelik”ten farklı olmadığı belirtiliyor. Peki, AKP hükûmeti, neden peşpeşe Meclis’i by-pass ederek çıkardığı yönetmeliklerde ve yasa tasarısı taslağında GDO’lu gıdalara “izin” veriyor? Tüketici Hakları Derneği’nin “insanlık suçu” saydığı, özellikle “GDO’lu bebek mamaları yasağı”nı niçin kaldırıyor? Gerçekten her fırsatta “vesâyetsiz politika”dan dem vuran Başbakan’ın ve hükûmetinin, “GDO’lu yasa” ve “yönetmelik”te diretmesinin nedeni nedir? AKP’nin GDO ısrarı, bu sorunun cevabında yatıyor… 25.01.2010 E-Posta: [email protected] |
Yeni Asyadan Size |
|
Allah razı olsun |
Uhuvvet Risalesi hamlemiz de, öncekiler gibi okuyucularımızdan büyük ilgi, teveccüh ve destek gördü. Gayret gösteren herkese teşekkür ediyor, “Allah razı olsun” diyoruz. Gerçi her ay böyle bir hamlenin gündeme gelmesi, okurlarımızı zorluyor ve ek fedakârlıklar göstermek durumunda bırakıyor. Ama bir hamle için yoğun gayret gösterip de bir sonrakine yeterince çalışamayarak bir anlamda kendilerini mola vermek mecburiyetinde hisseden mahallerin bıraktığı boşluğu, öncekinde aynı durumda olan başka mahaller doldurup telâfi ediyor ve adeta fıtrî bir münavebe yöntemiyle, nöbetleşerek hamlelerin yükü omuzlanmak suretiyle, sonuçta yine güzel neticeler hâsıl oluyor. Bu çerçevede, Uhuvvet Risalesi hamlemiz için yoğun gayret gösteren mahallerden, özellikle İstanbul, İzmir, Ankara, Antalya, Bursa, Çorlu, Eskişehir, Şanlıurfa, Konya, Yalova, Van, İzmit, Balıkesir, Adana, Torbalı, Tire, Çorum, Düzce, Ödemiş, Ereğli, Edincik, Nevşehir, Tokat, Uşak, Mersin, Erciş, Isparta, Kütahya, Seydişehir, Suluova, Diyarbakır-Diclekent, Afyon, Burdur, İnebolu, Antakya, Kastamonu, Alanya, Karabük, Adıyaman, Ağrı, Ermenek, Kayseri, Malatya, Kırıkkale, Cizre, Aydın, Gaziantep, M. Kemalpaşa, Salihli, Kırşehir, Gölcük, Trabzon, Gebze, Karamürsel, Fatsa, Bayburt, Erzincan, İskenderun, Denizli, Tarsus, Turhal, Kumluca, Gemlik, Tekirdağ, Akşehir, Bilecik, Beyşehir, Çanakkale, Giresun, Ordu, Turgutlu, Menemen, Osmancık, Demirci, Tekeli, Erdemli, Sungurlu, Kargı, Manisa, Şarköy, Nusaybin, Malkara, Lüleburgaz, Soma, Gediz, Çaycuma, Sivas, Pazar’a özellikle teşekkürlerimizi bildiriyoruz. *** Bir okuyucu mesajı Melike Kabay isimli okurumuzun, kitap hediyelerimizle ilgili düşüncelerini birlikte okuyalım: Bir okuyucunuz olarak yazmak istedim. Maliyeti ne kadar oluyor bilemem, ama arada bir gazete ile birlikte küçük kitaplar vermeniz çok güzel. Varsın, saman kâğıt olsun, hatta sağlık için daha iyi. Meselâ Hastalar Risalesi’ni vermiştiniz. Okumayı pek sevmeyen, aldığı kitabı da kütüphane raflarında tozlanmaya bırakan günümüz insanı için üşenmeye ve mazeret üretmeye mahal bırakmayacak tarzda çok güzel ve sevimli okuma hediyeleri. Bunu daha da sıklaştırmanızı ve yeni eserler eklemenizi bekliyoruz. Meselâ farklı yazarların da küçük eserleri olabilir. Ya da eserlerden seçilmiş parçalar. Meselâ seçilmiş hadisler, özlü sözler, ya da öyküler tarzı birşeyler de olabilir.. Allah size, Üstadımızı dünyaya tanıtmayı nasip etsin. Tirajınızı, abone sayınızı arttırsın. İfsad ve tahrik için çıkan gazetelerin tirajını fersah fersah geçin inşaallah.. Gününüz ve gönlünüz aydın olsun... Âteş-i aşkınız ziyade olsun... Allah’ın selâmı, rahmeti ve bereketi üzerinize olsun... *** 21 Şubat hazırlıkları Geçen hafta yazdığımız gibi, şimdi sıra 21 Şubat hamlemizde. Hizmetteki 40. yılımızı tamamlayıp Allah nasip ederse 41. yılımıza gireceğimiz o yıldönümü için özel hazırlıklarımız devam ediyor. Sizlerin de şimdiden kendinizi hazırlamanızı tavsiye ediyoruz. *** Yeni Asya’nın örnek mücadelesi Geçen haftaya damgasını vuran “balyoz planı” çerçevesinde, bir darbe yapılması halinde tutuklanacak gazeteciler arasında