|
|
ÂYET-İ KERİME MEÂLİ
Şüphesiz ki Yunus da peygamber olarak
gönderilenlerdendi.
Saffât Sûresi: 139
|
15.11.2007
|
|
HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ
Ezan okunduğunda gök kapıları açılır ve duâlara cevap verilir.
Câmiü's-Sağîr, c: 1, no: 490
|
15.11.2007
|
|
Doğuda din ilimleri esas olmalıdır
Ben bütün ruh u canımla Maarif Vekilini tebrik ediyorum. Hem 55 seneden beri, Medresetü’z-Zehrâ namında Şark Üniversitesinin tesisine çalışmak ve o üniversiteyi biri Van’da, biri Diyarbakır’da, biri de Bitlis’te olmak üzere üç tane veya hiç olmazsa bir tane Van’da tesis etmek için, Hürriyetten evvel İstanbul’a geldim. Hürriyet çıktı, o mesele de geri kaldı.
Sonra İttihatçılar zamanında Sultan Reşad’ın Rumeli’ye seyahati münasebetiyle Kosova’ya gittim. O vakit Kosova’da büyük bir İslâmî darülfünun tesisine teşebbüs edilmişti. Ben orada hem İttihatçılara, hem Sultan Reşad’a dedim ki: “Şark böyle bir darülfünuna daha ziyade muhtaç ve âlem-i İslâmın merkezi hükmündedir.”
O vakit bana vaad ettiler. Sonra Balkan harbi çıktı. O medrese yeri istilâ edildi. Ben de dedim ki: “Öyleyse o 20 bin altın lirayı Şark Darülfünununa veriniz.” Kabul ettiler.
Ben de Van’a gittim. Ve bin lira ile Van gölü kenarında Artemit’te temelini attıktan sonra Harb-i Umumî çıktı. Tekrar geri kaldı.
Esaretten kurtulduktan sonra İstanbul’a geldim. Hareket-i Milliyeye hizmetimden dolayı Ankara’ya çağırdılar. Ben de gittim. Sonra dedim: “Bütün hayatımda bu darülfünunu takip ediyorum. Sultan Reşad ve İttihatçılar 20 bin altın lirayı verdiler. Siz de o kadar ilâve ediniz.” Onlar 150 bin banknot vermeye karar verdiler. Ben dedim: “Bunu mebuslar imza etmelidirler.”
Bazı mebuslar dediler: “Yalnız sen medrese usulüyle sırf İslâmiyet noktasında gidiyorsun. Halbuki şimdi garplılara benzemek lâzım.”
Dedim: “O vilâyat-ı şarkiye âlem-i İslâmın bir nevi merkezi hükmünde, fünun-u cedide yanında ulûm-u diniye de lâzım ve elzemdir. Çünkü, ekser enbiyâ şarkta ve ekser hükema garpta gelmesi gösteriyor ki, Şarkın terakkiyatı din ile kaimdir. Başka vilâyetlerde sırf fünun-u cedide okutturursanız da, Şarkta herhalde millet, vatan maslahatı namına, ulûm-u diniye esas olmalıdır. Yoksa Türk olmayan Müslümanlar, Türke hakikî kardeşliği hissedemeyecek. Şimdi bu kadar düşmanlara karşı teavün ve tesanüde mecburuz.”
Şimdi ben zehir hastalığıyla ziyade rahatsız vaziyette ve çok ihtiyarlık sebebiyle elli beş senelik bir gaye-i hayatımı görüp takip etmekten mahrum kaldığım gibi, Ankara’ya gidip şark terakkiyatının anahtarı olan bu müesseseye çalışanları ruh u canımla tebrik etmekten dahi mahrum kalıyorum.
