Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 14 Kasım 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Sami CEBECİ

Asya-Nur Kültür Merkezi’nde ilk seminer



Âhirzamanda gelen son müceddit Bediüzzaman Hazretleri çok yönlü bir insandı. Bir cemaatin yapabileceği çeşitli hizmetleri tek başına icrâ ediyordu. Eski Said dönemindeki hayat safhaları buna şahitti.

İlk defa 1907 yılında İstanbul’a gelmişti. Âlimlerle yaptığı ilmî tartışmalar ve sorulan her soruya doğru cevaplar vermekle şöhreti hemen yayılmış, hattâ padişaha kadar ulaşmıştı. O, bir hürriyet âşığıydı. Genç yaşta geldiği İstanbul’daki hürriyet hareketlerine katkıda bulunmuş, 23 Temmuz 1908’de ilân edilen meşrûtiyet rejimini müdafaa sadedinde, 25 Temmuz günü Sultan Ahmet Meydanı’nda “Hürriyete Hitap” namındaki meşhur nutkunu binlerce kişiye irticâlen sunmuştu.

Medresetü’z-Zehrâ adıyla Van’da bir İslâm üniversitesi kurma projesini ulemaya ve devlet erkânına anlatan Bediüzzaman gerçek bir eğitimciydi. Bu projesiyle hem Doğu vilayetlerindeki cehâleti gidermeye çalışıyor, hem de muhtelif ırklara mensup Müslüman devletler arasında çıkabilecek ırkçılık belâsına panzehir olarak, İslâm kardeşliğini tesis etmeye gayret ediyordu.

Geniş salonlarda konferanslar, meydanlarda nutuklar, camilerde vaazlar, gazetelerde makaleler yazmak gibi çeşitli hizmetler veren Bediüzzaman, bir taraftan da kitaplar telif ederek milleti irşat vazifesini îfa ediyordu. “Bizim düşmanımız cehâlet, zarûret, ihtilâftır. Bu üç düşmana karşı san'at, marifet ve ittifak silâhıyla cihad edeceğiz” diyen Bediüzzaman, hastalıkların özünü tesbit etmiş, tedâvi çarelerini de göstererek, o istikamette hizmetler üretmişti. Ama, asıl hastalığın iman zayıflığı olduğunu bilen Üstad, Cumhuriyet döneminde telif ettiği Nur Risâleleriyle en büyük hizmeti gerçekleştirmişti. Altı bin sayfayı aşkın tahkîki iman dersleriyle, toplumun taklit mertebesindeki geleneksel imanlarını tahkik mertebesine yükseltmiş, milyonlarca insanın imanına hizmet ederek, onları, mensubu olduğu dinlerinin esaslarını yaşar hâle getirmiştir.

Bediüzzaman’ın tek bir hedefi vardır. O da rızâ-yı İlâhî dairesinde iman ve İslâm’a hizmet etmektir. Bu yolda meşrû olan her türlü vasıtayı kullanmaktan çekinmemiştir. 1950’li yıllarda ilk defa teyp cihazını görüp, ondan dersi dinleyince “Bu, Risâle-i Nur hâfızıdır” demiştir. Bediüzzaman’ın bu mesleğinden ve tarzından ders alan Nur talebeleri, gazete, dergiler, çeşitli İslâmî kitaplar, seminer, konferans, panel ve açık oturumlar, sesli ve görüntülü yayınlarla iman hakikatlerine hizmet ederek geliyorlar. Milletin ve bilhassa gençliğin imanını kuvvetlendirmek ve İslâm dinini yaşanır hale getirmek için bütün güçleriyle çalışıyorlar.

Bu cümleden olarak, yeni inşâ ettiğimiz Asya-Nur Kültür Merkezi’nde Ramazan ayı boyunca kıldığımız Teravih namazları öncesi yarım saati aşkın risâle dersleri yaptık. Vakit namazları sonrasında öğle ve ikindiyi müteâkip mahalleden gelen yeni insanlarla iman hakikatlerini mütalâa ettik. Hâlâ bu geleneğimizi devam ettiriyoruz.

Nihayet, salonumuzda ilk seminerimizi takdim ettik. Ankara’nın bazı mahallerinden temsilen gelenler de vardı. 120 metrekarelik salon oldukça kalabalık bir katılımcıyla dolmuştu. Gelenlerin üçte biri tamamen yeniydi. Pazar akşamları devamlı yapılacak bu seminerler dizisinin ilkinde, “İman, insan ve kâinatın sırları” konusunu işledik. Nur Risâlelerinin kalbi gibi çok özet konulardı. Sekiz bölümden oluşuyordu. Her bölüm bir seminer konusu olacak kadar kapsamlıydı. Yetmiş dakika süren seminer, cidden alâkayla tâkip edildi. İkram arasından sonra gerçekleşen soru-cevap bölümü ile katılımcıların ilgi oranı açıkça belli oluyordu. Toplam iki saate yaklaşan program bittiğinde hepimizin ruhu bayram yapıyordu. İyi bir başlangıç olmuştu. Katılımı ve katkılarıyla programa güç katan bütün dostlara şükranlarımızı sunuyoruz.

Bulunduğu semtin mânevî bir merkezi konumuna gelme istidadı olan Asya-Nur Kültür Merkezinde, gençlik sveminerleri ve aylık konferans çalışmaları da plânlanıyor. Bu mânâda, haftalık umumî derslerin de yapıldığı çok amaçlı kültür merkezlerinin sayılarının çoğalmasını ve en güzel şekilde değerlendirilmesini Cenâb-ı Hak’tan niyaz ediyoruz.

14.11.2007

E-Posta: [email protected]




Abdil YILDIRIM

Gitmenin anlamı



Gitmek deyince, bulunduğumuz yeri terk etmeyi, başka bir mekâna varmayı anlarız. Bedenimizin yer değiştirmesi bir “gitmek”tir. Halbuki gitmek, sadece bedenle olmadığı gibi, bedenimizin oradan ayrılması da tam olarak oradan gitmek anlamına gelmiyor. Gitmenin pek çok halleri, yolları ve anlamları bulunuyor.

“Gitmenin Psikolojisi” adlı kitabın yazarı Dr. Recai Yahyaoğlu, “Gittiğinde ruhun ve kokun kalır geride” diyerek, bedenle ruh ilişkisini zaman ve mekân bağlamında tahlil ediyor. Hayatın tamamen bir gitmekten ibaret olduğunu anlatıyor.

Gitmek bazen bir hicrettir. Bazen bir kaçış, bir kurtuluş, bazen de bir vuslata veya hasrete doğru yolculuktur. İnsan bazen bedenen gider, bazen ruhen veya hayalen gider. Geriye dönüp çocukluğuna gidenler olduğu gibi, nazarını ileri uzatıp ölümden ötesine, mahşere, mizana ve sırata doğru yol alanlar da olur. Şimdi hayalen o menzillere gidip gelenler, gelecekte mutlaka oralara gideceklerini düşünüp hazırlıklarını ona göre yaparlarsa, bu hayâlî yolculuğun hayâtî faydalarını göreceklerdir. Bugün uzak görünen mekânlar, yarın çok yakınımızda, hatta yanımızda olacaklardır. Onun için uzaklık-yakınlık da izâfî bir kavramdır. Çünkü “Bütün gelecekler yakındır.”

İnsan ruhlar âleminden gelip dünya menzilinde yol alırken, yaratılış sırrının perdesini aralayan, bütün akılları hayret içinde bırakıp meşgul eden üç müthiş suâl ile karşılaşır: “Necisin? Nereden geliyorsun? Nereye gidiyorsun?” İnsan bir yandan ömür caddesinde yol alırken, bir yandan da bu suâllere makul, makbul ve mantıklı cevaplar bulmakla mükelleftir.

“İnsan bir yolcudur. Sabavetten gençliğe, gençlikten ihtiyarlığa, ihtiyarlıktan kabre, kabirden haşre, haşirden ebede kadar yolculuğu devam eder. Her iki hayatın levâzımatı Mâlikü’1-Mülk tarafından verilmiştir.” Demek ki insan sonsuz kudret sahibi bir Melik’in mülkünde yolculuk yapıyor. Yolculuğu sırasında ihtiyaç duyduğu her türlü levâzımâtı da Mülk sahibi tarafından karşılanıyor. İnsanlar, hayvanlar ve bitkiler için gökten rahmeti indiren de, yerden nimeti çıkartan da yerlerin ve göklerin sahibi olan Cenâb-ı Hak’tır. Kâinatı ve içindekileri bir hikmet dairesinde bir yere sevk eden de O’dur.

