|
|
Mehmet KAPLAN |
Önceliklerimiz neler? |
|
Önceliklerimiz değişti…
İnsanoğlunun öncelikleri değişti desek daha yerinde bir tespit yapmış oluruz!
“Küreselleşme” denen menem hastalık, maalesef herkesin tek tip olmasına yol açtı.
Sekülerizm, diğer adıyla toplumbilimcilerin; “dünyevileşme” dedikleri yaygın bir bozulma da buna eklenince, çağımızın insanına Allah yardım etsin demekten başka bir şey gelmiyor elimizden.
Bencilleşen bireyler…
Kopuk aile ilişkileri!
Ve:
Komşusuzluk…
***
Benim kariyerim…
Benim işim!
Benim bilgisayarım.
Benim cep telefonum… Ben.. ben.. ben…
Sâdece ve hep; “Ben” diyen ve asla başka bir insanın, çevresinin ve hatta ailesinin varlığını hissetmeyen; onlara zaman ayırmayan bencil bireyler…
“Ben” merkezli, “ego” dolu yaşayan fertler!
Çevre, arkadaş, komşuluk ve aile sıcaklığından mahrum insanlar.
İnsanın Everest tepesine çıkıp…
Eline aldığı bir megafonla insanların hepsinin duyacağı şekilde haykırası geliyor:
“Heeeeeey insanlık nereye gidiyoruzzzz!!!” diye.
***
İçinde oturduğumuz bütün mahalle bizim olsa!
En iyi kariyerlere, en pırlanta işlere biz sahip olsak…
Yeryüzünün en gelişmiş bilgisayarlarının hepsi elimizin altında bulunsa.
Ve yine yeryüzünün bütün cep telefonları sâdece ve sâdece bizim olsa!
Sâdece bir kişinin…
Ve bu insanın evi, arkadaşı, komşusu; çoluğu-çocuğu olmasa, yeryüzünde tek başına kalsa bu insan; bu insanın hayatının bir anlamı kalır mı?!
Bu yalnızlık içimizi ürpertti değil mi???
Peki tek başına kalmaktan böylesine korkan insanoğlu neden yine kendi hayatını böylesine mahvediyor?
Anlayan varsa beri gelsin!...
15.11.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Cevher İLHAN |
Kuzey Irak perspektifi... |
|
Türkiye’nin hararetle “sınırötesi harekât”ı tartıştığı bir sırada, en son Baykal’ın seslendirdiği “Kuzey Irak’ı kazanma” perspektifi oldukça önemli.
Hatırlanacağı üzere, daha önce Demokrat Parti Genel Başkanı Ağar da, Güneydoğu’da yüzbinlerce gencin terör örgütünün yanına itilmesinin engellenip, millete kazandırılması yaklaşımını dile getirmişti.
Bu kapsamda, öncelikle terörün tasfiye edilip iç huzurun sağlanması, bölgenin ekonomik ve sosyal destekle takviyesinin yanısıra, Osmanlının muhteşem misyon ve verâsetini taşıyan Türkiye’nin tabiî bir uzantısı olan, ortak inanç, tarih ve kültürü paylaştığımız Kuzey Irak’taki Kürtlere sahip çıkmasını temel perspektif edinmesini teklif etmişti.
Ne yazık ki, bu esaslı açılım, “düz ovada siyaset” demagojisiyle gürültüye getirilmiş; politik kıskançlık ve tartışmalara kurban edilmişti.
Neticede, akıl için yol birdir. Güneydoğu’da ekonomik ihtiyaçlarının karşılanması, yatırım seferberliğinin yeniden başlatılması ve işsizliğe karşı iş imkânlarını üretilmesi gibi maddî tedbirlerle birlikte topyekûn mânevî birlik bağlarının güçlendirilmesi gerekir.
Yegâne köklü çâre, karşılıklı komşuluk ve kardeşlik sorumluluğunu yüklenmektir...
Bundandır ki, Bediüzzaman asıl sorumluluğun, “İslâmiyet milliyetinin sâdefi ve kal’ası hükmünde o kal’a-i kudsiyenin nöbettarı olan Arap ve Türk hakikî iki kardeş”in omzunda olduğunu bildirir.
İslâm dünyasındaki “küçük tâifelerin menfaati ve saadet-i dünyeviyeleri ve uhreviyeleri, sizin gibi büyük ve muazzam taife olan Arap ve Türk gibi hâkim üstadlara bağlıdır” diye ifâde eder. (Hutbe-i Şâmiye, 39-49)
* * *
Aslında, Irak halkını kazanmaya yönelik orta ve uzun vâdede geleceğe dair bir program çerçevesinde ciddî stratejilerin ortaya konulması, geç kalınmış temel tedbirlerin başında geliyor.
Irak’la ticaretin arttırılması, ilâve sınır kapılarının açılması, her türlü ekonomik, ticarî, sosyal, kültürel ortaklıkların geliştirilmesi, Irak ve diğer komşu ülkelerden öğrencilerin Türkiye’de okutulması, hayatî önemi hâiz.
Bu bakımdan Türkiye, Balkanlardan, Kafkasya’ya, Ortadoğu’dan Orta Asya’ya uzanan Osmanlı hinterlandındaki geniş bir coğrafyada aktif olmalıdır.
Türkiye-Irak Dostluk Derneği Başkanı Mehmet Emin Değer’in dediği gibi, Ankara’nın artık günübirlik geçici ve geçiştirici önlemleri aşıp, ciddî bir biçimde uzun vâdeli köklü çözümlere yönelmesi; sağlıklı ve istikrarlı bir temel politika belirlemesidir. Değer’in de tespitiyle, silâhlı mücadeleden bıkmış bölgenin beklentisi budur...
Doğrusu, bu süreçte Kuzey Irak’taki aşiret reislerinin vâhim hataları oldu. Ankara’nın verdiği pasaportlarla ancak dışarı çıkabilen “yerel yöneticiler”, ne yazık ki küresel gücün tuzaklarına, uluslararası sermayenin saptırmasına kandılar.
Ancak ne olursa olsun, hiçbir sâik kuzeydekileri hunhar işgalcilerin “işbirlikçiliği”ne itmemeli idi. Ülkelerini işgâl eden hâricî düşmanın saldırısında dahildeki adavetleri unutup, bir milyondan fazla sivilin öldürülmesini netice veren katliama karşı bütün Irak halkının yanında yer almalıydılar.
Türkiye’ye yönelik terörün yuvalanmasına müsaade etmemeli, uyuşturucu, silâh ve insan kaçakçılığının bölge üzerinden yapılmasına göz yummamalıydılar...
* * *
Sonuçta başta İngiltere ve ABD olmak üzere, yabancı güçler, hegemonyaları ve çıkarları uğruna Irak’ın kuzeyini üs edinip uzun zamandır çeşitli çıkar ilişkilerinde istimal edildikleri vâkıası ortada...