Yalnız, otuz beş sene evvel Ebuzziya Matbaasında tab edilen Münazarat ve Saykalü’l-İslâmiye namındaki eserim, elbette Maarif Vekilinin nazarından kaçmamış. Benim bedelime o eser konuşsun. Ben hayatımdan ümidim kesilmiş gibiyim. Fakat o azîm üniversitenin temelleri ve esasatı ve mânevî bir programı ve muazzam bir tedrisatı nevinden, Risâle-i Nur’un yüz elli risâlesini kendime tevkil ediyorum. Bu vatan ve milletin istikbalinin fedakâr genç üniversite talebelerine ve maarif dairesine arz edip bu meselede muvaffakiyete mazhar olan Tevfik İleri’nin bu biçare Said’e bedel Risâle-i Nur’a himayetkârâne sahip çıkmasını rahmet-i İlâhîden niyaz ediyorum.
Çok hasta, çok ihtiyar,
garip, tecrid içinde Said Nursî
Emirdağ Lahikası, s. 402-403
|
15.11.2007
|
|
“Kur’ân en mühim haberdir”
Gün içerisinde ‘hayatın geniş daireleri’yle ilgili o kadar çok haberle karşı karşıya kalıyoruz ki, ‘kalp ve nefis’ dairemize ait, bizi doğrudan ilgilendiren birçok haberden bîhaber kalıyoruz.
Bu haberleri, evimizin en güzel köşesine taht kurmuş ‘televizyon’ ve sokakların—görüş açısı en uygun olan—nadide yerinde ‘bilbordlar ve reklam panoları’ savuruyor zihnimize.
Televizyonda; uyuşturucu kullanma yaşının ilköğretim çağındaki çocuklara kadar düştüğünü, Kur’ânî prensipler üzerine inşâ edilmeyen ve hüsrânla sona eren evlilikleri, menhûs bir para için ebedî hazineleri kaybeden insanları duyunca insanın içi parçalanıyor. Ama sadece parçalanıyor. İçimizde geçici, anlık bir ‘acıma duygusu’ beliriyor. Fakat hâdiseler karşısında neler yapabileceğimiz hakkında herhangi bir bilgi verilmiyor.
Bilbordlar ile reklam panoları ise; bir fırsatlar dünyasını sunuyor bize. Beyaz eşyadan son model cep telofonlarına, eskitme koltuk takımlarından duvar boyu halılara kadar eski modellerin kıymetini nazarımızdan düşerecek onlarca yeni model ürün ve fırsatlar sunuyor. Ne yazık ki buna mukabil bu fırsatlarla(!) oyalanırken hangi fırsatları kaçırdığımız söylenmiyor.
Meselâ; böyle olunca Kur’ân’ın “Üstlerindeki göğe bakmazlar mı? Akıl etmezler mi? Hiç düşünmezler mi?” gibi önemli haberlerini ve hatırlatmalarını duyamıyoruz haliyle. Ve kâinatta her biri birer kudret mucizesi olan hadiselerde tecellî eden Rabbimizin isim ve sıfatlarını göremiyoruz. Böylece Rabbimizi tam mânâsıyla tanıyamıyor, Marifetullah dersinde ya sınıfta kalıyor ya da hayatımıza aksetmeyen bir mârifet bilgisiyle imanın ve İslâmın o ruha letâfet veren lezzetlerinden, huzurundan mahrum oluyoruz.
Aynı haberlerle kaşı karşıya kalan ve zihnine ‘dünyevîliğin’ geçici fırsatları sunulan biri olarak, ben de reklam panolarının beni dünyaya çağıran hatırlatmaları arasından evimin yolunu tutuyorum. Fırsatlar dünyasının ruhumu abluka eden hatırlatmalarından kurtulmanın sevinciyle evime giriyor ve arka bahçeye bakan odamda, kitap okumak için masama oturuyorum.