Kâinat dediğimiz varlıklar âlemi, dinamik bir sistem üzerine yaratılmış olduğundan, her şey her an hareket halindedir. Bir bisiklet, ancak hareket halinde iken dik durabilir, hareketsiz olduğu an devrilir. Kâinat da sanki bu hareketi sayesinde varlığını sürdürmektedir. Atomların elektronlarından, güneş sistemlerine kadar her zerre ve her küre, hareket halindedir. Hatta güneş sistemimizin de uzayda bir yerlere doğru gittiği bilinmektedir. Demek ki gitmek sadece insana mahsus değildir. Gözle görünen ve görünmeyen ne kadar varlık mevcutsa, hepsi bir yerlere doğru sevk edilmektedir.

Olduğumuz yerde dururken de, hatta yatıp uyurken de aslında gitmeye devam ediyoruz. Bu yolculuğa kendi irade ve isteğimizle çıkmamıştık. Bizi bir hikmetle Yaratan ve yaşatan iradenin hükmü istikametinde yolculuğumuz devam ediyor. Bu istikameti değiştirmek veya “Ben gitmek istemiyorum, burada kalacağım” demek gibi bir tercih hakkımız da bulunmuyor. Zaten kalmak gitmekten çok daha zor ve meşakkatli olacağından, gitmek bizim için daha hayırlı bulunuyor.

HER ŞEY GİDER

Zaman bir su gibi durmadan akar,

Hafta gider, mevsim gider, yıl gider.

İlkbaharda renkler seyrana çıkar,

Sarı gider, yeşil gider, al gider.

Hasretlik içimde dinmeyen sancı,

Şu dünya hanında ben bir yabancı,

Hem han ihtiyarlar, hem de hancı,

Hancı gider, yolcu gider, yol gider.

Kâinat bir ağaç kudret bağında,

İnsan bir meyvedir dünya dalında,

Her şey akıp gider kendi yolunda,

Ağaç gider, meyve gider, dal gider.

Elbet bu nizamın var bir sahibi,

Sonsuza uzanır göklerin dibi,

Arzımız yürüyen merdiven gibi,

Deniz gider, nehir gider, göl gider.

14.11.2007

E-Posta: [email protected]




İsmail BERK

Aydınımızın vicdan borcu



Said Nursî’yi anlama konusunda aydınımızın en büyük engeli, korkuları ve peşin fikirleridir. Rahmetli Cemil Meriç’in tabiriyle üstlerindeki “İzmlerin deli gömleği”ni hâlâ çıkaramadılar. Yıllar önce, münevver olma vasfını hak eden sosyolog Şerif Mardin, “Bediüzzaman Said Nursî Olayı” adlı eseriyle bir kapı araladı. Ancak arkasını getiremedi.

1970’li yılların fırtınalı döneminde Cemal Kutay da, geçmişinden ve fikriyatından beklenmeyen bir çalışma yaptı. “Çağımızda Bir Asr-ı Saadet Müslümanı” kitabını, Kemalist çevrelerin yazdırmama telkinlerine rağmen yazdı. Sonradan konjonktüre teslim oldu ve “zıvanadan” çıktı.

Emre Aköz, Şerif Mardin’den aldığı ilhamla sosyolojik bir perspektif çizdi. Yalnızca Said Nursî’yi nazara vermedi. Cemaatler ve sair hareketler bağlamında Sabah’ta yazı serisi yaptı. Ancak arkası gelmedi.

Üniversitelerimiz, “Said Nursî Kürsüsü” kurmaktan, 5 bin sayfayı aşkın eserlerini yüksek lisans ve doktora tezi yapmaktan uzak maalesef. Türkiye’nin fikir kaynaklarına bakıldığında, toplum dinamiğinin referansı olabilecek Risâle-i Nur’lar yeterince entelektüel müzakere zemininde değil.

Bunu engelleyen en büyük sebep, demokratik düşünme ikliminin oluşmaması ve resmî ideolojinin Said Nursî korkusuna dayalı yıllardır yaptığı engellemelerdir.

Nur talebesi akademisyen, düşünce adamı ve yazarların ortaya koyduğu çalışmalar ise, dünle kıyaslandığında elbette umut verici. Önümüzdeki Pazar yapılacak olan Uluslararası Bediüzzaman Sempozyumu, bunlardan sadece biri. Benzer şekilde Risâle-î Nur kongreleri, paneller, araştırmalar, makaleler ve dünyanın okumaya, anlamaya çalıştığı Risâle incelemeleri ümit verici.

Günümüzün sosyal ve siyasî hastalıklarına ve kangrenleşmiş problemlerine şifa kaynağı olabilecek Risâle-i Nur’un bu düzeyde ulema ve umera nezdinde anlaşıldığını, bilindiğini ve muhakeme gücünden yararlanıldığını söyleyemeyiz.

Bu, Türkiye’nin kendi fikrî eserlerine ve fikrî mülkiyetlerine sahip çıkmama talihsizliğdir.

Düne kadar Kemalizmin ve CHP’nin tahakküm alanlarından beslenen bir sinmişlik ve endişe ile içiçe darbeler serisi vardı.

Aydınımız, işadamımız ve politikacımız ürkütülmüştü. Bugün için, AB sürecinde her şeyin fazlasıyla tartışıldığı ve sadra şifa olmayan birçok çözümün masaya konulduğu ve ülkenin ciddî sarsıntılar geçirdiği bir vasatta, Said Nursî’yi anlama sorumluluğu, bütün yöneticilerin omuzundaki bir vebaldir.

Çünkü Said Nursî, insanlık ve İslâm dünyası ile ülkemizin özel ve genel problemlerinin buluşma ve sentez yapma formüllerini ortaya koymuştur.

Baykal’ın da son anda çark ederek dahil olduğu Kuzey Irak tartışması başta olmak üzere demokratik açılımlarla, Ermeni meselesi, Türk-Kürt kardeşliği, Araplarla ittifak, AB, bozguncu komitelerin stratejileri ve barış eksenli ve ahlâk tabanlı adaletli bir politikanın temel ölçülerini ortaya koymuş.

Bediüzzaman'ın doğuda kurulacak bir üniversitede, Arapça, Türkçe ve Kürtçenin okutulabileceğini, yıllar önce söylemesi bile, başlı başına bir ufuk ve yaklaşım zenginliği değil mi?

Onu anlamak, Anadolu’yu ve İslâmı anlamaktır. Birlik ve büyümeyi anlamaktır. Demokrasiyi, düşünce farklılığını ve insanî buluşmayı anlamak demektir.

Said Nursî’yi doğru anlatacak her süreç, her metot ve her gayret, toplumun fikir ve sevgi kaynağını birlik için harç yapacaktır.

Evet, aydınımızın ve bir dönem ülkenin kaderine hükmedip, şimdilerde “Hata yaptık” diyenlerin, Said Nursî’ye bir borçları var: Tez elden onu okumak ve anlamak.

Said Nursî’yi anlamak, aydınımızın vicdan borcudur.

14.11.2007

E-Posta: [email protected].




Cevher İLHAN

“Özerklik talebi” ya da “meyl-i iftirak” fitnesi...



Ankara’da, Türk uçaklarının Kuzey Irak’taki terör merkezi kamplarına hava harekâtı söylentileri dolaşırken, DTP kongresindeki “özeklik talebi”nin arka plânı konuşuluyor.

Artık hayattaki en aktif aktörlerin de “itiraf” ettikleri gibi, hedef, “Irak’ın parçalanması”ydı. ABD’nin bundan 17 yıl önce Birinci Körfez Savaşıyla Türkiye’ye konuşlandırdığı Çekiç Güç’le, Şiî Arapların yaşadığı Irak’ın güneyi ile 36. paralelin üstündeki kuzeyini ülkeden koparılmasının hedefi bu idi.

Önce kuzeydeki peşmergeler desteklendi; kanlı bıçaklı gruplar zorla bir araya getirildi. Ardından “özerklik” üzerinden kuzeyde işgalcilerin güdümünde kurdurulan “devlet”le Irak fiilen bölünmenin eşiğine getirildi.