Gelinen noktada, “yerel yöneticiler”in bugünden yarına yıllardır içine çekildikleri cendereden kısa zamanda kurtulmaları elbette beklenemez.
Lâkin, şurası muhakkak ki, işgalciler, bizzat Neçirvan Barzani’nin itirafıyla daha önce olduğu gibi, ülkenin mâddî ve mânevî kaynaklarını sömürüp aralarında bölüştükten sonra, yine Irak halkını kaderiyle başbaşa bırakır. Irak ve Türkiye kıyamete kadar komşu kalır.
Bunun için, Irak ve Kuzey Irak yöneticileri, Birinci Dünya Savaşında istilâcı İngilizlerin, ihtilafla çatışma fitnesi çıkarmak amacıyla cetvellerle kentlerin, kasabaların ve köylerin ortasında çektikleri yapay hudutla çizginin öteki tarafına düşürüldüklerini asla unutmamalı.
“Millet-i İslâmiyenin en mühim ve mücâhid ve muazzam bir ordusu olan Türk milleti”ne kurulan komplolara âlet olmaktan uzak durmalı...
Bir defa daha ilk adımı Türkiye atmalı. Asırlarca Osmanlı idâresi altında bulunmuş, beraberce işgalci ecnebilere karşı savaşmış, ecnebilerin çizdiği sun’î sınırlar dışında kalan dindaşlarına, “vatandaşlarının akrabaları”na bir büyük ağabey anlayışıyla yardım elini uzatmalı...
Türkiye’nin perspektifi bu olmalı...
15.11.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Asıl düşman faiz |
|
Türkiye’yi ‘idare edenler’in nezdinde, zaman zaman ‘düşman’ sıralaması değişir. Çoğu zaman listenin en başında ‘irtica’ yer almakla birlikte, bazen de ‘terör’ ön sıralara tırmanır.
“İrtica”nın sürekli olarak ‘düşman listesi’nin ön sırasında yer almasının Türkiye ve dünya gerçekleriyle ne kadar örtüştüğü bir yana, asıl sinsi düşmanın ‘faiz’ olduğu da artık görülmeli. Tabiî ki terör, cehalet, eğitimsizlik ve benzeri konular da düşman listesinin en ön sırasında olmalı, ancak ‘faiz’in listeye hiç girmemiş olması çok garip.
Bir gazete, sosyal güvenlik kuruluşlarının sebep olduğu ‘zarar’a dikkat çekmek için “Karadelik yakında bütçeyi de yutacak” demiş.
Haberin ayrıntılarında şu bilgiler yer almış: “23 milyar YTL’de kalacağı öngörülen sosyal güvenlik açığı 26.4 milyar YTL’ye, yani 205 milyar YTL’lik Türkiye bütçesinin yüzde 12.8’ine ulaştı. Türkiye’de ‘kara delik’ diye adlandırılan her yıl artarak tahminleri altüst eden sosyal güvenlik sisteminin açığı, bu yıl 2006’ya göre 8.4 milyar YTL artarak 18 milyar YTL’den 26.4 milyar YTL’ye ulaştı.” (Radikal, 13 Kasım 2007)
Bir kuruşun bile israf edilmemesi gereken bir Türkiye’de, sosyal güvenlik açığının 30 milyar dolara yaklaşması elbette çok önemli bir problemdir. Ancak, bunun sorumlusu olarak çalışanları görmek yanıltıcıdır. Yani, “Sosyal güvenlik açık veriyor, o halde emeklilerin maaşlarını azaltalım” ya da “Sağlık sistemindeki iyileştirmeler, devlete pahalıya mal oldu. O halde, millet yeniden kuyruklarda beklesin” diyemeyiz. Bu haberlerin maksadı; böyle bir kanaati yerleştirmek ise, kökten yanlış bir kanaat olduğu görülmelidir.
Tamam, sosyal güvenliğin bütçeye, Türkiye’ye maliyeti 30 milyar dolar ise; boşu boşuna ödenen ‘faiz’in bütçemize, Türkiye’mize maliyeti nedir? Rakamlar tartışılsa da ortada bir gerçek var: Asıl kuyu, asıl tehlike, asıl felâket ödenen faiz miktarındadır! Ankara Ticaret Odası’nın tesbitlerine göre son 10 yılda Türkiye’nin ödediği faiz miktarı 790 milyar dolardır. Yine bir siyasetçinin ifadesine göre son yirmi yılda Türkiye’nin ödediği faiz miktarı ‘trilyon dolar’dır. Bütçemizin neredeyse yarısı faize gitmiyor mu? Dile getirilen miktarın yarısı doğru kabul edilse bile tam anlamıyla felâkete sürüklendiğimiz ortaya çıkmaz mı?
Şunu ifade etmek istiyoruz: Faiz gibi, ‘kanser’ mesabesinde bir belâ karşısında, sosyal güvenlik açığı ‘sinek ısırması’ gibi kalır. Nasıl ki sosyal güvenlik batağını manşetlere taşıyor ve gündeme getiriyoruz, bundan on defa daha fazla ‘faiz batağı’nı manşetlere taşımalıyız. Taşımalıyız ki, Türkiye’yi idare edenler uyansın.
Türkiye ne zaman ki ‘düşmanlar’ listesinin ilk sırasına ‘faiz’i yerleştirir ve bu belâdan kurtulmak için çiddi çalışır; işte o zaman düzlüğe çıkabiliriz. Aksi halde, ‘sinek ısırması’ değerinde olan ‘düşman’larla sadece zaman ve emek kaybederiz. Sosyal güvenlik açığı yakında ‘bütçe’yi yutacak ise, faiz belâsı da Türkiye’yi yutabilir.
“Bütçe”yi kurtarıp, Türkiye’yi feda eden kâr eder mi?
15.11.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Denge hesabı mı? |
|
Yıllardır içlerine işleyen Arap nefretini açığa vurmak için her fırsatı değerlendiren devrimbazlar yine iş başında. Sebep, Suud Kralı Abdullah’ın Türkiye ziyaretinde, Cumhurbaşkanı Gül’ün onun “ayağına gitmiş” olması.
Böyle yapılarak çok büyük ve affedilmez bir protokol günahı irtikâb edilmiş. Dahası, Türkiye Cumhuriyeti küçük düşürülmüş. Bir kısım CHP’lilerin başını çektiği ve MHP’nin de peşine takıldığı iddialara göre ise millet incitilmiş.
Bu meyanda sürdürülmek istenen karalama kampanyası, Kralın Anıtkabir’i ziyaret etmemesi ve 10 Kasım’da Suud bayraklarının yarıya indirilmemesi gibi malzemelerle takviye ediliyor.