Tam bu sırada bir âyet-i kerîme suâllerime cevap oluyor, karanlığıma ışık yayıyor, yaralarıma merhemler sürüyor:
“Kur’ân en mühim haberdir.” (Sad: 67) diyor Rabbimiz (celle celalûhu). Nazarlarımızı haberlerin en biriciğine çeviriyor. Bize, “Nereden geldin? Necisin? Nereye gidiyorsun?” gibi üç mühim suâlden heber veriyor. Ruhlar âleminden gelip dünyada devam eden ve mahkeme-i kübrâya kadar devam eden o uzun hayat yolculuğumuzdan bahsediyor. Bu dünyaya, Rabbimizin san’ât harikalarını seyretmek ve yaratılanlar karşısında hayretle “Maşallah! Sübhanallah! Barekâllah!” dememiz için geldiğimizi hatırlatıyor—sâfi zihinlerimizi idlâl edecek şeytânî manzaraları seyretmek için değil. Ve bize, ebedî arzularımızı tatmin edecek saadet saraylarına gitmek için çözüm yollarını gösteriyor.
Hz. Muhammed (asm) ise, vermiş olduğu haberlerle, hem dünyamıza, hem ahiretimize ışık tutuyor. Hâdiseler karşısında sadece küçük bir ‘acıma duygusu’na mukâbil, hâdiselerden nasıl ders alabileceğimizi de yine o (asm) ders veriyor. Vermiş olduğu mühim haberlerle de, ‘Muhbir-i Sâdık’ (Sâdık bir Haberci) olduğunu ispat ediyor. Bizi ebedî bir helâketten sakındırıp, ebedî cennetlere çıkan yolu ‘Sünnet-i Seniyye’siyle de bizzat yaşayarak gösteriyor.
Evet, “Kur’ân en mühim haberdir.” Hz. Muhammed (asm) ise ‘en sâdık haberci’dir. Dersini Kur’ân’dan alan bir mü’min olarak bize düşen ise, nazarlarımızı, bir gün içinde eriyip dünümüze ve yarınlarımıza fayda etmeyen, bugünkü tabirle ‘gün-cel’ haberlerden, Kur’ân’ın mâzi ve istikbâlimizi aydınlatıp hâzır zamanımıza huzur veren, asırlar boyu hiç gündemden düşmeyen—ümitle korku arası bir dengeyi tavsiye eden—hakikatli haberlerine çevirmektir. Bunu yapmakla ebedî hayat yolculuğumuzda önümüze kurulan şeytanî tuzakları görecek ve bizi saadet saraylarına götüren fırsatları yakalayabileceğiz.
Hz. Muhammed (asm) ‘Muhbir-i Sâdık’ olarak bize Kur’ân’ın ebedî saadetlere vesile kılacak fırsatlarından haber veriyor. ‘Fırsatlar dünyasında!’ yaşayan günümüz insanına ‘ebedî fırtsalarla’ dolu cennetten haber veriyor…
Benden size bir haber: “Bu fırsat kaçmaz!”
|
Cihan CAMBAZ
15.11.2007
|
|
“Tohumların mahsulü ıslah olmazsa...”
Risâle-i Nur’da Meyve Risâlesi’nin yeri büyüktür. “Zındıka ve küfr-ü mutlaka karşı Risâle-i Nur’un bir müdafaanâmesi” olan Meyve Risâlesi, aynı zamanda “Denizli hapsinin bir meyvesi” olarak da kabul edilir. Diğer risâlelerde bazı önemli konular için bu risâleye atıflarda bulunulur.
Risâle-i Nur’la tanışmamız, 1960’lı yılların ikinci yarısına kadar uzanmaktadır. O yıllarda, Meyve Risâlesi’nin On Birinci Meselesinin sonunda yer alan bir hâşiye daha çok dikkatimizi çekerdi. Sık sık okuma ihtiyacını hissederdik. O hâşiyede Felâk Sûresi’nin uzun bir hakikatine kısa bir işâret edilmektedir. Bu sûrenin “beş cümlesinden dört cümlesi ile bu asrımızın dört büyük şerli inkılâplarına ve fırtınalarına mânâ-i işârî ile” baktığı ifade edilmektedir. Hâşiye, şu cümlelerle sona ermektedir: “Eğer beraber olsa, Miladî bin dokuz yüz yetmiş bir (1971) olur. O tarihte dehşetli bir şerden haber verir. Yirmi sene sonra şimdiki tohumların mahsulü ıslâh olmazsa, elbette tokatları dehşetli olacak.” (Asâ-yı Mûsâ, s. 78)
Üstad bu hakikatleri 1940’lı yıllarda Denizli’de haykırmıştı. Ama duyan, ya da dinleyen olmadı. Ceremesi de pahalıya mal oldu. Hep beraber çektik.