Peşinden Barzani, Irak bayrağını yasakladı. Ülkedeki işgalcilere sırtını dayayan Kuzey Irak yerel yönetimi, giderek Irak hükümetine kafa tutuyor; “Bağdat bizim onayımız olmadan PKK ile mücadele kararını alamaz, Türkiye ile petrol anlaşması yapamaz” diye meydan okuyor...

Belli ki Türkiye’ye yönelik plânda da aynı yöntem uygulanmakta. “Demokratik talepler” taktiğiyle başlatılan süreç, giderek “özerklik” benzeri “ayrılık” sinyalleri vermekte.

Başta “ılımlı” bir hava çizen partinin, bayrağı ayrı, parlamentosu ayrı bir “muhtariyet”le bir tür “federasyon”a zemin hazırlayan “bağımsızlık” meyli, ecnebilerce tahrik edilen fitnenin aşamalarını deşifre etmekte...

* * *

Bu hususta ortaya atılan “Bulgaristan Türkleri modeli”nden bahsedilmekte. Sürekli ırk ve dil farklılıklarını, etnik ayrılıkları öne çıkarmakta...

Marksist, inkârcı ideolojinin temelleri üzerine yükselen “ayrılık” iddiaları, hep ayrılıkları ajite etmekte. Bin yıldır Türklerle birlikte yaşamış, Çanakkale’de, Yemen’de, İstiklâl Harbinde cihad arkadaşı olmuş Türklerle Kürtleri ve bu ülkedeki diğer unsurları birleştiren din birliğinden hiç söz edilmemekte...

Ve gayet açık ki, Osmanlının bakiyesi bu ülkedeki insanları bir araya getiren din birliğidir. Lâkin “din bir ise, millet birdir” gerçeği hep gözardı edilmekte...

Kaldı ki, örnek gösterilen Balkanlar’da da ülkeler yine din birliği üzerine kurulmuş; devletler dinî farklılıklara göre şekillenmiş. Hıristiyan Sırpları Müslüman Boşnaklardan ayıran esas amil budur. Asırlarca Avrupa’da Türklerin “Müslümanlar” olarak isimlendirilmesinin anlamı da budur.

Halbuki Bulgaristan’daki Türkler, dinî ve kültürel haklarının mücadelesini veriyor, temel hak ve hürriyetlerin teminini istiyor. Bulgaristan millî marşını okuyor, yakasına onların bayrağını asıyor. Bulgaristan’dan ayrılıp “özerk bir devlet” olma iddiaları yok...

Oysa “özerklik” talebi, milletin birliğini bozan bir komplo. “Yediyüz sene müddetinde İslâmiyetin ve Kur’ân’ın elinde şerefşiâr, bârikasâ bir kılınç olan Türk milleti” ile “dinî an’anesine sadakati gâye-i hayat bilmiş olan Kürtleri” birbirinden koparma komplosu hep bu maksatla kuruldu. (Şuâlar, 515; İkdam, 7 Mart 1920)

Baştan beri Lawrencelerin oyunlarıyla Şarkî Anadolu’yu Anadolu’dan ayırma emeli alevlendirildi. Maksat, Kürtleri Osmanlı ve İslâm câmiasından ayırıp, ecnebilerin esâretindeki “bir millet-i tabie” haline getirmek...

Bediüzzaman’ın ifâdesiyle, aklı başında hiçbir Kürdün taraftar olmadığı “pek mânâsız bir iddia olan Kürdlük dâvâsı” ile İslâmiyetin şiddetle reddettiği “kavmiyet kavgası”nı körüklemek... Asimetrik kışkırtmayla “milliyetçilik damarı”nı depreştirmek.. (Sebil-ür Reşad, 17 Mart 1920)

* * *

Topyekûn millet için istenen demokratik açılımlar, insan hakları, hukukun üstünlüğü, yargı reformu, fikir hürriyeti, özgürlüklerin genişletilmesi, Türkiye’nin temel talebi. Bu taleb, Avrupa Birliği İlerleme Raporu’nda da yer alıyor.

Meseleyi buradan aşıp, “hâmiyet-i İslâmiye ile Türklerle tam birleşip İslâmî ve dinî bir milliyet teşkil eden Kürtler”i “özerklik perdesinde ayrılıkçılığa vardırmak, doğrudan ayrılık fitnesine âlet olmaktır. (Âsâr-ı Bediiyye, 434)

Anlaşılan, Türkiye’nin Bediüzzaman’ın daha geçen asrın başlarında, “âdem-i merkeziyet” düşüncesine destek veren Prens Sabahattin Beye verdiği ve “hayat ittihaddadır” dersine ihtiyacı vardır.

Evvelâ, Bediüzzaman’ın tâ Osmanlı’nın son döneminde ikaz ettiği, ırklara göre siyasî kulüpler ve kavimlere göre partiler kurulması sevdasından vazgeçilmelidir. Çünkü ayrılık fitnesinin en baş tetikleyicisi budur.

Herkes aklını başına almalı. Ayrılıkçı zihniyetin etnik ve diğer farklılıkları istismar ederek, “özerklik” perdesinde “muhtariyet” maskesiyle ülkeyi parçalara ayırması, özellikle Kürtleri perişan edecek bir proje. Osmanlı döneminde “muhtariyet”le ortaya atılan ve bugün “özerklik” çıkışıyla seslendirilen saplantının peşinden “bağımsızlık” hevesini tahrikiyle ülkenin kargaşa ve kaosa sürükleneceği açıktır. Bunda bu ülkedeki insanların hiçbir menfaati yoktur.

Proje budur. Bediüzzzaman’ın tâbiriyle “meyl-i iftirak (ayrılık meyli)” sebebiyet vereceği fitne ve tahrip cihetiyle, Müslümanların arasına sokacağı iftirak ve keşmekeşle dehşetli bir “zenb-i azim (büyük günâh)” olur.

Kimsenin, fitneyi tahrike hakkı yoktur. Haksızlıklar ve hürriyetler bahanesiyle, milletin birliğini bozmak, ayrılık şarkılarını seslendirmek, ayağına kurşun sıkmaktır....

Bu böyle biline...

14.11.2007

E-Posta: [email protected]




Davut ŞAHİN

Popstar Armağan



Popstar Alaturka’da yaşanan kavgalar artık sıradan (Star)… Yok, Orhan Baba, B. Abla’ya “sus” demişmiş… Yok şarkıda üç kademe varmış…mış.

Aralarında Jürilerin efendisi(!) biri daha var ki, zaman zaman sivri diliyle sadece yarışmacıları değil, ekranda izleyenleri de çıldırtıyor.

Armağan Çağlayan’dan bahsediyorum.

Urfalı bir yarışmacının kıyafetine “takmış.”

Hanım yarışmacıya soruyor:

“Niye kapalı” diye.

Armağan Çağlayan Paris’te yaşadığı için, Türkiye gerçeklerinden “bihaber” olmalı. Sorması ondan!

Yarışmacı kız “Aileme söz verdim” diyor. Sibel Can’dan bir şarkı söyledikten sonra sözlerine şöyle devam ediyor Jürilerin efendisi(!):

“Her tarafın oynadı ama.”

Bu densiz sözlere Orhan Gencebay ve Bülent Ersoy bile tahammül edemiyor. Konuyu kapattırıyor…

Çağlayan ekmeğini sivri çıkışlarından kazanıyor olabilir.

Ama bu ülkede yaşayan insanların kıyafetlerine dil uzatmasın. Yakışmıyor.

TUNA HUŞ

Tuna Huş’u izledik Gündem Dışı’nda (Haber 7). Aslında “gündem” içi desek yeriydi. Ünlü spikerin son hali bir sağlık sorunundan kaynaklanan durumdu.

Yıllardır ekranda konuşan ve birçok spiker yetiştiren Huş, artık konuşamıyor.

Felç geçirdikten sonra sadece üç veya dört kelime konuşabiliyor:

Evet… Ba ba ba… Off!

Huş’a TRT’den vefa duygusu yok. Çünkü devlet televizyonu… Peki, Kanal D’de çalışan Huş’a eski dostlarından hiç mi vefa yok? Hadi onu bırakın, yetiştirdiği onca spikerler nerede?

Efsane haber sunucusu Huş’u izlemek bizde biraz “hüzün” bıraktı.