Sonuçta birileri, ziyaret öncesinde odaklandıkları sınırötesi operasyonu dahi bir kenara bırakarak, Türkiye’nin en önemli meselesi bu imiş gibi, günlerdir bu “protokol skandalı” ile yatıp kalkarken, benzeri her tartışmada olduğu üzere, bu konu da halkın umurunda bile değil.
Gerçi verilen fotoğrafta eleştirilecek taraflar olabilir, ama yine bir bardak suda fırtına koparmaktan farksız bir tavırla bu olayı da abartıp çığırından çıkarmanın altında başka şeyler aranmalı. Ama bunların artık miadını doldurmuş köhne ve çağdışı bir zihniyetin ilkel tepkileri olmaktan öte gidemeyeceği de anlaşılmalı.
Acaba bu anlamsız kampanyanın arkaplanında, Kraldan hemen sonra Türkiye’ye gelen İsrail Cumhurbaşkanının ziyaretini perdeleme amacı mı var?
Bilindiği gibi, İsrail’le ilişkiler öteden beri hem Türkiye, hem de AKP için sıkıntılı bir mesele.
Kuzey Irak’taki gelişmelerde İsrail’in parmağı olduğuna dair çok güçlü kuşkuların bulunduğu ve son olarak Suriye’yi vuran İsrail uçaklarının, tarihte görülmemiş şekilde Türkiye sınırlarını ihlâl edip topraklarımıza yakıt tankı bıraktığı bir ortamda bu sıkıntı daha da arttı.
Uzunca bir süre bu konuda açıklama yapma “tenezzül”ünde dahi bulunmayan İsrail’in, bilâhare yarım ağızla “özür” dilemesinin Türkiye tarafından yeterli görülmesi ve bunun bizzat Gül tarafından defaatle ifade edilmesi de Türkiye kamuoyundaki rahatsızlığı tırmandırdı.
Ama Türkiye’nin bu alttan alan tavrı, Peres’i İran, Suriye ve Hamas konularındaki katı tutumunu basın önünde açıkça dile getirmekten alıkoyamadı. İsrail Cumhurbaşkanı, PKK ile Hamas arasında fark görmediklerini burada da tekrarladı. Ve bu kişi TBMM’de konuşturuldu.
Bu durumu, İsrail’le destekçilerinin “Filistin’in tek temsilcisi” olmaya zorladıkları Abbas’la ve ziyaret öncesinde protokol kurallarını çiğneyip mâlûm cenahın tepkilerini çekme pahasına Kral Abdullah’a yapılan alışılmadık jestlerle dengeleme çabaları bakalım işe yarayacak mı?
Doğrusu, bize hayli zor görünüyor.
Çünkü temelinde hak ve adaletin bulunmadığı bir zeminde kurulmaya çalışılan dengelerin tutması mümkün değil. Filistin halkının tercihi olan Hamas’ı terörist ilân edip dışlayarak gündeme getirilen “barış” planlarının başarılı olması hayal. Bu çeşit planlar için hazırlanan mizansenlerde aktif rol üstlenmek ise, öncelikle gönüllü olarak bu misyona soyunanları yıpratır.
Tabiî, Hamas’ın, seçimi kazandıktan sonra gerçekçi ve sağduyulu bir değerlendirme yapmayı başaramamış olması da ayrı bir problem.
15.11.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
Size Alaska verelim |
|
Şimon Peres insanların gönlüne hitap etmesini iyi biliyor. CNN ekranlarında Yalım Eralp zaten kendini alamadı ‘Şimon Peres’in her konuşması şiirseldir’ deyiverdi ve bu sözleriyle sınırsız ve sorumsuz meftuniyetini ortaya koydu.
İsrail atom bombalarının mimarı olan Şimon Peres kendini gerçekleştiren kehanet gibi kendi kendini barış havarisi olarak atayıverdi. Bu yönüyle diğer İsrailli askeri kökenli liderlerden daha tehlikeli olduğunda kuşku yok. Takiyyeyi iyi beceriyor. Kendisi sadece İsrail’in nükleer programının mimarı değil aynı zamanda Kana katliamının da tetikçisi. Hâl böyle iken; bir de barışsever kılığına giriyor. Gül’le görüşmesinde Ahmedinejad’dan şikayet etti. Halbuki o da İsrail’in güvercin kılığındaki Ahmedinejad’ıdır. Nejad’ınki, Abdullah Gül’ün dediği gibi retorik veya blöf olabilir ama onunkisi hakiki. Kuzu postunda bir kurt. Ama Türk milletinin hissine hitap etmeyi de beceriyor. Bu onun işi. Bunun için ortak noktalara vurguda bulundu. Zaman zaman AB liderlerine bizim AB’ye alınmamız için mektuplar yazsa ve Ermeni meselesinde devreye girse de netice itibarıyla Kürt meselesi gibi meselelere stratejik olarak baktığından şüphe edilemez. Ama PKK üzerinden Türk kamuoyunun gönlünü kazanmaya çalıştı. Yine HAMAS ile PKK’yı karşılaştırarak bunun üzerinden halk ve kamuoyu diplomasisi yürüttü.
Ortak zemin arayışlarından bir diğeri de Cahit Sıtkı Tarancı’nın muhteşem ‘Bir Memleket İsterim’ şiiriydi... Bunun da bir istismar olduğundan şüphe yok ama sizi bu güzel şiirin dizelerinden mahrum etmeyelim:
BİR MEMLEKET İSTERİM
Memleket isterim
Gök mavi, dal yeşil, tarla sarı olsun;
Kuşların çiçeklerin diyarı olsun.
Memleket isterim
Ne başta dert ne gönülde hasret olsun;
Kardeş kavgasına bir nihayet olsun.
Memleket isterim
Ne zengin fakir ne sen ben farkı olsun;
Kış günü herkesin evi barkı olsun.
Memleket isterim
Yaşamak, sevmek gibi gönülden olsun;
Olursa bir şikayet ölümden olsun.
Sanki Tarancı hasret yurdunu dile getirmiş. Ama İsrailliler 103 veya 130 ülkeden gelerek adeta ‘dağdan geldi bağdakini kovdu’ misali Filistinlileri geldikleri yerlere sürdüler. Dünyadan ne kadar İsrailli geldi ise Filistin’den en az o kadar Filistinli çıktı ve sürgüne ve gurbete gitti. Başta dert ve gönülde hasret olmaması için kardeş kavgasının bitirilmesi lâzım gelmez mi? Bunun için işgal altındaki topraklardan en azından bir kısmının sahiplerine iade edilmesi gerekmez mi? Bunu yapmak yerine; Filistinliler tıpkı kurbanmış gibi, bağazlanma halindeyken debelenmesin istiyorlar. Güya işgal değil de Filistinlilerin tepkisi bölgenin huzurunu kaçırıyormuş? İsrail Filistinlilerden şikayet ederken Filistinliler de dahil bütün bölge onlardan şikayet etmiyor mu?