Genel Yayın Müdürümüz ve Başyazarımız Kâzım Güleçyüz’ün de bulunması, onun şahsında bütün Yeni Asya yazar ve okuyucuları için bir iftihar vesilesi oldu. Böylece, birileri her ne kadar yok sayıp ademe mahkûm etmeye çalışsa da, Yeni Asya’nın 40 senedir türlü zorluk ve imkânsızlıklar içinde, hiçbir baskıya boyun eğmeyip teslim olmadan, ağır bedeller ödemeyi göze alarak ve ödeyerek, örnek bir dirayet ve kararlılıkla devam ettirdiği iman, hukuk, hürriyet ve demokrasi mücadelesi bir defa daha gözler önüne serilmiş oldu. Bu mücadeleye omuz veren şahs-ı manevînin bütün isimsiz kahramanlarına selâm olsun. 25.01.2010 E-Posta: [email protected] |
H. İbrahim CAN |
|
Irak radyasyon cehennemi |
1991 yılındaki ilk Körfez Savaşından bu yana, Amerika ve müttefikleri –İngiltere’deki araştırma ile şimdi uydurulmuş olduğu ortaya çıkan- kitle imha silâhlarını bulmak bahanesiyle Irak’ta yoğun bir savaş yürüttüler. Şimdi Amerikan ordusu Irak’tan çekilirken, geriye bıraktıkları yüzbinlerce cesede ilâve olarak, çeşitli askerî mühimmat içinde kullandıkları uranyum atıkları, bombaladıkları nükleer reaktör ve araştırma merkezlerinden kaynaklanan ağır bir nükleer kirlenme olduğu ortaya çıktı. Bombalanmış askerî ve sivil araç mezarlıkları halen radyasyon yayıyor. Green Peace, Irak Radyasyondan Korunma Merkezi ve nükleer bilim uzmanları feryat ediyorlar: ‘Irak radyoaktif kirlenme yüzünden ölüyor’. Irak hükümeti yaptırdığı araştırmada kırktan fazla bölgenin yüksek düzeyde radyasyon ve zehirle kirlendiğini ortaya çıkarıyor. Necef, Basra ve Felluce, yani işgalcilere karşı en çok direniş gösterilen bölgeler en çok kirlenmiş yerler. Genel olarak da Güney Irak alarm veriyor. Ve bu bölgelerde son beş yıl içinde kanser ve kusurlu doğum oranları çok yükseldi. Bağdat’ın etrafındaki tahrip olmuş araç depolarından müthiş radyasyon yayılıyor. Bağdat’ın güney sırtlarındaki bombalanmış üç nükleer reaktör kalıntısı da ölüm saçıyor. Bunlar yalnızca şimdiye kadar tesbit edilenler. Bu şekilde en az 350 bölgenin bulunduğu tahmin ediliyor. Bombalanan petrol boru hatlarından akan petrolün kirlettiği su kaynakları da ayrı bir dert. Peki sizce Amerikalılar sebep oldukları bu kalıcı tahribat için ne yapıyorlar? Tek cevabı var bu sorunun: Hiçbir şey. Yaktılar yıktılar, öldürdüler, kirlettiler ve şimdi çekip gidiyorlar. Gitmek derken tamamen çekilmediklerini biliyoruz. Petrol şirketleriyle, hükümet üzerindeki nüfuzlarıyla, himayelerine aldıkları baskıcı rejimlerle bu bölgede var olmaya, dünya petrol kaynaklarını kontrol etmeye devam edecekler. Giderken bile Irak’ı kaos içinde bırakmak için özen gösteriyorlar. Balyoz planları yapmıyor, doğrudan uyguluyorlar bu ülkede. Sünnî-Şiî çatışması kisvesi altında nifak ve çatışma tohumlarını besleyip duruyorlar karşılıklı bombalamalarla. Peki Iraklı çocukların, topraklarının üçte biri radyasyon ve zehirli bombalarla kirletilmiş ülkenin çocuklarının durumu ne olacak? Bu zehiri kim temizleyecek? Irak silâhsızlanma komisyonu başkanı Adnan Carcies, “dünyadaki bilimin en ileri imkânları kullanılsa bile, 2020 yılından önce bu kirlenmiş bölgelerin temizlenmesi mümkün değil” diyor. Zaten Irak’ı özgürleştirmek için koşan “gelişmiş ve medeni” Batı ülkelerinin Irak’ın yardımına koşma niyeti de yok. Yani en az bir nesil –ve maalesef etkisi yüzyıllarca sürebileceği için birkaç nesil- savaş sonrasında da, Batılıların doymak bilmeyen hırslarının kurbanı olarak ölmeye, sakatlanmaya devam edecek. Umarız dünya kamuoyu bu felâketi kısa sürede fark eder. Haiti gibi bir dakikada olmasa bile, yüzbinlerce insanı öldürmeye devam edecek olan işgalin oluşturduğu nükleer kirlenmede Irak’ı yalnız bırakmaz. 25.01.2010 E-Posta: [email protected] |