Program sunucusu Hülya Seloni’ye tebrikler bize Huş’u hatırlattığı için…

POLAT DOĞAN

Şarkıcı Nihat Doğan esip gürlüyor. Niçin kendini magazine meze yapıyor merak ediyorum.

Şöhretini tazelemek için mi, yoksa ekranları bir intikam aracı olarak mı kullanıyor?

Bilemeyiz, bizim sorunumuz da değil.

Doğan gibileri ve onlara cevap yetiştiren Tatlıses taraftarlarını ekrana getirenler resmen kavgaya çanak tutuyor.

Nihat Doğan’ın ünlü türkücüyle kavgası bizi ilgilendirmiyor. Ancak Doğan, çok tehlikeli kelimeler kullanıyor. Hakaretin dozunu kaçırdığı gibi, “Allah” mısın türünden “şirk” kokan lâflar ediyor.

Doğan, bu üslûbunu devam ettirecekse, Kurtlar Vadisi’ne transfer olmalı.

Bu racon oraya uygun düşer.

SINIRLAR ARASINDA

Banu Avar’ın Sınırlar Arasında “Suriye” ile ilgili bölüm yayına girmemiş. Tercüman gazetesinin haberine göre, gerekçe; İsrail incinmesinmiş! Daha sonra TRT yetkilileri “gerekçesiz” yayından kaldırmış.

İsrail heyetinin incinip incinmeyeceği kararını TRT yetkilileri mi veriyor?

İsrail heyeti Filistin’e kan kustururken, bombalarken, masum insanları öldürürken, Ortadoğuyu ateşe atarken incinmiyor… Ama bir “haber”den incinecek öyle mi?

14.11.2007

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Kürtçülüğü ve PKK’yı/terörü Bediüzzaman bitirir! -2



Komutanların sadece itirafları yetmez! Nerede hata yapıldıysa, önce yanlış bilgileri düzeltmeli ve gerçekleri olduğu gibi anlatmalı. Adeta, bilgi ve ilim seferberliği başlatmalı.

Eğer Bediüzzaman Said Nursî olmasaydı, belki de Doğu ve Güneydoğu Anadolu tamamen kopmuştu. Ve eğer Bediüzzaman, eserleri ve talebeleri rahat bırakılsaydı, bugün ne Kürtçülük (ne Kart-Kurtçuluk), ne aşırı milliyetçilik, ne PKK, ne de Ermeni meselelerimiz olurdu. O şeriatın, yani Kur’ân’ın hakikatlerini Kürtlere de daha iyi anlatacak ve onların hepsini kurtaracaktı. Buyurun:

“Câmiü’l-Ezher Afrika’da bir medrese-i umumiye olduğu gibi, Asya Afrika’dan ne kadar büyük ise, daha büyük bir darülfünun, bir İslâm üniversitesi Asya’da lâzımdır. Tâ ki İslâm kavimlerini, meselâ Arabistan, Hindistan, İran, Kafkas, Türkistan, Kürdistan’daki milletleri, menfi ırkçılık ifsat etmesin/bozmasın. Hakikî, müsbet ve kudsî ve umumî milliyet-i hakikiye olan İslâmiyet milliyeti ile “Mü’minler kardeştir” (Kur’ân, Hucurât, 10.) Kur’ân’ın bir kanun-u esasîsinin tam inkişafına mazhar olsun. Ve felsefe fünunu ile ulûm-u diniye (din ilimleri) birbiriyle barışsın ve Avrupa medeniyeti, İslâmiyet hakaikiyle tam musalâha etsin/barışsın. Ve Anadolu’daki ehl-i mektep ve ehl-i medrese birbirine yardımcı olarak ittifak etsin diye (gerçek tevhid-i tedrisat), vilâyât-ı şarkiyenin merkezinde hem Hindistan, hem Arabistan, hem İran, hem Kafkas, hem Türkistan’ın ortasında, Medresetü’z-Zehra mânâsında, Câmiü’l-Ezher üslûbunda bir darülfünun (üniversite), hem mektep, hem medrese olarak bir üniversite için, tam elli beş senedir Risâle-i Nur’un hakaikine çalıştığım gibi ona da çalışmışım. En evvel bunun kıymetini (Allah rahmet etsin) Sultan Reşad takdir edip yalnız binasını yapmak için 20 bin altın lira verdiği gibi, sonra ben eski Harb-i Umumîdeki esaretimden döndüğüm vakit, Ankara’da mevcut 200 meb’ustan 163 meb’usun imzası ile 150 bin lira, o zaman paranın kıymetli vaktinde, aynı o üniversite için vermeyi kabul ve imza ettiler. Mustafa Kemal de içinde idi. Demek, şimdiki para ile beş milyon liraya yakın bir tahsisat vermekle, tâ o zamanda böyle kıymetdar bir üniversitenin tesisine her şeyden ziyade ehemmiyet verdiler. Hattâ dinde çok lâkayt ve garplılaşmak ve an’anattan tecerrüd etmek taraftarı bulunan bir kısım meb’uslar dahi onu imza ettiler. “Yalnız onlardan ikisi dediler ki: ‘Biz şimdi ulûm-u an’ane ve ulûm-u diniyeden ziyade garplılaşmaya ve medeniyete muhtacız.’

“Ben de cevaben dedim: Siz, farz-ı muhal olarak, hiçbir cihette ihtiyaç olmasa da, ekser enbiyanın Asya’da, şarkta zuhuru ve ekser hükemanın ve filozofların garpta gelmelerinin delâletiyle Asya’yı hakikî terakki ettirecek, fen ve felsefenin tesiratından ziyade hiss-i dinî olduğu halde, bu fıtrî kanunu nazara almayarak garplılaşmak namıyla an’ane-i İslâmiyeyi bıraksanız ve lâdinî bir esas yapsanız dahi, dört beş büyük milletlerin merkezinde olan vilâyat-ı şarkiyede millet, vatan selâmeti için dine, İslâmiyetin hakaikine kat’iyen tarafdar olmak, size lâzım ve elzemdir. Binler misallerinden bir küçük misal size söyleyeceğim:

“Ben Van’da iken, hamiyetli Kürt bir talebeme dedim ki: ‘Türkler İslâmiyete çok hizmet etmişler. Sen onlara ne niyetle bakıyorsun?’ dedim.

Dedi: ‘Ben Müslüman bir Türkü, fâsık bir kardeşime tercih ediyorum. Belki babamdan ziyade ona alâkadarım. Çünkü tam imana hizmet ediyorlar.’

“Bir zaman geçti, (Allah rahmet etsin) o talebem, ben esarette iken, İstanbul’da mektebe girmiş. Esaretten geldikten sonra gördüm. Bazı ırkçı muallimlerden aldığı aksülâmel ile o da Kürtçülük damarıyla başka bir mesleğe girmiş. Bana dedi: ‘Ben şimdi gayet fâsık, hattâ dinsiz de olsa bir Kürdü salih bir Türke tercih ediyorum.’

“Sonra ben onu birkaç sohbette kurtardım. Tam kanaati geldi ki, Türkler bu millet-i İslâmiyenin kahraman bir ordusudur.

“Ey sual soran meb’uslar! Şarkta beş milyona yakın Kürt var. Yüz milyona yakın İranlı ve Hintliler var. Yetmiş milyon Arap var. Kırk milyon Kafkas var. Acaba birbirine komşu, kardeş ve birbirine muhtaç olan bu kardeşlere, bu talebenin Van’daki medreseden aldığı ders-i dinî mi daha lâzım? Veyahut o milletleri karıştıracak ve ırktaşlarından başka düşünmeyen ve uhuvvet-i İslâmiyeyi tanımayan, sırf ulûm-u felsefeyi okumak ve İslâmî ilimleri nazara almamak olan o merhum talebenin ikinci hali mi daha iyidir? Sizden soruyorum.” (Emirdağ Lâhikası, s. 438-440.)

Ve Bediüzzaman’ın Kürt hemşehrilerine şöyle seslendiğini söylemeli: “Eğer siz insan olsanız, hükûmet ve İstanbul ve Türkler nasıl olsalar olsunlar, size fenalıkları dokunmaz, fakat iyilikleri gelir.” (Münâzarât, s. 44.) “Emin olunuz, biz Kürtler başkalara benzemiyoruz. Yakînen biliyoruz ki, içtimaî hayatımız Türklerin hayat ve saadetinden neş’et eder (çıkar).” (Age, s. 126.)