‘Ne zengin fakir ne sen ben farkı olsun’ derken aslında Camp David’in mimarı Carter, ‘Palestine: Peace Not Apartheid’ ünvanı taşıyan kitabında Güney Afrika’daki yasal ırk ayrımcılığına rağmen İsrail’de yasal olmayan ırk ayrımcılığının daha koyu olduğunu söylemektedir. İsrail’deki ırkçılığın Güney Afrika’daki müesses ırk ayrımcılığını geçtiğini ifade etmektedir. Şimdi Yahudi liderleri onu da aforoz etmektedirler. Onu da Filistin yanlısı ve cihatçı ilan etmektedirler.
Cahit Sıtkı Tarancı’nın rüya dolu memleketini cehenneme çevirdiler. Bölgeyi de enkaza. Peki ne yapmak lâzım? Geçmişte onlar için millî bir vatan aranmıştı. Filipinler, Libya, Kıbrıs, Uganda, Arjantin, Alaska adaylardan bazılarıydı. Alaska, Amerikalılar tarafından geçmişte Ruslardan kiralanmıştı. Şu anda da dünyanın iskana açık en müsait sahalarından birisi.
Kaderin bir cilvesi Şimon Peres’in ‘Bir Memleket İsterim’ şiirini okumasından sonra Alaska teklifini TV 5’te Ali Haydar Haksal’ın programında dile getirecektim ki imdadına bir teknik aksilik yetişti.. Tam bunu telaffuz edecekken teknik bir arıza oldu ve bizim sohbetimizin yerine bir belgesel girdi. Belgesel Alaska Belgeseli idi. Bizim kavli ifademizin yerini fiili ifade almış oldu. Bu harika bir tevafuktu. En kolay çözüm yolu budur. Yahudilerin Filistin için söyledikleri ama doğru çıkmayan, ‘topraksız bir halk için halksız bir toprak’ formülü Alaska için geçerlidir. Ve Alaska dost bildikleri ABD’nin elindedir ve Amerikalılıların geçmişte Ruslardan kiralaması gibi onlar da onlardan satın alabilirler. Amerika dostluğunu göstersin. Sevdiklerini yanına alsın. Dünyanın huzuru için bu şart. Gerçekten de sadece kendileri için değil dünya için de yaşadığımız mekânı ve zamanı asude bir yer yapabilmek için bu formülü düşünmelerinin zamanıdır. Cahit Sıtkı Tarancı’nın ruhunu da şad etmiş olurlar.
Ve niye laikler gerçekten de dini boyutla İsrail’in Arzı Mev’ud saplantısına destek veriyorlar ki? Buna basiret bağlanması denebilir mi?
15.11.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
İsmail BERK |
TBMM’de Osmanlı’nın birliği |
|
TBMM Genel Kuruluna hitap eden Filistin Devlet Başkanı Mahmud Abbas ile İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Perez’i canlı yayında izleme imkânı buldum.
Perez’in duygularımızı okşayan konuşmaları ile mültefit tespitleri bir yana, uluslararası politikanın en önemli arenasından biri olan İsrail’in en etkili aktörü olarak söyledikleri şüphesiz önemliydi.
Yetersizliklerini, vatan özlemlerini tarif eden ve güvenlik korkusunun psikolojik sıkışmasını yansıtan ruh hali, Cahit Sıtkı’nın şiirinde mânâ bulduğu için ona atıf yaptı.
Abbas’ı ise başından itibaren dinledim. Türkiye’nin nasıl bir nimet ve tarihin tescilinde bir emanet olduğunu çok güzel vurguladı.
Abbas, mahzundu. Ağabeyi Türkiye ile ev ahalini paylaşıyordu. İslâm âleminin en derin yarası Filistin’i, Filistinlileri anlatıyordu ağabeyine. Ağabeyinin Meclisine.
Barış istiyordu. Buna hazır olduklarını vurguluyordu. BM’nin 15 nolu kararı ile İslâm Konferansı Örgütü’nün iradesine vurgu yapıp, buna göre barış talep ediyordu.
Arap dünyasını tercüme eden şiddet ve gerginliğin sürüklediği Ortadoğu savaşlarından yakınıyordu.
Halkı için özgürlük, bağımsız devlet, demokratik halk yönetimi ve İsrail’le güvenli bir komşuluk istiyordu.
Doğu Kudüs’ün başkent olacağı bir irade ile dinî temsillerin korunduğu bir yapılanmayı net bir şekilde belirtiyordu.
Abbas, yükünün ağırlığı altında ezilmiş, halkının çaresizliğine çözüm bulamamış ve İsrail zulmünden bizar olmuş bir beden diliyle konuşuyordu adeta.
Sadece Filistin değildi mesele. Beraberinde Lübnan’a sığınmış Filistinlileri, sükûnet bekleyen Suriye’yi ve işgal altındaki Irak’ın huzura duyduğa ihtiyaca da vurgu yapıyordu.
Türkiye, duygularımızın zorlandığı, ancak sabrın metanetle akıldan yana müsalâha istediği bir sağduyu ile Meclisinde Filistin ve İsrail devlet başkanlarını ağırlıyordu.
Filistin kardeşti. Kardeşinin kavgasında taraftı. Hissen, dinen ve ahlâken. Üstelik zulmeden İsrail’di. Uluslararası bozgunculuğun en önemli kilit devletiydi.
Buna rağmen, Osmanlı gibi davrandı Türkiye. Geçmişini hatırladı. Mazisinin hafızasından referans aldı. Bölgedeki kavgada, fitnede zalimin zulmünü hafifletme bahasına eli kanlı İsrail’i barış masasına çekerken, ona da dokundu, temas kurdu.
Herhalde diyalog ve sükûnet için elini uzatmak gerekiyor. Abbas da buna değindi. Haklıydı. Akl-ı selîmin insanlığa çağrısıydı.
Türkiye, İsrail’in bir anlamda bölgede diplomatik olarak sığındığı tek Müslüman ülkeydi. Geçmişimizin ayıplı sahifelerinden biri de zaten İsrail’le yapılmış askerî, ekonomik ve siyasî işbirlikleridir.
Şimdi, bu yüz ekşimesinin zorlaştığı geçmişteki beraberlikten hareketle, iki ara bir derede olsa Filistin’i gözeten ve duygu bağını ve dinî yakınlığını hissettirircesine İsrail’i tekrar masaya oturtması, inşaallah hayra vesile olur.
Bütün uluslararası kombinezonlara, ABD güdümlü görüştürme senaryolarına ve Türkiye’ye biçildiği iddia edilen planlara rağmen, Türkiye dünya kamuoyunda inisiyatif alıyor.
Müslüman ülkelerle bağı kopmuş Batı dünyasının, arasına alacağı Türkiye’den alacağı dersler var. Türkiye, İslâm motifini demokratik zeminde göstererek, arkasındaki İslâm toplumu gücüyle direk ve dolaylı mesaj vermeyi başarıyor.