Bu hakikatleri okuyarak 1970’li yıllara geldik. O yılların dehşetini lise çağımızda görmeye başladık ve üniversite yıllarında yaşadık. 1970’li yıllar, ülkenin anarşi ile imtihan edildiği yıllar oldu. Ekilen zakkum tohumları, meyvesini zehir olarak vermeye başlamıştı. Ülkede sıkıyönetim ilân edildi. Şehirler, mahalleler, caddeler, sokaklar sanki parsellenmişti. Geceleri sokağa çıkmak cesaret işiydi. Hatta, şu söz yaygınlaşmıştı: “Gece on ikiden sonra sokaklarda ya Nurcuları görürsün, ya da s...”
Her şeye rağmen, iman ve Kur’ân hizmeti gece-gündüz demeden devam ediyordu.
Sabah kalktığımızda nelerle karşılaşacağımızı bilemezdik. Üniversitenin yolunu tutarken, o gün başımıza nelerin geleceğini kestiremezdik. Teşbihte hata olmasın, cepheye gider gibi giderdik. Okuduğum fakülte, Ankara’nın merkezinde bulunuyordu. Sanki öğrenci olaylarının da merkezi idi. Sık sık çıkan olaylar bahane edilerek fakülte süresiz kapatılırdı. Açılınca öğrencilerin birbirlerine bakışları değişirdi. Birbirlerine suçlu gözüyle bakarlardı. Okumaya gelen öğrenciler okuyamıyordu. Fakültenin kantini ve yemekhanesi de bölünmüştü. Olaylar sonucu maalesef bazı öğrenciler hapishane, bazıları hastahane, bazıları da kabristanın yolunu tuttular. Bunların sayısı 12 Eylül’den sonra binlerle ifade edildi.
O yıllarda, merhum Bayram Yüksel Ağabey de Ankara’da, meşhur Ulus 27’de ikamet ediyordu. O mekân, o tarihlerde Nur Talebelerinin en çok uğrak yeri idi. Bugün ise, bir başka mânâda hayatını ve hizmetlerini devam ettirmektedir. Bayram Ağabey, Risâle-i Nur hizmetleriyle yakından ilgileniyordu. Ankara’da olduğu yıllarda sık sık görüşme, konuşma ve birlikte gezme fırsatını buldum. Kendisinden çok istifade ettim. Bana çok iltifat ederdi. Nur derslerini takip ederdi. Okumaktan çok dinlemeyi severdi. Sabah namazı derslerine katılır, eskimez yazıyla olan risâlelerden okurdu. Ben de merakla yanına oturur, onu takip ederdim. Merhumla pek çok hatıram var. Zamanında yazmadığım için pek çoğunu ne yazık ki, unuttum. Hatıraları hafızamı da zorlayarak derlemeye çalışacağım. Bu yazımda üniversite yıllarına ait bir hatıramı sizinle paylaşmak istiyorum.
Olayların hızla arttığı o günlerde, arkadaşlarla sık sık istişare ederdik.
Olaylar karşısında tavrımızın ne olacağını istişare etmek için, yine bir akşam âcil olarak bir araya gelmiştik. Bir arkadaş “İstişareye, Bayram Ağabeyi de çağıralım” demişti. Ben itiraz ettim: “Bayram Ağabeye hürmetimiz sonsuzdur. Onun bu istişareye gelmesi uygun olmaz. Çağırmayalım, ama bilgi verelim” dedim. O arkadaş fikrinde ısrar etti. O gece geç saatlere kadar istişaremiz devam etti. Müsbet hareket edecektik. Bizim görevimiz iman ve Kur’ân hizmetiydi. İnsanların imanını ve ahiretini kurtarmaktı.