Komutanlar hata ettiğini itiraf ettiğine göre; bu mantığı ve çarpık yapılanmış rejimi ayakta tutmaya çalışan yöneticiler de, iş adamları da, aydınlar da itiraf etsin. Geç kalınmış, ama imkânsız değildir. Barış ve güven, Bediüzzaman’ın, Kur’ân ve Sünnet’ten sunduğu Risâle-i Nur reçetelerindedir.

14.11.2007

E-Posta: [email protected] [email protected]




Şaban DÖĞEN

Kur’ân ne zaman rahmet olur?



En basit bir makinenin bile bir kullanma kılavuzu vardır. Kılavuza ters hareket etmek makinenin bozulması için yeter.

İnsan gibi canlı bir makinenin kılavuzu ise hiç şüphesiz Kur’ân-ı Kerim’dir. Sözün en doğrusu ondadır. Sonsuzluk yolculuğunda sağa sola sapmadan dos doğru yolda son durağa kadar götürecek olan düm düz, dosdoğru yolu göstermiştir Kur’ân-ı Kerim. İşler çetrefilleştiğinde, kafalar karmakarışık hâle geldiğinde içinden çıkılacak en doğru hükmü Kur’ân verir, en isabetliyi Kur’ân gösterir. Nahl Sûresi’nin 64. âyetinde “Biz sana kitâbı, onlara ihtilâf ettikleri şeyi açıkça bildiresin diye ve inanan bir topluluk için bir hidâyet ve rahmet olarak indirdik” buyurulurken buna dikkat çekilmiyor mu?

Dikkat edilirse ihtilafa düşüldüğünde daha güzeli, daha mükemmeli düşünülemeyecek şekilde en doğruyu gösteriyor Kur’ân-ı Kerim. Bir hidayet, yani doğru yol rehberi, inananlar için bir rahmettir o.

Nasıl rahmet olan yağmur geldiğinde hayat saçıyorsa, maddeten ve mânen rahmet olan Kur’ân-ı Kerim de getirdiği esas ve prensiplerle dirliğe, düzene, huzura, mutluluğa ulaştırır insanları. Rabbimiz açıkça ifade ediyor, “Biz Kur’ân’ı her şeyin ap açık bir beyânı, bir hidâyet rehberi, bir rahmet ve Müslümanlar için bir müjde olarak sana indirdik”1 diye.

Kur’ân aynı zamanda bir öğütler menbâı ve hazinesidir. Tâ ki gerekli dersler, ibretler alınsın, aynı yanlışlıklara düşülmesin, dünya ve ahiret zindana dönmesin.

Evet, bizzat Kur’ân’ın ifadesiyle Allah’tan korkanlar için bir öğüt2 olarak indirilmiştir Kur’ân.

Elbette her şeyin apaçık açıklaması, beyanı, bir hidâyet rehberi, bir rahmet ve bir müjde olan Kur’ân, saygı olsun diye evin en mutenâ köşesinde asılı kalmak için indirilmemiştir. Sadece okumakla yetinilip ölülere sevabı bağışlansın diye de indirilmemiştir. Kıssaları tarihî birer olay olarak anlatılıp duygulanmakla yetinilsin diye indirilmemiştir.

Kur’ân indirilmiştir ki yolcu ve misafir olduğumuz şu dünya misafirhanesinde gösterdiği esas ve kurallara uyalım, yanlış yollara sapanların akibetlerinden ders alıp doğru yolda kalalım; her şeyin en güzellerine, en mükemmeline ulaşalım, maddeten ve manen refah ve mutluluk içinde olalım; insanlık ve erdemlilikte yarışalım; birlik, beraberlik, kardeşlik, dayanışma, yardımlaşma, sevgi ve saygıyla bezenelim, dünyada da Cennetin küçük bir örneğini sergileyelim.

Bize bu güzellikleri armağan eden o yüce kitaba sırt çevirerek kendi ellerimizle aydınlık dünyamızı karartmak hiç akıl kârı değil.

Dipnotlar:

1- Nahl Sûresi: 89.

2- Tâhâ Sûresi: 3.

14.11.2007

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Mecra ve mâcera



Aktüel gelişme: CHP lideri Baykal, daha evvel iştahlı göründüğü Irak'a yönelik savaş, yahut sınırötesi harekât politikalarından geri dönüş sinyalleri verdi. Birkaç konuşmayla, iyi komşuluk, dostâne münasebetler ve bölgesel işbirliğine dair bazı açılımlarda bulundu.

Meclis'teki ikinci muhalefet partisi (MHP) lideri Bahçeli ise, Baykal'ın açılımından rahatsız olduğunu, dünkü grup toplantısında yaptığı konuşmayla açıkça gösterdi.

Şu durumda, farklı telden çalan iki kesimle karşı karşıyayız demektir:

Biri, âkibeti meçhûl bir savaş riskine rağmen, Türkiye'nin mutlak sûrette bir sınırötesi harekâtta bulunmasını isteyenler;

Diğeri ise, askerî harekât dışında kalan diğer bütün kanalların işletilmesinden yana olanlar.

Bu durumda, elbette ki ne yapmalı, nasıl davranmalı diye etraflıca düşünmek, fikir yürütmek durumundayız.

Turan hayali, viran getirdi

Türkiye'nin diplomasisi, âkibeti meçhûl mâcera vâdilerinde değil, tarihteki vakarına yakışır mecralarda seyretmeli.

Türkiye, dost ve komşu ülkelerle barışık, İslâm ülkeleriyle de kardeşâne münasebetler içinde olmalı.

Ona yakışan tavır, duruş budur.

Ne var ki, zaman zaman bu tavrı beğenmeyen, bu vakur duruşu kabullenmeyen mâceraperestler de ortaya çıkabiliyor.

Tıpkı, Birinci Dünya Savaşında ortaya çıkan ve ülkenin mukadderatına hükmeden Türkçü/Turancı İttihatçılar gibi...

Bu güruhun fikir babalarından olan Ziya Gökalp, o günlerde en büyük düşman konumundaki Rusya'nın çökeceğini, viran olacağını ve Orta Asya'ya doğru uzanan Turan yolunun açılacağını, Türkiye'nin daha da büyüyerek Turan olacağını etrafa pompalayıp duruyordu.

Şu mısralar, evvel Kürtçü, âhir Türkçü Ziya Gökalp'e ait:

Düşmanın ülkesi viran olacak;

Türkiye büyüyüp Turan olacak.

Oysa, netice öyle olmadı. O günkü Osmanlı Türkiye'si, Turan değil, viran oldu. Ülke, dört milyona yakın insanını (şehit, gazi, hasta, mâlul, muhcir) kaybetti. Toprak kaybı ise, başka bir örnekle kıyaslanamayacak kadar ziyade oldu.

Demek ki, mecra ile mâcerayı birbirinden ayırmak gerek.

Ayrıca, yakın tarihte yaşanmış olan acı tecrübelerden de esaslı dersler çıkarmak gerek.

Çok haklı olduğumuz ve tarihî muktesebatımızın bulunduğu Kıbrıs meselesini dahi henüz halledememişken, başımıza bir başka gàile çıkarmanın mantığı yoktur.

Tehlikeli gidişat: Mesele ajite edile edile, savaş çığırtkanlığı yapıla yapıla, muhakemesi kıt bazı vatandaşların büsbütün asabileştiğini, muvazenelerinin bozulduğunu ve kanlı bir çatışma beklentisi içine girmiş olduklarını esefle müşahade ediyoruz.

Sorumluluk mevkiinde olanların dikkatini bu noktaya çekme ihtiyacını duymaktayız... Lütfen, aramızda savaşı, mâcerayı değil; barışı, kardeşliği, mecrayı konuşalım.

GÜNÜN TARİHİ 14 Kasım 1919-25

Altı sene arayla iki Sivas tablosu

Her tarafı buram buram Anadolu kokan tarihî Sivas şehri, altı sene arayla birbirinden tamamen farklı iki mühim hadiseye sahne oldu.

Birinci hadise: İstiklâl Harbinin en büyük ve en cesur kahramanlarından biri olan Kâzım Karabekir, "Heyet–i Temsiliye ve Kumandanlar Toplantısı"na katılmak üzere, Erzurum'dan hareketle 14 Kasım 1919'da Sivas'a geldi.