Laik sistemin bütün hazımsızlıklarına ve aydınımızın İslâm ve Arap alerjisine rağmen, kaderin ince sırları, hükümeti aşan bir muktesebatla yeni inkişaflara gebe. Mazlum toplumların kürsüde ve masada eşitçe konuşabilme sabrı ve müzakere sürecinde haklı dâvâsıyla insanlığı arkasına alma kültürü, dünya entelijansasına yeni bir görünüm ve güven göstergesine dönüşebilir.
Siyasî perspektifleri zorlayan, dış politikanın ince ayar yorumları ve komplo teorileri ile ifsat bloklarının bütün oyunlarının üstünde bir gidişin farklılığı gözlemleniyor.
İslâm dünyası, halkıyla ve kımıldamaya başlayan demokratik hareketleriyle Türkiye’den öğreneceği sabırla kendi içinde tutunmaya, birbirini anlamaya ve iç çatışmaları bırakıp, Asya’nın talihini değiştirmeye çalışıyor.
Farkında olarak veya olmayarak. İslâm Birliğine götüren acı tecrübelerin eşiğinden geçiyoruz. Takat, sabır ve şuurlu beraberlikle oyunlar aşılacaktır.
Kaderin bir cilvesi, ağırladıklarımız Osmanlı’da bir olan bir toprağın içinden çıktılar. Şimdi gelip barış arıyorlar.
15.11.2007
E-Posta:
[email protected].
|
|
Şaban DÖĞEN |
Ahirette işe yaramayacaksa |
|
“Allah’ım, fayda vermeyen ilimden, kabul edilmeyen duâdan, ürpermeyen kalpten ve doymayan nefisten Sana sığınırım.”1
Allah Resûlünün (asm) duâlarından birisi buydu. Biz bu makalemizde bahsi geçen dört olumsuz husustan fayda vermeyen ilim üzerinde duralım.
Eğer öğrendiklerimiz işimize yaramayacak, fayda sağlamayacaksa neye yarar? Sadece şu geçici dünyada işe yaraması da yetmez, ahirette de faydasını görmeliyiz onun. Faydası olmayan ilmi, Allah yolunda harcanmayan hazineye benzetiyor Peygamberimiz (asm).2
Hangi insan emeklerinin boşa çıkmasını ister?
Eğer emekler a’dan z’ye herşeyi bize birer emanet olarak bahşeden Rabbimizin hoşnutluğunu kazanmak maksadıyla yapılırsa bir anlam ve kıymet ifade eder. Herşeyimizi Kendisine borçlu olduğumuz Rabbimizi düşünmeden, Onun rızasını kazanmak maksadı gütmeden öğrenme ve öğretmeler boşa kürek çekmek demektir.
Elbet faydamızı düşüneceğiz ve başkalarına faydalı olma gayreti içinde olacağız. Ama bütün bunlar yaptıklarımızı Allah için yapmaktan alıkoymayacak. Herşeyi Onun rızasına uygun tarzda yapacağız. Böylece hem Onun rızasını kazanacak, hem de maddeten ve mânen kazançlı olacağız.
Bunlar birbirine engel olan şeyler değil. O işi yaparken taşıyacağımız niyet önemli. Bütün mesele niyeti sağlam tutmak, iyi şeyleri öğrenmek ve öğretmek niyetinde olmak ve bütün bunları Allah için yapmak.
Okula, sohbete, vaaza veya herhangi bir ilim meclisine bu niyetle giden kimsenin kazancı hiçbirşeyle ölçülmez. Bunu en güzel Kâinatın Efendisi (a.s.m.) anlatmışlardır. Buyururlar ki, “İyi şeyleri öğrenmek ve öğretmek maksadıyla benim şu mescidime gelen kimse, Allah yolunda çarpışan mücahidin mertebesindedir.”
Ya başka bir niyet taşınırsa? Peygamberimiz (a.s.m.) bunun dışında bir maksatla gelen kimsenin de, başkasının mallarına bakıp da bir fayda görmeyen kimse durumunda olduğunu bildiriyor.3 Şu hadis-i şerifler de ne kadar tehdit edici: “Allah rızasından başka bir maksat için ilim öğrenen [yahut bu ilimle Allah rızasından başka birşeyi elde etmek isteyen] kimse, Cehennemdeki yerine hazırlansın!”4
“Ne âlimlere karşı övünmek, ne cahillerle münakaşa etmek ve ne de meclislerin seçkin köşelerinde yer almak için ilim öğrenmeyiniz. Kim böyle yaparsa ateşe müstehak olur.”5
İlmin ne maksatla kullanıldığı da sorgu sebebi.6
Demek öğrendiklerimiz, öğrettiklerimiz bu ölçülere dikkat ederek yapılırsa bir anlam ve fayda sağlıyor.
Dipnotlar: 1. Müslim, Zikir: 73; Ebu Davud, Vitir: 32. 2. Müsned, 2:499. 3. İbni Mace, Mudaddime: 17. 4. Buharî, İlim: 28; Tirmizî, İlim: 6. 5. İbni Mace, Mukaddime: 23. 6. Tirmizî, Kıyame: 1; Terğib, 1:125.
15.11.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Her tasdik, etkiden mi kaynaklanır? |
|
Şûrâlara katılan meşveret üyelerinin susma ve etkilenme boyutuna da bakmamız gerekir. Ki, üç şeyden kaynaklanıyor olabilir:
- Meşverette konuşanların fikirlerini benimsemek, sükût ile ikrar etmekten...
- Her bilen, bildiğini tam anlatamayabilir. Anlamak ayrı şey, anlatmak kabiliyeti ise apayrıdır. Anlatamamak, anlamamaya delil değildir. Güzel yemek ve resim yapamayan, onları anlamıyor demek değildir.
Bu cümleden olarak, aynı dâvâ, aynı fikir, aynı meslek, aynı meşrep, aynı metot etrafında; her ne kadar herkes, tâm mânâsıyla düşüncelerini anlatamazsa da; doğruyu-eğriyi birbirinden ayıracak vasıftadırlar.
Meşveret edilen şey zaten teferruâttır, tercihâttır, maksattır, tatbikattır.
Bu hususları anlamak ve o konuda sağlıklı karar vermeye cehâlet veya meselesini anlatamama engel değildir. Meselâ, biriyle üzümü paylaşırken, paylaşanların hak ölçülerine riâyet etmeleri için ille de âlim ve üzüm yetiştirme konusunda uzman olmaları gerekmez.
Hele, meşveret edilen şey, o insanların yıllardan beri iştigal ettikleri ve uygulamaya çalıştıkları hususlar ise, isâbetli düşünme ve karar almaları daha da kolaydır.