Bir ara merhum Bayram Ağabeyle karşılaştım. Yanımda o arkadaş da vardı. Aklıma o günkü sözleri geldi. Konuyu Bayram Ağabeye açtım. O günkü konuşmalarımızı bir bir anlattım, “Bu kardeş sizin bulunmanızda çok ısrar etti. Sizin gelmenizi ben istemedim” dedim. Merhum Bayram Ağabey de, “Ahmet kardeş doğru yapmış. Ben sizin fakültenizin nerede olduğunu, kapısının nereden açıldığını bilmem. Siz istişarenizi kendiniz yapacaksınız tabiî. Biz size diğer işlerde yardımcı olacağız. İhtiyaçlarınızı karşılayacağız” dedi. O arkadaş da başını eğdi, sesini çıkarmadı.
Allah’ın inayetiyle olayların içine düşmedik. Dehşetli olaylar ya bizden önce bitmiş oluyordu, ya da biz çıktıktan sonra başlıyordu.
Allah’a şükür, her şeye rağmen, fakülteyi süresinde bitirdim. Olayların dehşetinden benim üniversiteyi bitirmem merak konusu da olmuştu. Bana üniversiteyi nasıl bitirdiğim sorulduğunda, ben de şakayla karışık, “Hep silâhlı gezerdim. Kimse bana ilişemezdi” derdim. Silâhımın markasını soranlara da, “Abdest ve Risâle-i Nurlar” olduğunu söylerdim.
|
Ahmet ÖZDEMİR
15.11.2007
|
|
Peygamberimize (asm) dâvet
Varıp eşiğine yüzümü sürsem
Solmayan bağından gülleri dersem
Yollara rengârenk çiçekler sersem
Bize gelir misin ya Resulallah
Helâket felâket asrı oldu asr-ımız
Sarsıldı iman ve fazilet kasrımız
İlhad ve zulümatla doldu çarşımız
Nurunla gelir misin ya Resulallah
Günah batağında olsa da yollar
Âleme Rahmet için açılsa kollar
Kurtarmak için günahkâr kullar
Elini verir misin ya Resûlallah
On dört asır önce yaktığın ateş
Bütün mevcudâtı eyledi kardeş
Mu’cizenle seyrini durduran güneş
Gibi gelir misin ya Resulallah
Şefaat için huzuruna gelenlerle
Yüce dâvân için can verenlerle
Yüz yirmi dört bin enbiyâ ve erenlerle
Nur kervanla gelir misin ya Resulallah
Levlâke levlâk sırrını bildik
Dâvâna sadakte, natakte dedik
Bilmeden dalâlet zakkumu yedik
Şifâ için gelir misin ya Resulallah
Arş-ı Azam’dan gelen İlâhî hitab
Muzaaf farz-ı ayn dedi mânevî cihad
Âlem desin artık Kulhüvallahu Ehad
Tevhid asasıyla gelir misin ya Resûlallah
Yolunda herşeyim verip yitirsem
Kelâmı kelâmullah ile bitirsem
Nur Üstadımdan selâm getirsem
Cihad sancağıyla gelir misin ya Resulallah
Şimdilik yetsin artık sözüm ve sazım
Ömür boyu şudur bütün niyâzım
Bu asrın putlarını devirmek lâzım
Ali, Hamza ile gelir misin ya Resulallah
İlim mü’minin yitik malı, olsa da Çin’de
Rahmete garkolur mü’minler sin’de
Mahşer günü sayısız ümmet içinde
Bizi de bilir misin ya Resulallah
|
Hasan ŞEN
15.11.2007
|
|
|
|