Sivas, o günlerde (özellikle 2 Eylül'deki kongreden sonra) Millî Hareketin en önemli merkezlerinden biri haline gelmişti.

Kumandanların ve Temsil Heyetinin, vatanın mukadderatıyla ilgili toplantılarını burada yapmaları da gösteriyor ki, Sivas şehri her yönüyle ehemmiyetli ve güvenli bir merkez konumundadır.

O olağanüstü dönemde, vatanın bölünmezliği, manda ve boyunduruk sisteminin reddi, her türlü isyan ve işgal hareketinin bertaraf edilmesi yönündeki azim ve kararlılık gibi takdire şâyân gelişmeler, âdeta Sivas'la kaynaşmış, bütünleşmiş haldeydi.

Diriliş iradesinin böylesine parladığı bir diyâra, düşman orduları giremezdi, girse bile galebe çalamazdı.

Fakat ne yazık ki, aynı Sivas'ta, altı sene sonra bambaşka hadiseler yaşandı. Halk, haricî düşmanla değil ama, kendi hükümetinin kuvvetleriyle karşı karşıya geldi.

İşte, birincinin aksine, çok elim ve çok da düşündürücü olan ikinci hadise budur...

İkinci hadise: Bazı vatandaşların 14 Kasım 1925 günü şapkaya muhalefet noktasında ortaya koymuş oldukları demokratik tepki, kan ve şiddet yoluyla bastırıldı.

Hareketin lideri olarak kabul edilen İmamzâde Mehmed Necati Efendi, İstiklâl Mahkemesince idama, harekete katılan diğer şahıslar ise ağır hapis cezasına mahkûm edildi. Cezalar da, alelacele infaz edildi.

Oysa, o tarihte henüz Şapka Kànunu Meclis'ten geçmiş ve kabul edilmiş dahi değildi. Bu kànunun Meclis tarafından kabul tarihi, 25 Kasım 1925'tir.

Buna rağmen, Sivas gibi, Kayseri, Erzurum, Rize ve daha başka vilayetlerde şapka aleyhinde vuku bulan demokratik tepkiler, en şiddetli bir sûrette bastırıldı. Onlarca kişi idam edildi, yüzlerce vatandaş çeşitli hapis cezasına çarptırıldı.

14.11.2007

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

İslâm'da ümitsizlik yoktur!



Günahkâr rumuzlu okuyucumuz:

*“Ben çok günahkârım. İki senedir tövbe ettim. Düzenli namaz kılmaya başladım. Geçen sene nurları tanıdım. Eğer tanımasaydım cehennemliktim. Altı senelik kaza namazlarım var. Helâlleşmem gereken birçok insan var. Bunların altından nasıl kalkacağım? İnsan olduğum için utanıyorum. Çok pişmanım. Tahmin edemediğiniz kadar. Siz Nurcular vakit kaybetmeden insanlara ulaşmaya devam edin. İnsanlar iman hakikatlerinden yoksun. Onlar da benim gibi geç kalmasınlar!”

Ne büyük bir “hakka dönüş kararlılığı” içerisindesiniz. Sizin bu hakka dönüşünüzü ve günahlardan kaçışınızı tebrik etmemek elde değil. Bu itirafınız, bu pişmanlığınız, bu Allah’a dönmek isteyişiniz, bu kendinizi ve nefsinizi ithamınız, bu Allah’ın rızasını talebiniz, bu mahşerde Allah’ın önünde yüzleşmekle ilgili mahcubiyetiniz, aslında birer tövbeden ve Allah’ın affına sığınmaktan ibarettir. Dinimizde ümitsizlik yoktur. Allah Erhamü’r-Râhimîn’dir, Settâru’l-Uyûb’dur, Ğâfir’üz-Zenb’dir. Cenâb-ı Hak buyurur ki: “Muhakkak Ben, tevbe eden, iman eden, amel-i sâlih işleyen ve hidayet üzere olan için Ğaffâr’ım (çok mağfiret ediciyim).”1

İnsanın, ömür ve gençliğinde birçok yanlış ve batıl tercihlere girdiğini; sonunda ise elinde elem verici günahlar, zillet verici elemler ve dalâlet verici vesveselerden başka bir şey kalmadığını hatırlatan2 Bedîüzzaman Hazretleri, Ğaffâr isminin günahların varlığını gerektirdiğini3, fakat kulun Fâtır-ı Zülcelâl’in dergâh-ı rahmetinde kusurunu itiraf etmesinin önemli olduğunu4; kusurunu itiraf ederek istiğfar edenin şeytanın şerrinden kurtulacağını, Allah’a sığınacağını ve affa müstehak olacağını5; Ğaffâr, Settâr, Tevvâb ve Vehhâb isimlerinin tevbeyi ve affı istediklerini6 bildiriyor.

Nitekim Rahîm ismi Ğaffâr mânâsındadır.7 Cenâb-ı Hak mağfiret isteyen tevbe ehli kullarına çok müşfik ve çok merhametlidir. Enâniyeti bırakıp, şerden, tahripten ve nefse itimaddan vazgeçerek istiğfar eden, hayrı yalnız Allah’tan isteyen ve Allah’a tam kul olan bir kul, “Allah kötülükleri iyiliklere çevirir”8 âyetinin sırrına mazhar olur. İnsandaki nihayetsiz şer kabiliyeti, nihayetsiz hayır kabiliyetine dönüşür ve böylece insan ahsen-i takvim kıymetini alarak Allah katında en yüksek mertebelere çıkar.9

Her bir günahı bir mânevî yılan olarak niteleyen Bedîüzzaman, imanın selâmeti için bu yılanların imha edilmesinin şart olduğunu, aksi takdirde imanın mahalli olan kalbimizi mütemadiyen ısıracağını haber verir. Bu yılanı imha etmenin tek yolu da, sizin muvaffak olduğunuz gibi, Allah’ın mağfiretine sığınmak, yani tövbe ve istiğfar etmektir.10

Esas olan tövbe etmektir, Cenâb-ı Allah’tan mağfiret istemektir, Allah’ın affına sığınmaktır. Ve bunda samimî olmaktır. Günahlar sebebiyle affedilmeyeceğini ummak dinimizde yoktur. Peygamber Efendimiz (asm); “Eğer siz günah işlemeseydiniz, Allah sizlerin yerine günah işleyip de hemen Allah Teâlâ’dan mağfiret isteyen ve Allah’ın da kendilerini bağışlayacağı bir kavim yaratırdı”11 buyurmak suretiyle Cenâb-ı Allah’ın, kulun istiğfar etmesine verdiği ehemmiyeti bildirir. Kul, bilerek veya bilmeyerek hata eder, yanılır, sürçer, ayağı kayar, günah işler. Fakat Allah’ın merhametiyle günahlarından pişman olduğu anda, Cenâb-ı Hakk’ı Ğafûr, yani hadsiz mağfiret Sahibi ve bağışlayıcı bulur.

İşte Kur’ân’ın çağrısı: “De ki: Ey günahta aşırı giderek nefislerine zulmetmiş olan kullarım! Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyiniz. Muhakkak ki Allah bütün günahları bağışlar. Şüphesiz O Ğafûr’dur, Rahîm’dir. (çok bağışlayan ve çok acıyandır)”12

Bu âyet bütün günahkârlarca ve hattâ bütün insanlıkça çok iyi anlaşılmalıdır. Çünkü herkes her zaman sâlih amele muvaffak olmayabilir, herkes her zaman günah işleyebilir. Bu âyetin en büyük mesajı şudur ki: Salih amele muvaffak olamayan veya büyük/küçük günah işleyen herkes muhakkak tövbe etmeli ve muhakkak Allah’ın mağfiretine sığınmalıdır. Hiç kimse asla ümitsizliğe düşmemelidir. Allah’ın af kapısı her zaman ve her kul için açıktır. Ümitsizliğe mahal yoktur.13

Kur’ân’ın, “Şüphesiz Allah Halim’dir, Ğafûr’dur. (cezâ vermekte acele etmez ve çok bağışlayandır)”14 gibi âyetleri insana büyük bir ricâ ve ümit kapısı açmıştır.15 Rahîm ismi, Ğafûr burcunda insana el uzatarak, insanın içindeki karanlık âlemleri ışıklandırmıştır.16

Kul hakkını ve namaz borcunuzu ödemek için de, Allah’ın izniyle elinizden geleni yapmanız yeterlidir. Bundan böyle elinizde olmayan şeylerle kendinizi yıpratmayın. Allah yardımcınız olsun.