- Üçüncüsü, meşveret üyeleri meseleleri bilmiyor, gerçekten etki altında kaldıklarını farz edelim. Durum böyle ise de fark etmez. Çünkü, öyle veya böyle, eldeki meşveret kumaşı budur. Daha önce gördük ki, en kötü meşveret, en iyi tek seslilikten, keyfîlikten, diktatörlükten çok daha iyidir. Yapılacak şey, yardım ve desteklerimizle kaliteyi yükseltmektir.
Şu halde, bu üç şıkta da bir şey lâzım gelmez. Yâni, meşveret meşrûdur, endişeye mahâl yoktur. Zaten meşveret hâkim olursa, hile ve aldatma giremez. Mânen de girmemesi icâp eder. Çünkü meşveret İlâhî bir emirdir. Şûrâ, bir şahsı mânevîdir. Elbette mânevî bir ağırlığı, bir ulviyeti olmalıdır.
Bir nefer, uzun zaman kendisini yüz başı, albay olarak kabul ettiremez. Evet, “Meşveretin hüküm sürdüğü yerde bâtıl hak sûretini giymekle fikirleri aldatamaz”1 bir esaslı hakikattır.
Şayet, “Aldatıyor” diyen olursa, ki, bunlar da meşverette söyleniyorsa, mesele orada tevazuh eder ve yanlış ortaya çıkar, düzeltilir. Zâten meşveretin mânâ ve ruhu budur. Eğer, dışardan bir kısım şahıslar veya kümeler bunu iddiâ ediyorsa; yukarıdaki hükmün mânâ-yı muhâlifiyle, “Meşveret hüküm sürmediğinden yanlış ve hissî değerlendirmeleri hak sûretine girip aldatmaya çalışıyorlar” demektir.
Farz-ı muhâl olarak, meşveretten yanlış karar çıksa da, zamanla ortaya çıkar, ikinci bir meşverette düzeltilir. Eğer düzeltilemiyorsa, henüz ekseriyet böyle düşünmeye devam ediyor, görüşünü değiştirmeyi düşünmüyor veya o seviyeye gelmemiş demektir.
Bir şahıs, meşveretten daha öne geçebilir mi? Meşveret anlayışı ve cemaat şuûruna göre hayır. Çünkü, bir şahıs iki göz, iki kulak, bir akılla düşünür. Meşveret, on-yüz göz, kulak ve akılla düşünür.
Bir şahsa göre, yanlış olan bir şey düzeltilmiyorsa, onun hükmü nedir? O zaman, zindan-ı atâlete atan sebeplerden birisinin üzerinde ısrar ediliyor demektir:
“Sonra da medenî-i bittâb olduğundan ebnây-ı cinsinin hukukunu muhafazaya ve hakkını onlar içinde aramaya mükellef olan insanın âmâlini dağıtan fikr-i infirâdî (ferdî düşünce) ve tasavvur-u şahsî (şahsî tasavvurlar) karşı çıkar.”2 Yâni, meşveretin, ekseriyetin düşünce ve görüşlerine hürmet ve onları kabul edip tatbik etmek yerine, kendi indî veya isâbetli (!) görüş ve düşünceleri üzerinde ısrar etmek demektir. Bu ise, cemaatin, meşveretin, birlik ve beraberliğin ruhuna zıttır.
Dipnotlar: 1-Muhâkemât, s. 33.; 2-Münâzârât, s. 137
15.11.2007
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Nurcular ve solcular |
|
Dünkü köşe yazısında Ömer Laçiner'in ağzından 70'li yıllara ait bir hatırayı nakleden Emre Aköz, muhtemelen farkına varmadan bazı yanlış algılamalara sebebiyet vermiş.
Aktarılan hatıraya göre, özetle, hapishanede tutuklu bulunan solcu bir grup mahkûmun yanına, ayrıca "Nurcular" diye bilinen bir grup vatandaş getirilmiş... Bir–iki gün sonra, Nurcular avluya çıkarılıp bir güzel dövülmüşler. Solcular ise, bu duruma itiraz etmişler.
Dayağın sebebi şudur: Koğuşta namaz kılan Nurcular, kıble tarafına kasten getirilip asılmış olan "Atatürk posteri"ni namaz esnasında örtüyle kapatıyorlar.
Solcular olayı öğrenince, güya "Olmaz böyle şey, adamların inancına nasıl müdahale edersiniz " diye bastırmışlar.
Aköz, hatıranın devamını şu sözlerle aktarıyor: "Maraza çıkmaması için cezaevi yönetimi portreyi kaldırmaya ya da başka bir yere asmaya razıdır... Ancak Nurcular birden tavır değiştirir. 'Ne yapalım, madem yönetim öyle uygun gördü, portre kalsın' deyiverirler. Bunun üzerine, solcuların temsilcileri fena halde bozulmuş olarak kendi koğuşlarının yolunu tutar."
Aköz'ün bu hatıraya dair yorumu ise şöyle: "Bu açıdan bakıldığında, Nurcular fazla değişmedi: Dayak da yeseler, hakaret de görseler siyasî otoriteye başkaldırmadılar .
"Adaletsizlik' karşısında en fazla kelimelerini konuşturdular; yumruklarını değil... Hâlâ da aynı çizgideler." (Sabah, 14 Kasım 2007)
Müsbet hareket prensibi,
teslimiyetçilik demek değildir
Esasen, Emre Aköz'ün yorumuna katılmamak mümkün değil; ancak, aktarmış olduğu hatıradan bağımsız olmak şartıyla...
Zira Nurcular, evet kesinlikle "müsbet hareket etmek" ve "menfî hareket etmemek" prensibine sıkı sıkıya bağlıdırlar.
Ama bu bağlılığın bir nevi "teslimiyetçilik" şeklinde anlaşılması, katiyen doğru değil.
Şu noktalar doğrudur: Nurcular, adaletsizlik karşısında yumruklarını değil, fikirlerini konuştururlar. Haksızlığa da uğrasalar, hatta işkence bile görseler, yine de isyan etmezler, devlete başkaldırmazlar.
Fakat, bu demek değildir ki, Nurcular baskıcı rejimden memnunlar, Kemalistlerden hoşnutlar, yahut ibadet engeli karşısında bile ses çıkarmazlar.
Demek ki, bazı yanlış anlaşılmaları izale etmek gerekir.
* * *
Bir kere Nurcu olsun, mütedeyyin başka kimseler olsun, namaz kılarken karşılarında herhangi bir resim/poster olsun istemezler.
Resim, kime ait olursa olsun, bundan rahatsızlık duyarlar. Zira, kıble tarafındaki resim, ibadetteki huzuru bozar. Kaldı ki, böyle bir durum İslâm fıkhında hoş karşılanmaz
Bir diğer husus, menfî harekete hiç tenezzül etmeyen Said Nursî'nin M. Kemal ile uyum içinde ve hiçbir hadise karşısında isyana kalkışmayan, devlete en küçük bir zararları dokunmayan, ölümcül işkencelere rağmen, bir tek askerin, polisin burnunu dahi kanatmayan Nurcuların da Atatürkçülerle barışık olduğu zehabına kapılmamak gerek.