İnsanın, kurtuluşu için Allah’a el uzatması kifayet eder.

Dipnotlar: 1- Tâ-hâ Sûresi, 20/82 2- Lem’alar, s. 133 3- Lem’alar, s. 59 4- Nûr’un İlk Kapısı, s. 32 5- Lem’alar, s. 91 6- Mesnevî-i Nûriye, s.113 7- İşârâtü’l-İ’câz, s. 25 8- Furkan Sûresi, 25/70 9- Sözler, s. 290 10- Lem’alar, s. 14,15 11- Müslim, Tevbe, 11 12- Zümer Sûresi, 39/53 13- Mesnevî-i Nûriye, s. 57 14- İsrâ Sûresi, 17/44 15- Sözler, s. 394 16-Mektûbât, s. 399

14.11.2007

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

BİR KISSA, BİN HİSSE



Şeyh Muhammed İbn-i Ebü’l-Fadl anlatıyor:

Şeyh Abdullah İbn-i Osman İbn-i Cafer el-Yunînî’nin (r.a.) yanında bulunduğum bir gün kral onu ziyaret etmeye geldi ve kendisinden duâ istedi.

Şeyh ona, “Ey İsâ! Baban gibi cimri olma!” dedi. Kral, “Efendim! Babam cimri miydi?” diye sordu.

Şeyh, “Evet. Hiç mecbur olmadığı halde cimrilik yaptı ve bu yüzden idarenin düzenini bozdu” dedi. Kral kalkıp gitti ve ikinci gün üç bin dinarla geldi.

“Efendim! Bu parayı alın. Onunla zâviyenize bir arazi satın alırsınız,” dedi.

Şeyh ona hiddetle baktı: “Beni imtihan mı etmek istiyorsun? Paranı al! Yoksa sen de, paran da batarsınız! Allah bizi kendi tarafından zenginleştirmedikçe bu seccadeye oturtmadı! Bu seccadenin altından biri altın, biri gümüş iki kanal geçmektedir!” dedi.

Şeyh hakikaten seccadesini ayağıyla kaldırdı ve bu iki kanalı gösterdi.

Nebhânî, Veliler ve Kerâmetleri, 3/365.

14.11.2007

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Özeleştiri süreci



Bediüzzaman bir asır önce gündeme getirdiği, Sultan İkinci Abdülhamid’e iletmek istediği halde engellendiği, ama Sultan Reşad’a bizzat anlatıp tahsisat çıkarttırdığı, Van gölü kıyısında temelini attıktan sonra Birinci Dünya Savaşının patlak vermesi üzerine yarım kalan Medresetüzzehra projesinde derslerin okutulacağı dillerle ilgili olarak şu prensibi ortaya koymuştu:

“Arapça vacip, Türkçe lâzım, Kürtçe caiz.”

Eğer bu çok basit gibi görünen formüldeki yaklaşım esas alınmış olsaydı, Türkiye Cumhuriyetini yönetenlerin yıllarca Kürtleri yok sayarak ve Kürtçeyi de yasaklayarak sebep oldukları gerilim hiç yaşanmayacaktı. Nitekim bu yasakçı uygulamaların yanlışlığı, son zamanlarda giderek arttığı görülen itiraflarla ikrar edilmekte.

Toplumun ve hayatın tamamını kuşatıp cendereye alan bir yanlışlar silsilesinde küçük bir alt başlık oluşturan Kürtçe yasağının hata olduğunun fark edilmesi bile bu kadar zaman aldıysa, topyekûn bir özeleştiri için daha çok beklememiz gerekir mi? Yoksa küçük gibi görünen bu itiraf, diğer bütün vahim yanlışlara da kaynaklık eden zihniyetin terki sürecini hızlandırır mı?

Hep birlikte bekleyip göreceğiz. Temennîmiz, ikinci şıkkın gerçekleşmesi. Ve bu, aslında zor değil. Hattâ zor olanın, küçük de olsa ilk adımın atılması olduğu söylenebilir. O atıldıysa, arkası hızlanarak gelebilir. Yeter ki, dürüst ve samimî olunsun.

Bu çerçevede CHP lideri Baykal’ın “Kuzey Irak’la ve Irak toplumuyla dostluk” vurgusu yapan mesajının ardından, açılımını tüm Ortadoğu, Kafkasya ve Balkanlar’ı içine alacak şekilde genişletmesi dikkat çekici bir gelişme.

Kuzey Iraklı gençlerin Türkiye’de okutulmasına ilâveten Ermenistan’dan Kosova ve Bosna’ya uzanan bir coğrafyada eğitimle ilgili, sosyal ve ekonomik projeler geliştirilmesi gerektiğini de söylüyor Baykal.

Bilindiği gibi, benzer bir proje, AB’nin çekirdeğini oluşturan Benelüks modelinin bölgeye taşınması anlamında Ağar tarafından gündeme getirilmiş, ama hak ettiği alâkayı görememişti.

Daha ötesinde ise, bütün bu söylemler, Bediüzzaman’ın yüz yıl önce gündeme getirip, hayatının sonuna kadar takipçisi olduğu Medresetüzzehra projesine gelip dayanıyor. Eğer o proje zamanında gerçekleştirilebilmiş olsaydı, bugün çok daha farklı bir Türkiye, Ortadoğu, Kafkasya ve Balkanlar tablosuyla; hattâ bunları da aşan çok geniş bir coğrafyada son derece pozitif bir manzara ile karşı karşıya olacaktık.

Hiç değilse bu noktadan sonra, geçen bir asır boyunca yapılan ve hâlâ da büyük ölçüde devam eden vahim hataların bir an önce terk edilip, aklın, bilimin ve sosyal gerçeklerin gereği olan çizgide buluşulur inşaallah. Ki, son dönemdeki özeleştiri ve açılımlar bunun habercisi gibi.

Bu yeni süreçte, herkesin geçmişteki hataları çok iyi tesbit ve analiz edip bir daha tekrarlamama hassasiyeti içinde hareket etmesi lâzım.

Ve bu noktada özel bir konumu olan Kürtlerin bilhassa dikkat etmesi gereken önemli hususlardan birini ise, talebelerinden Muhsin Alev’in aktarımıyla Said Nursî şöyle ifade ediyor:

“Eğer Kürtler İslâm milliyetini esas alarak hareket ederlerse, bölücü bir unsur olmak yerine, ittihad-ı İslâma sebep olacaklardır...” (Necmeddin Şahiner, Son Şahitler, cilt: 1, s. 220)

14.11.2007

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Çift kanatlı kartal



Eskiden bir dizi filmi vardı ‘Kartallar yüksek uçar’ diye. Almanya, Arnavutluk dahil birçok Arap ülkesinin bayrağında kartallar dalgalanır. Annapolis’in bir provası olarak anılan Ankara Forum’u buluşmasında Şimon Peres ile Mahmut Abbas görüşmesi öncesinde Gül’le ortak toplantısında Peres Türkiye ile alakalı ilginç benzetmelerde bulundu. Peres, Türkiye’yi kartala benzetti. ‘Bir kanadı sürekli ileri gitmek için, diğeri de sürekli siyaseti dengelemek için çabalıyor’ ifadesini kullandı. Eskiler buna zülcenaheyn yani çift kanatlılık derlerdi. Yine Mevlânâ da çift kanatlı benzetmesini pergel metaforuyla karşılar ve ifade eder. Hemen hemen hepsi aynı mecraya akar.

Türkiye ile ilgili benzetmeler ilginç. Clinton depremden sonra Türkiye ziyareti sırasında aslında Türkiye ile ilgili yüzyıla damgasını vuracak bir söz söyledi. “20’nci yüzyılı bu topraklar ve Osmanlı’nın sonu ve çözülmesi şekillendirmişti. 21’inci yüzyılı da yine bu topraklar ve Türkiye şekillendirecek...’ Bu nasıl olacak? Kanaatime göre yeni misyon ayrışmadan sonra Türkiye’nin öncülüğünde, toparlayıcılığında ve insiyatifinde bölgenin yeniden bütünleşmesi süreciyle olacaktır ve bu sürecin irhasatını ve ayak seslerini duyuyoruz.

Elbette Şimon Peres böyle bir şey demiyor ve diyemez. Ama netice itibarıyla övücü bir konuşma yapmıştır. Belki de çift kanatlı kartala benzetirken biri Batı diğeri ile de İslâm dünyası boyutuna vurgu yapmak istemiş olabilir. Yine bir kanatla İsrail’i, ikinci kanatla da Arapları remzetmiş olabilir. Martin Kramer’e göre, İsrail’le mücadele üçüncü ve son evresini yaşıyor. Birinci evresinde, Filistin meselesi bir Arap meselesiydi ve bu evre 1979 Camp David anlaşması ve Mısır’ın bu cepheden çekilmesi ve havlu atmasıyla sona erdi. İkinci evrede, Filistin meselesi Filistinlilerin bir davası haline geldi. Ya da pekişti. Bu evrenin sonu da, Arafat’ın sonuyla sembolize ediliyor. Üçüncüsü de, Arafat’ın ölümüyle ve İsrail’e karşı mücadelenin İslâm eksenine kaymasıyla başlıyor. Üçüncü merhalenin karakteri bu.

***

Günümüzde daha ziyade bu karakterin Hizbullah üzerinden İran ekseninde temsil edildiğini görüyoruz. Bununla birlikte, reel nedenlerden dolayı Türkiye ile İsrail arasında hissî mesafe giderek artıyor. Kürt meselesi ve sair meselelerden dolayı Türkiye de birgün kendisini aynı cephede ve ortakları arasında bulabilir. Bazıları bu sözler Şimon Peres’in ağzından çıktı diye hemen takbih edebilir ve reddedebilir. Halbuki, ‘kim dedi’, ‘ne zaman dedi’ ve ‘niçin dedi’ kadar, ‘ne dedi’ de önemli. Bu kategorilerden bazıları manipülatif olabilir. Ama manipülatif boyut gerçek boyutu reddetmemizi gerektirmez. Dolayısıyla gerçek boyutu da manipülatif boyut olarak algılamak manipülasyona gelmektir.

Bunun ötesinde tabii ki, Ankara’nın Mahmut Abbas ile Şimon Peres’in zirvesine evsahipliği yapması ilginçtir. Yalım Eralp bundan önce de Ankara’nın Karzai ile Müşerref’in zirvesine evsahipliği yaptığını hatırlattı. Manidar. Zira, Karzai ile Mahmut Abbas arasında bir fark yok. Muhalifleri yani HAMAS ile Taliban da birbirlerine benziyor. Bu itibarla, Ankara, misyonu bir tarafıyla Müşerref’in yetiştiği zemine işaret ediyor.

***

İsrailliler bizi İran konusunda kendilerine angaje etmeye çalışıyorlar. Elbette İran’la bir takım pürüzlü ilişkilerimiz olabilir. Lakin onların gözlüğüyle İran’a bakmamızı gerektirecek bir durum yoktur. Bu çerçevede, Gül ile Şimon Peres arasında ufak bir polemik de yaşandı. Bu bağlamda, Abdullah Gül, Nejad’ın ‘İsrail’i haritadan silmeliyiz’ şeklindeki sözlerini retorik olarak değerlendirdi. Peres ise Gül ile farklı düştüklerini ama İran’ın bölgede terörü desteklediğini ileri sürdü. Gül, İsrail’e de ince bir mesaj veriyor ve: “Bölgede bütün kitle imha silâhlarına karşıyız’ diyor. Evet, unutmamak lazımdır ki bugün İran nükleer silâhlar edinmek istiyorsa bunun sebebi ABD ve İsrail’dir.

Sonucu ortadan kaldırmak sebebini ortadan kaldırmakla mümkündür. Meydan okuma ve mukabele, sebep ve sonuç ilişkileri diyalektik bir gerçektir. Dolayısıyla, en iyi çözüm İsrail ve ABD’nin gerekleri yapması ve mukabele sebeplerini veya cevap hakkını ortadan kaldırmasıdır.

14.11.2007

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Sami Yusuf’tan reçete



İngiltere’de yaşayan Azeri asıllı müzisyen Sami Yusuf, geçtiğimiz Ramazan ayında Türkiye’ye gelmiş ve verdiği konserlerle büyük ilgi uyandırmıştı. Kimilerinin ‘İslâmî rapçı” dediği Sami Yusuf, alçakgönüllü olmasıyda da gençlerin ilgisini çekiyor.

Sami Yusuf, kendisi ile yapılan bir röportajda güzel şeyler anlatmış. İngiltere’nin çok kültürlü ve ‘İslâma açık’ bir ülke olduğuna dikkat çeken Sami Yusuf, öğrencilik yıllarını şöyle özetlemiş: “Ben de zorluklar yaşadım, fakat meselâ Londra’daki okulumda namazlarımız için bir oda açmışlardı ve okulda iftar yapabiliyor, Ramazan’da öğrencilere yemek verebiliyorduk. Müslümanlar olarak oldukça iyi bir konumumuz vardı. Şimdi de bu konumlarını sürdürdüklerini ümit ediyorum. Elbette her yerde olduğu türden sıkıntılar ve zorluklar var, fakat ben kötülerden ziyade iyi noktalara odaklanmaya çalışıyorum. (...) İslamofobi gibi şeylerle oluşan korkuya kapılmamak lâzım. Müslümanlar olarak endişelenmemeliyiz. Müslümanlığın gereksinimlerini yerine getirirsek ve kendi işimize bakarsak ön yargıları da kaldırırız. Bu sorunları İslâmı doğru bir şekilde yaşamakla aşabiliriz.” (Genç Öncüler dergisi, Ekim 2007)

Dürüstlük ve samimiyetin başarının bir parçası olduğunu düşündüğünü ifade eden Sami Yusuf, müziğe yaklaşımını anlatırken de şöyle demiş: “Meselâ, Al-Muallim’i söylerken doğruyu söylüyorum: Hz. Muhammed’e (asm) karşı sevgimde dürüst ve samimiyim ve böyle hissediyorum. İnsanları saran şeyin de bu dürüstlük olduğunu düşünüyorum.” (agd.)

“Gençlere vereceğiniz açık mesajınız ne olacak?” sorusunun cevabı da şu olmuş: “Söyleyebileceğim ortada/vasatta, dengeli bir halde olmalarıdır. Her işlerinde orta yolu tutmaları, dinlerini yaşamada da, önemlidir. Her zaman dengeli, mutedil ve her zaman hayatın kısa olduğunun, her dakikanın öneminin farkında olmalılar. (...) Zamanı israf etmeyin, eğer o vakitte eğlenecekseniz, bunu yapın. Fakat, diğer yandan kimliğiniz, kültürünüz ve dininizi ilgilendiren meseleleri de iyi idrak etmelisiniz. Bu benim için son derece önemlidir. (...) Kimliğinizle, dilinizle, kültürünüz ve dininizle gurur duymalısınız. Bu asabiyet ya da boş bir gurur, istikbar değildir. (...) Sahip olduğunuz her şeyin kıymetini bilin ve kimsenin sizi hayal kırıklığına uğratmasına izin vermeyin.”

İslâmı doğru bir şekilde yaşamak, vasat ve dengeli olmak, zamanı israf etmemek... Yabancısı olmadığımız tavsiyeler. Tekrar hatırlattığı için Sami Yusuf’a da teşekkürler...

***

Ey ahali!

İstanbul, önümüzdeki günlerde, Kudüs’le ilgili önemli bir toplantıya ev sahipliği yapacak. “Kudüs Buluşması” adı verilen toplantıda, (15-17 Kasım 2007) Müslümanların ilk kıblesi olan Kudüs’le ilgili konular konuşulacak.

Bu vesile ile ‘Kudüs Fatihi” Selahaddin-i Eyyûbî’yi hatırlamak ve rahmetle yad etmek gerekti.

Selahaddin-i Eyyûbî Kudüs’te ölüm döşeğindeyken, ahaliye ‘münâdî/ilânât yapan’lar çıkartmış ve şöyle haykırtmış: “Ey ahali! Şarkın hakimi Sultan Selahaddin ölmek üzeredir. Âhirete ancak şu bez parçasını (kefen) götürebilecektir. Öyleyse Allah’a kullukta gevşeklik göstermeyin.”

İşte zaferlerin arkasındaki iman gücü...

14.11.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT


 Son Dakika Haberleri