"Ben M. Kemal ile çalışmadım da, çatışmadım da" diyen Said Nursî, kendisine çektirilen otuz beş yıllık işkencenin sebebini ise, "M. Kemal'e dost olmadığı"na bağlıyor.
İşte, bizzat kendi ifadeleri: "Evet, çok emarelerle bildik ki, bana hücum edenleri tahrik eden, Mustafa Kemal'e itirazımdır ve ona dost olmadığımdır. Başka sebepler bahanedir." (Emirdağ Lâhikası, sayfa 247. Not: Bu ifadeler, 1940'lı yıllarda Cumhurbaşkanı İsmet İnönü'ye gönderilen mektubun zeylinde geçiyor.)
* * *
Demek ki neymiş... Nurcular ve Said Nursî'nin kendilerine has ölçü ve prensipleri var. M. Kemal ve Kemalistlerle fiilî bir çatışmanın içine girmemiş olmaları, yapılan herşeyi memnuniyetle, hoşnutlukla karşıladıkları anlamına gelmiyor. Aksine, çektikleri bütün sıkıntıların öncelikli sebebini, bu cereyanla bağlantılı görüyorlar.
Öte yandan, namaz gibi farz olan bir ibadetin huzurunu, dünyada hiçbir şeye fedâ etmezler.
Bu noktadan hareketle, hapishanede cereyan ettiği söylenen olayın rengi de, mahiyeti de başka türlü olabilir.
O dönemi yaşayan ve gelişmelerin içyüzünü bilen bizler de gayet iyi biliyoruz ki, o zamanki solcuların "ibadete sahip çıkmak" gibi herhangi bir dertleri yoktu.
Muhtemelen, her tarafı yakıp yıkmakta maharet sahibi olan 70'lerin solcularının, hapishanede dahi yine bir karıştırma, kışkırtma ve işi rayından saptırma gibi bir halleri zuhur etmiş olmalı ki, Nurcularla imtizac edememişler, ayrışmışlardır.
Dolayısıyla, hatırayı nakleden Ömer Laçiner'in, hapishanede olup bitenlerle ilgili anlattıklarının tahkike ihtiyacı var gibi görünüyor..
NOT:
Burada yazılanlardan hareketle, kimse Nurculuğu dar "Sağcılık" kalıbına sığdırmaya da çalışmasın. Sığmaz. Zira Risâle–i Nur, cihanşümûl bir dâvâdır. Bütün beşeriyeti içine alır. Bu sebeple, Batı patentli olan sağcılığa da, solculuğa da sığmayacak kadar büyüktür, geniştir.
GÜNÜN TARİHİ 15 Kasım 1920
Şeyh Sünusî Ankara'da
Aslen Kuzey Afrika'lı (Libya/Trablusgarp) olup Konya'da kendi rızasıyla ikamet etmekte bulunan Senusiyye tarikatı lideri Şeyh Ahmed Sünusî, Ankara'ya geldi.
Ankara'da yeni kurulmuş olan Millet Meclisi'ni de ziyaret eden Sünusî, İstiklâl Harbinin muzafferiyetle neticelenmesi için duâ etti.
Millî Mücadelenin henüz başlarında Afrika'daki müridleriyle birlikte Anadolu'ya gelen ve Müslüman Türk kardeşlerinin yanında olduğunu ilân eden Sünusî Hazretleri, müşterek düşmanlara karşı vargücüyle mücadele etti.
Müritlerinin bir kısmını silâhlandıran ve Kuvva–yı Milliye saflarına katan Sünusî'nin kendisi de, Anadolu'yu köy köy, kasaba kasaba dolaşarak, Müslüman halkı işgalci güçlere karşı gayrete getirmeye çalıştı.
1922 senesine kadar bütün işgalcilere karşı kuvvetiyle mücadele eden Sünusî, bu tarihten sonra Türkiye'den ayrıldı.
Onun ayrılıp ülkesine geri dönmesi hakkında çeşitli söylentiler dolaştı. Ancak, asıl sebebin ne olduğu bir türlü anlaşılamadı.
Muhtemelen, o da tıpkı Üstad Bediüzzaman gibi, kimi idarecilerin birtakım "din dışı" tutum ve davranışlarına şahit oldu ki, daha fazla dayanamayarak Ankara hükümetiyle olan yakın münasebetini kesmeyi tercih etti.
15.11.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Raşit YÜCEL |
Değişen dünyada |
|
Dünya her an değişiyor.
Her an yeni doğanlar, her an vefat edenler...
Bazı canlılar bu günlerde hayatlarını sona erdirdiler. Bahar ayında tekrar diriltilecekler.
İnsanda bir günde binlerce hücre yok oluyor ve yerine yeni hücreler geliyor.
Böylesine değişken bir dünyada insanı en çok üzen şey, giden şeylerin tekrar geri gelmemesidir.
Oysa insan ebedî yaşamak istiyor.
Her olumsuz şey onu incitiyor ve rencide ediyor. Bir ehl-i keşfe’l-kubur, Müslüman bir toplumda vefat edenler içinde imanını kurtaran insanın kırkta iki-üç kişi olduğunu ifade ediyor.
“Ehl-i keşfe’l-kubur”, kabirdeki mevtânın akibetini bilen kimselere deniliyor. Bu, insanın aklına “kazanmak-kaybetmek” kavramını da getiriyor.
Kaybedilen şeyin ne kadar önemli olduğunu vefat ettiği zaman anlayan insanın hâli çok acıdır.
Acaba bütün dünya ve saltanatı verilse, kaybettiği şeyi geri getirebilir mi?
Bu sosyolojik bir hadisedir aynı zamanda.
Dünya olaylarında bu duygu esas olsa, hayatın bir huzur ortamına döneceği kesindir. Her insanın başına bir koruma koymak yerine kalbine bir yasakçı konulması sosyal hayata pozitif anlamda yansıyacaktır..
Bugün başımıza belâ olan PKK ve emsali belâların temel kaynağı insandır.
İnsana mânevî anlamda yatırımın maddî hayatına da yansıyacağı unutulmamalıdır.
Zira bir deli koskoca bir şehri yakabilir. Çünkü tahrip kolaydır.
15.11.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Sâlihler zincirinden bir demet |
|
Ethem Bey:
*“Hazret-i Yusuf’un (as) kardeşi Bünyâmin, Hz. Yahyâ, Hz. Üzeyir ve Hz. Meryem’in babası İmrân peygamber midirler?”
Bünyâmin, Hazret-i Yusuf’un (as) öz kardeşidir. Kur’ân âyetlerine, “Yusuf’un kardeşi”1 olarak giren zatın Bünyâmin olduğu rivayet edilir. Peygamber olduğu konusunda her hangi bir haber mevcut değildir. Hz. Yusuf’un (as), üvey kardeşlerince kuyuya atılmasından sonra babası Hz. Yakub’un (as) teselli kaynağı Bünyâmin olmuştur.
Hz. Yahya (as), Hazret-i Zekeriya’nın (as) yaşlılıkta ve kısır hanımından Allah’ın bir ikramı olarak dünyaya gelen oğludur. Kur’ân’da adı geçer. Cenâb-ı Hak şöyle buyurur: “Dünyaya geldiğinde, ‘Ey Yahya, Tevrat’a kuvvetle yapış!’ dedik. Ve daha çocukluğunda ona ilim ve hikmet verdik. Ona tarafımızdan bir şefkat ve günahlardan temizlik verdik. O da takva sahibi bir kul oldu. Anne ve babasına iyilik ederdi. Onlara karşı zorba ve isyankâr değildi. Doğduğu gün de, öldüğü gün de, diri olarak kabrinden çıkacağı gün de selâm onun üzerinedir.”2
Hazret-i Yahya’ya peygamberlik verilmiştir. Küçüklüğünde Tevrat’la amel etti. İsrailoğullarına Tevrat hükümlerine göre vaaz ve nasihatlerde bulundu. Hazret-i Musa’nın (as) şeriatına göre amel ederken, Hazret-i İsa’nın (as) peygamber olması üzerine Hazret-i İsa’yı (as) tasdik etti ve Hazret-i İsa’nın (as) şeriatıyla amel etmeye başladı.3
Hz. Üzeyir (as), Kur’ân’da adı geçen salihlerdendir. Peygamber olup olmadığı konusunda sahih bir bilgiye sahip değiliz. Tevrat’ı ezberleyerek yazmış ve tahrif olmaktan korumuştur. Yahudiler kendisine “Allah’ın oğludur” dediler. Kur’ân şöyle buyurur: “Yahudiler, ‘Üzeyir Allah’ın oğludur’ dediler. Hıristiyanlar da, ‘Mesih Allah’ın oğludur’ dediler. Bu onların uydurdukları sözlerdir.”4
Bakara Sûresinde isim verilmeksizin, öldükten sonra dirilişin hak olup olmadığını Allah’a soran bir kimsenin bir delil ve ibret olmak üzere öldürüldüğü ve yüz sene sonra diriltildiğinden bahsedilir. Bu kimsenin Hazret-i Üzeyir (as) olduğu, yüz sene sonra yeniden dirilmesi üzerine Yahudiler tarafından “Allah’ın oğlu” olarak vasıflandırıldığı söylenir. Âyet şöyledir: “O kimseyi görmedin mi ki: Yıkılıp harabeye dönmüş bir beldeye uğramıştı. Kendi kendine: ‘Acaba Allah bu beldeyi öldükten sonra nasıl diriltecek?’ dedi. Allah da onu öldürüverdi. Ve yüz sene öylece bıraktı. Sonra tekrar diriltip: ‘Bu halde ne kadar kaldın?’ diye sordu. O da, ‘Bir gün veya bir günden daha az’ diye cevap verdi. Allah ise: ‘Yüz sene ölü kaldın!’ buyurdu. ‘İşte yiyecek ve içeceğine bak ki, hiçbiri bozulmamış! Bir de merkebine bak! Kemikleri nasıl birbirinden ayrılmış! Senin yüz sene ölü kaldığını gösterir. Seni ise, insanlara bir delil olsun diye öldürüp dirilttik. Şimdi de kemiklere bak. Onu nasıl yerli yerine koyup et giydiriyoruz.’ O da bu delilleri böylece apaçık görünce, ‘Bildim ki, Allah her şeye kadirdir!’ dedi.5
İmran ise Hazret-i Meryem’in babası, Hazreti İsa’nın (as) dedesidir. İmran’ın bağlı bulunduğu Maşan oğulları Benî İsrail’in gerek saltanat, gerekse din işleri bakımından reisleri idi. Bundan dolayı bu ailenin İsrailoğulları üzerinde büyük nüfuzları ve şöhretleri vardı.
İmran ailesi mânâsında bulunan “Âl-i İmran”, Kur’ân’ın 3. sûresinin adıdır. Kur’ân İmran ailesinden mübarek bir aile olarak bahseder. Fakat İmran’ın peygamber olduğu konusunda her hangi bir haber mevcut değildir.
İmran’ın eşi Hânne yaşlanmış olmasına rağmen çocuk sahibi değildi, fakat çocuk sahibi olmak istiyordu. Bir çocuk vermesi için Cenâb-ı Hakka ihlâs içinde duâ ediyordu. Bir gün hamile kaldığını öğrenince çok sevindi. Allah’ın bu büyük lütfuna karşılık karnındaki çocuğu Mescid-i Aksâ’nın hizmetine adamaya karar verdi. Şöyle duâ etti: “Ya Rab! Ben karnımdaki çocuğu dünya meşguliyetlerimden uzak bir kul olarak Senin ibadetine adadım. Bunu benden kabul buyur. Muhakkak Sen her şeyi işitir ve her şeyi bilirsin.”6
Çocuk doğmadan önce İmran vefat etti. Doğan çocuk ise bir kız çocuğu idi. Hanne duâsının kabul olmadığını zannetmiş ve çok üzülmüştü. Kur’ân’dan dinleyelim: “Sonra onu doğurup kız olduğunu görünce, ‘Rabbim! Ben kız doğurdum’ dedi. Allah ise onun ne doğurduğunu biliyordu. ‘Benim istediğim erkek çocuk, kız gibi değildir. Ben ona Meryem adını verdim. Onun ve neslinin kovulmuş şeytanın şerrinden korunması için Sana sığındım’ dedi. Rabbi Onun adağını güzel bir sûrette kabul etti. Meryem’i güzel bir çiçek gibi yetiştirdi. Ve Zekeriyyâ’nın (teyzesinin kocası) himayesine verdi. Zekeriyyâ ne zaman Meryem’in bulunduğu mihraba girse, onun yanında yiyecek ve içecek bulurdu. O: ‘Ya Meryem! Bunlar sana nereden geldi?’ diye sorar, Meryem de: ‘O Allah katındandır’ derdi. Muhakkak Allah dilediğini hesapsız şekilde rızıklandırır.”7
Allah’ın selâmı Kur’ân’da adı geçen cümle sâlihlerin üzerine olsun. Âmin.
Dipnotlar: 1- Yûsuf Sûresi, 12/8, 69, 76 2- Meryem Sûresi, 19/12, 13, 14,15 3- Âl-i İmrân Sûresi, 3/39 4- Tevbe Sûresi, 9/30 5- Bakara Sûresi, 2/259 6- Âl-i İmrân Sûresi, 3/35 7- Âl-i İmrân Sûresi, 3/36, 37
15.11.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|